on meute

I’m listening to Meute, the brass band who covers electronic music pieces, recently producing original records. I’ll try to share a spotify link in wordpress:

Wow, it works. I gathered their covers together with the original versions. It’s not complete, I’m adding as I listen to the new songs, still discovering. They contributed to the OST of Babylon Berlin in its fourth season. They had played in Görlitzer Park. My current favourites are Slip, Hey Hey, Kerberos, and Araya. Their consistency on making better versions of the original ones is amazing. I asked a question about how they live-record their sessions, but no one replied.

p.s. also Places

Jünger vs. Benjamin in Babylon Berlin

In Babylon Berlin’s third season, there was a dialogue between the daughter of the major general Seegers, Marie-Louise “Malu” Seegers, and a member of the paramilitary Black Reichswehr, Wendt. Malu is a Marxist. Wendt probably is a nationalist, pragmatically playing power games to climb the ladder. They have some open conversations in the third season, and their relationship even deepens in the fourth.

This conversation happens during a dinner where many high-rank officials gather at Mrs. Nyssen’s home. A hookup where bureaucracy, military, and capital get together. Malu and her sister play Lizst’s Liebesträume with cello and piano, and then she changes the seating plan and sits next to Wendt. They talk about music and politics. The conversation ends with Wendt quoting and recommending Ernst Jünger and Malu retaliating with Walter Benjamin. It was a simple but compilable summary of their relationship and political stances.

Malu: What about you, Colonel? Don’t you want to congratulate me on old Liszt?

Wendt: Pardon? No, I… I’m not into music.

Malu: Neither am I.

Wendt: You’re not?

Malu: Not in such a way as to give it a higher meaning. Euphony, yes. But when it takes on the weight of intoxication, of glorification, then no. They are all strategies of the bourgeoisie to steer people away from a critical awareness and towards the ornamental.

Wendt: So you’re a Communist?

Malu: Correct.

Wendt: And your father, what does he have to say about that?

Malu: Don’t you know? “My children are free republicans,” he says. They can talk about and do whatever they want.

Wendt: Are you a member of the party?

Malu: Not yet, no. What about you?

Wendt: Which party should I belong to in your opinion?

Malu: The NSDAP.

Wendt: I’m afraid I have to disappoint you.

[cuts to another short conversation at the table, then cuts back] 

Wendt: Politics is a question of fate. Not of interests.

Malu: That’s an open confession of political irrationalism.

Wendt: In politics as in life, instinct is superior to intelligence.

Malu: Says who?

Wendt: Ernst Jünger. A magnificent writer, you should read him.

Malu: The destructive spirit is jolly and gay. Its only purpose is to make room.

Wendt: Says who?

Malu: Walter Benjamin. A magnificent philosopher. You should read him when you get the chance.

Tekdüze, 90 BPM (Şehir FM)

“Peki birkaç gecedir şehirde dolanmaya başladığı söylenen şu arabalar gerçekten var mı? Yoksa birkaç hayalperest uykusuzun uydurduğu bir palavra mı? Radyoda şarkılar çalıyor, canlı yayınlar hiç olmadığı kadar evham yüklü. Söylentilerin aslı nedir? Gerçeğin sınırlarını kim bu kadar genişletti? Önce siren sesleri başlıyor, ambulans şehrin boğazına saplanan bir hançere dönüşüyor. Hiç doğmamışların öfkesi bulaşıyor cinnete meyilli herkese. Şehir çatırdamaya başlıyor. Hafızasını kaybetmekte ısrarcı. Yolunu izini kaybetmiş biri bula bula burayı bulmuş diyecekler. Seneler sonra bunları anlatacaklar. Radyoda şarkılar çalıyor. Tüm bunların ortasında bir radyo şehre unutmamayı öğretiyor.”


Bu güzel skit’i kirletmek istemiyorum ama yine de karşılaşmamı paylaşmaktan kendimi alıkoyamadım. Rap dinlemeyi çok seviyorum ama genelde tek tek şarkılar dinliyorum. 90 BPM’in 2019’da yayımladığı Şehir FM albümü beni farklı yerlerden yakaladı. İçinde sevdiğim çok fazla şey vardı. Başkasına basit gelebilir bu ilgiler: hikayecilik, şehir, rap, melankoli ve dekadans. Terminolojiyi öğrenemedim ama “rap opera” dedikleri türe giriyor diye düşünmüştüm. Lise yıllarında dinlediğim Bir Pesimistin Gözyaşları’ndan sonra sürekli baştan sonra dinlediğim ilk albüm olmuştu. Doruk noktasıysa bu alıntıydı.

Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 4

[235-]

Aziz’in kulağındaki taşlar çıkartılmış, Kasım gelmiş, 70’lerin sonlarında olsak gerek. Baba’dan “vakar”lı görünme üstüne bir övgü alıyor, vakarı olmasa da varmış gibi yapmak iyidir diyor Baba (s. 236). Vakar’ın ilk çağırdığı Ishiguro’nun Günden Kalanlar’ı. Çok çok uzaklardan da olsa, o roman Aziz’e hayatın nasıl yaşanabileceğine dair olumsuz bir öneri yapıyordu, yine de bir öneriydi. Kahya en sonunda hayatının bir yanılgı olduğunu fark ediyordu, Aziz’in böyle bir tespitte bulunmayacağı ne malum. Gürbüz’ün ikinci ciltte kitlenmiş okuruna acıyarak anacağı Walser’in yaptığı uşaklık önerisi gibi. Fakat bu romanda öyle bir vakar sadece bacılarda var.

Hüseyin’in ailesi, adak adamış, Baba için bir kurban kesecek. Hüseyin Aziz’den kurbanı seçmek için yardım istiyor. Birlikte şehre iniyorlar. Kahvede sigara içme muhabbeti oluyor, derdi olmayan da içmesin diyorlar, vakar fikri geri dönüyor: “Çay evinde çay içip biraz sonra kurban pazarına gideceklerini herkes biliyormuş gibi vakarla oturdular” (s. 237). Kurban seçme muhabbetinde Aziz’in olgunluğu hem Hüseyin’i hem pazarcıları derinden etkiliyor: “Adam Aziz’in sırtına vurarak, ‘Afferin, hem adağını yapıyor hem caka yapmıyor, afferin senin adağın da kurbanın da helal, gel'” (s. 239). Altmış liraya bulduğu yaşlı bir tekede karar kılıyor Aziz, bu seçimi Baba’nın hoşuna gidiyor ama Hüseyin’e dert oluyor. Kurbanı nasıl keseceklerini de bilemiyorlar. Sarılık Tekkesi’ne Hasan Efendi’ye danışmaya gidiyorlar. Hasan Efendi yaşlı hayvandan fayda gelmeyeceğini, pazara götürüp geri satmalarını söylüyor. Hüseyin babasının parasından dert yanarken Aziz tekeyle bağ kuruyor. Borcu üstlenerek, elindeki tüm parayı verip pazarcıdan hayvanı alıyor, Hüseyin’e de verdiği paranın büyük kısmını geri veriyor (s. 245).


Romanı böyle sayfa sayfa takip etme çabam iki yüz sayfa sürebildi. Okumayla eş zamanlı not alınca bu not alma denemesi çalışıyordu fakat okumada ilerleyip geriden gelerek notlar almaya çalışınca hevesim kaçtı, takip edemez oldum. Daha önce Kayıp Zamanın İzinde’yi okurken de aynı şey olmuştu. Disiplinli bir not alma pratiği olmayınca olmuyor demek. Şimdilerde ikinci kurmaca(msı) kitabı Either/Or’u yayınlayan Elif Batuman’ı okurken bu not almanın nasıl çok sistemli bir şekilde yapılabileceğine tanık oluyorum ama işte yapabilmek ayrı bir şey. Sanki Batuman hem yaşadığı hem okuduğu her şeye dair sürekli not almış, sonra bunları bir araya da bir kitap fikriyle getirebilmeyi başarmış. Yazmayı -ve okumayı, gözlemlemeyi- bir geçici bir hevesle değil de ciddiyetle takip edebilmiş, ne mutlu. Ben not almaya boşverip ikinci cildi okudum, A. ile yaptığımız kitap kulübümüzde konuştuk romanı. En azından kitaplardan aklımda kalanları ve konuştuğumuz birkaç şeyi not edeyim diye düşündüm. Belki ileride yine yapacak bir şeyim olmadığında 245. sayfada bıraktığım yerden tekrar sayfa sayfa takip etmeye çalışırım.


Aziz’in iki (ya da üç?) kuşak ailesiyle tanıştım. İlk ciltte aileden olan ana kişiler Aziz, abisi, annesi, babasıydı. Sarılık Tekkesi’nde ayı ve Hasan Efendi, Aziz’in en büyük velisi Baba, Baba’dan ayrıldıktan sonraki cemaatten, sözleri çok romana sızmasa da Kemaleddin Efendi, bir türlü olduramayan öğretmen Nazif Bey merkeze yakındı. İkinci ciltte devreye Aziz’in eşi Tevhide ve iki çocuğu Adil ve Alev girdi. Aziz’e İstanbul’da yol gösteren, baba figürlerine bir yenisini ekleyen Nuhu da sürekli merkeze yanaşıp uzaklaştı.

Aşağı yukarı, Aziz’in on beş yaşından emekliliğe (öyle diyelim, kitabın adına hürmetle) varan hayatında kendi yaşadıkları, düşünceleri ve bu saydığım yakınlarının başından geçenleri okumuş oldum. Eski kitaplarında da olduğu gibi, aforizmacı yazar bin sayfa boyunca sürekli altını çizmeye ya da bir şekilde şimdi geçse de sonra bir vakit tekrar kitabı elime alıp tekrar tekrar okumak istemeye dair baştan çıkarıcı cümleler ve paragraflar yazmıştı. Bütün bir Haziran ayı, Şule Gürbüz heyecanı ve merakıyla geçti okuma dünyamda. Sağolsun, var olsun.


Belki sayfa sayfa takibe devam edecek hevesi bulamadım ama yine de çok vakit geçmeden ve unutmadan Kıyamet Emeklisi’nden aklımda kalanları, ürpertici olayları, sormaya çalıştığım soruları, bir türlü oldurulamayan hayatları, kitaptaki anlatıcı soru(s/n)unu, Gürbüz’ün kesin daha bilgili birileri tarafından yazılacak kadınlık/erkeklik kabullerini ve yine dayanamayıp kopyala yapıştır yapacağım pasajları not etmeye devam edebilirim. Ondan önce kitaptan bir alıntıyla bu parçayı kapatayım. Bu kısım bana yazarın nefesini bir adım arkamda hissettirdi.

Alıntı Walser ile ilgili, kısa bir isim geçirme ve alıntıcılık eleştirisi, ama aniden geldi. İsviçreli Robert Walser’i sanırım yürüme meselesi üstünden Geçgin – Gürbilek sıçramasıyla duyup okumuştum. Öyle değilse de bir yerde Jakob von Gunten’den bahsedildiğini görmüş olmalıyım. Okuduğum gibi dost belledim, Türkçede çevrilen her şeyini okumuştum. Geçenlerde aldığım ama henüz okumadığım iki İngilizceye çevrilmiş kitabı da var, onlarla devam edeceğim, bir gün. Bu blog’a Walser hakkında yazan kişilerin alıntılarını da koyuyordum çünkü biraz bakınca ilgimi çeken başka yazarların da Walser’le ayrıca ilgili olduğunu fark etmek bana seçkin üyeleri olan bir okur cemaatinin parçası olduğumu hissettirmişti: Benjamin, Canetti, Özlü, Sebald, Lerner. Belki burada Walser dediği Robert Walser değildir bile, adını söylememiş, Martin de olabilir. Her neyse, anlatıcı ya da Adil sert çıkmış böylesi bir papağanvari ilgiye:

“… Adil herkesin çıkmak istediği, girmemek için direndiği hastanede yatmak istemişti. Babasının yüzüne bakamıyor ama utanmaktan ziyade başka, daha evvel bilmediği bir duyguya girmiş gibi onu babasından kaçıran … da kaçıyordu. “Baba beni burada bırak git lütfen,” diyor başka şey demiyordu. Aziz “Oğlum, bir tanem, kurban olayım anlat bana biraz, ucundan olsun, nedir, inan sadece dinleyeceğim,” diyor ama Adil 23 sene sonra başlayacak bir konuşmada kendini konuşmacı olacak takatte bulamıyordu. “Baba ne anlatayım Allah aşkına bunca sene geçti, ben de bilmiyorum ki inan hiçbir şey bilmiyorum. Sence ben ne bilebilirim, işte herkes gibiyim hem perişan hem hayatta hem kendi hakkında anlatacakları başkalarının hayatları hakkındaki alıntılardan cümlelerden ibaret. Onlar da belki bulup yakıştırıyor. Sen haklısın, kitap okuyanın çoğunun derdi bu. Ama ben bunu yapmak istemiyorum, Walser’den duyduğumu benim saymak istemiyorum, emin değilim hem hiçbir şeyden. Sen işine bak,” diyor, sonra uzun suskunluklara gömülüyordu.” (s. 443, 2. cilt).

Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 3

[183-234]

Sonbahar geliyor, Baba biraz celalli. Bir gülüp bir tersliyor Aziz’i ve bacıları. Kendini küçültme eğitimi ağır işlerle devam ediyor. Baba’nın o zamanki ruh halinden mi yoksa eğitimin bir parçası olan Aziz’i yok sayma ve zorlama niyetinden mi tam belli değil. Baba ile mücadele ona bir sinme, sessizlik, kendi içine dönme ve sürekli çalışma hali olarak dönüyor (s. 186). Boş günlerde bir boşluk gibi yaşıyor. Sessizliği Nazif Bey’in gelişi bozuyor. Aziz’e bir kez daha ne yaptığını sorup onunla gelmesini istiyor, Aziz’deki gözlem ve olgunluk birden yükselmiş: “Aziz eski bildik hayatından uzaklaşalı beri insanların pek gördüğü bildiği anladığı gibi varlıklar olmadıklarını fark ediyordu. Mesela şimdi Nazif Bey’in şu soruyu soran adama aslında çok benzemediğini de bir şekil biliyordu. Bu soruyu soran adam olmaktan çıktığı vakit başka bir şey olacağını ama onun da çok çabuk değişeceğini sohbetlerde hep görüyordu. Kişinin hoşuna gidecek, onu rahatsız etmeyecek, onu uyandırmayacak bir kaval, bir düdük sesi olmalıydı söz. Bu sözün ne dediği duyulmamalı, anlaşılmamalı, nağmesi kişinin kendi kendine kaldığında hep ıslıkla çaldığı olmalıydı” (s. 188).

Nazif sonunda Baba’yla oturma fırsatı elde ediyor. Konuya hazırlanmış: “Gelmeden tarikatlar ile ilgili bir şeyler okumuş, öğrenciliğinden kalma Auguste Comte ve Marcuse’den kitapları karıştırmış, kendini belli bir muhakemenin sahibi kılmak için son bir haftadır bu kavanozun içinde sallayıp durmuş, dışını kolay sıyrılacak bir kabuk gibi de olsa bunlarla kaplamıştı” (s. 189). Burada bence Gürbüz’ün okumaya, ya da hadi yarım yamalak okumaya karşı tavrı yine apaçık ortada. Saatçilik belgeselinde “sade okumuş insanda bir hamlık vardır” derken olduğu gibi. Baba Nazif’i hoş karşılıyor. Geçen günlerde Nazif bir bunalımın içine düşmüş, çıkmaya çabalıyor. Aynada bile kendine bakamaz hale gelmiş. Kendine inancını kaybettiğinde bir kurtarıcıya, peygambere, Allah’a sığınır hale gelmiş. Yine de bir süre Baba’yı dinledikten sonra “bunca sözü sadece dinlemenin onu alık göstereceğine kani olup biraz kıpırdanmaya başladı” (s. 193). Ah Aziz, ah Nazif. Açıkça yardım istiyor: “kendimle aramı fena bozdum. Artık insanların arasına katışmam zor. Üstelik bunu yavanlaşarak yaptım, coşarak değil. Aramızdaki aks değil mi, aks aleyhime açıldı. En kötü adama komşu oldum” (s. 194). Biraz sonra Nazif gevşemeye başlıyor, Baba’ya inançlı olup olmadığını soruyor, Metaxa istiyor. Üç çay bardağı geliyor, Nazif’in aceleyle içkiyi kafayı dikişine Baba bana sanki Aziz’in de hayatına değiyormuş gibi gelen bir şerh düşüyor: “Acele eden kendine eder derler, şimdi bekleme zamanı, bir de bekletir ki eloğlu, bir  bekletir ki, yiyeceğini de yemez, vereceğini de vermez, gördü ya, işte bitti. Erken açan çiçek, on yaşında buluğa giren kız, dört yaşında okuma öğrenen oğlan, erken döl alan kadın, erken yol alan salak adam işte bunların ömrü beklemeyle geçer” (s. 196).

Nazif sohbetten sonuç çıkmadıkça sabırsızlanıyor: “Acele ile, “Ben,” dedi, “ben kaza mı kader ile mi doğmuş olduğumu nasıl öğrenebilirim? Siz mi söyleyeceksiniz, nasıl öğreneceğim?” diye yine kontrolsüz bir sesle sordu. Çok acelesi varmış, hemen öğrenecek ve öğrendiği ile bir yere başvuracakmış gibiydi” (s. 198). Metaxa bitiyor, yenisi geliyor, kaza mı kader mi diye tartışma sürüyorken Nazif bir hışımla şişeyi alıp ayaklanıp çıkıyor. Bu sefer kendini küçük düşürmeyi başardı.

Nazif’in hayatına biraz daha yakından bakıyoruz. Ankara’da okuduğu bölüm Matematik’miş. Başkalarının ona bakışını fark edince kendine de öyle onların baktığı gibi bakar olmuş, ama başkası olmak istemiş, tek başına ağlarmış yurt odasında (s. 200). “Kendini hiçbir şey olmayan ve olamayacak olan görüyordu, başkalarını da ha bire hurcunu dolduran” (s. 201). Düşünceyi masadan kalbine taşıyamamış. “Bir-iki şiirini bildiği şaire biri bir şey dese yumruklaşıyor” (s. 202) kısmında millete kantinlerde, yemekhanede Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun öncesi) savunmaya çalıştığım acı günler aklıma geldi. Nazif’in çilesi aslında olamayacağı birisi olmayı istemesi, kendiyle barışamaması, kendine hıyanete rağmen uyumluluğu olmuş gibi. Elinde şişeyle çıkıp yürürken bunları düşünüyor. Bir son özür için Aziz’in ailesinin evine gidiyor. Babadan, zaten yapamadığı veliliği devralma çıkışından dolayı özür diliyor, baba özrü kabul ediliyor, Nazif elleri cebinde hıncıyla yürümeye devam: “”Hiç kimse,” dedi kendi kendine, “hiç kimse bir rütbe almamalı bu dünyada. Ama bu nasıl olacak? Babaymış, şeyhmiş, hadi ordan, postu ayıdan kapan şeyh oluyor, hadi ordan,” diye bağırdı” (s. 205). İkinci bölümün sonu.


Nazif’in gelişinden sonra bir ay falan geçmiş, evde yine meydan uyandırılacak. “İşiten bir canlıya dönüşmüştü” Aziz (s. 208). Duyumu iyice ilerlemiş. Baba tıpkı Aziz’e sorduğu gibi meydanda diğer insanlara da kendilerini nasıl gördüklerini soruyor, tatmin etmeyen cevaplar alsa kendine yönelen bakışa dair tavsiyeler veriyor cemaate. En son Baba’nın bakışıyla belki ‘kendini bilmez’ diyebileceğimiz bir adamın konuşması üzerine Baba sanki bir sinir bozukluğuyla gülmeye başlayıp evi boşalttırıyor. Kısacık üçüncü bölümün sonu (s. 212).


Yaz geldi, iki yıl geçmiş Baba’nın evinde. Eğitime devam: “İnsan bakacak bir şey aradığında onları görmek yine de iyidir. Ama işte ama var. Sen, her şey bittiğinde, her şey elendiğinde kalacak olan olmalısın … Bu zihnen olacak. İnsan zihindir. Koca bir zihin. İdrakle olacaksın, idrak edeceksin demiyorum, idrak olacaksın, idrake dahil, onun içinden olacaksın. İnsan idrak olabilirse bir şey olmanın kıyısında durabilir. İnsan kaderinden daha güçlüdür” (s. 214). Aziz bacıların yollarının nasıl buraya vardığını düşünüyor, onların nasıl çekildiğini. Kendisi onlara acıyor, destek olmaya çalışırken sanki onlar yardıma ihtiyaçları olduğundan değil, yardımcıyla paylaşım yapmak için yardıma izin veridklerini anlıyorum. Öğretinin Jakob von Gunten ya da herhangi bir itaatte huzur arama kısmı da burada aklıma geldi: “Ne vakit Aziz bir işi onların yerine ele alsa onların bir başkasına yapıştıklarını görüyordu. Yorgunluk ve şikâyetsizlik, hizmette olma ve kendini unutma uğruda buradaydılar zaten” (s. 216). Aziz ne kadar sorsa da bacıların geçmişine dair bir şey öğrenemiyor.

Aziz’i kendini öğretiye bırakamaması üzerine Baba: “Oğlum korktuğun ne, neden kendini bu gayrete tam olarak bırakmıyorsun, çok seyrek bazı hallerin üst üste bazı günlerin oluyor ama doğrulup hemen gene kendine, gene benliğine tutunup yapışıyorsun …” (s. 217). Burada Aziz’in içinde birbiriyle çarpışan benler ortaya çıkıyor. Aziz bir türlü o istenen benim ortaya çıkıp diğerlerini bastıramadığını söylüyor. Baba’nın kendini izlemekle gereksiz detaylara takılma farkı üzerine sözleri: “Öncelikle kendini izleme ile kendine aşırı derecede yakından bakmayı ayır birbirinden. Sen izleyeceksin, başkasını izler gibi. Yoksa maazallah insan kendine çok yakından bakmaya başlarsa kendini hasmından ayıramaz ve kendine düşman olur. Yani kendi etrafında menfa müfettişi gibi dolaşma. Teferruat putperestliktir Azizim …” (s. 218). Sonrasında da benle ötekinin bir oluşu üzerine vahdet-i vücûd’u hatırlatan cümleler söylüyor.

Aziz’in dört kişiliği olduğunu söylüyor Baba. Bunların içinden nasıl o arada çıkan sesi daha uzun süre duyabileceğini arayacaklar. Bu “onun beş dakikasını yarım saate çıkarmaya bak, rahattan biraz rahatsız olmaya bak” (s. 219) kısmı utanç verici bir biçimde kişisel gelişim ya da sağlıklı yaşam öğütlerini aklıma getirdi. Ama bir yandan da her şeyin başı pratik, konular farklı olsa da yöntem benzer olabiliyor.

İki taşı iple bağlayıp, tam kulaklarını kapatacak şekilde Aziz’in kafasına asıyor Baba. Beş ay bu taşlarla yaşıyor Aziz. Bu haliyle, geçmişte Baba’ya söz verdiği üzere Hasan Efendi’nin ayısının burnundan halkasını çıkarmaya gidiyor (s. 221).  Hasan Efendi’nin desteğiyle koparıp çıkarıyor halkayı, sonra Baba bunu gerdanına kolye olarak taktırıyor. Gurur duyuyor Baba Aziz’in bu eyleminden. Kulaklarını kapatan taşlar Aziz’de -babasından da hatırladığımız- bir sükûneti çağırıyor (s. 226). Aziz kişilik incelemelerini başka insanlara da yöneltiyor, birkaç saatte birkaç yüzünü tanımaya başlıyor insanların (s. 228).

Baba da yavaştan Aziz’in kendini gözlemini kategorileştirmeye başlıyor, kişiliklerini tanımlıyor: Balıkçı, Mayacı, Kepenekli (Kemal). Bu yüzler arasında en çok Kemal öne çıkıyor, “onu yukarıya çekiyordu” (s. 232). Kemal etrafını beğenmiyor, biraz da Baba’ya benziyor ama daha yumuşak huylu. Aziz, Baba’nın bir şeyleri hemen anlamanın manasızlığına dair konuşmalarını hatırlıyor. Aziz kulaklarını kapasın mı dışarıya açsın mı, konuşsun mu sussun mu bilemiyor. Baba’nın Aziz’i biraz yoksayan ve hayal kırıklığı uyandırdığı haberini veren tiradı: “Sen de haklısın Aziz can ne yandın ki soğuyasın ya da ne vakit Yakup’tun ki? Ne dine bir gök küçümsemesi ile baktı da yere yapıştın, değil mi? Bana sen gelmedin ki, kapıya kedi gelmiş ben onu aslan yapmaya çalışıyorum, Allah belamı versin, daha da versin, verdiği kadarı da yetmiyor gördüğü gibi, daha ne kadar varsa göndersin, az geliyor, bana şifa olacak kadar büyük bir bela istiyorum, ister yok ederek ister etrafa bakmama artık mani olacak büyüklükte bir bela istiyorum. Rabbim ben hakkıyla, tüm gücümle kahret, her kahr zerresini yudum yudum içmek istiyorum. Ne felaket aslında herkesin başına gelen dert ve belalarla yaşamak değil mi, bana reva görülene bak. Ne kadar az’ım ki karıncanın yuvasına biraz sonra yemeğe koyacağı tuzdan serpen kadın gibi arkasını dönüp gidiyor. Sana bu kadarı kâfi diyor. Lut mu olmak lazım yahu, sırf übenaya mı yer yarılıyor, yani rabbim üç tane übenaya kızdığı kadar bana kızamıyor mu canım, hani dağın yarılıp üstüme gelmesi, hani suyun çekilmesi, vah başıma gelen belanın azlığına. Beni terbiye ya da helak etmeyen belanın Allah belasını versin”.” (s. 234, bölüm sonu)

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.