Duras, Yazmak’tan

Duras’ın devam edişinin itici gücü ilk olarak yazmak ama bunun bir adım ilerisinde de hep bir yapıt -onun için sadece kitap var gibi- fikriymiş. ‘Duramayan’ yazarlardan gibi görünüyor bu geriye dönük bakışında. Sık sık yalnızlığı, sonrasında da destekleyicileri, viskiyi ve ne yazacağına dair fikri olmadığındaki sonsuz olasılıkların heyecanını anıyor.

Yazmanın diğer pek çok edime göre sadece tek başına, yalnızlıkla yapılışına dair pasajı yürüyüşü ve Madeleine’i çağırdı, Vertigo’daki şu “Sadece tek başına olan dolaşır, iki kişi daima bir yere gidiyordur” düzeltmesini.


“Yazının yalnızlığı, o yalnızlık olmaksızın yazı ediminin gerçekleşmediği ya da yazacak daha başka ne kaldığı araştırılırken dağılıp giden bir yalnızlık. Yazı kan yitimine uğruyor, onu yazanın tanımayacağı bir hale geliyor.” (s. 16)

“Odam bir yatak değil, ne burada ne Paris’te ne de Trouville’de. Belirli bir pencere, belirli bir masa, siyah mürekkep alışkanlıkları, bulunmaz siyah mürekkep işaretleri, belirli bir iskemle. Ve her zaman yararlanılabilir kılacağım belirli alışkanlıklar; nereye gidersem gideyim, nerede olursam olayım, hatta yazmadığım yerlerde bile, otel odaları örneğin, uykusuzluk çekersem ya da umutsuzluklara düşersem diye bavulumun içinde her zaman viski bulundurma alışkanlığı.” (s. 17)

“Bir deliğin içinde, o deliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak. Kafanızda hiçbir kitap konusu, kitap düşüncesi yoksa bu, önünüzde bir kitap var, yeni bir kitapla karşı karşıyasınız demektir. Sonsuz bir büyüklük, bomboş. Olası bir kitap. Hiçliğin karşısında. Canlı ve çıplak bir yazının karşısındaymışsınız gibi, korkunç, aşılması korkunç bir şey. Yazan kişinin kafasında kitap düşüncesi yoktur, sanırım, elleri boştur, kafasının içi boştur ve bu kitap macerası onun için yalnızca kuru ve çıplak yazıdır, geleceksiz, yankısız, uzak, altın kurallarıyla, temel kurallarıyla: yazım, anlam.” (s. 21-2)

“İnsanın yaşamında bir an gelir ve sanırım bu, yazgısal bir andır; kaçamazsınız, o anda her şeyden kuşkulanırsınız: evliliğinizden, dostlarınızdan, özellikle, çift olarak sahip olduğunuz dostlardan. Evladınızdan değil. Evlattan hiçbir zaman kuşku duyulmaz. Ve bu kuşku, kendi çevresinde büyümeye başlar. Bu kuşku, yalnızdır, yalnızlığın kuşkusudur bu. Ondan doğmuştur, yalnızlıktan. Bunun adını şimdiden koyabiliriz. Çoğu kimse bu söylediğime katlanamaz sanırım, hemen sıvışır oradan. İşte bundan dolayı herkes yazar değildir. Evet. Aradaki fark burada. Gerçek bu. Başka bir şey değil. Kuşku, yazmaktır. Dolayısıyla, yazardır da. Ve yazarla birlikte herkes yazar. Bu öteden beri bilinen bir şeydir.” (s. 23)

“İnandığım bir başka şey de, insanı yazmaya yönelten bu ilk kuşku deneyimi yoksa, yalnızlığın da olmadığıdır. Şimdiye kadar kimse iki sesli yazmamıştır. İki sesle şarkı söylenmiş, müzik yapılmıştır, tenis de oynanmıştır ama yazmak, hayır. Daha işin başında, politik olarak nitelendirilen kitaplar yazdım. Bunların ilki Abahn Sabana David, en çok değer verdiğim kitaplarımdan biri. Sanırım bir ayrıntı bu, yani bir kitabın yönlendirilmesinin az çok gündelik yaşam kadar zor oluşu. Zorluk, basitçe vardır. Bir kitabın yönlendirilmesi zordur, okura doğru, kendi okunma yönüne doğru. Yazmamış olsaydım sağaltılamaz bir alkol bağımlısı olurdum. Artık hiç yazamama durumu içinde yitip gitmek rahatlıktır… İnsan işte bu durumda içer. Yitip gittiğinizde, dolayısıyla da artık yazacak, yitirecek hiçbir şeyiniz kalmadığında oturup yazarsınız.” (s. 23-4)

“Yattığımda yüzümü saklıyordum. Kendimden korkuyordum. Bunun nedenini neden bilmediğimi bilmiyorum. İşte bu yüzden yatmadan önce içiyordum. Unutmak için, kendimi. Hemen kanınıza karışıyor, sonra da uyuyorsunuz. Alkol bağımlısının yalnızlığı bunaltıcı bir yalnızlık. Yürek, evet yürek. Birden çok hızlı atmaya başlıyor.” (s. 24-5)

“Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor; ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılamaz bir yabanıllık. Bütün varlığınızla sarılıyorsunuz. Beden gücü olmadan yazılamaz. Yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir.” (s. 25)

“Evde bir sürü insan olduğunda ben aynı zamanda hem daha az yalnız hem en çok ihmal edilen kişi oluyordum. Bu yalnızlığı anlayabilmek için akşamı atlayıp geceye gelmek gerekir. Duras’ı gece olduğunda, dört yüz metrekarelik bir evde yalnız başına uyurken düşlemek gerekir.” (s. 27)

“Açık bir kitap, gecedir de.

Nedendir bilmem, söylediğim bu söz beni ağlatıyor.” (s. 29)

“Yaşamımın büyük okumaları, bana ait, yalnızca benim olan okumalar, erkek yazarlar tarafından yazılan metinler oldu. Michelet. Michelet ve yine Michelet, insanın gözünden yaşlar gelinceye kadar. Politik metinler de ama daha az. Saint-Just, Stendhal ve garip ama Balzac değil. Metinlerin menti, Eski Ahit’tir.” (s. 35-6)

“Yazdığım yazılarda insanlara hakaret ettim ve bunu yapmak inanın, güzel bir şiir yazmak kadar doyurucu.” (s. 37)

“Ben herkese benzerim. Şimdiye kadar, sokakta kimsenin arkasını dönüp de bana baktığını sanmıyorum. Ben sıradanlığın ta kendisiyim. Sıradanlığın zaferi.” (s. 37)

“Böyle yaşayınca, yani benim yaptığım gibi, size anlattığım gibi yaşayınca, o yalnızlık içinde insan uzun vadede bazı tehlikelerle karşı karşıya kalıyor. Bu kaçınılmaz. İnsan denen yaratık yalnız kalır kalmaz mantıksızlığa doğru inişe geçiyor. Bunun böyle olduğuna inanıyorum: Kendini yalnızca kendine teslim eden insanın deliliğe adım attığını düşünüyorum çünkü o durumda önünde, kendini kişisel bir sayıklamaya, coşkuya kaptırmasını engelleyecek hiçbir şey kalmıyor.” (s. 37)

Sineğin ölümü üzerine – (s. 40)

“Yalnızlığa her zaman delilik eşlik eder. Bunu biliyorum. Deliliği görmezsiniz. Kimi zaman onun varlığını önceden sezinlersiniz ancak. Bunun başka türlü olabileceğini sanmıyorum. İnsan, içinde ne var ne yok ortaya dökmüşse, bir kitabı dolduracak kadar şeyi yani; kimseyle paylaşılamayacak belirli bir yalnızlık içinde demektir. İnsanları, sizinle bir şey paylaşmaya zorlayamazsınız. Yazdığınız kitabı oturup tek başınıza okumanız, kendinizi o kitaba hapsetmeniz gerekir. Bunun dinsel bir yanı vardır tabii ama siz bunu sıcağı sıcağına duyumsamazsınız, sonradan anlayabilirsiniz ancak (şu anda benim yaptığım gibi) ve bunu bir şeylerle bağlantılı olarak yaparsınız, örneğin yaşamla, ya da kitabın, sözün yaşamıyla, dünyanın tüm halklarının çığlıklarıyla, sessiz haykırışlarıyla bağlantılı olarak yaparsınız.” (s. 43-4)

“İnsan içinde bir yabancıyı barındırır: Yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır. Budur ya da hiçbir şey değildir.” (s. 50)

Marguerite Duras, Yazmak, çev. Aykut Derman, Can Yayınları, 2021 [1993], 3. basım.

Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 2

[113-182]

Son notu Baba’nın “Söyleyin bakalım, yaşayan mı büyüktür ölü mü?” (s. 113) sorusuyla bırakmışım. Aziz, yaşayan büyüktür diyor. Baba ölenlerin yaşamının başkalarında ve işlerinde sürdüğünden ve yaşamın kıymetinden söz ediyor. Aziz “Baba’yı dinlerken zihninde uyuşmaya benzer bir his duyuyor” (s. 114) ya da “kendini bilmeden bir büyünün içine sürülmüş duyuyordu” (s. 115). Baba’yla geçirdiği zamanda sık sık gel gitler yaşıyor. Bu muhabbet ertesinde “Kendini çok, dünyayı az buldu” (s. 115) deniyor ama yer yer bu durum yerini koca bir boşluğa ve tedirginliğe bırakıyor. Şimdilik, bu duygularla ve yaralı, pansumanlı kafasıyla okula gidiyor.

Yan karakterlerden birisi olan taşra öğretmeni Nazif Bey okulun kapısında Aziz’in halini görünce onu bir durduruyor. Nazif Bey bana çok tanıdık bir karakter gibi geldi, edebiyatta ve sinemada çok sık gördüğümüz birisi sanki. Belki bu romandaki fark, bu karaktere karşı -diğer pek çok şeye olduğu gibi- takınılan ironik, neredeyse acımaya varan bir müstehzilik anlatıcının dilindeki. Gürbüz’ün karaktere ilk girişinden (karakteri tanıtmak) uzun bir pasaj, zaten sık sık bu temalar etrafında dönecek Nazif Bey’in hikayesi:

“Erzurum’a iki sene önce gelmiş, hep okuduğu, duyduğu bazı garipliklere, acılara tesadüf etme isteği ile tutuşmuştu. Ama bu Anadolu şehrinde şöyle ağız tadı ile kendisine bir başka bakış attıracak şeye tesadüf edememiş, hayatın boşunalığına tıkanıp kalmış, çektiği acı bu, ağzındaki tat bu, görmeden yaşamadan, tutmadan kavrulamadan acının en kötüsüne yani yaşayamamanın, hiçbir şeye tanık, hükümlü, tutuklu, azmettirici olamamanın hükmü ile bugüne gelmişti. Halbuki Ankara’da iken içini tıka basa bir hayat örgüsü ile doldurmuş, bunlarla nasıl başa çıkacağı ile ilgili kendi kendine destanlar kurmuş, kâh yaralanmış, kâh vurmuş, kâh sürünmüştü ama hiç aklına hiçbir şeyin olmayacağı gelmemişti. Geçen sene büyük bir buhrana düşmüştü. Ne ondan bir medet uman vardı, ne eğilebileceği bir yaralı gönül. Ne ona bildiklerini soran vardı ne bilmediğini gösteren. Elinde tebeşir, sırtında ekose ceket suspus öğrencilerin karşısında ders anlatıyor, tesirsiz ders, tesirsiz birkaç öğüt, bazı geçer notlar çoğunlukla kırık notlar arasında en küçük bir yol, bir akarsu, bir sızıntı bile olmadan öyle kaskatı duruyordu. Yirmi dokuz yaşındaydı, bekârdı. Kime, hangi dükkâna, hangi kahveye gitmiş ise eli, zihni, gönlü boş dönmüştü. Bir söz olsun yüzüne çarpmıyordu, bir tokat olsun yemiyordu, aç olan da tok olan da bir çizgide duruyor, hayat bir ipe dizilmiş gibi gün güne yapışık geçiyordu. Bütün bu kitapların, şiirlerin, ideolojilerin, kahramanları, katilleri, yaralıları, muzdaripleri neredeydi? Hayat neredeydi, çıldıracaktı.” (s. 116)

Nazif Bey Aziz’le karşılaştığında adeta ağzı sulanıyor. Doğrultabileceği bir eğrilikle karşılaşmış gibi heyecanlanıyor. Aziz’in babası da okula çağrılmış, Nazif Bey de onlarla geleceğini yardımcı olacağının sinyallerini veriyor.

Bu okul gününde küçük bir büyüme ve olgunlaşma ânı, Aziz Türkçe hocasının bir sorusuna sükûnetle bildiği kadarını söyleyip bilmediğini kabullenen bir cevap verdikten sonra “Peki, oğlum otur,” diye hoş bir cevap aldığı an. Tek cümlede daha geniş bir hâli özetliyor yazar: “Yeni bir şey yaptığında yeni bir şey de görüyordu” (s. 117).

Aziz okulda babasının elini öpmeyince iki sert tokat yiyor, bir kırılma ânı. Aziz’in babası daha önce hiç konuşmuş muydu, yoksa bu ilk mi? Burada patlıyor, Aziz’e, Nazif Bey’e ve müdüre bağırıyor. Aziz’in artık çocuk olmadığını söyleyerek evlatlıktan reddediyor, çıkıp gidiyor. Nazif Bey hemen Aziz’in velisi olabileceğini söylüyor, Aziz’e adresini veriyor. Aziz’i serseri belliyorlar.

Okuldan çıkan Aziz, artık sık sık yaptığı bir seçim olarak Hasan Amca mı, Baba’nın evi mi diye düşünerek Baba’nın evine gidiyor. Artık “Baba” dendiğinde asıl babası değil, Erenler Babası var hayatında. “Babam okula gelmiş, evden kaçtım mı, öylesine küsüp çıkmış mıydım aslında bilmiyorum, hâlâ bilmiyorum. O sabahtan beri olanlar bütün ömrümden uzun” (s. 120).

Baba’yla konuşuyorlar velilik işini. Annesini ve kedisini özlüyor Aziz. Hala Baba’nın, bacıların kim olduklarını anlamış değil. Orada kalıp kalmayacağına dair konuşurlarken Baba’nın düşünceleri de açılıyor. Okula gidip gitmeyeceğine dair soruya Baba: “Sana ne? … İster gidersin ister gitmezsin, zaten bunlar senin isteğinle olmayacak, sana ne, merak edecek bunları mı bulduk? Hiç kimse kendi isteği ile büyük olmamıştır Aziz can, bunlar yukarıdan aşağı iner. Senin sevmen bile sevilince zuhur eder. Hem illa bir iş mi tutmak istiyorsun, bak peygamberler bile öyle ortada dolaşan adamlar. Gerçi İsa Aleyhisselam’ın marangoz olduğu söyleniyor ama ben daha bir çekmecesini bile görmedim” (s. 122). Şimdi neden hatırlamıyorum ama kitapta buraya Coetzee’nin İsa Üçlemesi notunu almışım. İsa’yı görünce gaza geldim herhalde, orada da ne olacağını anlamaya çalıştıkları bir çocuğun büyüme hikâyesi vardı diyedir belki. Baba, Aziz’i düşüncelerini takip etmeme konusunda uyarmaya başlıyor. Beni de uyarsa iyi olur.

Bu parça çok pasajlı oldu ama Aziz’in “siz kimsiniz” sorusuna Baba’nın cevabını da not edeyim, ilk Melamilik bahsi burada geçiyor: “Baba ağzını eğerek, “Soracağın zaten bu, ‘Ben benim,’ diyor eski zaman halifeleri, karşısındaki de anlıyor. ‘Ben senim,’ diyor bir başkası, öbürü hemen ellerine yapışıyor. Ben de şimdi böyle bir şey söylemek istiyorum öteden beri ama ben işte neyim desem, ‘Neresinden, kimlerden, dayın kim?’ diyorlar. Kime kimlik, varlık açıklanır ki böyle, ne söylenebilir ki?” İçi sıkıntı ile dolmuş gibi umutsuz bir bakışla Aziz’e dönüp, “Benim mesleğim Melamilik mesleği, tamam mı, biraz meraklıyım, başka meraklılar da çevremde az çok var, bacılar da merakla kendilerini hasretmişler, gelen gidenle meraklarımızdan bahsediyoruz, ben onlardan önce başladığım öncekileri de daha bildiğim için bana itimat ediyorlar, en azından görünüşte”” (s. 123)

Aziz biraz Fatma ve Hacer Bacı ile vakit geçiriyor, onların da arkalarını bırakıp geldiklerini dinleyip dost belliyor kendine.

Sonrasında okula gidiyor, gözleri Nazif Bey’i arıyor, göremiyor, odunlukta küçük bir fenalık geçiriyor (s. 124-5). Hafta sonu ev işleri yapıyor, pazar akşam üstü evde kırk elli kişinin geldiği bir meydan uyandırılıyor. 1975, Erzurum, yazı ve kurmacanın yanında 2014, Çanakkale, video ve gerçek bir Melami etkinliği karşılaştırması için Hakikathane Çanakkale Melamileri Derneği’nin “Sohbet ve Zikir” videosunu izledim. Önce zikir, sonra sohbet var, Yunus’un “arayı arayı bulsam izini / izinin tozuna sürsem yüzümü” ile açılıyor o sohbet bölümü.

“Saat sekizi vurduğunda posta oturan Baba ile uyuyan meydan uyandırılmaya başladı. Ön saflardakiler, arkalardakiler, sonraki sıradakiler, onların arkasında Aziz, ondan sonra bazı hanımlar ve iki arka sıraya sıralanmış dokuz tane bacı. İlk kez uyanan meydan gören Aziz meydanı da her ânında uyanık bulmadı. Meydan da sanki hayatın ekserisi gibi hep uyumak istiyor, ani bir seziş, bir fazladan duygu, biraz gözyaşı ile hemen uyanıyor ama hal devam etmeyince devam bir sergiye dönüşüyordu. Baba’nın meydanı idare edişi, aniden elini yere vuruşu, ihvanın uyumu, bazen tek başına Baba’nın söylediği, bazen cumhur şeklinde söylenen ilahiler, ilahinin bazı yerlerinde adı geçenleri söylerken fazladan sesini yükseltenler, yaşlıca bir adamın, “Mustafa,” denirken boğazından dışarı taşan kuş sürüsü ile çıkardığı sese Baba’nın sonradan, “Sen de tam cumhur bülbülü oldun Mürteza,” demesi, başka bir adamın testere zikri devam ederken, “Ahhhh,” etmesi, başka birinin gazele adeta şehvetle, “Ooooohhhh,” deyip Baba’yı duraksatması, en sonda edilen dua ve çekilen güçlü gülbank… hepsi Aziz’i parça parça yakaladı. Her anda ya bir seyir ya bir tebessüm ya bir merdivene tırmanma buldu.  Kendini tek diğerlerini bütünden seyrederken kendini seyirde değil, sadece dürbünün merceğinde buldu ve buna ah etti. Görmek seyir ne ki olmanın yanında, benim de bir ah’ım olaydı da çıkarıp çıkarıp bakaydım derken bunu düşünmesine de baktı ve kendini pek bilmediği bir cihanda buldu. Meydandan sonra bir şey olmamış gibi oturup çay içilmesine de şaştı. Bütün o sesler, çağırışlar, yakarışlar eğer ki gelecek olsalar çağıranları bağdaş kurmuş çay içerler ve başka şeyler konuşurlarken beğenmez geri dönerler diye düşündü” (s. 126).

Meydan sonrası Aziz tekrar okula gidiyor, Nazif Bey yine “görüşelim” diyor. Aziz okuldan uzaklaşan düşünceler içine giriyor, “lise de bir şekil bitmesi gereken bir şeydi” (s. 128) ya da “”Lise bitti mi? Bitti. İyi çok şükür,” denir, iyinin arkasına, taşıdıklarına, gerçekten iyi olup olmadığına bakılmazdı, liseyi bitirdi, iyi, çok şükür” (s. 129). Nazif Bey’le yürüyüşe çıkıyorlar. Kimyaları bir türlü tutmuyor. Aziz diğer büyüklerinden etkilendiğinin zerre kadarı etkilenmiyor öğretmenden. Öğretmen de Aziz’in ilgisine gidecek yolu bir türlü bulamıyor. Sanki samimi davranmadığı, sürekli o idealindeki “yol gösterici”yi oynamaya çalıştığı için gibi anlatılıyor. Kendini adeta Aziz’den küçük görüyor, hınçlanıyor. En büyük silahlardan “kitap verme” fikrini düşünüyor ama o da olmuyor.

Aziz bir ara Baba’nın yaşayan/ölü meselesine de paralel geçmişle yaşama sitemini hatırlıyor, “Böyle bizim gibi enkaz faresi olarak da yaşanmaz ya Aziz, her şeyi eskide arıyoruz vallahi enkaz faresi olmuşuz” (s. 131).

Biraz evde pazar günleri yakılan külhan, Aziz’in odun toplayışı anlatılıyor. Ben de hamamın bileşenlerini buradan öğrendim (s. 131).

Annesini özleyen Aziz bir kere daha eve gidiyor, çıkalı 1 ay olmuş. Annesini görüyor, ağlıyor, onu özlediğini söylüyor. Annesi de dilsiz orucuna girmiş, tek söz etmiyor. Odasına çıkıyor, değiştirilmiş, evini kaybettiğinin iyice farkına varıyor: “Aziz o ânı sanki o an değil de sonra, çok sonra görmüş hatta görecekmiş gibi gözleri ile hızlıca fotoğraf çekip tehlikeli bir yerden kaçar gibi kaçtı” (s. 134). Mutfakta tuzlu su kaynatan annesiyle bir kez daha konuşmaya çalışıyor, kendini haşlamakla tehdit ediyor ama yine de sonuç alamıyor. Çaresiz, titreyen bacaklarıyla Baba’nın yanına dönüyor.

“Uzun tuhaf şekilli üzerinde “Metaxa” yazılı bir şişe” (s. 135) de ilk burada ortaya çıkıyor. Baba bir bir uyarıcı hikaye ardına Aziz’e de veriyor içkiden. Babanın her dört bardağına bir bardak da Aziz’e düşüyor. Biraz rahatlıyor gece, hala okula gitmeye devam ediyor. Baba’dan aldığı “kaale almama” derslerini (s. 137) uygulamaya koymakla meşgul.

İlk defa Nazif Bey’in evine gidiyor. Taşhan‘dan Tebrizkapı’ya giden sokaklardan birinde oturuyor öğretmen. Aziz’e ne versem diye düşünmüş düşünmüş bir şey bulamamış. Kitaplarını tekrar karıştırmış, bir şey çıkmamış bir türlü, “Birisine tesir etmek isteyenin neden illa kitap, şiir vs. verdiğini anlar gibi oluyordu. Bunlar belki onun yapamadığını yapar da kendimi göstermekten kurtulurum diyeydi herhalde. Yoksa kendine kalan ile tek el çevrilecek gibi değildi. Vehimmiş, her şey vehimmiş derken bütün hayatı ve geleceğini şekillendirişi umdukları da bir vehme dönüşüyor, Nazif’in kendisi bir evham perisi olarak kendi kendini evhamlandırıp korkutuyordu” (s. 139). Üniversitede yıllarındaki o etkilenmeyi, muhabbeti hala unutamamış, Ankara’nın etkisinden çıkamamış. Gençlik düşünü ve yok oluşunu anıyor: “Bu yaz ona uğrayan Tunceli’de öğretmenlik yapan bir arkadaşına dert yanınca o da yüzüne hayretle bakmış, “O bir rüyadır, gençle yaşlının arasındaki bir farktır, büyüyünce herkes aynı olur, oyuncağı, emziği bıraktığın, kaşığı avuçladığın gibi bunları da hatta kendini de bırakırsı, hayat seni ne istiyorsa o yapar, daha çok da hıyar sevdiği için hıyar yapar,” demişti. Nazif “Niye bu kadar heyecanlandık peki, hayal kurduk, paralandık?” deyince arkadaşı, “Ne yapacaktık, onlarla ayakta kaldık, dayandık, aç adamın coşkuya, şiire ihtiyacı herkesten çoktur …”” (s. 139-40). Aziz’e ne şiir okuyacağını bilemiyor ama Nazif Bey. Biraz yeraltı insanına dönüşleri var bu halinde, eski heyecanının bir benzerini şimdi ancak hınçla “kendini aşağılama ve rezı olacağı anları, en sona kadar geleceği günleri düşünmede buluyor” (s. 141).

Aziz’e kütüphanesini gösteriyor, geçmişini biraz anlatıyor. Kütahya’dan Ankara’ya okumaya gitmiş. Yeni Dergi’nin 13. sayısıyla dolaşırken bir arkadaşının dalga geçerek onu rencide edişini anlatıyor. Sayıya baktım tabi hemen, Ekim 1965’te çıkmış. Nâzım’ın Çankırı Hapishanesi’nden Mektuplar’ı, Oktay Rıfat, Ülkü Tamer, Adnan Özyalçıner, Nermi Uygur, Murat Belge var. Bir de Camus’den Başkaldırma ve Sanat başlıklı bir metin, sanırım Başkaldıran İnsan’dan bir pasaj almışlar. Kütüphanesindeki diğer Yeni Dergi’leri de gösterirden sonra öğretmen “Bunlar kime yazılır, aslında hâlâ bilmiyorum Aziz” (s. 143) diye içine çekiliyor. Okuduklarının ya da okuduklarından bir şey olamamasıyla dertli. Aziz’in derdine derman olmak bir yana kendi derdini, kibirini, ezikliğini paylaşıyor, ondan yol gösterme bekliyor. Peygamber olmak kolay, sıradan insan olmak zor temalı konuşmasında “Hatta Nesimi ol da derin yüzülsün ne gam, değil mi, dert bütün dert kim olduğunu, ne olduğunu, sahibini bilmeyen düz insan olmada” (s. 145) derken sanki Baba’ya dair yaptığı okumalardan doğru bir söz üretmeye çalışıyor.

Karşılıklı çay içerlerken Aziz öğretmeninin gizliden içki içtiğini fark ediyor. Öğretmene aptala yatsa da küçük düşüyor. Birkaç sayfa önce aşağılanmaktan arzu duyduğunu anlatmış olmasına rağmen, bu kez kendisi bile isteye yapmadığından, “yakalandığından” dolayı kendini çok fena hissediyor. Aşağılanmak için önemli bir ayrım bu diye düşündüm okurken: “Zaten küçük düşmek, küçülmek istemiyor muydum diye aklından geçirse de insanın kendini küçük düşürmesinde bir büyüklük, başkası eliyle olanda ise geçmez bir illet vardı” (s. 147).

Aziz’in değişen insan yüzlerindeki ifadelerden korkusu, bakışın karanlığından söz ediyor anlatıcı (s. 148). Aziz geçmişi, bir tipi altında bacada kalışını hatırlıyor birden, “hem buz tutmuş hem siyah bir heykel olmuştu” (s. 149). Bir ölümle, doğayla, yaşamla yakınlaşma anısı gibi hatırlayıveriyor. Bu anıdan geri eve dönüşte artık yazıda da bir süredir “Bey” ifadesi düşmüş olan ve içine alkolün de etkisiyle karanlık çöken Nazif’e eyvallah diyip hızlıca çıkıyor evden Aziz. Arkasından Nazif sövüyor, Aziz’de kurtulmanın mutluluğu.

Bir hafta okula gitmeyip, Baba’yla köy gezintileri yapıyor, gittikleri yerlerde meydan uyandırıyorlar. Okula geri döndüğünde iyice uzak geliyor okul. Nazif görünce Aziz’den özür diliyor, onun yüzünden okula gelmediğini sanıyor, tekrar uyarıyor Aziz’i. Okula gelmediği günlerden dolayı müdür muavini çağırıyor, başını traş ediyor hızlıca makineyle, devamsızlıktan kaldığını söyleyip kovuyor Aziz’i. Okuldan çıkarken başka bir çocuk, Hüseyin, Aziz’e destek olmaya geliyor, hayranıymış: “Saçını tren yolu yapmışlar, favorilerin yolunmuş, bir Kerbela şehidi gibi duruyorsun, keşke senin yerinde olsaydım, sen o yetmiş iki kişiden biri gibisin, ama benim adım da Hüseyin” (s. 153). Hüseyin kendi babasının da Baba’nın ihvanından olduğunu söyleyerek Baba’yla tanışmak, elini öpmek istediğini söylüyor. Bir yandan da insanların Aziz’i nasıl gördüğünü anlatıyor, duyduklarını yaşadıklarıyla eşleştiremiyor Aziz.

Aziz Hüseyin’le biraz dolaşıyor, Hüseyin’i dinlemek içini şişiriyor, sonunda Baba’nın evine getiriyor onu. Aziz’in traşlı halini gören Baba, artık okula gitmeyeceğini ilan ediyor (s. 156). Aziz’in okulda dayaktan bayıldığı konuşulunca, Baba dayaktan değil de hakaretten bayılmış olabileceğini söylüyor. Yorgancı Halil Efendi’nin oğlu olduğunu öğrendiğimiz Hüseyin elini öpüp gidiyor.

Aziz’e bir leğen hazırlayıp el birliğiyle tam traş ediyorlar kafasını. Bir anda değişen suretiyle yine bir “ben kimim” sorgusuna dalıyor Aziz. Bir süre kendini eve kapatıyor, okula da gitmediğinden çıkması gerekmiyor. Baba öğrencisini eğitmeye devam ediyor: “zaman zaman en uzak durduğu şeyleri yapmasını isteyerek benliğini kırmaktan bahsediyor, tavuk kesmesini, çok soğukta üstünde sade bir kazakla yürüyüşe çıkmasını, çok sıcak tavaları eliyle tutmasını, tuvaletleri temizlemesini, bacıların elbiselerini, evin perdelerini ütülemesini istiyordu” (s. 159). Bir başka eğitimden geçiyor Aziz okulu bıraksa da.

Baharla birlikte evden çıkacak oluyor. Baba bir de sağ kulağına bir mengüş takıyor, kaşlarını traş ediyor, bir de takım elbise diktiriyorlar. Yine yeni bir kelime, ekşisözlük ilk entry: “küpe anlamında farsça bir kelime. bektaşî tabiri olarak, bekar dervişlerin kulağına taktığı küpelere denir”. Başlarda olduğu gibi yine elinde ayının zinciri Aziz Hasan Efendi’yle birlikte yola düşüyor. Şehir merkezine yaklaşırken gelen uğultu Aziz’i adeta hasta ediyor (s. 160). Burada -mıştı kipi ve geç kalmışlığıyla Ayhan Geçgin romanından bazı cümleleri bana hatırlatan, daha genel olaraksa bir gözlemcilik alıntısına rastlayıverdim: “Dışarıyı çoktan olmuş bitmiş bir şeyi izler gibi izliyordu, ne olacaksa zaten olmuştu. Ona bir seyrin içine girmek, tam içine girmek düşmüştü” (s. 161). Görüntüsüyle horlanıyor Aziz çarşıda ama bir yandan da müthiş bir merak var. İnsanlar etraflarına çember kurup sorular yağdırıyorlar. ‘Gibi’ dizisinin bir bölümünde Avrupa’da okuyan, vücut geliştirme yapan bir genç, Türkiye’ye amcasını görmeye geldiği mahallede açık giyinmesi ve sürekli terlemesi sebebiyle mahalleliyi alarma geçiriyordu. Sonu ev taşlamaya giden bu aşina hikaye şiirsel adaletle, mahallelilerin aslında ötekileştirdiği genci içten içe kıskanıp spora ilgi duymalarına, gencin onlarla akşam çalışma yaptırdığı bir noktaya bağlanıyordu. Biraz alakasız olsa da bu bölümdeki horlama ve ilgide benzer bir his buldum. Aziz eve dönüyor, Baba bu şehre seferinden dolayı ondan gurur duyuyor.

Akşam sohbete kuruluyorlar Baba’yla. Baba kendini “hadıma dönmüş” görmesiyle ilgili, beşeri Allah’ın sopası olarak görmesiyle ilgili bir şeyler anlatıyor (s. 165). Metaxa açılıyor yine, “Kerata, kadehleri gördün gözün ışıdı, bana daha hiç öyle bakmadın ha” (s. 167). Dörde bir kuralı sürüyor ama alkolün hissi Aziz’i çok iyi hissettiriyor. İçkinin günah olmasından başlayıp, insanların seviyeleri, karakterleri, herkesin tükenecek oluşu, fark edilmeyeni fark etmek, ötekilere duyarlı oluş, ve en altta olmak üzerine bir konuşma yapılıyor. Sonunda bir sınıf atlamayla Aziz Metaxa’da üçe bir oranına yükseliyor: “Seviyeni artıracaksın. Seviyen arttıkça bağlı olduğun zincirler azalacak, daha hür olacaksın” (s. 171).

Sonbahar geliyor, yazın trenle Kars’a gitmişler. Burada Aziz’in ilk olmaya dair isteğinden rahatsız edici bir şekilde bahsediliyor, sanırım bir kendini öne koymama güzellemesinin bir parçası (s. 172), alıntılamak istemedim.

Geçen zamanla bir kademe olgunlaşma daha geliyor Aziz’e. Ucuna bu kez “Bey” eklenen Nazif Bey’e tekrar rastlıyor bir gün. Saçı ve küpesi Nazif’i rahatsız ediyor, Nazif Baba’nın evine ziyarete gelmeye karar veriyor. Burada yaşam, hakikat, başa geleni yorumlama üzerine Baba’nın bakışını özetleyen güzel bir pasaj var: “Baba’ya Nazif Bey’in birdenbire pat diye gelmesi ihtimaline karşı öğlenki karşılaşmayı akşam yemeğinden sonra önemsiz bir şey gibi anlattı. Baba sinirlenerek, “Kendi kendine bir şeyi küçültüp büyütme, daha hüküm verecek yerde değilsin, belki de hiç olmayacaksın. Ne ise, sana nasıl akmışsa musluğu oradan tut, doğru olan onun o halidir. Sonra senin kendi kendine intibaların, isteklerin zanların ile çizdiğin resmin gerçekle alakası yoktur. Herkes hep böyle yaptığı için biz geçmişi de geçmiştekileri de aslında hiç bilmiyoruz. Anlatan bana bunlar dendi amma ben o sıra aslında şu haldeydim, o da onca cakasından sonra muhakkak bu hale düşmüştür zırvalarını, tasvirlerini bırakan yok, hakikatin bir yakasını bırakan yok,” diye bağırdı” (s. 173). Anlamak yerine yavan olmasını, anlamazdan gelmesini öneriyor Baba. Böyle davranan insanlarla hayatımda çok nadir karşılaştım. Ama bir havaları olduğu yalan değil.

Bu konuşmalar üzerine Aziz’in gel gitleri sürüyor. Bir gün iyi üç gün kötü, “Kendini bir bütünde, kendi bütününde bir türlü göremiyor, bulamıyor, sorduğu sorulması beklenenin uzağına, attığı kendi ayağının dibine düşüyordu” (s. 174). Baba’yla konuşmalarında Baba sık sık Aziz’e gününü, gördüklerini, ne yaptığını anlatmasını istiyor, onda bir kendine bakış geliştirmeye çalışıyor (s. 175). Metaxa’nın da desteğiyle sabahlara kadar sohbet ediyorlar. Öne çıkanların aptallıklarından, onların bir devri işaretlemesinden, az olmanın, kendini yok saymanın nimetlerinden söz ediyor Baba. O günlerde Hüseyin’in bir rüyasını Baba’dan yorumlaması istemesi üzerine, Baba Hüseyin’i çekip olanlar ve onlara dair ürettiğimiz anlatılar üzerine konuşuyor: “Hüsseyn, hatırlamaya çalışmakla uydurmaya çalışmak arasında çok ince bir çizgi vardır ve bu çizgi hep uydurma tarafına geçer, çünkü hatırladığın hiçbir şey bir hat halinde devam etmez, nokta ya da bir kırıktır” (s. 178).

Şeker ve çay: “Aziz de bu tarçınlı akide ile çay içmeye mestti. Ağzında o varken elinde de çay bardağı avurdundan ısındıkça damlayan tarçınlı şeker ile dünyada kazandığı yüksek bir rütbeyi idrak eder gibi oluyordu” (s. 179). Proust’tan Roza Hakmen’in çevirisiyle bir benzeri “Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi?”.

Hüseyin’in rüyası ve Baba’nın yorumları burada pek ilgimi çekmedi, mânâsına varamadım. Bu rüya yorumuyla ilk bölümün sonuna varıyoruz. Baba’nın uzun bir tiradıyla bitiyor bölüm. Yaşam dediğinin çok daha matah bir şey olmadığı, sonunda beşerin her türlü şaştığından bahsediyor, kendini fazla önemsememesi ve kendinden memnuniyet duymaması üzerine sözü mühürlüyor Baba (s. 182).

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.

Ek

Henüz kitaptaki cemaat(ler)i tanıyabileceğim kısımlara gelmemiştim bu bölümü okumadan. Bilenler en başta anlamıştır belki. Hızlıca bir internette kitap ile ilgili ilk yorumlara bakayım dedim. Erol Göka’nın tweet’ini gördüm, not düşeyim, kitapla ilgili birkaç yorum var hesabında, kim olduğunu bilmiyorum: “1975-1980 arasında Erzurum’da geçiyor kitabın ilk cildinin çoğu. Erzurum halkının %99 unun bilmediği Melamilik var, Halveti-Uşşakilik var; o yıllarda Erzurum’u saran ülkücülük yok. Olabilir “kurmaca” nihayetinde. Zaten gerçeklikten onca kopukluğuna rağmen yine de güzel…” ve diğeri, “Kitaptaki anlatımdan hala memnunum ama olayların gerçeklikten kopukluğunun artmasına bir de Melamilik güzellemesi eklenmesi, eleştirme isteğimin okuma arzumdan baskın gelmesine yol açıyor.” Bir de bir yerde “Mevlana ve Mevlevilik edebiyatta tüketildi tüketildi sıra Melamiliğe geldi” gibi bir yorum görmüştüm de şimdi tekrar bakınca bulamadım. Biraz Melamilik’e dair bir şeyler dinleyeyim diyince Memduh Bayraktaroğlu’nun “Melamilik, “Haydar Haydar” ve Nesimi” videosuna denk geldim. Bu “namazın kazası olur sohbetin olmaz” alıntısı kitapta da geçiyor muydu, hatırlayamadım. Videoda adamın arkasındaki tuğla kitaplar pek ürkütücü. T***z sağolsun bir de Cavit Sunar’ın “Melamilik ve Bektaşilik” kitabını edindim.

Bir başkası, Efe Baştürk, kitap için “Proust okumuş olma hissi yaşattı.” demiş, ben sadece ara ara nesnelerle kurulan “involuntary memory” anlarında hatırlamıştım Proust’u.

theater

Hedda by Henrik Ibsen (Hedda Gabler)
Berliner Ensemble – Werkraum
Director: Heiki Riipinen
Mar. 9, 2024

Professor Bernhardi by Arthur Schnitzler
Version: Thomas Ostermeier, Florian Borchmeyer
Director: Thomas Ostermeier
Schaubühne
Sep. 15, 2022

Auslöschung. Ein Zerfall by Thomas Bernhard
Director: Karin Henkel
Deutsches Theater Berlin
Nov. 26, 2022

Halt and Catch Fire | Notes

I watched Halt and Catch Fire again, for the third time. I occasionally cried during the last season, probably due to the accumulated emotional investment of the binge-watch experience together with the idea of the loss of a central character. It’s one of AMC’s series broadcasted from 2014 to 2017. Some obsessive entrepreneurs contribute and witness the tech history from the early 1980s until the new millenium. We start with writing a BIOS and end up with the early search engines! Meanwhile, there are many significant developments such as personal computers with a ‘handle’ becoming prevalent, the first anti-virus programs, the amazing evolution of (online) gaming, and several phases of the internet and the world wide web parade.

The five (others might say four) main characters are:

  • Cameron Howe: coder, gamer, the young prodigy
  • Gordon Clark: hardware person, builder
  • Donna Clark: hardware person, investor
  • Joe McMillan: salesman and product manager
  • Jon Bosworth*: oldskool manager adapting new era

The challenges and interactions among these people are somewhat inspiring for me, even though I had never been in an innovation landscape that close. I’m just an ordinary programmer, not fascinated or inspired by any of the ‘real’ events in the domain. I’m indifferent to the majority of the breakthroughs in the tech realm. I try to follow and read them, but I’m not overwhelmed with them, i.e., just playing with GPT-3 to build stupid paraphrases of historical speeches. The reason why this series affects me is due to its dramatic aspect, together with its subject focus that is close to my day-to-day job. I enjoy witnessing the passion that I don’t have but also, it kicks me. I feel more aspirational in the last two weeks that I was re-watching the series. At the very least, it gives some -potentially distorted- context and historicity to the infrastructure I’m working on. It also reminds me some of the fundamentals of the domain.

Other than that, the characters’ challenges are interesting. There’s such a nice balance and distribution of the obsessions and longings of each person. Cam tries to do what she thinks is right and meaningful – connecting people with games. Joe always tries to be the explorer of the future. Gordon tries hard to make everything work in small increments and build a decent persona. Donna tries to defend reason and maintainability while being the key creative person in many achievements. Bosworth just sways, adapts, and tries to survive.

I like these kinds of historical software/tech dramatizations in general but Halt and Catch Fire was the epitome for me. I’m not counting, first, The Internet’s Own Boy: The Story of Aaron Swartz (2014), or TPB AFK: The Pirate Bay Away from Keyboard (2013), the second, because they belong to a higher purpose. Recently I enjoyed The Billion Dollar Code (2021) with all the tech/art debates and the Berlin Döner, but it was only an appetizer. The Social Network (2010) was a good take and a witty Sorkin/Fincher/Eisenberg collaboration. StartUp’s (2016-2018) best finding was to replace the criminal enterprise with investors. “Jobs” biopics, I recall that I watched, but I don’t remember a single detail. Devs (2020) was following one of the ultimate ideas in the futuristic realm with terrible storytelling. I didn’t follow Silicon Valley (2014-2019) for more than a season, but maybe in the future.

How To Act On Reality TV | Notes

My dear friend H. whom I owe many of my personal interests in film and music, has been spamming me about John Wilson for a week or two. Wilson has a docuseries called How To with John Wilson that I’ll watch soon if I find a legal way, but How To Act On Reality TV was the introduction to the filmmaker for me: it documents a workshop by a media professional who helps people planning to join to Reality TV. He gives tips to the participants about how to introduce themselves better and improve their self-expression, educates them about how the producers and the audience desire to see them on screen, and warns about the pitfalls to avoid acting while being hyper-authentic. Of course, the video itself is a great example of Reality TV. The whole workshop is recorded similarly. In addition, there are some familiar missions for the participants such as trying to get phone numbers from strangers in a park or a sudden singing performance on a supermarket aisle. On the other hand, the camera —and the editor— does not avoid including the scenes about the participants yawning. All in all, we need boredom too.

He manages to achieve exactly the sweet spot where authenticity intersects with essayistic intent. As the trainer says, “it’s the improv factor, that I like most… it’s also an opportunity to serialize in a way where documentaries can’t… I guess I’m not patient enough.” I felt that it was the very reason why I, and I think several other people, like YouTube or any other sort of personal content.

How To Act On Reality TV | Vimeo