Deleuze, Duygu, Duygulanış ve Geçiş (Spinoza)

Bir duygu nedir? Spinoza der ki bu duygulanışın kuşattığı bir şeydir. Duygulanış bir duyguyu kuşatır. Hatırlayacaksınız, kesin bir şekilde söylemek gerekirse duygulanış bir şeyin imgesinin benim üzerimdeki anlık etkisidir. Mesela algılar duygulanıştır. Eylemimin bağlantılı olduğu şeylerin imgesi bir duygulanıştır. Duygulanış bunların hepsini kuşatır. Bunlar Spinoza’nın sürekli olarak kullandığı kelimelerdir. Kuşatma: Bunu hakikaten maddi metafor gibi ele almak gerekir, yani duygulanışın kendi içinde bir duygu vardır. Duygu ile duygulanış arasında bir doğa farkı vardır. Duygu duygulanışa bağımlı bir şey değildir, duygulanış tarafından kuşatılmıştır, ama başka bir şeydir. Aralarında doğa farkı vardır. Duygulanışın, yani şeyin imgesi ve imgenin üzerimdeki etkisi neyi kuşatır? Bir geçişi veya bir intikali kuşatır. Bu geçiş veya intikal sözcüğünü çok güçlü bir anlamda ele almak gerekir. Niçin? Görüyorsunuz bu şu anlama gelir: Zihnin yaptığı bir karşılaştırmadan bambaşka bir şeydir, artık zihnin yaptığı karşılaştırmalar alanında değiliz. Bu iki durum arasında zihnin yaptığı bir karşılaştırma değildir; duygulanış tarafından, duygulanışın bütünü tarafından kuşatılan bir geçiştir. Her anlık duygulanış bir geçiş kuşatır. Neye intikal? Neye geçiş? Bir kez daha söylüyorum, bu hiçbir şekilde zihnin yaptığı bir karşılaştırma değildir. Çok ağır ilerlemek için şunu da eklemeliyim: Yaşanmış bir geçiş, yaşanmış bir intikal; bunun bilinçli olması zorunlu değil. Her durum yaşanmış bir geçiş veya intikal gerektirir. Neden neye geçiş? Ne ile ne arasında geçiş? Kesin bir şekilde söyleyecek olursak zamanda iki an ele alacağım, iki an, a ve a’ birbirine ne kadar yakın olursa olsun, her zaman önceki andan şimdiki ana bir geçiş vardır. Önceki andan mevcut ana geçiş doğası gereği önceki andan da, mevcut andan da farklıdır. Geçişin kendine özgü bir tarafı vardır; bu da süre adı verilen, Spinoza’nın süre dediği şeydir. Süre yaşanmış geçiş, yaşanmış intikal demektir. Süre nedir? Asla bir şey değildir, bir şeyden bir başkasına geçiştir. Yalnızca şunu söylemek yeter: Yaşanmış olduğu ölçüde. Yüzyıllar sonra Bergson’un süreyi bir felsefi kavram haline getirmesi tamamen farklı etkilerden dolayı olacaktır. Her şeyden önce bunu kendine özgü bir şekilde yapacaktır, Spinoza’nın etkisi altında değil. Yine de sürenin Bergsoncu kullanımının, Spinoza’nınkiyle tam anlamıyla örtüştüğüne dikkat çekiyorum. Bergson “süre” dediği şeyi anlatmaya çalıştığı zaman şöyle diyor: Zamanda birbirine istediğiniz kadar yakın ruhsal haller düşünebilirsiniz. a haliyle a’ halini bir dakika, bir saniye veya saniyenin binde biriyle ayrılmış olarak düşünebilir, yani gitgide daha çok kesit alabilir, daha küçük parçaya ayırabilir ve birbirine daha da yaklaştırabilirsiniz. Bergson der ki zamanı parçalarına ayırma işleminde, gitgide daha hızlı kesitler alarak ne kadar sonsuza doğru giderseniz gidin karşılaşacağınız hep haller olacaktır, başka bir şey değil.

Ve hallerin daima uzaysal olduklarını da ekler Bergson. Kesitler hep uzaysaldır. Kesitleri ne kadar birbirine yaklaştırırsanız yaklaştırın, yine de yakalayamayacağınız bir şey kalacaktır, bir kesitten ötekine geçiş, ne kadar küçük olursa olsun. Bergson’un süre dediği şey basit olarak nedir? Bir kesitten ötekine geçiş, bir halden diğerine geçiştir. Diyeceksiniz ki bir halden diğerine geçiş bir hal değildir, tüm bunlar çok güçlü şeyler değildir. Ama bu yaşanmışın hakikaten derin bir özelliğini gösterir. Geçişten, bir halden diğerine geçişten, geçişi bir haline getirmeden nasıl bahsedeceksiniz? Bu dile getirme, üslup, hareket problemleri yaratacaktır, her türlü problemi ortaya çıkaracaktır. Oysa süre tam da budur, bir halden ötekine yaşanmış bir geçiştir ve ne bir hale ne de ötekine indirgenemez, dolayısıyla hiçbir hale indirgenemez. Süre iki kesit arasında olup bitendir. Bir bakıma süre her zaman sırtımızdadır, süre sırtımızda geçer. İki göz kırpma arasındadır. Eğer süreye yaklaşık bir örnek isterseniz: Birine bakıyorum, ötekine bakıyorum: Süre ne şurada ne de oradadır. Süre ikisi arasında olup bitendir. İstediğim kadar hızlı gitmiş olayım, süre tanım icabı daha hızlı gidecektir, sanki değişken bir hız katsayıyla tanımlanmış gibi: Ne kadar hızlı olursam olayım, sürem benden daha hızlı. Bir halden ötekine ne kadar hızlı geçersem, geçiş bu iki hale de indirgenemez olarak kalacaktır. İşte her duygulanışın kuşattığı şey budur.

Şöyle diyeceğim: Her duygulanış ona hangi geçişle varmışsak onu kuşatır. Veya aynı şekilde: Her duygulanış ona hangi geçişle varmışsak onu ve ondan hangi duygulanışla çıkıyorsak onu kuşatır, iki duygulanış ne kadar yakın olurlarsa olsun. Demek ki çizgimi tamamlamak için üç zamanlı bir çizgi çizmem gerekir: a, a’, a”; a mevcut anın anlık duygulanışıdır, a’ hemen sonraki, a” bir sonra gelecek olandır. Bunları istediğim kadar birbirine yaklaştırayım, daima onları ayıran bir şey kalacaktır; yani geçiş fenomeni. Bu geçiş fenomeni, yaşanmış bir fenomen olması bakımından süredir: Özün üçüncü aidiyeti işte budur. Öyleyse şimdi duyguya ilişkin biraz daha kesin bir tanımım var; duygu, yani her duygulanışın kuşattığı, ondan doğası itibarıyla yine de farklı olan geçiştir, önceki halden şu andaki hale veya şu andaki halden sonraki hale yaşanmış geçiştir. Buraya kadar iyi.

Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine 11 Ders, çev. Ulus Baker, Kabalcı Yayınları, 2008 [1970],  s. 59-62.

Parnet & Deleuze, Spinoza ve Kederle Beslenen İktidar

“Bir beden ne yapabilir? Deneyiniz, ama denemek için daha nice sakıncalar vardır. Yalnızca insanların değil, yerleşik iktidarların da bize keder bulaştırdığı tatsız bir dünyada yaşamaktayız. Keder, hüzünlü etkiler eylem gücümüzü en aza indirenlerdir. Yerleşik iktidarların bizi köleliğe indirgemen için bizim kederlenmemize ihtiyaçları vardır. Tiran, papaz ve tin alıcılarının hayatın ağır ve zor olduğunu bize ispatlamaları gereklidir. İktidarlar bizi eskisinden daha az baskı altında tutmakta ama bize daha fazla bunalım vermek zorundadırlar, yahut Virilio’nun dediği gibi içten küçük terörlerimizi örgütlemek ve yönetmek ihtiyacındadırlar. Yaşam üzerine uzun ve evrensel şikayet: Yaşam olan varlığın eksikliği… İstediğimiz kadar dans edelim denilsin, çok hoş değiliz. “Ölüm ne kötü” diyelim, kaybedecek bir şeyimiz olması için yaşamımız gereklidir. Tinin olduğu kadar bedenin hastalıkları da bizi bırakmayacaklar, vampirler bize nevrozlarını ve sıkıntılarını, o çok bayıldıkları iğdişliklerini, yaşama karşı hınçlarını, o çirkin bulaştırıcılıklarını iletmedikçe bizi rahat bırakmayacaklar. Bütün iş kan sorunudur. Özgür insan olmak kolay değil: vebadan kaçmak, rastlantıları örgütlemek, eylem gücünü artırmak, neşeyi etkiye koymak en azami olumluluğu ifade eden ve kapsayan etkileri çoğaltmak. Bedenden organizmaya indirgenmeyen bir güç meydana getirmek, bilince indirgenmeden bir düşünce yapmak. Spinoza’nın ilk meşhur ilkesi bu düzenlemeye bağlıdır; bunun tersi olamaz. Bir Spinoza düzenlemesi vardır: tin, beden, ilişki, rastlantı, etkileme gücü ve bu iktidarı dolduran etkiler, bu etkileri nicelikleyen keder ve neşe. Burada felsefe bir düzenlemenin, işlevliliğin bir sanatı olmaktadır. Oluşların ve rastlantıların adamı Spinoza, sakırgamsı filozof, ayırt edilmez Spinoza, daima ortada, fazla oynamasa bile daima bir kaçış içinde, Yahudi topluluğundan, iktidarlardan, hastalardan ve zehirlerden kaçış. Onun kendisi hasta olabilir ve ölebilir; ölümün ne amacı ne de sonu olduğunu bilir, tam tersine yaşamı başka birine geçirmeye kalkmanın öneminin farkındadır. Lawrence’ın Whitman hakkında söylediği ne kadar Spinoza’ya uygun düşmektedir. Sanki onun yaşamının bir devamıdır: Beden ve tin, tin bedenin ne içindedir ne de altındadır, o bedenle birliktedir; o yolun üstündeki bütün ilişkilere, aynı yolu izleyenlere, rastlaşmalara açıktır. “onlarla birlikte hissetmek, geçişte onların tinlerinin ve etlerinin titreşimlerini yakalamak” ruhuna fatiha törenlerinin tersidir, tine yaşamını sürdürmeyi öğretmek, onu kurtarmak değildir.”

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977] s. 79-81.