Calvino, Pavese ve İnsan Kurbanlar

Pavese’den ilk romanımı birkaç gün önce bitirdim. Elbette, giriş olarak en kısalardan birini, Güzel Yaz’ı seçtim. Birçok başka okur gibi Pavese merakını Tezer Özlü’den aldım. İlk kitap itibariyle, rabıtayı değil çözmek, yakınlaşmış bile değilim. Romanın genelini bir Éric Rohmer filmi izler gibi okudum: baştan çıkarıcı bir gençlik romansı, yaz günlerinde sayfiyedeki hafiflik, bitmek bilmez bir şimdi-merkezli yaşam, fiziksel eylemi esas alan bir anlatı, özgürlük ve birbaşınalık vurgusunu netleyen bir etik… Fakat sonlara doğru hikâye yaz güneşinin altındaki sokaklardan karanlık odalara ve ruh ile bedenin yeni hastalıklarına doğru yol aldı. Belki bu geçiş bana bağı kurduracaktı. Bir bilene sormak istedim, Calvino yetişti, Ay ve Şenlik Ateşleri’ni sıraya aldı.

Pavese’nin her romanı gizli bir tema çevresinde, söylemek istediğini asıl şey olan ve ancak susarak söyleyebildiği söylenmemiş bir çevresinde döner. Çepeçevre bir görünmez işaretler, söylenmiş sözler dokusu oluşturulur; bu işaretlerden her birinin de, açık olandan daha önemli kendi gizli bir çehresi (çokanlamlı ya da iletilmesi olanaksız bir anlamı) vardır; ama bunların asıl anlamı, onları söylenmemiş şeye bağlayan ilişkide yatar.

Ay ve Şenlik Ateşleri, simgesel işaretler, özyaşamöyküsel izlekler, özlü söyleyişler açısından Pavese’nin en yoğun romanıdır. Hatta fazla yoğun: Sanki karakteristik, suskun ve eksiltmeli Pavese anlatma tarzından, birden öykünün romana dönüşmesini sağlayan o iletişim ve temsil bolluğu saçılıyormuş gibi. Ama Pavese’nin asıl tutkusu, bu başarılı romanı ortaya koyabilmek değildi; bize söylediği her şey, tek bir yöne yönelir, imgeler ve benzetmeler saplantılı bir kaygı üzerinde yoğunlaşır: İnsan kurbanlar.

Geçici bir ilgi değildi bu. Etnoloji ve Yunan-Roman mitolojisi ile kendi özyaşamöyküsü ve bunun yazınsal olarak kurgulanması arasında bağ kurmak, Pavese’nin sürekli programı olmuştu. Etnologların çalışmalarına yönelmesinin temelinde gençken okuduğu bir kitabın etkileri yatar: Frazer’ın Altın Dal‘ı -daha önce Freud, Lawrence, Eliot için temel önemi olmuş bir yapıt. Altın Dal, insan kurbanların ve ateş şenliklerinin kökenlerini aramak için çıkılmış bir dünya yolculuğudur. Leuko ile Söyleşiler‘in mitoloji temelli anlatılarında geri dönecek olan izleklerdir bunlar (Leuko ile Söyleşiler‘in tarım törenleri ve ritüel ölümler üzerine sayfaları, okuru Ay ve Şenlik Ateşleri‘ne hazırlar). Bu romanla, Pavese’nin keşif süreci son bulur: Roman Eylül-Kasım 1949 arasında yazılmış, Nisan 1950’de yayımlanmıştır -yazarın, bir mektubunda Azteklerin insan kurbanlarından söz ettikten sonra yaşamına son vermesinden dört ay önce.

Ay ve Şenlik Ateşleri‘nde “ben” diyen kişi, Amerika’da servet edindikten sonra doğduğu yerin bağlarına döner; aradığı, yalnızca eskinin anıları ya da bir topluma yeniden katılma ya da gençliğinin yoksulluğunun intikamını alma değildir; bir yurdun bir yurt olmasının niçinini, yerleri, adları ve kuşakları birbirine bağlayan gizi arar. Adsız bir “ben” olması rastlantı değildir: Öksüzler yurdunda yetişmiş, terk edilmiş bir çocuktur; düşük ücretli kol gücü olarak yoksul çiftçiler tarafından yetiştirilmiş ve Amerika Birleşik Devletleri’ne göç ederek “adam olmuş”tur. Amerika’da şimdinin kökleri daha cılızdır, orada herkes geçicidir ve adının hesabını vermek durumunda değildir. Şimdi, kırların devinimsiz dünyasına dönünce, kendisinin biricik gerçekliği olan o imgelerin tözünü bilmek ister.

Pavese’deki kasvetli kaderci artalan, yalnızca varış noktası olarak ideolojiktir. Doğduğu Aşağı Piemonte’nin tepelik bölgesi (“Langa”), yalnızca şarapları ve mantarlarıyla değil, aynı zamanda köylü ailelerinin salgın halinde tutuldukları umutsuzluk bunalımlarıyla da ünlüdür. Diyebiliriz ki, hemen her hafta Torino gazetelerinde, kendini asan ya da kuyuya atan ya da (bu romanın merkezindeki sahnede olduğu gibi) kendisi, hayvanları ve ailesi de içindeyken çiftlik evini ateşe veren bir çiftçi haberi yer alır.

Elbette, Pavese bu kendini yok edici umutsuzluğun anahtarını yalnızca etnolojide aramaz; geri kalmış, küçük mülkiyete dayalı vadilerdeki insanların oluşturduğu toplumsal arka plan, burada doğalcı bir romanın (yani, Pavese’nin topraklarında dolanıp bu toprakları temellük edebilecek kadar kendine uzak hissettiği bir edebiyat türünün) eksiksizlik arzusuyla çeşitli sınıflarıyla temsil edilir. Terk edilmiş çocuğun gençliği, bir “ırgat”ın gençliğidir; “ırgat,” Piemonte’nin bazı yoksul bölgelerinde oturanlar dışında -umarız bundan sonra kısa bir süre için- pek az İtalyanın anlamını bildiği bir sözdür: Ücretli işçinin altında bir basamaktır bu; küçük mülk sahibi ya da ortakçı bir ailenin yanında boğaz tokluğuna çalışan, samanlık ya da ahırda yatma hakkı olan, bunun yanı sıra mevsimlik ya yıllık küçük bir ücret alan gençleri gösterir.

Ama kendi deneyiminden böylesine farklı bir deneyimle özdeşleşmek, Pavese için baskın lirik temasının birçok eğretilemesinden biridir yalnızca: Kendini dışlanmış hissetmek. Kitabın en güzel sayfaları, şenliğin iki gününü anlatır: Biri, ayakkabıları olmadığı için evde kalan çaresiz çocuğun, öteki yanında çalıştığı adamın kızlarının arabasını sürmek zorunda olan gencin yaşadığı. Şenlikte kutlanan ve boşaltılan varoluşsal yük, intikamını arayan toplumsal aşağılanma, Pavese’nin araştırmasını gerçekleştirdiği çeşitli bilme düzlemlerinin kaynaştığı bu sayfalara can verir.

Romanın kahramanını, bir bilme gereksinmesi yurduna dönmeye itmiştir ve arayışının gerçekleştiği en az üç düzlem ayırt edebiliriz: Bellek düzlemi, tarih düzlemi, etnoloji düzlemi. Bu son iki düzlemde (tarihsel-siyasal ve etnolojik), anlatıcıya yalnızca bir kişinin kılavuzluk etmesi, Pavese’nin tutumuna özgü karakteristik bir olgudur. Köy bandosunda klarnet çalan marangoz Nuto, köyün Marksisti olup dünyanın adaletsizliklerini bilen ve dünyanın değişebileceğini bilen kişidir, ama aynı zamanda çeşitli tarım işlemlerinin koşulu olarak Ay’ın evrelerine ve “toprağı uyandıran” Aziz Yahya ateşlerine inanmaya devam eden kişidir. Bu kitapta devrimci tarih ile mitsel-ritüel tarih karşıtlığının çehresi aynıdır, aynı sesle konuşurlar. Yalnızca dişlerinin arasından homurdanan bir ses: Nuto, düşünülebilecek en kapalı, suskun ve ele avuca sığmaz kişidir. Açıkça dile getirilmiş her tür inanç bildiriminin yüz seksen derece uzağındayız; roman, kahramanın Nuto’nun ağzından bir çift laf alabilme çabalarından oluşur bütünüyle. Ama ancak bu yolla gerçekten konuşur Pavese.

Politikaya değindiğinde Pavese’nin tonu hep fazlaca keskindir, kestirip atmakla ve omuz silkmekle yetinilir, her şey anlaşıldığında ve artık başka söz söylemeye değmeyeceğinde olduğu gibi. Oyna anlaşılmış hiçbir şey yoktu. “Komünizm”i ile insanın tarihöncesi ve zamansız geçmişine başvurma arasındaki kesişme noktası, açıklanmış olmaktan uzaktır. Pavese, yüzyılımızın gerici kültürüyle en çok uzlaşmış malzemeleri çekip çevirmesini iyi biliyordu; biliyordu ki, şakaya gelmeyecek bir şey varsa, o da ateştir.

Savaştan sonra yurduna dönen kişi, imgeleri zihnine kaydeder, gözle görülmeyen bir benzerlikler çizgisini izler. Tarihin göstergeleri (hâlâ arada bir ırmağın vadiye taşıdığı partizan ve faşist cesetleri) ile ritüelin göstergeleri (her yaz tepelerin doruğunda kuru dallarla yakılan ateşler) çağdaşların güçsüz belleğinde anlamını yitirmiştir.

Yanında çalıştığı ailenin güzel ve tedbirsiz kızı Santina’nın sonu ne oldu? Gerçekten faşistlerin casusu muydu, yoksa partizanlarla mı anlaşmıştı? Kimse kesin olarak söyleyemez bunu, çünkü Santina’ya yön veren şey, savaşın girdabına karanlık bir kendini bırakıştı. Mezarını aramanın yararı yok; partizanlar onu kurşuna dizdikten sonra, asma filizlerine sarıp cesedini ateşe vermişlerdir. “Öğle olduğunda, bütünüyle küle dönüşmüştü. Geçen yıl hâlâ izi vardı, bir şenlik ateşi çukuru gibi.”

Italo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalı, çev. Kemal Atakay, Yapı Kredi Yayınları, 2014 [1991], 4. basım, s. 282-5.

Kristeva, Acı/Dehşet – Céline’de Anlatı

Bugün “Korku” temalı 4. Siyasal Psikoloji Konferansı’na gidince hemen aklıma sevgili Kristeva geldi, bir açıp baktım. Céline üzerinden korku ve benzeri duygularla anlatıyı ve edebiyatı kesiştirdiği bu pasajı buldum.

Kristeva’yı, parça parça okudukça sarsılsam ve hayran olsam da, uzun süreli okumaya, metinlerini tamamlamaya kapasitem yetmiyor, bağlamından kopuveriyorum, boş gözlerle mürekkebe bakmaya dönüyor okuma eylemi. Freud’u ilk elden okudukça görece kolaylaştı ama bir türlü elle tutulur hâle gelmiyor. O yüzden ara ara bakıyor ve irkiliyorum.

Céline ise elimi sürmeye korktuklarımdan. Tarkovsky’yi yıllarca ertelemiştim, iyi ki ertelemişim. Céline de öyle fakat bir gün başlamalıyım. Keşke tırtıklayabileceğim öyküleri olsaydı diye düşünürken bir karar aldım. Gecenin Sonuna Yolculuk ve Taksitle Ölüm için hazırlık olsun diye 100 sayfalık Profesör Y ile Konuşmalar’a başlayabilirim. Hem de konuşma olduğuna göre güzel güzel – kötü kötü anlatıyordur. Acı, dehşet ve çığlık ve çürüme. Ben hiçbir şey görmedim.

ANLATI-ACININ GİZLENME YERİ

Céline yazılarında ve söyleşilerinde, “başlangıçta duygu vardı” deyişini sık sık yineler. Ama onu okuduğumuzda, başlangıçta huzursuzluğun olduğu kanısına kapılırız.

Öznenin yeri olarak acı. Öznenin özne haline geldiği, kaostan farklılaştığı yer. İçerisi ile dışarısı, ben ile öteki arasında varlığına dayanılmaz kor halindeki sınır. İlk ve geçici el koyma: “Acı”, “korku” gibi anlamın duyulara, “mahrem”in “sinirler”e doğru kaydığı doruğu hedefleyen nihai sözcükler. Huzursuzluk olarak varlık.

Céline’in anlatısı bir acı ve dehşet anlatısıdır; bunun nedeni acı ve dehşet gibi “izlekler”in bu anlatıda yer alması değil, anlatısal konumun mahrem yanını acının ve kamusal yüzünü dehşetin oluşturduğu iğrenci katetme zorunluluğunun denetimi altında bulunmasıdır.

“Rus biçimciliği”nin ve psikanaliz koltuğunda dile getirilen sayısız biyografinin ardından bunun farkına varmaya başlıyoruz: Aslında anlatı, konuşan varlığı, arzularıyla bu arzularının yasaklanması arasında bir yere, başka bir deyişle Oedipus üçgeninin içine yerleştirmeye yönelik sözdizim yetisinden sonra en gelişkin girişimdir.

Ancak anlatısal yapının sürekli parçalanma riskiyle karşı karşıya kalan incecik bir katman olduğunu duymak için, XX. yüzyılın konusu “iğrenç” olan (kıyamet ve karnaval edebiyatının yerini alan) edebiyatını beklemek gerekecekti. Çünkü anlatı konusu edilen kimlik, bütünlüğünü koruyamadığında, özne/nesne arasındaki sınır sarsıldığında ve hatta içerisi ile dışarısı arasındaki sınır belirsizleştiğinde, ilk sorgulanan şey anlatıdır. Anlatı devam bile etse, yapı değiştirir: düzçizgiselliği parçalanır, kopuk kopuk, muammalar, kestirmeler, yarıda kesilmeler, birbirine karışmalar, kopuşlar halinde gelişir… Daha ileriki bir aşamada yazarın ve yazarı desteklemesi gereken ortamın tahammül edilemez kimliği artık anlatı konusu edilmeyip, en uç noktasına ulaşmış üslupsal bir yoğunlukla (şiddetin, müstehcenliğin ya da metni şiirselleştiren bir retoriğin dili) çığlık atar ya da kendini betimler. Anlatı izlek-çığlık karşısında geri adım atar. Bu izlek-çığlık, iğrençlik olarak adlandırdığımız bir sınır-öznelliğin korlaşmış halleriyle örtüşme eğilimi gösterdiğinde, acının-dehşetin izleği-çığlığı olarak belirir. Başka bir deyişle acı-dehşet izleği, anlatısal bir temsilin içindeki iğrençlik hallerinin en temel işaretidir. İğrençliğin sınırlarında daha da ileriye gitmek istediğimizde, karşımızda ne anlatı ne de izlek buluruz; sözdiziminin ve söz dağarcığının değiştirilmesiyle -şiirin şiddeti ve sessizlik- yüz yüze geliriz.

“ASKIYA ALINMIŞ ÇÜRÜME”

Her şey Gecenin Sonuna Yolculuk‘ta zaten mevcuttur: acı, dehşet, ölüm, paylaşılan acı alay, iğrenç, korku… Ben ile bir ötekisi (hiçbir şey ile her şey) arasındaki tuhaf bir parçalanmışlığın söz aldığı şu dipsiz kuyu. Ayrıca Bardamu ve Arthur gibi konum dğeiştiren bu bitmek bilmez senteze ve sonsuz yolculuğa sancılı bir varlık kazandıran iki aşırılık: Kıyamet ve karnaval arasında yer alan bir anlatı.

İşte böyle başladı. Ben hiçbir şey söylemedim. Hiçbir şey. Beni Arthur Ganate konuşturdu. (1)
O akşam, her şey bana aitti, yalnızca bana. Nihayet ayın, köyün ve müthiş bir korkunun sahibiydim. (2)
Her zaman insanlardan ve yalnızca onlardan korkmak gerekir. (3)
[Generalin Albaya mektuplarının] hiçbirinde bu iğrençliğe derhal son verme emri yok muydu, yahu? Yukarıdakiler bu işte bir hata olduğunu söylemiyorlar mıydı ona? Tiksinti verici bir hata? (4)

Kuşkusuz, savaşın acımasızlıkları bu korkunun gerçek nedeni olarak gösterilir. Ama korkunun neredeyse mistik bir biçim kazanan sürekli mevcudiyeti, korkuyu politik ve hatta (korkunun baskıdan kaynaklanacağı) toplumsal konjonktürden bir başka düzeye taşır. Korku insanlık emaresine dönüşür, yani sevgi çağrısı haline gelir.

Özellikle de size yaşatılan korkular yüzünden bir kez her şeyden şüphelenmeye başladıktan sonra uykuya dalmanın kolay olduğuna inanmamak gerekir. (5)
Onları, bu pisliklerin hepsini korkutan ve gecenin sonunda olması gereken şeyi eninde sonunda kesinlikle bulacaksın… (6)
Olağanüstü bir güven duygusu korkak varlıklarda sevginin yerini tutar. (7)

Ayrıca:

Lola, korku tedavi edilemez. (8)

Ve:

Eğer bu dünyanın içindeyseniz, yapılacak en iyi şey, öyle değil mi, buradan çekip gitmektir? Deli olsanız da olmasanız da, korksanız da korkmasanız da. (9)

Ya da:

Korkuyla karışık üzüntüden başka bir şey olmayan anne:

…Bu üzüntü sanki onu korkutuyor gibiydi; anlayamadığı korkunç şeylerle doluydu. (10)

Son olarak, zamanı geçmiş sanatın şu beklenile tanımı; Céline’in, sanatın hakikatinin itiraf edilmemiş korku olduğunu söyleyebilmek için uzaklaştığı sanat tanımı:

Yeryüzündeki mutluluk, zevk içinde zevkle ölmek olabilir. Gerisi hiçbir şeydir, itiraf etmeye cesaret edemediğimiz korkudur, sanattır.

Başlangıçta beni korkunun içinde var eden bir savaş vardı. Bu ilk durumda, “ben” zayıfım, ürkütücü tehditlerin karşısında korku içindeyim. Kendini savunmak mı? Yalnızca arıtmayla, aşkın değil ama mistik indirgemeyle. Mistik, Céline’in kullandığı bir sözcüktür: Lola’nın bedeninde yolculuk, “mistik anlamda anatomik bir serüvendir”; (11) “[Ürktüğünüz insanların] edimleri, sizi zayıflatıp, zaman yitirmenize neden olan o pis çekiciliğe sahip değildir.” (12) Bu, hiçbir öte oluşturmamaya ama karşı karşıya duran, birbirlerini sırasıyla yargılayan ve nihayetinde ikisi de aynı iğrence indirgenen iki terim oluşturmaya dayanır. Bir yanda ise aşağısı: Öteki hakkında sarf ettiğim ve beni ele geçiren söylem. Boğa, beden, içerisi. Tinin, ötekilerin ve görünüşlerinin karşısında yer alan şey. Hakikat, aşağının yanında yer aldığından; yapmacıksız, suretsiz, çürümüş ve ölü, çıplak yan, rahatsızlık, hastalık, dehşet.

Bu dünyanın hakikati ölümdür. (13)
… O [annesi] ama yine de dişi köpek kadar olamıyordu, çünkü beni elinden almak için söylenen sözcüklere inanıyordu. Oysa dişi köpek sadece hissettiklerine inanır. (14)
Çırılçıplak kaldığında, en sonunda insana kalan, önündeki sarsıntılı ve övüngen bir şekilde boşuna kem küm eden zavallı bir deri parçasıdır. (15)
Doğaya benzemesi boşunaydı, beni doğa kadar tiksindirici buluyordu ve bu doğa ona hakaret ediyordu. (16)

Ve bir yazar konumundaysa:

Ebeveyn olsun ya da olmasın bir insan aslında askıya alınmış bir çürümeden başka bir şey değildir. (17)

Ama dehşete ve hastalığa, zayıflığa ve düşkünlüğe ilişkin bu hakikati var eden şey yine de -güçlü, zengin ve endişelenilen-öteki terimle yüzleşmesidir: “İki kişisinizdir.”

Ancak kişi eğer zayıfsa, ona güç veren şey, en çok çekindiği insanları hâlâ onlara atfetme eğiliminde olduğu en ufak saygınlıktan bile mahrum bırakmaktır. Onları oldukları gibi görmeyi öğrenmek gerek, hatta her açıdan olduklarından da beter olduklarını. Bu insanı rahatlatır, özgürleştirir ve tahmin edilenin çok ötesinde bir korunma sağlar. İnsana ikinci bir benlik katar. Artık iki kişisinizdir.” (18)

Bununla birlikte, merhametsiz bir savaşla bu büyüleyici yüzleşmede, ikisi de aynı tarafta, yani iğrençlikle birleşmiş halde bulunurlar; bu durumda dil [langage] salya sümüğe, konuşma dışkılamaya dönüşür, gecenin sonu gelmiştir.

Örneğin sözcüklerin biçimlendirildiği ve bağıra bağıra söylendiği tarzda durakaldığımızda, tümcelerimiz bu sözcüklerin salya sümüklü dekorlarının felaketine karşı direnemez. Konuşmaya yönelik mekanik çabamız dışkılamaktan daha karmaşık ve daha zahmetlidir. (19)

Yüksek ile aşağısı, benzer ile ötekisi arasındaki bu eşit gösterge yüzünden hiçbir çözüm, hiçbir kurtuluş yok mudur? Her şeye rağmen Céline’in evreni, zaman zaman ve duygulu bir geçicilikle sınırlı bir dışarıya açılır. Çözüm, tiksinti hissetmeyen ama tiksintiyi yalnızca tahayyül eden kadınlardır belki de. -İmkânsız, mahkûm edilmiş ve oldukça eskimiş- başka bir çözüm de belirir kimi zaman. Bu çözüm, yalnızca İdea’yla yetinmeye işgal eden iğrenmeyi garantileyen ve dengeleyen tek bir düşünceyle yetinmeye dayanır gibidir. Son çözüm de Céline’in kendisi için seçtiği yoldur: Dehşetin içinde kalmak ama dehşetle araya ufacık ve sonsuz, Céline açısından temel tiksintinin tam merkezinden ayrılan ve kaydeden küçük bir mesafe koymak: Bir çocuk için duyulan yüce sevgi ya da cinselliğin ötesinde yer alan ve cinselliğe benzeyen edebiyat-yüceltme.

Sınır: Kadınlar.

Kadınlar hizmetçi ruhuna sahiptir. Ama belki de bu tiksinmeyi gerçekten hissetmiyor, daha çok düşlüyordur [sic]; ben de kendimi böyle teselli ediyorum. Onda belki de sadece iğrenç olduğum izlenimini yaratıyorum. Bu tür şeylerde kendime göre bir yeteneğim vardır belki. (20)

Kurtarıcı Birlik: Bir, geçici ve imkânsız düşünce.

Benim düşüncelerim kafamda daha çok kopuk kopuk dolaşıyordu ve tiksindirici oldukça korkunç bir evrenin ortasında tüm yaşam boyu gurursuz ve titreyerek yanıp sönen küçük mumlar gibiydiler. […] Aman neyse, bir gün kafamı Robinson gibi tek bir, ama ölümden çok daha güçlü müthiş bir düşünceyle doldurmayı başarmam mümkün gibi görünmüyordu… (21)

Nihayetindeyse utangaç iki yüzüyle birlikte yüce. Bir yandan:

Haliyle Alcide soyluluğun doruklarında gezinirken hiç zorlanmıyordu ve hatta kendi evinde gibi rahattı, meleklerle senli benli konuşuyordu, bu çocuk, hem de çaktırmadan. Neredeyse farkına bile varmadan, uzaktan akrabası olan küçük bir kıza… yıllar süren bir işkenceyi, kendi zavallı yaşamının bu cehennem sıcağının tekdüzeliğinde yokoluşunu hediye etmişti. (22)

Öte yandan; pek çok kişinin ulaşamadığı, Céline’inse edebi yaşamı boyunca sürekli ulaşmaya çabaladığı müziksel yüceltme:

Hiçbir şeyi yüceltemezdi, yalnızca çekip gitmek, bedenini başka bir yere taşımak istiyordu. Üç kuruşluk bir müzisyen değildi. Baryton’un sona erdirmesi için bir ayı gibi her şeyi tersine çevirmesi gerekiyordu. (23)
Üzüntüyle dolu olmak yetmez, müziği yeniden başlatabilmek, daha fazla üzüntü aramak gerekir. (24)

(1) Voyage au bout de la nuit, s. 11. [Alıntıların çevirisinde romanın Türkçe çevirisinden de yararlanılmıştır. Bkz. Gecenin Sonuna Yolculuk. Çev. Yiğit Bener. YKY, 2002.]
(2) A.g.y., s.40.
(3) A.g.y., s.19.
(4) A.g.y., s.18. (Altını biz çizdik)
(5) A.g.y., s.200.
(6) A.g.y., s.219.
(7) A.g.y., s.227.
(8) A.g.y., s.65.
(9) A.g.y., s.61.
(10) A.g.y., s.95.
(11) A.g.y., s.55.
(12) A.g.y., s.64.
(13) A.g.y., s.200.
(14) A.g.y., s.94.
(15) A.g.y., s.332.
(16) A.g.y., s.382.
(17) A.g.y., s.416.
(18) A.g.y., s.64.
(19) A.g.y., s.332.
(20) A.g.y., s.77.
(21) A.g.y., s.489.
(22) A.g.y., s.159.
(23) A.g.y., s.416.
(24) A.g.y., s.489.

Julia Kristeva, Korkunun Güçleri: İğrençlik Üzerine Deneme, çev. Nilgün Tutal, Ayrıntı Yayınları, 2014 [1980], 2. basım, s. 179-85.

Tarkovski, Geçmişten Günümüze İnsanlık

9 Eylül

Garip olan şey insanlar herhangi bir nedenden dolayı, bu bir yapım ya da coğrafya olabilir, biraraya geldiklerinde birbirlerinden nefret etmeye başlayıp birbirlerini aşağılıyorlar. Çünkü herkes kendini seviyor.

Toplum, er ya da geç şeytani, kötü ve ölümcül bulutlar gibi yükselip kıtaların üzerini kaplayacak bir illüzyondur.

Tek bir şeyi amaçlayan -karınlarını doyurmayı- insanlar topluluğu bozulmaya, çürümeye ve düşmanlığa mahkum olmaya lanetlidir.

“Yalnızca ekmekle yetinmeyen…”

İnsan karşıt karakteristik özelliklerle donanmıştır. Tarih bunun daima en kötü yönde işlediği gerçeğini çok canlı bir şekilde gösterir. İnsan ya tarihi yönlendirecek kapasitede değildir ya da yönlendirirse de onu ancak en kötü ve yanlış yola sürükler. Bunun tersini ispatlayacak tek bir örnek bile yoktur.

İnsanlar diğerlerine hükmedecek güçte değildirler. Onlar yalnızca mahvederler. Ve materyalizm gayet yalın ve ahlaksızca bu mahvoluşu tamamlayacak.

Tanrı’nın her ruh içinde yaşadığı gerçeğine ve her ruhun da ebedi olup iyiyi içinde bulundurup biriktirme kapasitesi olmasına rağmen, yığınlarca insan mahvetmekten başka bir şey yapamazlar. Çünkü bir ideal uğruna değil, sadece maddesel bir dava uğruna biraraya gelmişler.

İnsanoğlu hep bedenini korumaya çalışmıştır (belki de ilerlemenin başlangıcı olarak hizmet veren doğal ve bilinçaltı tepkilerin kuvvetlerinden dolayı) ve ruhunu korumaya yönelik hiçbir düşüncesi olmamıştır. Kilise (dine karşı olarak) böyle yapmamıştır: İnsanın sonsuz genişlikte bir karanlığın içinde istasyonu terk eden bir trenin ışıklarını seçer gibi daha yeni yeni anladığımız spritüel [sic] tarafı, uygarlık tarihi boyunca gittikçe hayvan ve maddeden uzaklaşmıştır ve diğer tarafı da bir daha geri gelmesi mümkün olmayacak bir şekilde sonsuza dek sürecek olan kendi yoluna büyük bir telaşla devam etmektedir.

Ruh ve beden, duygu ve mantık bir daha asla tek bir bütün olamayacaklar. Çok geç artık. Şu anda spritüel yetersizlikten kaynaklanan ürkütücü bir hastalıkla sakatlanmış durumdayız ve bu hastalık da öldürücü. İnsanoğlu, değer yargılarından başlayarak kendini yok etmek için elinden geleni yapmakta, bunun sonucu da fizik bedenin ölümü.

Öyle önemsiz, acınacak ve zayıf oluyor ki insanlar “ekmeği” yalnızca “ekmeği” düşündüklerinde, böyle düşünmenin onları yalnızca ölüme götüreceğini idrak bile edemiyorlar. İnsan zekasının bir başarısı diyalektik prensibi tanımasıdır. Ve eğer bir insan ancak tutarlıysa ve intihar bunalımında değilse bu prensibin rehberliğinde çok fazla şey anlayabilir.

Her insan ancak kendi kendini kurtarmak istediği zaman kurtarılabilir.

Şimdi zaman olağanüstü bireysel cesaret, bireysel fedakârlık gösterme zamanı: veba illeti kol gezerken ziyafet verme zamanı yani. Ancak kendini kurtarabildiğinde diğerlerini de kurtarabilirsin, spritüel anlamda tabii.

Birlikte çabalamalar anlamsız. Biz insanlar arılar ve karıncaların sahip olduğu türü koruma içgüdüsünden yoksunuz. Öte yandan, insanlığın büyük bir iştahla tükettiği ölümsüz ruhlarımız var. İçgüdü bizi kurtaramaz; ama onun yokluğu da bizim düşüşümüz olur. Spritüel ve ahlaki kurumlarımızı da boşvermiş durumdayız. O zaman kurtuluş nerede yatıyor? Şüphesiz yeniden önderlerimize dönüp onlardan medet ummak yararsız.

Şimdi yalnızca bir dahi insanlığı kurtarabilir – bir peygamber değil, hayır!- yeni bir manevi ideal formüle edebilecek bir dahi. Fakat bu Mesih nerede? Bize geriye sadece onurumuzla ölmek kaldı.

Kinizm şimdiye kadar kimseyi kurtarmadı. O korkakların harcı daha çok. İnsanlık tarihi, zalim bir acıma duygusu eksikliğiyle kurulmuş korkunç bir deney tahtası gibi gözükür. Canlıların operasyona alındığı bir deneme tahtası yani; buna herhangi bir açıklama getirilebilecek mi? İnsan yazgısı, anlaması bizim kavrayışımızın ötesinde olan sonsuz bir sürecin döngüsünden başka bir şey değil mi gerçekten? Ne ürkütücü bir düşünce! Her şey bir yana, insan her şeye rağmen, kinizme de materyalizme de rağmen sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe inanır. İnsana, dünyaya artık hiçbir insanın gelmeyeceğini söylerseniz, beynine bir kurşun sıkar.

İnsanın beynine ölümlü olduğu zorla çakılmıştır; ama herhangi bir şey onun elinden ölümsüzlük hakkını zorla almaya kalktığında sanki öldürülmek üzereymiş gibi buna sonuna dek direnecektir.

Basitçe söylemek gerekirse insanlık kokuşmuş durumda. Ya da, insanlar yavaş yavaş birbirlerini çürütüyorlar. Ve günümüze gelinceye dek yüzyıllar boyunca ruhları hakkında düşünen insanlar fiziksel olarak ortadan kaldırılmıştır, hâlâ da yok ediliyorlar.

Bizi bundan sonra tek kurtarabilecek olan şey, ancak şu anki sefil ve barbar dünyamızın tüm ideolojik kurumlarının düşüşünü sağlayacak yeni bir cadı avıdır.

Modern insanın büyüklüğü karşı çıkışında yatar. Bir kelime etmekten aciz, tepkisiz bir kalabalığın önünde kendini canlı canlı ateşe atan ya da elinde pankart, sloganlar atarak meydanlara yürüyen ve tüm namussuz ve Allahsızlara hayır diyen insanlara şükürler olsun.

Yaşam fırsatının üzerinde yükselmek, gelecek ve ölümsüzlük adına pratik anlamda bedenimizin ölümlülüğünü doğrulamak…

Eğer insanlık hâlâ bunu yapabilecek durumdaysa, o zaman henüz her şey yitirilmiş sayılmaz. Hâlâ bir şans var demektir.

İnsanlık o kadar acı çekti ki, artık insanın acı çekme duyusu köreldi. Bu çok tehlikeli. Ve işte bu yüzden insanlığın kan döküp acı çekerek kurtulması artık olanaksız.

Tanrım, yaşamak için ne kötü bir zaman!

Andrey Tarkovski, Zaman İçinde Zaman: Günlükler: 1970-1986, çev. Seda Kervanoğlu, Afa Yayınları, 1994 [1989], s. 21-4.

Sık Rastladığım Çevirmenler

Yazarları art arda anarken, aslında onların yazdıklarını okuyup kendi zihinlerinde tekrardan yazanları da hep hafızama atıyorum. Bir yazarın başka metinlerini okumak gibi bir çevirmenin başka çevirisini görünce de heyecanlanıyorum. Çevirmenlerin ilgi alanları da -tabi düşünsel olduğu kadar maddi parametrelerde de belirlenebilir- okuma pratiğine kurucu bir işlev üstlenebiliyor. Bir örnek olarak, listemin tepelerindeki Işık Ergüden’in şahsında, daha önce hiç duymadığım bir yazarın, Arberto Caraco’nun “Kaos’un Kutsal Kitabı” üzerinde rastladığımda nöronlar birbirini çağırıverdi. Foucault, Guattari, Lefebvre, Bauman, Pessoa, Lévi-Strauss, Kropotkin, Sade, Löwy, Baudelaire, Galeano, Saramago vd. (nasıl oluyor tüm bunlar?) çeviren birisi başlığında “kaos” içeren bir metni çevirdiğine göre, bağlam hazır demek. Öte yandan çevirmen aşinalıkları için, ille de okumuş olmam gerekmiyor, kitapçı gezintilerindeki karşılaşmalar da bir mevzi kuruyor. Bazı yayınevleriyse çevirmenlerinin emeğini hasıraltı ettiğinden belki de okuduğum ama yaptıklarından haberdar olmadığım çevirmenler var. Günahı boynumdan sıyırıp, çekip çıkardım, oh. Ne güzel, üçüncü dereceden selüloit yakınlıklar. Şimdi bir düşününce, aklıma ilk gelenleri not alıp, ara ara geri dönsem, neler çevirmişler, neleri önemsemişler diye baksam iyi olur.

Işık Ergüden

Roza Hakmen

Tahsin Yücel

Fatih Özgüven

Ayça Sabuncuoğlu

Sabahattin Eyüboğlu

Ayça Sezen

Sıla Okur

Tanıl Bora

Avi Pardo

İlknur Özdemir

Ahmet Cemal

Seçkin Selvi

Aysel Bora

Orçun Türkay

Sabri Gürses

Gospodinov, Doğal Roman ve Gözlemci

Doğal Roman, önemsiz bulunan ve yarı-mundar şeyler, ve daha önemli olan doğa, evlilik, yalnızlık, edebiyat ve zavallılık üzerine deneme-roman, ama yalan-roman değil. Nadiren ilgimi yitirdiğim bölümleri olsa da Gospodinov’un 48 fragmanlık romanı, beni çoğu yerinde, son zamanlarda ilgimi çeken birçok meseleyle rabıtalı olduğundan, yakalayıverdi. Bir süre önce okusam, yarıda bırakabilirdim. Romanın kalın hattını “apaçık, dibine kadar postmodern” olarak çizebilirim, bu hattın içine sokulduktan sonraysa, roman boyu ileri sürülen doğa ilgisi, başka bir romanda veyahut gündelik sohbetlerde saçmalama olarak addedilecek ya da “bahsedilmesinin bile dayanılmaz bulunacağı” konularla ilgilenmesi -tuvaletler, sinekler, kedi/köpek karşılaştırmaları, toplu yaşanılan bir evdeki oda kullanımları ve yüz yüze gelmekten kaçışlar-, yaşamdan kısmen soyutlanmış gözlemci bireyi romanın anlatıcısı konumuna sorgulayarak çekişi, ç(alınmış) sözlerle, klasik roman ve öykü açılışlarını montajlayarak, romanını bezemesi vb. birçok açıdan benim biricik romanlarımdan birisi olarak kıldı Doğal Roman’ı. Şimdi onu tüketebilirim.

Romanı okurken sayfa kıvırma frekansım yer yer azalırken, bir noktada kitabı yok edici bir buruşturuculuğa evrildi. Art arda kıvrılan sayfalar romanı adeta fiziken küçülttü, katlanmış bir cep romanı hâline getirdi. O kısmı buraya saklamak istedim. Sineklerin sonsuz gözlerinden parçalı gerçekliğe, yalnız başına kalmak adına üretilen madde kullanımı pratiklerinden -uyuşturucu olmasına gerek yok, parkta oturup milleti dinlemeyi sağlayan bir gazete de olabilir- kulak yoluyla durağan gözlemciliğe evrilen, en güzeli de içinde hikâye anlatıcılığı ve romancılığa dair sorgulamalar ve dersler taşıyan bu birkaç bölümlük uzun alıntı kimseye bir şey ifade eder mi bilmiyorum.

Son olarak ben edebi seyahatimi İletişim, Metis, Ayrıntı, Can, YKY, İş Kültür, Sel ile içeriden sakatlamışken, eskilerden Adam, Nisan’a bakar, yok olur da fanteziye kaçarsam Siren (bu ilk listeyi de zorlar), Monokl, Dedalus, Everest, Jaguar, April, Helikopter, Yordam (Mieville), İthaki’den (bilim kurgu) belki haberdar olurken bu romanı zamanında Apollon Yayıncılık basmış, hiç haberim olmamış. Sevdiğim bir kültürel hegemonyanın altında hissediyorum kendimi.

29. SİNEKLERİN DOĞAL TARİHİ’NE DOĞRU

Sinekler çift kanatlıların grubuna girer ve bir çift iyi gelişmiş ön kanada sahiptir. Sineklerin çoğu ezelder beri insanın etkinliklerine bağlı olarak onun etrafında yaşamıştır, bu nedenle onlara sinantropik hayvan denir (sin – beraber, antropos – insan). İnsanın evinde, onun dışkısı etrafında, çöplüklerde vs. barınırlar. Bu anlamda bugün tanıdığımız tipik sinantropik sineğin, istemeyerek insan tarafından yaratıldığı varsayılabilir. Veya insanın çöpçülük faaliyetleri tarafından. Bazı biliminsanları onların insandan önce de mevcut olduğunu ve o zamanlar da ceset ve dışkılarla beslendiğini iddia ediyor. Ama insanın ortaya çıkmasıyla sineklerin onda hemen ev sahiplerini gördüklerini ve evine girip orada yapışık kaldıklarını reddetmiyorlar. O günden bu yana ev sahibi -sadece sofrasından kalanları istemelerine rağmen- ısrarcı misafirleriyle barış sağlayamamıştır ve onları her yöntemle kovmaya çalışır. Onları dışarıda tutmak için kapılara tel takar, onları ezmek için ucuna bir parça bezin iliştirildiği sopalar ve boğmak için sirke dolu kaplar kullanır; onları elleriyle yakalayıp kibrit kutusuna doldurur. Küçük çocukların uyguladığı yöntem çok daha etkilidir: Bir sinek yakalanır ve iki kanadı kopartılır, böylelikle sinek ânında çift kanatlılar sınıfının dışında kalır, zavallı bir piyadeye dönüşür ve diğer sineklere ibret olsun ve korku saçsın diye bırakılır. İnsanlar tüm bunları sadece sineğin ne kadar önemli olduğunu ve yarar sağlayabileceğini anlamadıkları için yapar ve neyse ki kayda değer bir başarı elde edemezler.

Her şeyden önce sinek parçalayıcı özelliğe sahip bir organizmadır, yani kompleks organik maddeleri -cesetler, leş, çürümüş et, dışkı- parçalayıp inorganik maddeye dönüştürür, o da bitkiler tarafından tekrar kullanılır. Böylece sıradan bir ev sineği (Musca domestica) veya çiçek sineği (Eristalis tenax), hatta mavi şişe sineği (Calliphora vomitaria) bile, almış başını giden bir organik evrimin doğal bir kısıtlayıcısı görevini görür.

Çift kanatlıların, özellikle sineklerin yapısı son derece ilginçtir. Sinek gözü gerçek bir itiraftır. İyi gelişmiştir ve neredeyse tüm kafayı kaplar. Gözü aslında binlerce minik gözden (aralıktan) oluşur; her biri altıgendir ve hafifçe kabarıktır. Sineklerin miyop olduğu kabul edilmiştir ama yeryüzünde daha ayrıntılı, daha detaylı bir bakış düşünülebilir mi? Bazı romancıların teknik olarak kullandığı fragmantasyon aslında sineğin gözünden alınmıştır. Bir sineği konuşturabilsek ortaya nasıl bir roman çıkar acaba…

Bir sineği konuşturabilsek ortaya nasıl bir roman çıkar acaba… Onun doğal olarak bizimkinden farklı bir dile sahip olduğundan şüphem yok. Şu anda sineği merak eden ben olduğum için (sinek neden beni merak etmiyor?) dilinin mekanizmasını benim keşfetmem lazım. Bildiğim kadarıyla arıların dili uçma esnasında çizdikleri figürlerle bağlantılı. Aynı bağlantı sineklerde de aranabilir. Ev sineği insanlara en yakın olandır, her zaman el altındadır. Lafın gelişi “el altında” dedim. İnsan onunla her zaman tam da bu şekilde konuşmuştur. Başka bir dil aradığımızda “lafun gelişi”nden kaçınmalıyız, o nedenle sinekleri gözümüzün önünde tuttuğumuzu söyleyeceğiz. Bu dili öğrenmenin ikinci aşamasına, “tek bir sinekle konuşma yetisi kazanma” diyebiliriz. Bu, günlerce süren bir gözlem ve tek bir sinek gerektiriyor. Her sinek kendine özgü bir uçuşa, yani dile sahiptir. Bazıları daha gevezedir ve havada daha uzun dolaşır; bazılarıysa ağır ağır konuşur, cümlelerin ortasında bir yerlere konar, başa döner ve sonuç olarak anlatının ucunu kaçırır. Anlatılarını pek fazla süslemeyen, nerede duracağını bilen, açık ve temiz bir uçuşa sahip sineklerin aranması önemlidir. Bilgiden yoksun bir kişi için tüm sinekler aynıdır. Eğer bu yabancı dili öğrenme konusunda kendini geliştirme kararı alan kişi tek bir sineğin yoğunlaştırılmış gözlem aşamasını gözardı ederse, farklı sinekleri kolayca birbirine karıştıracak ve sürekli bir öyküden başka bir öyküye geçecektir.

30.

Çünkü sinek öldüğünde ve üzerine kül serpildiğinde, dirilir, bir tür yeniden doğuş gerçekleşir ve başka bir hayat yeniden başlar.

Lucian, “Sineğe Methiye”

Son zamanlarda, en hafif ifadeyle tuhaf sayılabilecek ama semptomatik olarak da görülebilecek bir şeyle uğraşıyorum. Sinekleri ve… doğrudan söyleyeceğim, onların öykülerini inceliyorum. Bu uğraşımı kolaylaştıran bir nokta var – gözlemlenen obje her zaman gözümün önünde. Diğer herkesin de gözünün önünde, bu yüzden de onlar için görünmez durumda.

Sineklere karşı bu ani ilgimin nedeni mi? Kendimi, yazmak istediğim romandan kaynaklandığına ikna etmeye çalışıyorum. Sineğin bakışını anımsatan çokyönlü bir roman. Ve onun gibi, ayrıntılarla, sıradan gözün görmediği küçücük şeylerle dolu bir roman. Sinekler gibi sıradan bir roman. İşte, itiraf ediyorum, sinekler bana bu yüzden lazım. Başımızın üzerinde uçuşan, tavanda uyuklayan, masanın üzerinde gezinen, aynı anda da çürüyen cesetlerin, tuvalet deliklerinin içine yumurtlayan bu haşereler -bir tek onlar ilahi olanla tuvaletin yeraltı âlemini birbirine bağlayabilir.

Sinek dünyanın arabulucusudur, şeytan ve meleğin bir aradaki halidir. Bir roman için daha iyi bir model, daya iyi bir alegori olabilir mi? Şöyle diyor Eflatun İon‘da: “Şair özünde hafif, uçucu ve kutsal bir varlıktır, sadece kendinden geçince ve aklı kaçınca, sadece mantığını yitirince yaratma yetisine sahiptir.” Bir nevi çıldırmış bir sinek. Eflatun’un şairlerle arasının hiçbir zaman pek iyi olmadığını biliyoruz.

Mükemmel roman, farklı olayları birbirine bağlayan ipin uçuşan bir sinek olduğu romandır. Tekrarlayabilirim -olayları birbirine bağlayan ip uçuşan bir sinek olmalı.

Ve tekrar – bir sinek.

Sinek. Si-nek. Siiii-nek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek.

Peki, sineklere hayranlıkla bakmamın, tuvalete ve tüm bu doğal öyküye gömülmemin bir makul nedeni daha var: etrafta uçuşan diğer sinekleri incelerken birkaç saatliğine susturabildiğim ısrarcı bir neden, adeta bir başka sinek. Ama o içimde kalıyor. Kafatasımın içindeki sineğin bir çıkış yoluna ihtiyacı var.

31.

Ağ, balık yakalamaya yarar – balık yakalandıktan sonra ağ unutulmalıdır.

Kapan, tavşanı yakalamaya yarar –tavşan yakalandıktan sonra kapan unutulur.

Kelimeler, anlamı yakalamak için kullanılır, anlam yakalandıktan sonra kelimeler unutulabilir.

Keşke kelimeleri unutan birini bulabilsem de onunla muhabbet etsem.

Chuang Tzu, MÖ 4. yy.

32.

O öykü toplar ama kendi öyküsü yoktur.

Sabah erken kalkıyorum. Giyinip pazara gidiyorum. Nadiren bir şey alıyorum. Tezgâhları ağır ağır dolaşıyorum, tüm meyve ve sebzeleri inceliyorum. Satıcılara dikkat etmiyorum. Sadece bakıyorum. Sıcak renkler ve yuvarlak şekiller üzerinde düşüncelere dalıyorum. Bu egzersize “gözler için vitamin” adını verdim. Sadece harflere baktığın uzun gecelerden sonra iyi geliyor. Sonra gazete alıyorum. Türü fark etmiyor. Gazete, sigara gibi, bir masada veya bankta tek başına bir saatten daha uzun süre kalmak için bir bahane. Göze çarpmıyorsun. Okuyorsun ve insanların ne konuştuğunu dinliyorsun. Yoksa konuşmayı unutacağım. Konuşmak gelmiyor içimden, son günlerde bunu yaptım mı hatırlamıyorum ama iyi bir dinleyiciyim. Pazarın yanındaki kafede konuşma konuları önceden mevsime göre belirlenmiş durumda. Böylece mayısta mezuniyet partileri, haziranda gelecek izinler, temmuzda üniversite sınavları, ağustosta berbat geçen tatiller, eylülde turşu ve birinci sınıfa başlayan öğrencilerin defterleri hakkında konuşuluyor. Tüm bunlar beni rahatlatıyor. Demek bir yerlerde, hem de bana çok yakın bir yerlerde, hayat sakince ve lokantadaki çorba -ana yemek- tatlı düzeninde devam ediyor. Gazetenin arkasına geçip insanların ne konuştuğunu dinliyorum, sohbetlerinin içinde çözülüyorum, kahve içindeki küp şeker gibi. Eğer dikizlemek göz ve bakışla ilgiliyse, gizli gizli dinlemeye ne denir? Bir tür kulak röntgenciliği.

İşte otuzlu yaşlarda iki kadın. Benim masamda oturuyor ve çene çalıyorlar. Biri altı yaşındaki oğluyla gelmiş; çocuk etrafta dolaşıyor ve annesine yaklaşır yaklaşmaz sohbetleri, ona pastadan bir parça daha verene kadar duruyor, sonra hiç kesilmemiş gibi kolayca devam ediyor. Onlar için neredeyse görünmezim. En azından herhangi bir tedirginlik belirtisi göstermiyorlar. Çocuksuz olanın söyledikleri:

“Evleneli altı yıl oldu ve bu geri zekâlı beni hâlâ affetmiyor.”

“Manyak,” diye cevap veriyor diğeri.

“Benimle sadece âdet gördüğümde yatmaya devam ediyor. Ayda beş gün. Geri kalan zamanda beni görmek istemiyor. Ben ona yanaştıkça o daha fazla öfkeleniyor. Şimdi dairede yalnızız, her gün yapabiliriz. Ama hayır. Bağırıp çağırıyor. Beni görmek istemediğini söylüyor. Köpek, diyor, benimle evlenmeden önce mahallede vermediğin kalmadı.”

“Ne istiyormuş bu herif?”

“Bir yıl dayanamadın diyor. Ona romanlardaki gibi evleneceğimize söz vermiştim, birbirimizin ilki olacakmışız. Ben Brooke Shields miyim sanki?”

“Brook Shields’in bakire olduğunu mu sanıyorsun? Eee, sonra?”

“Şu kadarını söyleyeyim, onu sonuna kadar bekledim. Ama onu Komi’de iki ay daha tuttular. Ben de taştan değilim herhalde. (Burada dayanamayıp kahvemden bir yudum içerken şöyle bir göz atıyorum. Gerçekten taştan değil – neredeyse bir genç kızınki kadar ufak, kışkırtıcı şekilde sivrilen göğüsler, hafifçe genişlemeye başlamış kalçalar, hâlâ diri ve alımlı bacaklar, üzerinde güneşten rengi açılmış belli belirsiz tüyler.) Ve kesinlikle rastlantı sonucu oldu. Bilirsin işte, biraz içersin, gevşersin, güya sadece bir el atarlar, ve… hadi bakalım. Yirmi beş yaşındayım. Adam kanadığımı görünce neredeyse aklını kaçırıyordu. Herhalde mahalledeki son bakireydim. Ne rezillik. Utancımdan öldüm. Sonra bu adamla bir şey olmadı, onu bir daha görmedim, herhalde bana hâlâ küfrediyordur. İki hafta sonra Kirço döndü, düğün için artık belirlenmiş bir günümüz vardı. O bir yemek takımları almış, yüzükler, bir görsen…”

“Çünkü altın orada ucuz.”

“Bayağı bir para biriktirmişti, şeker gibi bir düğün yaptık. Sonra da bakire olmadığımı öğrenince… başlamasın mı bağırmaya, onu aldatmışım, o orada kadın yüzü görmemiş, iki vardiya çıkarıyormuş, diğerleri onunla dalga geçmekte haklıymış, ben burada kuyruğumu sallarken bana güvendiği, benim uğruma ter döktüğü için dalga geçiyorlarmış. Üç ay bana elini sürmedi. Üçüncü ay âdetimi bekledi ve ilk defa birlikte olduk. Ben, diyor, ilkin olamadım ama şimdi her zaman ilk sefer gibi olacak. Üç gün, kanadığım sürece, üzerimden kalkmadı. âdetim çok sancılı geçtiğinden hıçkırıyorum, çığlık atıyorum, kendimi geri çekiyorum… Onunsa daha da hoşuna gidiyor. İstediği bu ya, bakireymişim gibi.”

“Adam hasta. Ama sen de tam dayaklıksın ha, ona hâlâ katlanıyorsun.”

“Onun için kolay olduğunu mu sanıyorsun? Kötü biri değil aslında. Şu deliliği de olmasa. Ayın geri kalan kısmında ne yapıyor bilmiyorum. Banyoda kendi mi hallediyor, başka bir kadın mı var, bilmiyorum. Onu âdetli değilken en azından bir kez yapmaya zorluyorum. Bir hamile kalsam…”

Daha fazla kalmam uygun olmayacak. Kalkıp çıkıyorum. Onlarsa beni sanki yeni fark ediyor, konuşmayı kesip özenle kahvelerini yudumluyorlar. Eve doğru yürürken bu kadınlarla yarım saatliğine kendi kocalarıyla asla olamayacakları kadar samimi olduğumu düşünüyorum. Üzücü bir sonuç. Bir yerlerde kendi karınla senden daha samimi olan başka erkekler var demek.

Georgi Gospodinov, Doğal Roman, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları, 2018 [1999], s. 85-93.