Kazuo Ishiguro – “Günden Kalanlar”ın Çıkış Fikri (Çeviri)

Kazuo Ishiguro 2017’de Toronto Film Festivali’nde söyleşi yapmış. Söyleşi temelde Günden Kalanlar’ın (1989) uyarlaması The Remains of the Day (1993) üzerinden bu romanın uyarlama süreci, sinema/edebiyat ilişkisi ve hafızanın kendi romancılığındaki merkezi rolü üzerine. Çevirdiğim kısım, konuşmanın başında (00:00 – 05:14) Ishiguro’nun romanın ana karakteri başuşak Stevens’ın temsil ettiği iki anlam üzerine açıklamasını içeriyor: duygulardan korkmak ve gerçek güçten uzak olmak. Ekonomik ve siyasi krizin kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı, herkesin bunu konuştuğu fakat herhangi bir etki göstermekten aciz olduğu günlerde Ishiguro ve Günden Kalanlar güncel.

Eleanor Wachtel: Günden Kalanlar’ı yazdığınızda, söylediklerinizi hatırlıyorum, her ne kadar İngiltere’de belli bir zaman ve mekâna bakıyor olsanız da, sizi ilgilendirenin örnek niteliğinde (quintessential) bir İngiliz romanı değil de, duygulanımın iflası olduğunu, romanın duygulanımın iflasına dair bir çalışma olduğunu söylemiştiniz. Neden, o zamanlarda, temanızın böyle bir şey olduğunu düşünüyordunuz?

Kazuo Ishiguro: Duygulanımın iflası romanın sadece bir kısmıydı. Sadece bu değildi. Bu romana iki şey hakkında düşünürken başladım. Başuşak figürünün bu ikisini de hissedebileceğini düşündüm. Birisi az önce söylediğiniz şeydi. Belki duygunun iflası değil ama duygulanımdan korkmaktı ya da duyguların sahnelenmesinden korkmaktı. Arketipik bir figür olarak, İngiliz başuşağı: ben şahsen bir böyle birini tanımıyorum, İngiliz başuşaklarına dair tarihsel bir ilgim yoktu. Ama, ben dâhil, hâlâ herkes İngiliz başuşak stereotipinin ne anlama geldiğini bilir: neredeyse karikatür bir figürdür, acılara katlanan (stoic), olup biteni sakinlikle karşılayan (stiff upper-lip) bir figür. Bu figürü filmler, oyunlar ve kitaplarda gördük, on yıllar boyunca… Ve de bu, dünyanın dört bir yanında tanınan birisi, hayatında İngiltere’ye adımını atmamış birisi İngiliz başuşağının nasıl birisi olduğuna dair bir fikir sahibidir. O yüzden ben de, bu iki şeye dalmak için böylesi uluslararası bilinirlikteki bir stereotipi kullanmaya karar verdim.

Bu figürün hepimizin içinde olan, devreye girmekten, kendimizi aşık olmaya veya olunmaya dair ihtimallere açmaktan, duygusal olarak bağlanmaktan korkan ve bunun yerine profesyonel bir rolün arkasına saklanan yanımızı gayet iyi ifade edebileceğini düşündüm. Bu, başuşak figürünün bana sunduğu şeylerden biriydi.

Ama aynı zamanda başuşak figürü, romanda yapmak istediğim, benim için mutlak surette merkezi olan başka bir şeyi yapmama izin veriyordu. Şunu öneriyordum: bir anlamda, politik bir anlamda, belki politik ve ahlâki bir anlamda, çoğumuz başuşağız. Bununla şunu kastediyorum, ülkeyi yönetenlere dair bir çeşit söz hakkımızın olduğu, demokratik ülkelerde bile tuhaf bir şekilde gerçek güçten çok uzaklaşmış durumdayız. Çoğumuzun yaptığı şey, işlerimiz. İyi işler, küçük işler yapıyoruz ama çoğumuz ülkeleri yönetmiyoruz. Çoğumuz çok uluslu şirketleri yönetmiyoruz. Eğer şanslıysak, bir yerlere yerleşiyoruz. Küçük bir işi yapmayı öğreniyoruz ve yeteneğimiz ölçüsünde o işi en iyi şekilde yapmaya çalışıyoruz ve katkımızı genelde bizden daha üstte bulunan birisine sunuyoruz. Katkımızın iyi bir şekilde kullanılacağını ümit ediyoruz. Ama çoğu zaman bundan emin olamıyoruz. Katkımızı bir şirkete, işverene, bir sebebe veya bir ülkeye sunuyoruz. Bu anlamda, çoğumuzun başuşaklar gibi olduğumuzu düşünüyorum.

Bu kişiden, figürden etkilenmemin sebebi, başuşak olma konusunda çok iyi olma dair isteğiydi. Eninde sonunda her şey işverenine hizmet etmek ile ilgiliydi, katkılarının nasıl kullanılacağını sorgulamanın onu aşacağını düşünüyordu. Ama bu durum hepimizi, belli bir noktada, katkılarımızın onaylamadığımız bir şekilde kullanılmış olduğunu fark etmeye açık hâle getiriyor. Ama çoğumuz için, bu kaderimiz. Küçük dünyalarda yaşıyoruz. Genelde seçme şansımız olmuyor. Yaptığımız katkıdan ne kadar gurur duysak da, ne kadar vakar ve gururla katkımızı sunmuş olsak da, bunu yukarıda birisine sunuyoruz ve orada oldukça gizemli bir şekilde kullanılıyor. Bizim, politik ve ahlâki olarak kontrolümüzden çıkıyor.

Başuşak figürünün metaforik olarak bu iki konuya çok başarılı bir şekilde hizmet ettiğini düşündüm. Başuşak olmaktaki politik ve ahlâki durum, hepimiz bir anlamda başuşağız. Ve hepimiz birer İngiliz başuşağız, çünkü hepimiz, az ya da çok, duyguların dünyasından, duyguların âleminden korkuyoruz. Eğer ilişkilerden doğan zenginliğe yaklaşmak istiyorsak, kendimizi duygusal anlamda incinmeye açık duruma getirmek zorundayız. Ama burası korkutucu bir alan.

Deleuze & Parnet, Küçük Hans: Psikanaliz Eleştirisi (II)

Totem ve Tabu’daki Küçük Hans pasajından sonra, Diyaloglar’da Deleuze’ün psikanaliz eleştirisinin bir özetini içeren “Ölü Psikanaliz, Çözümleyiniz” başlıklı bölümdeki Küçük Hans referanslarını içeren ikinci metni ekliyorum.

İlk iki paragrafta aslında henüz Küçük Hans’dan bahsedilmiyor fakat Deleuze’ün neden Freud’un Küçük Hans’ın asıl meselelerini yakalayamayacağını düşündüğünün altyapısını oluşturuyor bu kısımlar. Deleuze’ün ahlakçılıkla suçladığı psikanalize dair eleştirisinde: arzu nesnesi kavramı ve psikanalizdeki tasarımıyla bilinçdışı reddediliyor, psikanalizin arzu üretimini dinamitlediği iddia ediliyor, analistin konuşmayı dinleyen ve teşvik eden değil aksine o konuşmaya kulağını kapatan kendi kavram setini konuşana güç ilişkisi üzerinden dayatan bir pozisyonu olduğuna dair iddia dillendiriliyor. Küçük Hans hâlâ gerçek bir insan, kim bilir o ne derdi tüm bunlara?


Psikanalize karşı sadece iki şey söyledik: o bütün arzu üretimlerini kırmakta; tüm söylenen oluşumları ezmektedir. Böylece de arzunun makinasal düzenlemesini sözcelemin kolektif düzenlemesini iki yüzünü birden kırıp parçalamaktadır. Olgu şudur ki psikanaliz hep bilinçdışından bahseder; bilinçdışını bulan da odur. Ama bu pratikte hem bilinçdışını indirgemek hem de onu mahvetmek, onu önlemek içindir. Bilinçdışı olumsuz bir şey olarak kabul edilir, o bir düşmandır. “Wo est war, soll ich werden”. Çevirelim istediğimiz kadar: bu orada olandı, orada özne olarak mı meydana gelmeli miyim? daha da beteri (hem de “soll” da dahil olmak üzere “ahlaki anlamı ile bu tuhaf gereklilik). İşibitikler (rateler), uzlaşmalar, anlaşmalar veya kelime oyunları psikanalizdeki bilinçdışının oluşumu yahut üretimi olarak adlandırdığı şeylerdir. Psikanaliz için arzu daima gereğinden fazladır: “çok yönlü ahlaksızlıklar”. Bunlar size eksiği, kültürü ve kanunu öğretecekler. Burada konu olan kuram değildir, fakat söz konusu olan psikanalizin meşhur politik silahı olan yorumlama sanatıdır. Ve gösterenin bulunuşuna, gösterenin araştırılması için anlam yorumundan geçildiğinde durumun değiştiği pek söylenemez. Freud’ün en kaba sayfaları arasında “fellatio” ile ilgili olanları vardır: Penis bir öküz sidiği ile ve öküz sidiği bir ana memesi ile nasıl aynı değeri taşır. Fellatio‘nun “gerçek” bir arzu olmadığını gösterme biçimi, ama bu başka birşeyi de saklamakta ve başka anlama da gelmektedir. Bir şey daima başka bir şeyi anımsatmak zorundadır; metafor ve metonimi. Psikanaliz gittikçe Çiçerovari olmaktadır ve Freud zaten daima bir Romalı olmuştur. Gerçek arzu ile hayali arzu arasındaki eski ayrımı yenilemek için psikanalizin elinde mükemmel bir şifre vardır: arzunun gerçek içerikleri, arzunun gerçek anlatımı sanki Oedipustur veya iğdiş edilmedir veyahut ölümdür, her şeyi yapılanmaya yarayan bir bekinmedir (*). Arzu bir şeyle düzenlemeye, Dışarısı ile ilişkiye, oluş ile bağlantıya girer girmez, düzenleme kırılır. Böylece fellatio: Oedipuscu yapısal bir kaza + memenin emilişinin oral pülsiyonu olur. Geri kalanı için de aynı şeydir. Psikanalizden önce yaşlı insanların iğrenç manilerinden sık sık bahsedilmekteydi; psikanaliz ile çocuksu ahlaksız eylemlerden bahsedilir olundu.

Biz bunun tersini söylüyoruz: Bilinçdışınız yoktur ve asla bir bilinçdışına sahip olmadınız. O “Ben”in başına gelmesi gereken bir “böyleydi”nin yerini alan şey değildir. Freudcu formülün ters çevirilmesi gereklidir. Bilinçdışını üretmeniz gerekir. Bu ne fantasmaların ne de bastırılmış anıların işi değildir. Çocukluk anıları yeniden üretilmez, daima güncel çocukluk blokları ile çocuk-oluş blokları üretilir. Herkes düzenler ve üretir ama bu ne içinden çıkmış olduğu yumurta ile ne onu oraya bağlayan doğurucularla ne oradan edinmiş olduğu imgelerle ne de tohumun yapısıyla yapılmaktadır, ona deney hammadesi olacak şey daima güncel kılınan, çalmış olduğu placenta kısmı ile yapılmaktadır. Bilinçdışını üretiniz, bu öyle kolay değildir, bu bir dil sürçmesi ile, bir ruhani sözcük veyahut düş ile bile yapılmaz. Bilinçdışı üretilen, akıtılan, istila edilmesi gereken politik ve sosyal bir uzam, bir tözdür. Arzu öznesi diye bir şey olmadığı gibi nesne de yoktur. Ne de sözcelem öznesi vardır. Yalnızca akımlar arzunun kendisinin nesnelliğidir. Arzu imleyensiz göstergeler sistemidir ve onlarla sosyal bir alanda bilinçdışı akımları üretilir. Mahalle mektebi, küçük aile nerede olursa olsun kurulu yapıları sorgulamayan arzunun yumurtadan çıkması söz konusu değildir. Arzu daha çok düzenlemeleri ve kesişmeleri istediğinden dolayı devrimcidir. Ama psikanaliz bütün düzenleme ve kesişmeleri keser ve onların üzerine oturur arzudan nefret eder, politikadan tiksinir.

İkinci eleştiri sözcelerin oluşumunu engelleyen psikanalizin biçimidir. İçeriklerinde, düzenlemeler belirsiz çokluluklarla, şiddet dolu dolaşımlarla, şiddet ve oluşlarla doludur (sürü, kitle, cins, ırk, halklar, kabileler…) Ve ifadelerinde düzenlemeler, asla belirsiz olmayan belgisiz (**) zamirleri veya tanım edatlarını (“bir” karın, insan”lar”, “bir” çocuk dövü”lür”) – ayrıklaşmamış mastar fiilleri (yürümek, öldürmek, sevmek…) – kişi olmayan ve olay olan özel isimleri (gruplar, hayvanlar, kendilikler, tekillikler, kolektiflikler, büyük harf ile bütün yazılanlar AT-OLUŞ-BİR-HANS) çekip çevirir. Arzunun makinasal bir kolektif üretimi ne sözcenin ifadesel nedeni ne de maddi üretimdir: içerikleri görece olarak daha az çarpılmış dışavurumcu zincirlerin sözcelerin eklemlemesi. Bir özne temsil edilemeyeceği için sözcelem öznesi yoktur; ama bir düzenleme programlamak vardır. Sözcelemin üstünü kodlamak değil, gösteren adı verilen takım yıldızlarının tiranlığı altında, onların dengelerinin yitmesini önlemek. Fakat özel isimden ve mastar fiilden belirsiz tanım edatlarının mantığından hiçbir şey anlamayan, bunca mantık ile övünen psikanaliz çok tuhaf bir şeydir. Psikanaliz ne pahasına olursa olsun belirsizliklerin ardında daima saklı bir belirlenenin, bir kişinin, bir iyeliğin olmasını istemektedir. Melanie Klein’ın çocukları “insanlar nasıl büyür?”, “bir karın” dedikleri vakit, Melanie Klein “annenin karnı”, “babam gibi büyük olacak mıyım?” diye anlamaktadır. Onlar bir “Hitler”, “bir Churchill” dedikleri vakit, Melanie Klein orada annenin kötü posesifliğini ve iyi babayı görmektedir. Coğrafi bir süreci veya stratejik bir harekatı belirtmek için kullandıklarında askerler ve hava raporu verenler psikanalistlerden çok özel isme karşı duyarlıdırlar: Typhon harekatı. Jung, Freud’e rüyalarından birini anlatır bir gün: Jung kemik yığınını düşünde görür. Freud, Jung’un, birinin ölümünü şüphesiz karısının ölümünü arzuladığını düşünmektedir. “Jung hayretler içinde kalarak, ona bir değil, birçok kafatasını düşünde gördüğünü iyice belirtir”; (1) yine de, Freud, altı veya yedi kurt olmasını istemez: Babanın tek temsilcisi olmalıdır. Ya Freud’un küçük Hans üzerine yaptığı şey: Freud düzenlemeleri asla kaale almamaktadır (bine – sokak – komşu – ambar – atla çekilen otobüs – at düşüyor – at kamçılandı!) Durumları da hiç kaale almamaktadır (sokak çocuğa yasaklanmıştır vs.) Küçük Hans’ın (***) bu işe kalkışmasını da kaale almamaktadır (bütün çıkışlar dolu olduğuna göre at oluş, çocukluk bloku, Hans’ın hayvan-oluş bloğu, yersizyurdsuzlaşma hareketi yahut kaçış çizgisi, bir oluşu belirleyen mastar fiil). Freud’u sadece ilgilendiren atın baba olmasıdır ve gerisi işte hep böyle. Pratikte bir düzenleme verilmiş olduğuna göre çok simgesel (sokağa çıkmak = aşk yapmak) ilişkilerin yahut hayalürünü benzerlikleri (bir at – benim babam) yerine koymak harekette yapılacak oluşu ve arzunun bütününü kırmak için bir anı oradan soyutlamak, bir kısmı oradan çekip almak gereklidir. Gerçek arzunun tümü daha şimdiden yok olmuştur yerine kod sözcelerin simgesel bir üst kodlaması, hastalara hiç şans bırakmayan sözcelemin kurgusallığı yerleştirilir. Bu yüzden psikanalizde para ödemenin kabul edilmesine ve konuşmaya inanılır. Ama en ufak bir konuşma şansımız yoktur. Psikanaliz insanların konuşmalarını önlemek ve onlardan gerçek sözcelem şartlarının tümünü birden çekip almak için yapılmıştır. Bu görev için küçücük bir iş grubu kuruldu: Psikanalistlerin ve bilhassa çocuk psikanalistlerinin raporlarını okumak; bu raporlara sarılmak ve iki sütun yapmak, sol tarafta çocuğun ne dediği, tabii raporlara göre, sağ tarafta ise psikanalistin işittiği ve kaale aldığı (daima “zoraki seçenek”li kart oyunları). Bu açıdan iki ana metin, Freud’un küçük Hans’ı ve Melanie Klein’ın küçük Richard’ı. Ürküntü vericidir. Bu korkunç inanılmaz bir zorlamadır, tıpkı eşit olmayan sikletler arası bir boks maçı gibidir.

(*) Bekinme, direnme, ısrar etmedir. (ç.n.)
(**) Belgisiz, belirli olmayandır. (ç.n.)
(***) Küçük Hans karşı komşu kızına gitmek için evden dışarı çıkmak ister ve bu ona yasaklanır. Sokağa çıkarsa atın onu ısıracağını sanan küçük Hans’ın böyle bir at-oluşu vardır. (ç.n.)
(1) E. A. Bennett, Jung’ün gerçekten söylediği (Ceque Jung a vraiment dit), Ed. Stock s.80.

Gilles Deleuze & Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, 2016 [1977], s. 97-101.

Freud, Küçük Hans: Hayvan, Çocuk ve Totem (I)

Küçük Hans, okuduğum metinlerde ara ara karşıma çıkan metin aşırı bir roman kahramanı gibi. Birçok kişi onun üzerine farklı yönlerden konuşuyor. Aynı zamanda psikolojik veya felsefi farklı perspektifler kendilerini Hans vakası üzerinden ifade ediyorlar. Freud’un analizi ve onun sonrasında Hans’a dair anlatılanları toparlamak istedim, umarım kitaplardaki yerlerini arayarak bulabilirim.

Bu ilk pasajda Freud, Totem’de tespit ettiği “kaydırma” işlemini, Hans’ın baba korkusunu atlara kaydırmasına ve bu kaydırmada yaşanan dönüşüme dair psikanalitik örnekle analoji kurarak destekliyor.


Bir çocuğun hayvanla ilişkisiyle bir ilkelin ilişkisi arasında büyük bir benzerlik vardır. Uygar insanda bulunup, onun kendi doğasını diğer bütün hayvanlar doğasından kesin sınırlarla ayırmasına yol açan büyüklenmeden çocukta bir ize rastlanmaz. Hayvanlara kendisine düpedüz eşit varlıklar gözüyle bakar çocuk, gereksinimlerini hiç saklayıp gizlemeksizin açığa vurması bakımından hayvanı, belki bilmecemsi biri gözüyle baktığı büyük insandan daha yakın bulur kendisine.

Çocukla hayvan arasındaki bu kusursuz anlaşmanın, seyrek olmayarak tuhaf bir şekilde bozulduğu görülür. Ansızın çocuk belli bir hayvan türünden korkmaya, aynı türden bütün hayvanlara dokunmaktan ve onları görmekten çekinmeye başlar. Karşımızda bir hayvan fobisinin klinik tablosu, çocuk yaşlarında en sık görülen psikonevrotik hastalıklardan biri, belki de böyle bir hastalığın en erken formu vardır ve çocuğun o vakte kadar pek sıcak bir ilgi gösterdiği hayvanları konu almaktadır. Fobinin tek hayvanla ilgisi yoktur. Fobi objesi olabilecek hayvanlar arasından yapılacak seçki kent yaşamının koşullarında büyük sayılmaz. Atlar oluşturur ilgili objeleri, köpekler, kediler, seyrek durumlarda kuşlar, dikkati çekecek kadar sıklıkla da böcekler ve kelebekler gibi alabildiğine küçük hayvanlardır. Kimi zaman da çocuğun yalnızca resimli kitaplardan ya da masallardan bildiği hayvanlar bu tür fobilerde görülen saçma ve aşırı korkunun objesini oluşturur; hangi yollar izlenerek bir hayvanın umulmadık bir şekilde korku objesi seçildiğini öğrenmenin ancak seyrek durumlarda üstesinden gelinebilir. Bununla ilgili olarak beni bir vaka konusunda bilgilendiren K. Abraham‘a şükran borçluyum. Vakada bir çocuk, yabanarılarından korkusunun nedenini kendisi açıklamış, yaban arısının rengiyle üzerindeki çizgilerin o zamana kadar kendisine ilişkin işittiği onca şeyden sonra korkmadan duramayacağı kaplanı anımsattığını söylemiştir.

Çocuklardaki hayvan fobileri, aslında bunu fazlasıyla hak etmelerine karşın, şimdiye kadar titiz analitik incelemelere konu yapılmamıştır. Henüz pek körpe yaşta çocukların analizden geçirilmelerinin güçlükleri, konuya el atılmayışının nedenini oluştursa gerektir. Dolayısıyla, bu hastalığın genelde ne anlama geldiğinin bilindiği ileri sürülemez ve ben de bu anlamın bir tutarlılığı içerdiği görüşünde değilim. Ama objesi büyük hayvanlar olan fobilerin analize kapalı olmadığı ve araştırmacılara sırları buyur ettiği görülmüş ve hepsinde de aynı durumla karşılaşılmıştır: Analizden geçirilen çocukların oğlan olması durumunda, fobi korkusunun kaynağı aslında babadan başkası değildir; ne var ki, babadan duyulan korku hayvan üzerine kaydırılmıştır.

Psikanalizde deneyim sahibi herkes kuşkusuz böyle vakalar görmüş ve hepsinde de aynı izlenim uyanmıştır. Ama ben burada bir iki ayrıntılı yayından alıntılar yapmakla yetineceğim. Literatürde kötü bir şans eseri ilgili konuya ilişkin yeterli malzemenin bulunmayışı, bizleri savlarımızı az sayıdaki gözleme dayandırmak zorunda bırakıyor. Örneğin, çocuk yaşta görülen nevrozlar üzerinde büyük bir kavrayış gücüyle çalışmış bir araştırmacıdan, Odessalı M. Wulff‘tan söz edeceğim. Wulff, dokuz yaşındaki bir oğlanın hastalık öyküsüyle ilgili olarak, dört yaşındayken çocuğun bir köpek fobisine yakalandığını açıklayarak şöyle der: “Yolda önünden bir köpeği geçerken gördüğünde ağlıyor ve köpeğe şöyle sesleniyordu: Sevgili köpek, ısırma beni n’olur, söz veriyorum, bir daha yaramazlık yapmayacağım. Yaramazlık yapmamakla kastettiği şey, bundan böyle keman çalmamak, yani (mastürbasyon yapmamaktı). (57)

Daha sonra M. Wulff, şöyle bir özetlemede bulunur: “Oğlandaki köpek fobisi, aslında babadan köpeklere kaydırılmış bir korkuydu, çünkü oğlanın o tuhaf: Yaramazlık yapmayacağım -bir daha- yani masturbasyona başvurmayacağım- sözü, gerçekte masturbasyonu yasaklamış babayla ilgiliydi.” Sonra araştırmacı, bir dipnotta benim deneyimimle tastamam çakışan, ayrıca bu gibi deneyimlerdeki zenginliği kanıtlayan şunları dile getirir: “Atları, köpekleri, kedileri, tavukları ve diğer evcil hayvanları obje edinen fobiler, öyle sanıyorum ki çocuk yaşlarda en azından pavor nocturnus (karanlık korkusu) kadar yaygındır ve analizde bunlarından anne-babadan birine karşı duyulup, oradan hayvanlara kaydırılmış bir korku olduğu açığa çıkar. Ne var ki, yaygın fare ve sıçan fobisinde de aynı mekanizmanın söz konusu olduğunu ileri sürmek istemem.”

Psikanalitik ve psikopatolojik yıllığının ilk cildinde küçük hastamın babasının bana lütfedip verdiği beş yaşındaki bir oğlanda görülen bir fobinin analizine ilişkin belgeleri okuyuculara sunmuştum. Oğlan atlardan korkuyor, dolayısıyla sokağa çıkmaktan kaçınıyordu. Atın odadan içeri girip kendisini ısırmasından çekinmekteydi. Analiz sonunda bu korkunun atın yere yığılıp kalmasını (ölmesini) istemesine karşılık bir ceza olduğu anlaşılmıştı. Birtakım ikna edici sözlerle babadan duyduğu korkunun giderilmesinden sonra oğlan, babasının evden gitmesine (seyahate çıkmasına, ölmesine) yönelik olarak beslediği isteklere karşı savaşmaya başlamıştı. Sözlerinden açık seçik anlaşıldığına göre, içinde henüz karanlık sezgiler halinde filizlenen cinsel isteklerinin yöneldiği annesinin sevgisini kazanma konusunda babasını kendisine rakip görmekteydi. Bir başka deyişle, oğlan çocuklarının anne ve babalarına karşı takındığı, bizim “Oedipus Kompleksi” saydığımız tipik bir tutum sergilemekteydi. “Küçük Hans”ın analizinden öğrendiğimiz yeni bir şey varsa, çocuğun söz konusu durumda babasına beslediği duyguların bir bölümünü babasından hayvanlara kaydırması olmuştu, bu da totemizmi anlamakta bizim için hayli önemli bir gerçekti.

Analiz, böyle bir kaydırmanın gerçekleşmesinde izlenmiş, içerik bakımından tesadüfi olduğu kadar önemli çağrışımsal yolları, ayrıca kaydırmanın dayandığı nedenleri açığa çıkarmıştır. Annenin sevgisi uğruna kendisine rakip gördüğü babasına duyduğu hıncın ruh dünyasında sere serpe yayılma olanağı bulamadığı oğlan, öteden beri sevgi ve hayranlık duyduğu birine karşı kendini savunmak zorunda hissetmiş, dolayısıyla babasına karşı ikircikli -ambivalent- bir duygusal tutum takınmış, içindeki düşmanlık ve korku duygularını babasının yerine geçireceği bir nesneye kaydırarak, bu ambivalans çatışmasından kendini kurtarıp rahatlamak istemişti. Ne var ki, kaydırma düşmanlık duygularıyla sevenlik duygularını birbirinden tam olarak ayıramamıştı. Tersine çatışma kaydırma objesine aktarılmış, ikircikli duygu (ambivalans) bu objede etkinliğini sürdürmüştü.

Küçük Hans’ın atlardan yalnızca korkmayıp, aynı zamanda onlara saygı ve ilgi gösterdiği gözden kaçacak gibi değildi. Korkusu biraz yatışır gibi oldu mu, korku objesi hayvanla özdeşleşmekte, at gibi sağa sola hoplayıp sıçramakta, babasını ısırmaya kalkmaktaydı. (58) Tedavi sürecinin bir ileriki evresinde anne ve babasını diğer iri hayvanlarla da özdeşleştirmekte hiç sakınca görmemeye başlamıştı. (59)

(57) b. [Ges. Werke (Toplu Eserler)] c. VII.
(58) Zürafa fantezisi.
(59) s. Ferenczi, Ein kleiner Hahnemann (Küçük Horoz Adam), Intern. Zeetschrift für ärztliche Psychoanalyse (Uluslararası Tıbbi Psikanaliz Dergisi), 1913, I., sayı 2.

Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çev. Kâmuran Şipal, Say Yayınları, 2017 [1913], 2. basım, s. 197-201.

Şehinşah, Yak Yak Yak (Gezip Görmüş Rapçi)

A- noluyo hacı ya da nolacak
A- bunların üstüne yak yak yak diyo
A- bunlar gaz mı alacak
A- gaz mı verecek millete
A- aşk, yak, alev diyor
A- 5 sene sonra piton gibi çıkıp, yeaa ben bunun şarkısını yapmıştım der mi?
B- ahahah diyebilir bir yakmaca eylem dizisi olursa. gazını alma, verme kısmını bilemiyorum. daha çok gazı alıyordur herhalde. ben hep tam tersi yerden düşünüyorum. yani bu rapçilerin millete, dinleyicilere bir şeyler anlattıklarından çok mevcut hayatın semptomları olduklarını, o ruh hallerini dile getirdiklerini düşünüyorum.

(şarkı)

Yiyin efendiler yiyin
Etinden sütünden faydalanın memleketin
Zehirle yemeği dağıt
Aç karnı demez hiç aç halk
Devlet obezin teki kesilmez iştahı kusura
Bakma hiç razısın hayvanlar gibi yaşamaya
Elinde değil
İtaatkar
Şehir şehir gezip inceledim
İyice balatayı sıyırmış insanlar
Yaradana sığınmış insanlar
Yapayalnız ışıksız insanlar
Yaşamaktan sıkılmış
Amaları yığılmış
İnançları kırılmış insanlar
Ay ay ay
Yandı canın
Al al al intikam ayağa kalk
Yok taktik filan
Bam Bam Bam
Parola kaos
Yağmala kâr
Ne koparsan
Sen onlardan
Senden alınana oranla az
As bayrağı anarşi logolu flama dalgalansın
Yak yak yık yepyeni yap

Uygarlığa baş kaldıran aşklar gibi
Manzaram alev alev
Yan-sın
Manzaram alev alev
Yan-sın
Alev alev Alev alev

Söz: Şehinşah
Beste: Bugy
Mix: Bugy
Mastering: Evren Göknar
Kayıt: Sofistikal
2018

Buzzati, Boşuna Çağrı

Mahpusluk eşkıyalar, ölüme yol alan hastalar, gökyüzünde beliren Tanrı eli temalı öykülerden sonra böylesi bir mektup ile karşılaşınca şaşırdım. Buzzati gitti, Stendhal geldi.

“Seninle…” ile başlayan paragraf da “Yürüme” ve “Kent” anlatılarına katık edilebilir.


Bir kış akşamı bana gelsen, birbirimize sarılıp camların ardından karanlık, buz tutmuş sokakların ıssızlığına bakarak, bilmeden birlikte yaşanan masal kışlarını ansırız. Gerçekten, senle ben, aynı büyülü patikalardan korkak adımlarla geçtik, birlikte kurt dolu ormanlara gittik, aynı periler, kulelerden sarkan yosun tutamlarından bizi gözledi, kargaların uçuşmaları arasında. Ve belki ikimiz de oradan, bizi bekleyen gizemli yaşama doğru baktık. İlk kez orada, içimizde çılgın, taze istekler titreşti. “Ansıyor musun?” diyeceğiz, sıcak odada yavaşça birbirimize sarılarak ve sen bana güvenerek gülümseyeceksin, dışarıda rüzgârın sarstığı saçlar hüzünlü bir ses çıkarırken. Ama sen -şimdi ansıyorum- eski adsız kralların, devlerin, büyülü bahçelerin masallarını bilmezsin. Kaçırılıp, insan sesiyle konuşan gizemli ağaçların altından geçirilmemişsindir hiç, ne ıssız bir şatonun kapısını çalmışsındır ne de kutsal teknenin beşiklik ettiği doğu yıldızlarının altında uyumuşsundur. Camların ardında, kış akşamı, büyük olasılıkla sessiz duracağız, ben ölü masallara dalacağım, sen benim bilmediğim başka tasalara. “Ansıyor musun?” diye soracağım sana, ama ansımayacaksın.

Bir bahar günü, kül rengi gökyüzü altında, rüzgâr sokaklarda geçen yıldan kalma üç-beş eski yaprağı sürüklerken, kenar mahallelerde dolaşsam seninle; günlerden de pazar olsa. Bu mahallelerde sıklıkla hüzünlü, kocaman tasalar ortaya çıkar, belirli saatlerde de şiir kol gezer, birbirlerini sevenlerin yüreklerini birleştirerek. Ayrıca, evlerin ardındaki sonsuz ufukların, geçip giden trenlerin, kuzey bulutlarının desteğiyle, söylenemeyen umutlar doğar. Yalnızca el ele tutuşacağız, ağır ağır yürüyeceğiz, anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söyleyerek. Kocaman lambalar yanıncaya, soluk yapılardan uğursuz kent öyküleri, serüvenler, sevda oynaşmaları çıkıncaya dek. Bunun üzerine hep el ele tutuşarak susacağız, çünkü ruhlar konuşacak sözcüksüz olarak. Ama sen -şimdi ansıyorum- bana hiç anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söylemedin. Demek ki, ne sözünü ettiğim pazarı sevebilirsin, ne ruhun sessizce benim ruhumla konuşmayı bilir, ne saati geldiğinde kentin büyüleyiciğini anlarsın ne de kuzeyden inen umudu. Sen ışıkları, kalabalığı, sana bakan erkekleri, şansın kol gezdiği sokakları yeğlersin. Benden başkasın sen, o gün dolaşmaya gelecek olsan yorulduğun için yakınacaksın, yalnızca yakınacaksın, başka bir şey demeden.

Seninle yazın ıssız bir vadiye gitsek, en olmadık şeylere sürekli gülerek, ormanların, beyaz yolların, terk edilmiş kimi evlerin gizemlerini keşfetsek. Tahta köprüde durup akan suya baksak, telgraf direklerinde dünyanın bir ucundan gelip kim bilir nereye giden, sonu gelmeyen öyküleri dinlesek. Çayırlardan çiçekler derlesek ve güneşin sessizliği altında otlara uzanıp gökyüzünün derinliklerine, geçen küçük ak bulutlara, dağların doruklarına hayran hayran baksak. Sen, “Ne güzel!” derdin. Başka hiçbir şey demezdin, çünkü mutlu olurduk, bedenlerimiz yılların ağırlığından arınmış, ruhlarımız yeni doğmuş gibi tazelenmiş olurdu.

Ama sen -şimdi düşünüyorum da- korkarım ki sen anlamadan etrafa bakardın, durup çorabını inceler, bir an önce dönme isteğinin sabırsızlığıyla, benden bir sigara daha isterdin. Ve, “Ne güzel!” demez, benim için hiçbir değeri olmayan sıradan başka bir şey derdin. Çünkü ne yazık ki yapın böyle senin. Bir anlığına bile mutlu olamayacağız biz.

Seninle -bırak da söyleyeyim- bir kasım günbatımında, gökyüzü tam billur gibiyken, kol kola kentin büyük caddelerinde yürüyebilsem. Yaşamın hayaletleri kubbelerin üstünden koşmaya, sokakların çukurunun dibindeki, tasa yüklü mutsuz insanları sıyırmaya başladıklarında. Mutlu dönemlerin anıları, yeni belirtiler, arkalarında bir tür müzik bırakarak, başların üstünden geçtiklerinde. Çocuksu, saf bir gururla, başkalarının, yanımızdan sel gibi geçen binlerce, binlerce kişinin yüzlerine bakarız. Bilmeksizin sevinç ışıkları göndeririz onlara, hepsi bize bakmak zorunda kalır ama kıskanarak, kötü niyetle değil; tersine biraz gülümseyerek, akşamın aracılığıyla insanın zayıflıklarını iyileştiren iyilik duygusuyla. Ama sen -çok iyi anlıyorum- billur gökyüzüne, son güneşin vurduğu dizi dizi uçaklara bakacak yerde vitrinlere, altınlara, zenginliklere, ipeklere, aşağılık şeylere bakacaksın. Bu nedenle hayaletleri de fark etmeyeceksin, ne geçip giden önsezileri hissedeceksin ne de benim gibi, övülesi bir yazgının seni çağırdığını. Ne o müzik türünü işiteceksin ne de insanların bize niye iyi gözle baktıklarını anlayacaksın. Anlamsız yarınını düşüneceksin ve çan kulelerinin altın yontuları boş yere kılıçlarını kaldıracak güneşin son ışınlarına, senin üstünden. Ve ben tek başıma olacağım. Çaresi yok. Belki aptallık bütün bunlar, yaşamdan bunda beklentin olmadığı için, benden daha iyisin. Belki sen haklısın, denemek aptallık olacak. Ama hiç olmazsa, evet hiç olmazsa seni görmek isterdim. Ne olursa olsun şu ya da bu biçimde birlikte olurduk, keyiflenirdik. Gece ya da gündüz, yazın ya da güzün, bilinmedik bir ülkede, dökülen bir evde, ruhsuz bir otelde, hiç önemi yok. Yanımda olman yetecek. Ben -söz veriyorum- burada durup çatıların gizemli çıtırtılarını dinlemeyeceğim, bulutlara da bakmayacağım, ne de müziğe ya da rüzgâra kulak vereceğim. Sevsem de, bu anlamsız şeylere boş vereceğim. Dediklerimi anlamayacak, bana yabancı olaylardan söz edecek, eski giysilerden, paradan yana yakınacak olursan, sabırlı davranacağım. Şiirler, ortak umutlar, sevdaya onca dost hüzünler olmayacak. Ama sen yanımda olacaksın. Ve göreceksin yeterince mutlu olacağız, çok yalın bir biçimde, yalnızca erkekle kadın olarak, dünyanın her yerinde olduğu gibi.

Ama sen -şimdi düşünüyorum da- çok uzaklardasın, aşılması zor yüzlerce, yüzlerce kilometre ötedesin. Bilmediğim bir yaşamın içindesin, yanında başka erkekler var, belki de gülümsüyorsun onlara, geçmişte bana gülümsediğin gibi. Beni unutman için, birazcık zaman yeterli oldu. Belki adımı bile ansımayı beceremiyorsundur şimdi. Artık ben senden çıktım, sayısız gölgelerin arasına karıştım. Oysa ben hep seni düşünüyorum ve bunları sana söylemek de hoşuma gidiyor.

Dino Buzzati, Tanrı’yı Gören Köpek, çev. Rekin Teksoy, Can Yayınları, 2015 [1968 – La boutique del mistero], 4. basım, s. 99-102.