Zeldin, Yalnızlık ve Saçmalık

“Yalnızlığa tahammül etmenin üçüncü yolu, hayatınıza bir doz saçmalık şırınga etmektir. İngiliz eksantrikler, yalnızlığı mizahla birleştirip bu karışımdan cesaret tedarik etmişlerdir. Ciddiyetin ne olduğu konusunda yanılgılı bir fikre sahip olan tarih kitapları ne yazık ki eksantrikleri yok sayma eğilimindedir, oysa bu kişisel, yalnızlık korkusunu tanımayan birer anıttır. John Stuart Mill’in düşüncesi, insanlığın kusursuz olmadığını bildiğimze göre kişilik çeşitlemelerine fırsat tanımamız ve bunları yaşama sanatına ilişkin deneyler olarak görmemiz gerektiğiydi; asıl hayıflandığı, insanların “neyin alışılagelmiş sayılacağını kendi eğilimlerine uygun düşecek şekilde belirlemeleri” değil, “alışılagelmiş olanın dışında bir eğilim sergilemeyi asla akıllarına getirmemeleri” idi.

Eksantriklerin ilk zaferi, tehlikeli olmaktan çok eğlenceli sayılmaları oldu. Bunun nedeni belki de, insanların ne düşüneceği konusunda endişelenmesi gerekmeyen, iktidar sahibi birtakım aristokratların eksantrikliği seçmiş olmasıydı. Bir diplomat olan on dördüncü Berners Baronu, eksantrikliği, bundan ürken kişilerle dalga geçmek için kullanırdı: Tren yolculuklarında kendisine özel bir kompartman ayırtır, kafasına siyah bir takke, gözlerine de koyu renk gözlük takıp geleni geçeni yanına davet ederdi. İçlerinden biri davete icabet edecek olursa, ortaya koca bir termometre çıkarıp her beş dakikada bir derin iç geçirmeler eşliğinde ateşini ölçerek misafirini çok geçmeden kaçırırdı. Özel hayatının gizliliğine manyaklık derecesinde düşkün olan Beşinci Portland Dükü yatak odasına doktorunu bile sokmazdı. Doktorun muayeneyi kapının dışında yapmasını ister, soru-cevap alışverişi ve ateşinin ölçülmesi bir uşak aracılığıyla gerçekleştirilirdi. Buna karşılık Dük şenlikli bir dünyanın hayalini kuruyor, özel hayatı başka bir şeye hazırlık olarak görüyordu. Evine, iki bin kişiyi alacak büyüklükte bir balo salonu, yirmi kişilik bir asansör ve yirmi bilardo masası içeren bir kitaplık yaptırmış, hiçbiri asla kullanılmayan bu bölümlerin yapımında on beş bin işçi çalıştırmıştı. Buna rağmen, ancak tanınmadığı sürece özgür olabileceğinde inandığından tebdil-i kıyafet dolaşmayı tercih ediyordu.

Glyndebourne’da resmi gece elbisesiyle girilebilen bir opera binası yaptıran John Christie, kendi elbisesinin altına eski lastik pabuçlar giyme alışkanlığındaydı. Müşterilerine misafir ağırlar gibi davranır, ama onları birbirlerine yanlış isimlerle takdim etmekten hoşlanırdı. Christie, ziyaretçilerin yanlarında getirdiği köpekler için bir kafeterya yaptırma fikrini gerçekleştiremeden öldü. Hayvanları insanın eşiti olarak görmek eksantriklikti – bu tutum, yalnızca türler arasındaki ilişkide değil, her türlü hiyerarşi ilişkisinde kartların karışmasına yol açabilirdi.

Kadınlar, fantezi ve adap kurallarını yıkarak giyinmeyi tiyatroya dönüştürmüş olmakla tarihteki en pervasız eksantrikler arasında yerlerini almıştır. Modacı Worth, eksantrikliği evrenselleştirme girişiminde bulunan kişi olarak hatırlanmayı hak eder. Onun kavrayışına göre moda her kadına başka kimseninkine benzemeyen, apayrı giysiler sunmayı vaat ediyordu. Worth başarılı olabilseydi, moda dediğimiz şey taklitçiliğe indirgenmemiş olsaydı, belki de yalnızlık bu sıklıkta korkuya dönüşmeyebilirdi.

Son bağışıklık türü, dünyanın uçsuz bucaksız, ürkütücü bir sahradan ibaret olmadığı, ayırt edilebilir bir tür düzen içerdiği ve ne kadar önemsiz olursa olsun bireyin, bu tutarlı bütünden yankılar taşıdığı düşüncesine dayanarak kazanılmıştır. Bir çeşit doğaüstü güce inanan insanlar, yalnızlıklarını, altında ezildikleri tüm dertlere rağmen içlerinde belli belirsiz bir ilahi kıvılcım taşıdıkları duygusuyla hafifletirler; bu kişilerin bağışıklık edinme yöntemi bundan ibarettir. Böyle bir inanç taşımayan kişi başkalarına yararlı olma duygusunu geliştirebilir ve kendisiyle başkaları arasında bir cömertlik bağı sezinliyebilir, ne gibi sırlar ve nasıl bir vahşet içerdiğini tam olarak çözemese de, daha kapsamlı bir bütünün parçası olduğuna işaret eden rasyonel ve duygusal bağlantıların ayırdına varabilir. Gelişme olarak adlandırdığımız şeylerin büyük bölümü, bu nedenle zulme uğramış olsalar bile, bir gerçeğe, ele geçirilmesi mümkün olmayan devasa bir bütünün küçücük bir parçasına vâkıf oldukları inancı sayesinde kendilerini bütünüyle yalnız hissetmekten kurtulmuş yalnız insanlar eliyle gerçekleşmiştir. Ama yalnızlık duygusunun bu yolla savuşturulması yalnızlığın her çeşidini ortadan kaldırmaz, tıpkı tek bir aşının insanı her türlü hastalıktan korumaya yetmemesi gibi.

İnsanların özel düşüncelerine gömülmeleri sık sık acayip sonuçlar doğurmuştur: Rus zoolog Meçnikof (1845-1916), yoğurt yiyerek olağanüstü uzun yaşanabileceğine inanıyordu ve gülünç derecede başarısız yöntemler kullanarak iki kez intihara teşebbüs etmişti; ama yine de, bağışıklık bilimini ayakları üzerinde doğrultarak yalnızlığın yepyeni bir perspektife oturtulmasını sağlamıştır. Bağışıklık sisteminin nasıl işlediğinin ortaya çıkarılması, her bireyin dışarıdaki düşmanca dünyaya karşı durmaksızın direnç oluşturduğunu ve her birinin bu hem bağımsız olarak hem de başkalarıyla uyum içinde yapması gerektiğini gösterdi. İnsan bedenleri birbirinin eşi olmadığı gibi, etraflarını saran mikroplar karşısındaki çaresizlikleri de aynı değildir. Tıp bilimleri her hastalık için bir suçlu bulup ona savaş açarak insanları hastalıklardan koruyamaz. İlgi odağı bu nedenle, hastalıkları fethetmek yerine bedenler arasındaki uyumluluk ve uyumsuzlukları, insan vücudunun kabul etme ve reddetme mekanizmaları arasındaki esnek sınırları anlamaya kaymıştır. Yaşamın bir bağışıklık sistemi tarafından yönetildiğini kabul etmek, her bireyin benzersiz olduğunu, başkalarında da bulunan, ama iki ayrı insanda tıpatıp aynı bileşimle ortaya çıkması hemen hemen imkânsız olan çok sayıda özelliğin bir bileşiminden oluştuğunu da kabul etmeyi gerektirir. Alerjilerin keşfi in­sanların duyarlılık bakımından birbirinden nasıl farklılaştığını gös­termiş, kan gruplarının ortaya çıkarılması insanlığı ulus, din ve renk­lerinden bağımsız sınıflara ayırmış, stresin sağlık üzerindeki etkisinin anlaşılması bedenlerimizin vereceği tepkiyi bütünüyle öngörmenin im­kânsızlığını açıkça ortaya koymuş ve AIDS, bağışıklık sisteminin ken ­dini başkalarından ayırt etme çabasında başarısız olmasının nasıl ciddi sonuçlara yol açtığını gözler önüne sermiştir. Tıbbın insanları, katı ku­rallara şaşmaz biçimde itaat eden makineler olarak ele alması artık mümkün değildir. Tanrı’nın adı, Çeşitlilik Üreticisi olarak değiş­miştir.

Bütün bu nedenlerle, hepimizin küçük dozlarda yabancı maddelere ihtiyaç duyduğunu, başkalarıyla yan yana yaşayabilmek için onların minicik bir parçasını özümsememiz gerektiğini bugün açıkça bi­liyoruz. İnsanın kendini başkalarından çekip koparması ya da düşmanlarını sonsuza kadar ortadan kaldırması mümkün değil. Baş­kalarına duyduğumuz merakı artık bir çeşit lüks ya da oyalanma bi­çimi olarak göremeyiz: Bu merak, insanın varoluşu açısından vazgeçilmez önemdedir.

Bu dört yöntemin hiçbiri yalnızlığa karşı garantili bir çözüm de­ğildir. Bunlarla yaptığımız şey yalnızlığı ortadan kaldırmak değil, ona yönelik korkumuzu yatıştırmaktır ki bu, başkalarıyla karşılıklı saygı çerçevesinde ilişki kurabilmemiz için elzemdir.

Çince’de yalnız kelimesinin karşılığı Tu’dur. Burada hoş bir tesadüf gizlidir. Tu kelimesi Çince’de bazen, yerleşik ilkelerin dışına çıkan, başıbozuk davranan kişiler için kullanıldığında bir tür zayıflık halini belirtir; ama aynı kelime, Taocu bilgeye ve ne yaptığını bilen bir kişi olarak sahip olduğu bağımsız davranma ve yalnız olma hakkına övgü mahiyetinde de kullanılır: “Ancak insanları ve ruhları iyi tanıyan kişi yalnızlığıyla başa çıkmayı başarabilir.”

Böyle de olsa, düşüncelerimizi berraklaştırmak ve hayattaki yo­lumuzu seçebilmek için başkalarının teşvik edici etkisine muhtacız. İn­sanı hayal kırıklığına saplanmaktan kurtaracak tek şey, insanlığın geçmiş deneyimine ilişkin bilgidir. Yalnız olma ve genellemelere uy­mama (ki genellemeler özgürlük için generallerden bile daha tehlikeli olabilir) hakkını elde etmiş; insanın, yalnızlığın acısıyla kıvranmaya mahkûm olduğu genellemesinden kendini kurtarmış olan kişi, yal­nızlık denen şeyi tepe taklak edebilecek güçte demektir. Yalnızlığı baş aşağı çevirdiğinizde karşınızda bir macera bulursunuz. İnsanların ma­ceralarında onlara eşlik edecek yol arkadaşlarını nasıl buldukları, son­raki bölümün ve daha birkaçının konusunu oluşturuyor.”

Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, çev. Elif Özsayar, Ayrıntı Yayınları, 2010 [1994], 4. basım, s. 74-7.

Blanchot, Yabancı-Sürgün-Kamp

“Camus onu “bildik” kılacağı için hemen tanıdığım izlektir bu; yani onun imlediği şeyin karşıtı, birkaç yıl sonra, ilk sözcüklerden itibaren gösterilir: “Yabancı.” Yabancı kimdir? Burada yeterli bir tanım yoktur. Dışarıdan gelir. İyi karşılanır, ama tabi olamayacağı ve onu her şekilde -ölümün eşiğinde- sınava çeken kurallara göre. Kendisi, bundan “ahlak”ı çıkaracak ve yeni gelenlere sergileyecektir: “Bu evde yabancı olmanın zor olacağını öğreneceksiniz. Yabancı olmaktan kurtulmanın kolay olmadığını da öğreneceksiniz. Ülkenizi özlüyorsanız, burada onu özlemek için her gün daha çok neden bulacaksınız; ama eğer onu unutmayı ve yeni yerinizi sevmeyi başarırsanız, sizi bir kez daha yersiz yurtsuz olarak yeni bir sürgüne başlayacağınız evinize gönderecekler.” Sürgün ne psikolojiktir ne de varlıkbilimseldir. Sürgün kişi onu olmaya razı olmaz ve ondan vazgeçmeye, sürgünden kendine bir ikamet etme tarzı yapmaya da daha fazla yanaşmaz. Göç eden kişi, bir evlilik yoluyla yurttaşlığa geçmeye kışkırtılır, ama her zaman göç eden biri olarak kalır. Çıkışın olmadığı yerde kaçmak, dışarının çağrısını yeniden dirilten taleptir. Boşuna bir girişim midir bu? Hapishane bir hapishane değildir. İhmalleri ayartma ve yanılsama olacak bir özgürlüğün aldatıcı görünüşüne ait olmadıkça, muhafızların zaafları vardır. Aynı şekilde yasayı istemeye istemeye aşırı kibarlıkları, hatta içten canayakınlıkları, sessiz ve bükülmez “inceliğe” benzemez; bu incelik ki, birkaç yıl sonra, kendilerini anlık olarak güven verici bir düzen içinde yaşatan maskeli barbarlığı tanımaktan aciz olan gönüllü köleleri sahte insanlıklarının tuzağına düşürecektir.

Ve yine de, sonradan, bunu düşlememek zordur. Toplama kamplarında mahkûm edilenler, bir yerden bir başka yere taş dağlarını taşıdıklarında ve sonra onları başlangıç noktalarına geri getirdiklerinde ve bunu bir piramidin şanı için değil de, işin ve hüzünlü işçilerin yıkımı için yaptıklarında, toplama kamplarının bu saçma çalışmalarını akla getirmemek olanaksızdır. Bu Auschwitz’de olmuştur, Gulag’da olmuştur. Bu olgu şunu gösterme eğilimindedir: Eğer düşsel olan bir gün gerçek olma riskini taşıyorsa, kendisinin sıkı denebilecek sınırları olmasından ve en kötüyü kolaylıkla öngörmesinden ötürüdür, çünkü en kötü her zaman en kolay olandır ve her zaman kendini yineler.”

Maurice Blanchot, Sonradan – Sonsuz Yineleme, çev. Serdar Rifat Kırkoğlu, Kabalcı Yayınları, 1999 [1983], s. 86-7.

Jenks, Altkültür, Chicago Okulu & Kaybedenler

Kendi altkültür ilgimi sorgulamama yol açan, soğukkanlı bir genel perspektif eleştirisi. Pek de farkında olmadan, (basitleşmiş bir) Chicago Okulu bakışından doğru romantik bir ilgi duyuyorum altkültürlere. Birçoklarına hem çok yakın hissederim, ortalarına düşmekten de korkarım. Böylesine net tanımlayınca, kategorileştirince o romantizm de yara alıyor. Yine de belki akademinin anlayamayacağı, onun bilgi alanına giremeyen bir şeyler vardır, belki de yoktur.

“Chicago perspektifinin ekolojik unsurları zaman içerisinde azaldı, ve 1960’ların gelişiyle altkültür vurgusu çok daha belirgin hale geldi. Eğer 1960’lar, halk protestosu, karşı-kültür, beat şiiri*, toplum dışına itilenler, yol kültürü, hippi hareketi, eğlence için uyuşturucu kullanımı ve Vietnam Savaşı karşıtı duygulara hitap etmişse, o zaman özellikle ABD’deki akademisyenlerin bir kısmı da, bunu, liberalizm ve felsefi bir kültürel görecilik eğilimiyle karşıladı. Genç Chicago (veya yeni Chicago) akademisyenleri, bu popülist dalgaya hız kazandıracak bir konumdaydılar ve sombolik etkileşimciliğin sunduğu bireycilik, koşul özgüllüğü ve göreli anlamlar, bu kavram ve analitik kurmalara yol açtı. Aynı şekilde, şimdiki hareketli altkültü fikr, özgüllük ve “durum tanımı”nın her anlamda mekâna oturtulması fikrini anlatıyordu. Chicago akademisyenlerinin daha önceki bir kuşağına ait olmasına rağmen, Everett C. Hughes, bu yeni inceleme dalgasını harekete geçiren başlıca kişiydi. Onun doktora öğrencileri, hepsi de beklenti içindeki popülist bir hitap kitlesine sahip, ateşli, yeni, aktif liberal özgürlükçülerdi. Hughes, ayrıca, bu çoğunlukla zengin, beyaz, orta sınıf (çoğunlukla erkek) öğrenci grubunun kendilerini dışarıya, bu için için kaynayan kente atıp, hayatı, ötekilerin gözünden “kaybeden”in tarafından deneyimlemesi gerektiğini düşünüyordu. Böylece, bu konuda çeşitli şekillerde yayımlanan, saygı kazanıp gözden düşen bir yığın küçük-orta ölçekli ampirik etnografiye girişildi. (Başka hangi sosyolog grubu doktorlar arasında yetişkin toplumsallaşması özerine bir çalışma yapıp adını Boys ın White [Beyaz Giyen Oğlanlar] koyardı ki?) Bu dönemde ortaya çıkan enerji öyle bir boyuttaydı ki, zavallı Julius Roth (Howard Becker’in çağdaşı) tüberkülozdan hastanede yatarken, danışmanı olan Hughes onu ziyaret etti ve ona sadece “çalışmaya devam et” dedi, sonuç, Timetables [Vizite Defteri], adlı etnografik, altkültürel bir Tüberküloz Koğuşu incelemesi oldu.

Çoğunlukla, örgüt sosyolojisi, ayrıklık sosyolojisi ve kimlik oluşum kuramı alanlarındaki daha erken gelişmelerden doğan “kariyer”, “etiketleme”, “toplumsal tepki”, “tipleştirme” ve “mübadele” gibi yeni bir kavram ve tarz grubu ortaya çıktı. Bunların hepsi, devasa ironiler ve çarpıtmalardan ibaretti. Bir kariyer, bir avukat olmak veya bir akıl hastası olmak anlamına gelebilirdi. Etiketleme, örneğin, çocukların sadece düşünsel yeteneklerinden dolayı değil, ayrıca öğretmenin onları, sınıf geçmişi, kendini sunma ve davranıştan oluşan ahlâki bir karışıma dayanarak değerlendirmesine neden olan tipleştirme kurmalarından dolayı başarısız oldukları anlamına gelmekteydi. Öğretmenlerin öğrencilerle etkileşimleri ve ödül ve cezalarının, bu durumda, doğrudan doğruya performanstan ziyade bu gibi seçici algılara dayandığı düşünüldü. Toplumsal tepki, esasen, cezai adaletin nesnel veya kapsamlı etik mütaalaların sonu olmadığını, daha ziyade, bir edimin yerel çoğunlukta neden olduğu ahlâki öfkenin büyüklüğüyle ilgili olduğunu bildirdi; örneğin orta sınıfın işyerinden ufak tefek şeyler yürütmesi veya iş telefonunu kullanması, dükkân hırsızlığı veya adi hırsızlıkla aynı edim kategorisinde yer almıyordu. Tipleştirmeler, nasıl bir taksi şoförü iyi bir bahşişi garantileyecek bir ücret belirlerse, o kadar sıradan veya nasıl aynı polis memuru, aynı edimi, şehrin hangi kısmında bulunduğuna veya belki de failin etnisitesine göre, suç veya gençlik ateşi olarak değerlendirebilirse, o kadar ciddi olabilirdi.

Bunun için, Chicago Okulu, kentin kısımlarını ve kendilerinin ve akademinin daha kalabalık hitap kitlesinin başka türlü ortak bir odada karşılaşmayacakları bölge sakinlerinin yaşamlarını, tek tek, altkültür altkültür ifşa etmek üzere görev yerine yeni bir sözcük dağarcığıyla geri döndü. Bu palazlar arasında muhtemelen en ünlüsü olan Howard Becker, bize, içinde bir caz müzisyeninin alternatif yaşamını ve nasıl marihuana kullanıcısı olunacağını öğrendiğimiz Outsiders‘ı [Dıştakiler] verdi. O, duvardaki sinek gibi fark edilmeyen veya katılımcı bir gözlemci değildi: Becker’in içgörüleri ilk eldendi. Becker, yaşanmış duru tanımının doğrudan bilgisini sundu; o, can ciğer toplulukları ve destekleyici anlam yapısını biliyordu ve bize de anlattı. Onun çalışması, hem Sosyoloji Bölümü için bir şok, hem de 1960’ların öğrencileri için bir hazdı. Fakat, o, meslektaşlarının çoğu gibi, toplumsal yapıyı unutmuş görünüyordu (ki bu da altkültür incelemelerindeki sorundu). Bütün dünya bir seçimden ibaretse, ortada hiç iktidar veya daha ziyade iktidar analizi yokmuş görünür. Bu nedenle, birçok yönden, Becker ve onun kuşağı Cooley ve onun toplumsal patoloji grubunun daha erken toplumsal patoloji çalışmasında yaşadıkları aynı problem kümesiyle karşı karşıya geldi:

“İstikrar”, “düzen” veya “dayanışma”nın temeli, tipik olarak bu kitaplarda incelenmez, fakat böyle bir temel anlayışı, örtük olarak kullanılır ve kabul edilir, çünkü toplumsal olarak “sağlıklı” ve istikrarlı bir örgüte işaret eden normatik bir kavram “patolojik” durumların belirlenmesinde kullanılır. “Patolojik” davranış, yapısal anlamlda (yani, var olan yapısal bir tiple uyuşmayan olarak) veya istatistiki anlamda (yani, merkezi eğilimlerden sapmalar olarak) ayırt edilmezler. Patolojik durumların kentte bol bulunduğu iddiası da bunu ortaya koyar. Eğer onlar orada bol bulunursa, istatistiki anlamda “anormal” olamazlar ve yapısal anlamda yaygın olmaları da muhtemel değildir. “Patolojik” durumların belirlenmesini sağlayan normların “hümaniter idealler” olduğu ileri sürülebilir. Fakat, biz bu durumda, bu gibi ideallerin toplumsal yönelimini talep etmeliyiz. Bu literatürde, patolojiğin işleme kriterleri, yönelim ve köken olarak tipik olarak kırsaldır. (Wright Mills, 1943: 97)

Bu kapsamlı altkültür sosyolojisi külliyatının diğer bir eleştirisi, Alvin Gouldner’in şahsında, sol siyasetten çıkar. Neo-Chicagocu aykırılık kuramcısına gönderme yaparak, şöyle der:

Onlarınki, hippiler, ilaç bağımlıları, caz müzisyenleri, taksi şöförleri, orospular, gece insanları, evsizler, dolandırıcılar ve kaykaycıların dünyasında kendisini evde hisseden bir okuldur. Onların özdeşleşmeleri, saygı değer toplumdan ziyade aykırı olanladır. Onlara göre, yeraltı dünyasına alışmak, 1930’lar esnasında bazı entelektüellerin proleterle özdeşleşme hislerinin eşdeğeri olmuştur. Çünkü sadece onu incelemekle kalmaz, bir şekilde onun yaşam tarzının sahiciliğini doğrulayarak, onun adına da konuşurlar. (Gouldner, 1973: 29-30)

Gouldner, ayrıca, benim 7. Bölüm’de bahsedeceğim temalar olan onların sınır kolculuğuna ve sömürgeciliğine de saldırır.

Bu şekilde, Chicago Okulu’nda elde ettiğimiz şey, yaratıcılık ve verimlilik açısından, ayrıca kuramsallaştırma ve araştırma pratiğinin uyumlu bütünlüğü açısından güçlü, bir asırı aşkın sosyolojik bir çalışmadır. Dahası, analitik bakışın bilerek belli alanlara odaklanması da vardır; Chicago, genel olarak toplumsal yaşam için bir metafor haline gelmiştir. Son olarak da, ahlâki bir tını, toplum dışına atılanların, muhtaçların, marjinallerin ve dışlananların dünya görüşüyle eşleşme vardır; yine de bu bile maskelenmiştir. Asil gerekçelerle yabani bir veçhenin yan yana var olmasından ortaya çıkan bulanıklık, sosyoloğun kendini onların yerinde zannedip şehvete (bu sosyolog grubuna özgü olmayan kafa karışıklığına) kapıldığı şüphesi doğurur. Yoğunluk, yoğunlaşma ve odağın bileşimleri, kolayca, bir çeşit kavramsal dar görüşlülük şekline girebilir ve böyle bir zihniyete yakışan da bir “altkültür” fikridir.”

(*) Adları uyuşturucu, caz müziği, cinsellik ve Zen Budacılığıyla birlikte anılan Beat’ler ya da beatnikler (kötülüklerden arınmış, mutlu anlamında) bütün bunlar aracılığıyla kişisel uyanışı, kurtuluşu, arınmayı, aydınlanmayı savunuyorlardı. Bu hareketin içinde isim babası Jack Kerouac’ın yanı sıra, şairler Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Gary Snider, romancı William Burroughs ve birçok müzisyen, ressam yer aldı. Türkiye’de bu kuşak, bazılarınca, sokak şairleri olarak biliniyor, çünkü amaçları şiiri akademik ortamlardan kurtarıp ait olduğu yere, yani sokağa iade etmekti. (ç.n.)

Chris Jenks, Altkültür: Toplumsalın Parçalanışı, çev. Nihan Demirkol, 2007 [2005], s. 98-101.

My Dinner With Andre, Oyun Yazarı ve Para ve Mânâ

Filmin açılışındaki dış ses. Benzersiz diyaloglarla örülü bu film için alıntılanacak en ucuz monologlardan birisi olabilir bu kısım belki ama yine de tekinsiz bir karşılaşmanın kapısını açıyor. Sonra Grotowski maceraları, dünya turları, sanat ve yaşam sorgulamaları geliyor.

“Oyun yazarının hayatı zordur. Kimilerinin düşündüğünün aksine kolay değildir. Oyun yazmak için çok çalışırsınız, kimse sahnelemez. Geçinebilmek için başka işler yaparsınız. Ben oyuncu oldum ama insanlar işe almadılar. Böylece günlerini ufak tefek işlere koşturarak geçirmeye başlarsın. Bu sabah kimi önemli telefon görüşmeleri için saat 10.00’da kalkmam gerekti. Daha sonra zarf almak için kırtasiyeye gittim. Sonra da fotokopiciye. Yapılacak düzinelerce iş vardı. Saat 17.00’de, sonunda postaneye gidebildim ve oyunumun birkaç kopyasını postaladım, bu sırada da acaba menajerim bir rol için aramış mı diye devamlı çağrı cihazımı kontrol ediyordum.

Sabah posta kutum faturalarla dolmuştu. Ne yapacaktım? Bunları nasıl ödeyebilirdim ki? Zaten elimden gelenin en iyisini yapıyordum. Bütün hayatım bu şehirde geçti. Yukarı doğu kısmında büyüdüm 10 yaşımdayken zengindim, soyluydum sefahat içerisinde, taksilerle dolanıyordum ve aklımdaki tek şey sanat ve müzikti. Şimdi 36 yaşındayım, aklımdaki tek şey para. Saat şimdi 19.00 oldu en çok istediğim şey eve dönmek ve kız arkadaşım Debby’nin bana güzel lezzetli bir yemek pişirmesi… Son yıllardaki finansal durumumuz yüzünden Debby haftada üç gece garsonluk yapmak zorunda kalıyor. Nihayetinde, birisi az da olsa para kazanmalı.

Tek başımaydım. Ama işin en kötü tarafı, bir takım tuhaf rastlantılar nedeniyle yıllardır resmen uzak durduğum birisiyle yemek için sözleşmek mecburiyetinde kalmıştım. İsmi André Gregory’di. Bir zamanlar çok yakın bir arkadaşım olduğu gibi aynı zamanda tiyatrodan da en değerli meslektaşımdı. Hatta beni keşfeden ve oyunlarımdan birisini profesyonelce sahneye koyan kişiydi. André’yle tanıştığım zaman, bir tiyatro yönetmeni olarak kariyerinin zirvesindeydi. Ekibi, “Manhattan Project” ile müthiş işler çıkartmış dünyanın her yerinden seyircileri şaşkına döndürmüştü. Ama sonra André’ye bir şeyler oldu. Tiyatroyu bıraktı. Ortalıklardan kayboldu. Aylar boyunca, ailesinin tek bildiği, Tibet gibi tuhaf yerlere seyahat ettiği oldu ki bu da garipti çünkü karısını ve çocuğunu severdi. Eskiden evden ayrılmaktan
hiç hoşlanmazdı. Oysa partide onunla tanışmış birinden, insanlara ağaçlarla konuştuğunu filan anlattığını duyabilirdiniz. Belli ki André’nin başına korkunç bir şeyler gelmişti. Onunla buluşma fikri beni geriyordu. Yani böyle bir şeye çok da hevesli değildim. Benim derdim bana yetiyordu. André’ye yardım edemezdim ki. Doktor filan mı olmam gerekiyordu?”

Louis Malle (yön.), My Dinner with Andre (1981)
Senaryo & Oyuncular: Andre Gregory, Wallace Shawn
Çeviri: Emre Tuncay Özgünen (Kuban)

Auster, Bir Anda Kırılan Hayatlar

“Bunların hiçbirinin üzerinde durmak istemiyorum. Ama insan hayatı o kadar çeşitli koşullar altında yön değiştiriyor ki, bir insan ölene kadar onun hakkında bir şey söylenemez. Ölüm, mutluluk üzerinde tek gerçek söz sahibi olmakla kalmıyor (Solon’un deyişi), hayat hakkında karar verebileceğimiz tek ölçüt de o. Bir zamanlar bir sokak serserisiyle tanışmıştım, Shakespeare’in oyunlarındaki oyuncular gibi konuşan bu adam hırpani, orta yaşlı bir alkolikti, paçavralar içindeydi, yüzünde kabuk bağlamış yaralar vardı, sokaklarda yaşıyor, durmadan benden para dileniyordu. Aynı adam bir zamanlar Madison Bulvarı’nda bir sanat galerisinin sahibiydi. Tanıdığım bir başka adam, bir zamanlar Amerika’nın en yetenekli genç romancısı olarak kabul ediliyordu. Ben onunla tanıştığımda, New York’taki bir köşe başında durmuş, babasından miras kalan on beş bin doları yüzerlik banknotlar halinde gelip geçene dağıtıyordu. Bana, bütün bunların Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik sitemini çökertme planının bir parçası olduğunu söyledi. Neler olduğuna bir bakın. Hayatların nasıl parçalandığını düşünün. Goffe’yi, Whalley’i ele alın örneğin, Kral I. Charles’ı ölüme mahkûm eden yargıçlardan ikisi bunlar; Restorasyon Devri’nden sonra Connecticut’a gelmişler ve hayatlarının geri kalanını bir mağarada geçirmişler. Bayan Winchester’ı bir düşünün örneğin, silah tüccarının dul karısını; kocasının sattığı silahlarla öldürülenlerin ruhlarının onun canını almak üzere gelmesinden korkuyordu; bu yüzden evine durmadan odalar ekliyordu, koridorlardan, gizi bölmelerden oluşan devasa bir dolambaç yarattı, her gece değişik bir odada yatarak ruhlardan kaçacağını sanıyordu; işin tuhaf yanı şu ki, 1906 yılındaki San Francisco Depremi’nde bu odalardan birinde kısılıp kaldı, hizmetkârlar onu bulamadığı için neredeyse açlıktan ölecekti. M. M. Bakhtin de var, şu Rus eleştirmen ve edebiyat düşünürü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Rusya’yı işgal ettiklerinde o adam, müsveddelerinden birinin tek kopyasını tüttürüyordu; yazmak için yıllarını verdiği, Almanca romanlar üzerine kitap boyutunda bir çalışmaydı bu. Müsveddenin sayfalarını teker teker aldı ve o kâğıtlara tütün sardı, son sayfasına kadar her gün kitabının bir bölümünü sigara kâğıdı niyetine tüttürdü. Bunlar gerçek hikâyeler. Belki aynı zamanda birer mesel de, ama ne demek istiyorlarsa onu diyorlar, çünkü gerçekler.”

Paul Auster, Kilitli Oda (New York Üçlemesi – III), çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017 [1985], 19. basım, s. 72-3.