Coetzee, Karakteri Tanıtmak (III) [Bıkkın Akademisyen]

Art arda okurken, Auster’in roman açılışlarında karşılaştığım müthiş karakter tanıtma pasajları böylesi bir depolama yapma fikri uyandırmıştı. Sunset Park’dan Miles Heller ve Bing Nathan’ın tanıtıldığı pasaj ile Cam Kent‘de Quinn’e giriş yapılan yürüme ve boşluk hissine vurgu yapılan pasajı blog’a taşımıştım. Bunu bir seri hâline getirme fikri Utanç‘daki hoca David Lurie girişiyle doğdu. Birkaç sayfada bir yaşamı -belli bir bakıştan doğru da olsa- kat etmek iyi romancılardan okuduğumda beni etkilemeye devam ediyor. Ben de öylece devam ediyorum bu aptalca seçki çabalarına.

Kendi mesleği hakkında Soraya’ya pek bir şey anlatmıyor, onu sıkmak istemiyor. David, Cape Teknik Üniversitesi’nde çalışarak geçimini sağlıyor, daha önce bu okulun adı Cape Town Yüksek Okulu idi. Eskiden modern diller profesörüydu ancak büyük çaplı kısıtlamalar yapılırken Klasik ve Modern Diller Bölümü kapatıldığından bu yana İletişim Bölümü’nde yardımcı profesör olarak çalışıyor. Kadrosu daraltılan bölümlerdeki bütün personel gibi, kaç kişi kaydolursa kaydolsun, yılda bir tane seçmeli ders verme hakkı var, bunun morallerine iyi geleceği söyleniyor. Bu yıl, romantik şairler konulu bir ders veriyor. Geri kalan zamanında İletişim Teknolojileri’ne Giriş ve İleri İletişim Teknolojileri dersine giriyor.

Yeni verdiği derse her gün saatler ayırmasına karşın, İletişim’e Giriş dersinin elkitabında yer alan ilk kuralı mantığa aykırı buluyor:

İnsan toplumu düşüncelerimizi, duygularımızı ve amaçlarımızı birbirimize iletebilmemiz için dili yaratmıştır.

Kendi görüşü ise ki, bunu açığa vurmuyor; dilin köklerinin şarkıda olduğu, şarkının köklerinin de, olağanüstü büyük ve oldukça boş olan insan ruhunu sesle doldurma ihtiyacında.

Yirmi beş yıllık bir geçmişi olan meslek yaşamında üç kitabı yayımlanmıştı ama hiçbiri en ufak bir ses getirmemişti: Birinci kitabı opera üzerineydi (Boito ve Faust Efsanesi: Mefistofele’nin Oluşumu), ikincisi Eros olarak hayal üzerine (St. Victorlu Richard‘ın Hayali), üçüncüsü de Wordsworth ve tarih üzerine (Wordsworth ve Geçmişin Yükü).

Son birkaç yıldır Byron üzerine bir çalışma yapmayı geçiriyordu aklından. İlk başta yine bir kitap, bir başka eleştiri yazacağını düşünmüştü. Ama bu kitabı yazma konusundaki bütün girişimleri başarısızlıkla, bıkkınlık içinde son bulmuştu. İşin aslı, eleştiriden bıkmıştı, metre metre ölçülen şiirden bıkmıştı. Müzik yapmak istiyordu. Byron İtalya’da: bir oda tiyatrosu biçiminde, karşı cinsler arasındaki aşk üzerine düşünceler.

İletişim dersi öğrencilerinin karşısında dururken aklından hızla cümleler geçiyor, notalar, henüz kaleme almamış olduğu çalışmasındaki şarkılardan parçalar geçiyor. Hiçbir zaman iyi bir öğretmen olmamıştı; bu biçim değiştirmiş ve -ona kalırsa- iğdiş edilmiş öğretim kurumunda, şimdi kendisini eskisinden de uyumsuz hissediyor. Ama eski çalışma arkadaşları da aynı durumda, yapmaları gereken görevlere hiç de uygun düşmeyen eğitimleri bir yük gibi sırtlarında; post-dinsel bir çağın memurları onlar.

Öğrettiği konuya hiç saygı duymadığından, öğrencileri üzerinde de etkisi olamıyor. O konuşurken çocuklar ona boş boş bakıyor, adını unutuyorlar. Onların bu kayıtsızlığı pek itiraf etmese de onu incitiyor. Yine de o çocuklara, anne babalarına ve devlete karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiriyor. Aylar boyu onlara ödev hazırlıyor, bu ödevleri topluyor, okuyor ve üzerlerine not düşüyor, noktalama işaretlerini, yazılışlarını ve kullanımları düzeltiyor, zayıf kanıtları sorguluyor, her sınav kâğıdına kısa, özlü bir eleştiri notu ekliyor.

Öğretmenliği sürdürüyor, çünkü geçimini bu yoldan sağlıyor; aynı zamanda ders vermek, ona alçakgönüllü olmayı öğretiyor, dünyadaki yerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu konudaki ironi gözünden kaçmıyor: Bir şey öğretmeye gelen kişi, en sert dersi alıyor, bir şey öğrenmeye gelenlerse hiçbir şey öğrenmiyorlar. Mesleğinin bu özelliğinden Soraya’ya hiç söz açmıyor. Soraya’nın mesleğinde kendisininkine denk düşen bir ironi bulunduğunu sanmıyor.

J. M. Coetzee, Utanç, çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2018 [1999], 13. basım, s. 12-4.

Tanpınar, Düşe Kalka Sorumsuz Seyreden İnsan

İhsan devam etti:

— Sen insandan mesuliyet duygusunu kaldırıyorsun. Yerine birtakım hazır, yaradılıştan gelme faziletler koyuyorsun. Halbuki insan mesuliyet duygusundan başlar. Öbürleri mizaç zenginlikleridir. Nitekim hikâyende bir evlenme, bir hayal düşüşü veya sebepsiz nefretle kahramanın, tasavvur ettiğin tanrı adam, cinayete doğru değişiyor. Halbuki mesuliyet duygusu…

– Mesuliyet duygusu da değişir. Yalnız ameliye genişler… İlk önce kıymetleri yıkar.

– Yıkar ama, o zaman daireden çıkar! Çünkü insanlık mesuliyet duygusu ile başlar.

Suat başını salladı:

– Ne çıkar bundan?..

– Şu çıkar. İnsanlarla, hayatla dediğin gibi barışmış olmaz. Bilakis onlarla arasına kan girmiş olur. İnsanla ve kâinatla barışık kalmak için onların bendeki çehresinin tam ve yerinde durması lâzımdır. Halbuki cinayet, hattâ en ufak haksızlık bu çehreyi bizde bozar. Kâinatı inkâr etmiş oluruz. Yahut kâinat bizi kusar.

– Senin ıstırabın bunu bozmuyor mu?

İhsan tereddütsüz cevap verdi:

– Bilakis, ben ıstırabımla insanlarla barışıyorum. Onu mustarip olduğum zaman daha iyi anlıyorum. Aramıza o kadar sıcak bir şey giriyor ki… o zaman mesuliyet duygumu daha iyi idrak ediyorum. Istırap günlük ekmeğimizdir; ondan kaçan insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur, ona en büyük ihanet ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlığın talihini değiştirebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yığın hürriyet versen, yine ölüm, hastalık, imkânsızlıklar, ruh didişmeleri kalır. O hâlde ıstırap karşısında kaçmak kaleyi içten yıkmaktır. Ölüme kaçmak ise büsbütün korkunçtur. O sadece mesuliyetsiz hayvanlığa sığınmaktır.

Bir dakika durdu. Onun da Suat kadar ve belki de daha fazla ıstırap çektiği belliydi.Yüzü ter içindeydi. Ağır ağır devam etti.

– İnsan talihinin mahpusudur. Ve bu talihin karşısında imandan ve bilhassa ıstıraba katlanmaktan başka silâhı yoktur.

– İmandan bahsediyorsunuz, aklın yolundan gidiyorsunuz.

– Akıldan gidiyorum. Elbette akıldan gideceğim. Sokrat, akıllı âşık ihtiraslı âşıktan iyidir diyor. Akıl, insanın ayırıcı vasfıdır.

– Fakat öldürenin de, kendisi de öldürme hareketinde ölenle beraber ölmüyor mu?..

– Bir bakıma göre doğru… Ama işte bu ölüm istediğin yeniden doğuşu temin edemez. Hiç olmazsa her zaman için. Çünkü bu isyanla biz kategorinin dışına çıkarız. Sen insanı kâinatın içine lâyıkiyle yerleştirmiyorsun. Halbuki işe oradan başlamalı. Ben insana tanrılık vasfını reddedenlerden değilim! Bilakis kâinatın efendisi insan ruhudur.

Suat güldü:

– İhsan’ın coşkun tarafına rastgeldim, dedi. Fakat Mümtaz sen yine bu hikâyeyi yaz!

Mümtaz ilk defa söze karıştı:

– İyi ama, niçin benim yazmamı istiyorsun da kendin yazmıyorsun?..

– Gayet basit. Sen hikâyecisin. Yazmaktan hoşlanıyorsun. Rollerimiz ayrı. Ben sadece yaşıyorum!

– Ben yaşamıyor muyum? Bu suali Mümtaz en yumuşak sesiyle, yoksa öldüm mü? der gibi sormuştu.

– Hayır yaşamıyorsun; yani benim gibi değil. Sen bir noktaya çekilmiş orada yaşıyorsun. Geniş ve parlak hayallerin var. Zamana hükmedeceğim diyorsun. Kendine yarayacak hiçbir şeyi kaybetmemek için çırpınıyorsun. Bu bana yarar, bu yaramaz, diye ayırıyorsun. İstediğine bakıyor, istediğine bakmıyorsun. Âdeta kendi kendine konuşuyorsu. İkide bir öksürüyor, her öksürükten sonra aldırmayın geçer… der gibi başını sallıyordu. – Senin behemehal kendinin olmasını istediğin bir dünyan var. Yapmacık da olsa onda kalıyorsun. Ben senin gibi miyim? Ben sefil, maddî, ayyaş, vazifesinden kaçan bir adamım. Benim ömrüm biçare bir israftır. Su gibi akıyorum. Hastayım, içki içiyorum; evlât babasıyım, yüzlerini görmek istemiyorum. Kendi hayatımı bir tarafa bırakmışım, her an başka bir insanın derisinde yaşıyorum. Bir hırsız, bir katil, bacağını sürükleyerek yürüyen bir zavallı, hepsi, her gördüğüm canlı mahluk, benim için ayrı ayrı davetler oluyor. Beni çağırıyorlar. Hepsinin peşlerinden koşuyorum. Bana kabuklarını açıyorlar, yahut ben onlara vücudumu açıyorum, farketmeden içime yerleşiyorlar, elimi, kolumu, düşüncemi zaptediyorlar, korkuları, vehimleri, benim korkularım, vehimlerim oluyor, geceleyin onların rüyasını görüyorum. Onların azabıyla uyanıyorum. Sade bu mu? Bütün inkâr edilenlerin azabını içimde yaşıyorum. Her düşüşü tecrübe etmek istiyorum. Bizim bankanın kasasını, bana emanet edilen kasayı kaç defa soydum biliyor musun?

Macide ağlayacak gibiydi:

– Neler söylüyorsun Suat?.. Dinlemeyin bunu Allah aşkına… Ter içinde baksanıza…

Mümtaz yengesine baktı; yüzü bembeyazdı, gözleri büyük büyük açılmıştı. Macide tam bir asab krizi içindeydi. Fakat Suat onun telâşına ehemmiyet vermedi:

– Merak etme Macide. Zannettiğin gibi değil. Hakikatte soymadım. Fakat belki yüz defa kasayı soymayı düşündüm. Sade düşünmedim, soyduğumu tahayyül ettim. Belki yüz defa bankadan en geç olarak çıktım. Arkamda her an beni yakalayacak adamlar vehmederek küçüle küçüle yürüdüm, hiç geçmediğim yollardan yürüdüm.

İlhan sordu:

– Peki ama niçin yaptın bunu?

Fakat Suat hep Mümtaz’a bakarak cevap verdi.

– Niçin hayatımı en mânasız şekilde budalaca yaşadıysam, niçin eğlendiysem, niçin içtiysem, niçin evlendiysem. Zamanı öldürmek için. Yaşamak için; çürümemek için! Omuzlarını silkti; ne bileyim ben? Kendimi duymak istiyorum da ondan! Uçuruma, her an ben varım, demek ihtiyacı. Şimdi niçin sen yazasın istiyorum, öğrendin mi? Bir kere olsun belkemiğinde dehşet ürpersin diye! Hepinizin kafasında sevgi, ıstırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben kelimelerin mânasını öğrenmek istiyorum. Onun için yaptım. Meselâ öldürecek derecede sevmediğini öğrenmek için yazmalısın. Fakat sen ölümü de bilmezsin… Kahkahalarla gülüyordu: Eminim ki senin için ölüm bir fırında iyice piştikten sonra, tıpkı bir müzede muhafaza edilen eşya gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak beklemektir. Öyle değil mi? Ve sen ölümden iğrenmezsin, onu güzelin ve aşkın kardeşi görürsün. Hiç ölümün iğrenç bir şey olduğunu düşündün mü? İğrenç bir çürüme ve kokma!..

Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları, 2010 [1948], 18. basım, s. 290-4.

Gospodinov, Doğal Roman ve Gözlemci

Doğal Roman, önemsiz bulunan ve yarı-mundar şeyler, ve daha önemli olan doğa, evlilik, yalnızlık, edebiyat ve zavallılık üzerine deneme-roman, ama yalan-roman değil. Nadiren ilgimi yitirdiğim bölümleri olsa da Gospodinov’un 48 fragmanlık romanı, beni çoğu yerinde, son zamanlarda ilgimi çeken birçok meseleyle rabıtalı olduğundan, yakalayıverdi. Bir süre önce okusam, yarıda bırakabilirdim. Romanın kalın hattını “apaçık, dibine kadar postmodern” olarak çizebilirim, bu hattın içine sokulduktan sonraysa, roman boyu ileri sürülen doğa ilgisi, başka bir romanda veyahut gündelik sohbetlerde saçmalama olarak addedilecek ya da “bahsedilmesinin bile dayanılmaz bulunacağı” konularla ilgilenmesi -tuvaletler, sinekler, kedi/köpek karşılaştırmaları, toplu yaşanılan bir evdeki oda kullanımları ve yüz yüze gelmekten kaçışlar-, yaşamdan kısmen soyutlanmış gözlemci bireyi romanın anlatıcısı konumuna sorgulayarak çekişi, ç(alınmış) sözlerle, klasik roman ve öykü açılışlarını montajlayarak, romanını bezemesi vb. birçok açıdan benim biricik romanlarımdan birisi olarak kıldı Doğal Roman’ı. Şimdi onu tüketebilirim.

Romanı okurken sayfa kıvırma frekansım yer yer azalırken, bir noktada kitabı yok edici bir buruşturuculuğa evrildi. Art arda kıvrılan sayfalar romanı adeta fiziken küçülttü, katlanmış bir cep romanı hâline getirdi. O kısmı buraya saklamak istedim. Sineklerin sonsuz gözlerinden parçalı gerçekliğe, yalnız başına kalmak adına üretilen madde kullanımı pratiklerinden -uyuşturucu olmasına gerek yok, parkta oturup milleti dinlemeyi sağlayan bir gazete de olabilir- kulak yoluyla durağan gözlemciliğe evrilen, en güzeli de içinde hikâye anlatıcılığı ve romancılığa dair sorgulamalar ve dersler taşıyan bu birkaç bölümlük uzun alıntı kimseye bir şey ifade eder mi bilmiyorum.

Son olarak ben edebi seyahatimi İletişim, Metis, Ayrıntı, Can, YKY, İş Kültür, Sel ile içeriden sakatlamışken, eskilerden Adam, Nisan’a bakar, yok olur da fanteziye kaçarsam Siren (bu ilk listeyi de zorlar), Monokl, Dedalus, Everest, Jaguar, April, Helikopter, Yordam (Mieville), İthaki’den (bilim kurgu) belki haberdar olurken bu romanı zamanında Apollon Yayıncılık basmış, hiç haberim olmamış. Sevdiğim bir kültürel hegemonyanın altında hissediyorum kendimi.

29. SİNEKLERİN DOĞAL TARİHİ’NE DOĞRU

Sinekler çift kanatlıların grubuna girer ve bir çift iyi gelişmiş ön kanada sahiptir. Sineklerin çoğu ezelder beri insanın etkinliklerine bağlı olarak onun etrafında yaşamıştır, bu nedenle onlara sinantropik hayvan denir (sin – beraber, antropos – insan). İnsanın evinde, onun dışkısı etrafında, çöplüklerde vs. barınırlar. Bu anlamda bugün tanıdığımız tipik sinantropik sineğin, istemeyerek insan tarafından yaratıldığı varsayılabilir. Veya insanın çöpçülük faaliyetleri tarafından. Bazı biliminsanları onların insandan önce de mevcut olduğunu ve o zamanlar da ceset ve dışkılarla beslendiğini iddia ediyor. Ama insanın ortaya çıkmasıyla sineklerin onda hemen ev sahiplerini gördüklerini ve evine girip orada yapışık kaldıklarını reddetmiyorlar. O günden bu yana ev sahibi -sadece sofrasından kalanları istemelerine rağmen- ısrarcı misafirleriyle barış sağlayamamıştır ve onları her yöntemle kovmaya çalışır. Onları dışarıda tutmak için kapılara tel takar, onları ezmek için ucuna bir parça bezin iliştirildiği sopalar ve boğmak için sirke dolu kaplar kullanır; onları elleriyle yakalayıp kibrit kutusuna doldurur. Küçük çocukların uyguladığı yöntem çok daha etkilidir: Bir sinek yakalanır ve iki kanadı kopartılır, böylelikle sinek ânında çift kanatlılar sınıfının dışında kalır, zavallı bir piyadeye dönüşür ve diğer sineklere ibret olsun ve korku saçsın diye bırakılır. İnsanlar tüm bunları sadece sineğin ne kadar önemli olduğunu ve yarar sağlayabileceğini anlamadıkları için yapar ve neyse ki kayda değer bir başarı elde edemezler.

Her şeyden önce sinek parçalayıcı özelliğe sahip bir organizmadır, yani kompleks organik maddeleri -cesetler, leş, çürümüş et, dışkı- parçalayıp inorganik maddeye dönüştürür, o da bitkiler tarafından tekrar kullanılır. Böylece sıradan bir ev sineği (Musca domestica) veya çiçek sineği (Eristalis tenax), hatta mavi şişe sineği (Calliphora vomitaria) bile, almış başını giden bir organik evrimin doğal bir kısıtlayıcısı görevini görür.

Çift kanatlıların, özellikle sineklerin yapısı son derece ilginçtir. Sinek gözü gerçek bir itiraftır. İyi gelişmiştir ve neredeyse tüm kafayı kaplar. Gözü aslında binlerce minik gözden (aralıktan) oluşur; her biri altıgendir ve hafifçe kabarıktır. Sineklerin miyop olduğu kabul edilmiştir ama yeryüzünde daha ayrıntılı, daha detaylı bir bakış düşünülebilir mi? Bazı romancıların teknik olarak kullandığı fragmantasyon aslında sineğin gözünden alınmıştır. Bir sineği konuşturabilsek ortaya nasıl bir roman çıkar acaba…

Bir sineği konuşturabilsek ortaya nasıl bir roman çıkar acaba… Onun doğal olarak bizimkinden farklı bir dile sahip olduğundan şüphem yok. Şu anda sineği merak eden ben olduğum için (sinek neden beni merak etmiyor?) dilinin mekanizmasını benim keşfetmem lazım. Bildiğim kadarıyla arıların dili uçma esnasında çizdikleri figürlerle bağlantılı. Aynı bağlantı sineklerde de aranabilir. Ev sineği insanlara en yakın olandır, her zaman el altındadır. Lafın gelişi “el altında” dedim. İnsan onunla her zaman tam da bu şekilde konuşmuştur. Başka bir dil aradığımızda “lafun gelişi”nden kaçınmalıyız, o nedenle sinekleri gözümüzün önünde tuttuğumuzu söyleyeceğiz. Bu dili öğrenmenin ikinci aşamasına, “tek bir sinekle konuşma yetisi kazanma” diyebiliriz. Bu, günlerce süren bir gözlem ve tek bir sinek gerektiriyor. Her sinek kendine özgü bir uçuşa, yani dile sahiptir. Bazıları daha gevezedir ve havada daha uzun dolaşır; bazılarıysa ağır ağır konuşur, cümlelerin ortasında bir yerlere konar, başa döner ve sonuç olarak anlatının ucunu kaçırır. Anlatılarını pek fazla süslemeyen, nerede duracağını bilen, açık ve temiz bir uçuşa sahip sineklerin aranması önemlidir. Bilgiden yoksun bir kişi için tüm sinekler aynıdır. Eğer bu yabancı dili öğrenme konusunda kendini geliştirme kararı alan kişi tek bir sineğin yoğunlaştırılmış gözlem aşamasını gözardı ederse, farklı sinekleri kolayca birbirine karıştıracak ve sürekli bir öyküden başka bir öyküye geçecektir.

30.

Çünkü sinek öldüğünde ve üzerine kül serpildiğinde, dirilir, bir tür yeniden doğuş gerçekleşir ve başka bir hayat yeniden başlar.

Lucian, “Sineğe Methiye”

Son zamanlarda, en hafif ifadeyle tuhaf sayılabilecek ama semptomatik olarak da görülebilecek bir şeyle uğraşıyorum. Sinekleri ve… doğrudan söyleyeceğim, onların öykülerini inceliyorum. Bu uğraşımı kolaylaştıran bir nokta var – gözlemlenen obje her zaman gözümün önünde. Diğer herkesin de gözünün önünde, bu yüzden de onlar için görünmez durumda.

Sineklere karşı bu ani ilgimin nedeni mi? Kendimi, yazmak istediğim romandan kaynaklandığına ikna etmeye çalışıyorum. Sineğin bakışını anımsatan çokyönlü bir roman. Ve onun gibi, ayrıntılarla, sıradan gözün görmediği küçücük şeylerle dolu bir roman. Sinekler gibi sıradan bir roman. İşte, itiraf ediyorum, sinekler bana bu yüzden lazım. Başımızın üzerinde uçuşan, tavanda uyuklayan, masanın üzerinde gezinen, aynı anda da çürüyen cesetlerin, tuvalet deliklerinin içine yumurtlayan bu haşereler -bir tek onlar ilahi olanla tuvaletin yeraltı âlemini birbirine bağlayabilir.

Sinek dünyanın arabulucusudur, şeytan ve meleğin bir aradaki halidir. Bir roman için daha iyi bir model, daya iyi bir alegori olabilir mi? Şöyle diyor Eflatun İon‘da: “Şair özünde hafif, uçucu ve kutsal bir varlıktır, sadece kendinden geçince ve aklı kaçınca, sadece mantığını yitirince yaratma yetisine sahiptir.” Bir nevi çıldırmış bir sinek. Eflatun’un şairlerle arasının hiçbir zaman pek iyi olmadığını biliyoruz.

Mükemmel roman, farklı olayları birbirine bağlayan ipin uçuşan bir sinek olduğu romandır. Tekrarlayabilirim -olayları birbirine bağlayan ip uçuşan bir sinek olmalı.

Ve tekrar – bir sinek.

Sinek. Si-nek. Siiii-nek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek. Sinek.

Peki, sineklere hayranlıkla bakmamın, tuvalete ve tüm bu doğal öyküye gömülmemin bir makul nedeni daha var: etrafta uçuşan diğer sinekleri incelerken birkaç saatliğine susturabildiğim ısrarcı bir neden, adeta bir başka sinek. Ama o içimde kalıyor. Kafatasımın içindeki sineğin bir çıkış yoluna ihtiyacı var.

31.

Ağ, balık yakalamaya yarar – balık yakalandıktan sonra ağ unutulmalıdır.

Kapan, tavşanı yakalamaya yarar –tavşan yakalandıktan sonra kapan unutulur.

Kelimeler, anlamı yakalamak için kullanılır, anlam yakalandıktan sonra kelimeler unutulabilir.

Keşke kelimeleri unutan birini bulabilsem de onunla muhabbet etsem.

Chuang Tzu, MÖ 4. yy.

32.

O öykü toplar ama kendi öyküsü yoktur.

Sabah erken kalkıyorum. Giyinip pazara gidiyorum. Nadiren bir şey alıyorum. Tezgâhları ağır ağır dolaşıyorum, tüm meyve ve sebzeleri inceliyorum. Satıcılara dikkat etmiyorum. Sadece bakıyorum. Sıcak renkler ve yuvarlak şekiller üzerinde düşüncelere dalıyorum. Bu egzersize “gözler için vitamin” adını verdim. Sadece harflere baktığın uzun gecelerden sonra iyi geliyor. Sonra gazete alıyorum. Türü fark etmiyor. Gazete, sigara gibi, bir masada veya bankta tek başına bir saatten daha uzun süre kalmak için bir bahane. Göze çarpmıyorsun. Okuyorsun ve insanların ne konuştuğunu dinliyorsun. Yoksa konuşmayı unutacağım. Konuşmak gelmiyor içimden, son günlerde bunu yaptım mı hatırlamıyorum ama iyi bir dinleyiciyim. Pazarın yanındaki kafede konuşma konuları önceden mevsime göre belirlenmiş durumda. Böylece mayısta mezuniyet partileri, haziranda gelecek izinler, temmuzda üniversite sınavları, ağustosta berbat geçen tatiller, eylülde turşu ve birinci sınıfa başlayan öğrencilerin defterleri hakkında konuşuluyor. Tüm bunlar beni rahatlatıyor. Demek bir yerlerde, hem de bana çok yakın bir yerlerde, hayat sakince ve lokantadaki çorba -ana yemek- tatlı düzeninde devam ediyor. Gazetenin arkasına geçip insanların ne konuştuğunu dinliyorum, sohbetlerinin içinde çözülüyorum, kahve içindeki küp şeker gibi. Eğer dikizlemek göz ve bakışla ilgiliyse, gizli gizli dinlemeye ne denir? Bir tür kulak röntgenciliği.

İşte otuzlu yaşlarda iki kadın. Benim masamda oturuyor ve çene çalıyorlar. Biri altı yaşındaki oğluyla gelmiş; çocuk etrafta dolaşıyor ve annesine yaklaşır yaklaşmaz sohbetleri, ona pastadan bir parça daha verene kadar duruyor, sonra hiç kesilmemiş gibi kolayca devam ediyor. Onlar için neredeyse görünmezim. En azından herhangi bir tedirginlik belirtisi göstermiyorlar. Çocuksuz olanın söyledikleri:

“Evleneli altı yıl oldu ve bu geri zekâlı beni hâlâ affetmiyor.”

“Manyak,” diye cevap veriyor diğeri.

“Benimle sadece âdet gördüğümde yatmaya devam ediyor. Ayda beş gün. Geri kalan zamanda beni görmek istemiyor. Ben ona yanaştıkça o daha fazla öfkeleniyor. Şimdi dairede yalnızız, her gün yapabiliriz. Ama hayır. Bağırıp çağırıyor. Beni görmek istemediğini söylüyor. Köpek, diyor, benimle evlenmeden önce mahallede vermediğin kalmadı.”

“Ne istiyormuş bu herif?”

“Bir yıl dayanamadın diyor. Ona romanlardaki gibi evleneceğimize söz vermiştim, birbirimizin ilki olacakmışız. Ben Brooke Shields miyim sanki?”

“Brook Shields’in bakire olduğunu mu sanıyorsun? Eee, sonra?”

“Şu kadarını söyleyeyim, onu sonuna kadar bekledim. Ama onu Komi’de iki ay daha tuttular. Ben de taştan değilim herhalde. (Burada dayanamayıp kahvemden bir yudum içerken şöyle bir göz atıyorum. Gerçekten taştan değil – neredeyse bir genç kızınki kadar ufak, kışkırtıcı şekilde sivrilen göğüsler, hafifçe genişlemeye başlamış kalçalar, hâlâ diri ve alımlı bacaklar, üzerinde güneşten rengi açılmış belli belirsiz tüyler.) Ve kesinlikle rastlantı sonucu oldu. Bilirsin işte, biraz içersin, gevşersin, güya sadece bir el atarlar, ve… hadi bakalım. Yirmi beş yaşındayım. Adam kanadığımı görünce neredeyse aklını kaçırıyordu. Herhalde mahalledeki son bakireydim. Ne rezillik. Utancımdan öldüm. Sonra bu adamla bir şey olmadı, onu bir daha görmedim, herhalde bana hâlâ küfrediyordur. İki hafta sonra Kirço döndü, düğün için artık belirlenmiş bir günümüz vardı. O bir yemek takımları almış, yüzükler, bir görsen…”

“Çünkü altın orada ucuz.”

“Bayağı bir para biriktirmişti, şeker gibi bir düğün yaptık. Sonra da bakire olmadığımı öğrenince… başlamasın mı bağırmaya, onu aldatmışım, o orada kadın yüzü görmemiş, iki vardiya çıkarıyormuş, diğerleri onunla dalga geçmekte haklıymış, ben burada kuyruğumu sallarken bana güvendiği, benim uğruma ter döktüğü için dalga geçiyorlarmış. Üç ay bana elini sürmedi. Üçüncü ay âdetimi bekledi ve ilk defa birlikte olduk. Ben, diyor, ilkin olamadım ama şimdi her zaman ilk sefer gibi olacak. Üç gün, kanadığım sürece, üzerimden kalkmadı. âdetim çok sancılı geçtiğinden hıçkırıyorum, çığlık atıyorum, kendimi geri çekiyorum… Onunsa daha da hoşuna gidiyor. İstediği bu ya, bakireymişim gibi.”

“Adam hasta. Ama sen de tam dayaklıksın ha, ona hâlâ katlanıyorsun.”

“Onun için kolay olduğunu mu sanıyorsun? Kötü biri değil aslında. Şu deliliği de olmasa. Ayın geri kalan kısmında ne yapıyor bilmiyorum. Banyoda kendi mi hallediyor, başka bir kadın mı var, bilmiyorum. Onu âdetli değilken en azından bir kez yapmaya zorluyorum. Bir hamile kalsam…”

Daha fazla kalmam uygun olmayacak. Kalkıp çıkıyorum. Onlarsa beni sanki yeni fark ediyor, konuşmayı kesip özenle kahvelerini yudumluyorlar. Eve doğru yürürken bu kadınlarla yarım saatliğine kendi kocalarıyla asla olamayacakları kadar samimi olduğumu düşünüyorum. Üzücü bir sonuç. Bir yerlerde kendi karınla senden daha samimi olan başka erkekler var demek.

Georgi Gospodinov, Doğal Roman, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları, 2018 [1999], s. 85-93.

Beckett, Sayıklamalar (I) – Acaba Nasıl

mutlu gün yolculuk bitiyor hiçbir terslik yok görünürde şaka güldürmüyor artık eskidi iyice bedenin sarsılışları duruyor açık havaya ciddi şeylere dönüyorum yeniden dosdoğru Abraham’ın bağrına sığınmam için küçük parmağımı oynatmam yeterli söyleyeceğim ona müsait yere sokmasını

yine de birkaç düşünce sıralayayım işler biraz daha düzelsin diye beklerken rahatlığın gelip geçiciliği üzerine hayvanlar dünyasındaki çeşitli türler üzerine önce süngerlerden başlıyorum sonra hadi bırak bu konuyu atla geç hadi

doşkılar hayır benim bunlar ama seviyorum onları yarı boş parmakların gevşeyerek bıraktığı eski kutuları hayır başka bir şeyi çamur yutuyor her şeyi ben tek başımayım çamur taşıyor beni yimi kilomu otuz kilomu zorlanıyor biraz bu ağırlığın altında sonra zorlanmıyor ben kaçmıyorum sürgün yaşıyorum

hep aynı yerde kalmalıyım başka bir arzum olmadı hiç küçük ölü ağırlığımla bu ılık çirkef suda yuvamı kazmak sonra bir daha oradan hiç kımıldamamak arada sırada canlanan eski düşüm bu şu anda da yaşıyorum bu düşü şu ağır ağır akan günde şu anda değerinin ne olduğunu eskiden değerinin ne olduğunu biliyorum

kara havadan kocaman bir kütle çekiyorum içime ve en sonunda yolculuk yaşamıma son veriyorum Pim’den önce birinci bölüm acaba nasıldı ötekilerden yerinden kımıldamayanlardan önce Pim ile birlikte Pim’den sonra acaba nasıldı acaba nasıl müthiş uzun bir zaman dilimi hiçbir şey görmüyorum bu sırada işitiyorum sesini sonra uzaktan göğün sonsuzluklarından ve derinliklerden gelmiş olan şu öteki sesi işitiyorum içime giriyor ses soluk alış veriş durduğunda artıklar mırıldanıyorum onları

bu huzursuzluklar bitti artık bir an bile sürmeyecek bulunduğum yerde rahatıma diyecek yok küçük parmağımı kaldıramayacak kadar güçsüzüm bunun beklentisi altımdaki çamurun önce yarılıp sonra yeniden kapanacağı mı yani

soru eski soru evet ya da hayırsa eğer bu karmaşa her gün eğer her gün ah işitmek fısıldamak zorunda kaldığımız şu sözcük bu karmaşa evet ya da hayır eğer her gün kaldırıp havalandırıyor mu beni kirlerimden arındırıyor mu

gün iyice ilerledi sonuna geliyoruz neredeyse bin günden oluşuyordu belki de eskinin güzel bir sorusu bu kafayı karıştırıyor hep evrensel anlamda geçerli üstelik muhteşem bir şey bu

Pim’in kronometresinde sahip olmak bir terslik var burada saatin ölçeceği bir şey yok demek ki artık yemek yemiyorum hayır artık içki içmiyorum ve yemek yemiyorum ve kımıldamıyorum ve uyumuyorum ve görmüyorum ve bir şey yapmıyorum bunların hepsini bir kısmını yeniden yapacağım günler gelecek belki de önce evet dendiğini işitiyorum sonra da hayır

sesi niye ölçeyimki ses benim değil sessizlik olsa ölçerdim bana yarardı bir işe yarardım bir şeye Tanrım

Tanrı’ya lanet okuyorum hiç sesim çıkmıyor saati kazıyorum belleğime ve bekliyorum gün ortasını gece yarısını Tanrı’ya lanet okumak için ya da kutsamak için onu saat elimde bekliyorum ama günler yine ortaya çıktı şu sözcük belleksiz ne yapacağım çuvaldan bir parça koparıyorum düğüm yapıyorum ip olarak kullanıyorum çok güçsüzüm

ama önce yolculuk yaşamımı noktalıyorum birinci bölüm Pim’den önce çamurda adı konulmamış bir debelenme benim bu ne anlıyorsam onu söylüyorum çuvalı karıştırıyorum ipi çıkarıyorum çuvalın ağzını sicimle bağlıyorum ipi boynuma geçiriyorum yüzükoyun yatıyorum elveda diyorum hiç sesim çıkmıyor atılıyorum ileri

on metre on beş metre sola yarım yan sağ ayak sağ el ha it ha çek yüzükoyun fışkırmalar hiç sesim çıkmıyor sağa yarım yan sol ayak sol el ha it ha çek yüzükoyun fışkırmalar hiç sesim çıkmıyor bu betimlemede her şey noktasına virgülüne kadar doğru

karmakarışık hesaplar yapıyorum böylece rotamda bir iki saniyelik sapma oluyor en fazla bir gün bir gece usa sığmaz yola çıkış anımda söylemişlerdi yönümü rastlantı sürüklemişti beni zorunluluk sürüklemişti her ikisi de sürüklemişti üçüncüden biri doğru batıdan güçlü bir duygu var içimde doğuya çıkmıştım yola

işte böyle çamurda karanlıkta yüzükoyun düz bir çizgi boyunca aşağı yukarı iki yüz üç yüz kilometre başka sözcüklerle ifade edersem hiç durmasam sekiz bin yılda dönmüş olurdum dünyanın çevresini yani bir o kadar yolu kat ederdim

eğitimimi nerede gördüm matematik gökbilim hatta fizikle ilgili bilgilerimi nereden aldım söylenmiyor bu bana ama bunlar damgasını vurdu bana kişiliğimi oluşturdu önemli olan bu

bu ufuklara yönlendikçe duyumsamıyorum yorgunluğumu ama o belli ediyor kendini yine de çaba gösterdiğim bir yanımdan öteki yanıma geçişim arada benimsediğim yüzükoyun konumun devamı niteliğinde bu sessiz ilenmelerim artıyor

bir aşağı yukarı kesinlik aniden bir santim daha ilerliyorum ve küçük bir vadiye yuvarlanıyorum ya da bir duvara çarpıyorum kendi bildiklerim dışında bir şey söylemiyorlar bana umutlar işte bu tarafta gizli beni düşümden koparıyor teslim oldum

yaşamıyoruz diye yakınıyorlardı yukarıdaki insanlar böylesi bir zamanda tuhaf buluyorum bunu kafalarındaki bu aptalca düşünceyi hepsi öldü şimdi şimdi bunun yaşam olmadığı ötekilere gelelim devamı çok tuhaf doğrusu yani anlıyorum onları

oldum olası anladım her şeyi anlamadığım birkaç şey oldu yalnızca coğrafta tarih örneğin her şeyi anladım ve hiçbir şeyi bağışlamadım olumsuz bir görüşüm olmadı hiçbir konuda gerçekten de öyle oldu hayvanlara yapılan acımasızlıkları bile kınayamadım hiçbir şeyi sevmedim

böylesine aptalca bir düşünceydi işte şimdi yok oldu gitti günün artık zararı dokunamaz bana

çok güçsüz olmamalı insan aynı düşüncedeyim daha güçsüz olsun isteniyorsa hayır en güçsüzü olması gerekiyor sonra daha da güçsüzü ne duyuyorsam onu her sözcüğü söylüyorum hep

günüm günüm yaşamım işte böyle geri dönüyor hep eski sözcükler hayır pek dönmüyorlar artık ben yalnızca yeni bir ortama uyum sağlamaya çalışıyorum sonra uykuya kadar sürdürmeye çalışıyorum varlığımı uykuya dalıp delirmemeliyim değmez ki

Samuel Beckett, Acaba Nasıl,  çev. Uğur Ün, Ayrıntı Yayınları, 2014 [1992], 2. basım, s. 40-3.

Birsel, Gözlemciliğin Sınırları (II)

Birsel, Gözlemciye Giriş (I)

Tütün Yaprakevi’nden kovulmama ben yeryüzündeki gözlemcilik görevimin daha iyi gerçekleşmesi için Tanrı’nın düzenlediği bir olay gözüyle bakıyordum.

Biriyle konuşur, ekmeğimi böler, çarşıda dolaşır, kadınlarla yatarken derlediğim gözlemlerin artık daha derin anlamları vardı.

Eskiden gözlemcilik, varlığıma ekli bir varlık durumdayken, şimdiler damarlarımda akmağa başlamış, etime, sinirlerime karışmıştı.

Tam bir özgürlük içinde olmak nesneler karşısındaki tutuma da yeni bir yeni bir yön verdi.

Önceleri kendimi, ya da karşımdakileri gözlerken, bu işin de bir gözlemi olabileceğini hesaba katmamıştım. Tütün Yaprakevi’nden ayrılmamın sinirlerime, gözlem gücüme kazandırdığı keskinlik beni gözlemlerin de gözlemi olabileceği düşüncesine götürdü.

Öyle oldu ki, ya kendimi, ya başkalarını gözlem altına alırken, gözlem altına alışımı da gözlemlemeğe başladım.

Bu buluşum gözlemlerime renk katmış, onların değerini bir kat daha artırmıştı.

Ama bununla da yetinmedim.

Bu kez de, kendi gözlemciliğimi, gözlem altına alışımı da gözlemlemeğe koyuldum.

Daha sonra, bu üçüncü gözlemin de gözlemini çıkarmağı denedim.

Her gözlemin gözlemini buldukça, o bulduğum gözlemin de gözlemine varmaktan kendimi alamıyordum.

Böylece, içiçe, sonsuza doğru, bir gözlemler zinciri belirmeğe başladı.

Buna, zamanla, o kadar alıştım ki, artık her yeni gözlemde, bunun hemen ikincisi, onuncu, otuzuncu, yüz otuzuncu gözlemini de araştırıyordum.

Bu davranışın karşısında bir gözlem hiçbir vakit sonuçlanamıyor, boyunca sonsuza doğru, gözlemlerin gözlemi durumunda uzayıp gidiyordu. Başka gözlemlere geçtiğim zaman ise, bir yandan yeni gözlemler biçimleniyor, bir yandan da eski gözlemlerin gözlemleri sürüp gidiyordu.

O duruma gelmiştim ki, içimde gözlemler, milyonlar, milyarlar ya da sonsuzu gösteren sayılarla yanyana duruyordu.

Bir hesap makinesinden, bir bilgisayardan hiç mi hiç başkalığım kalmamıştı. Boyuna çalışıyor, toplamlar, çıkarmalar, çarpmalar yapıyordum.

Bir gün, biraz dinlenebilmek, sinirlerime çingene keyfi ettirebilmek düşüncesiyle bu gözlemlerin gözlemlerine ara vermek isteyince korkuyla gördüm ki, benim bu işten dönmemin artık hiçbir yolu yoktur.

Sade o değil, gözlem yapmak ya da yapmamak da benim isteğime bağlı olmaktan çıkmıştır.

İçim, doymak nedir bilmeyen bir fırın gibi boyuna gözlem atıştırıyor, gözlemlere bana mısın demiyordu.

Bir gözlemi tek olarak da algılayamıyordum artık. Zaten yanaklarımla, omuzlarımla, kollarımla, ellerimle de gözlem yaptığım için, buna bir bakıma, olanak da yoktu.

Yeni bir gözlem derlediğim vakit, bu, içimde hemen on bin, yirmi bin, dört yüz bin çarpılıyordu.

Bir robot hâline geldiğimi, ayarımı yitirdiğimi seziyordum.

İçim dışım gözlem olmuştu.

Biraz sarsılsam, biraz coşsam, içimden binlerce, milyonlarca gözem döküyordu.

Bunun için otobüslerde, sinemalarda, kalabalık yerlerde çok dikkat ediyor, kimseyle sürtüşmemeye büyük bir özen gösteriyordum.

İskemleye oturur, yatağa girerken bile bedenimin sarsılmamasını sağlayacak hareketler yapıyor, kimi zaman yemek yemekten bile çekiniyordum.

Ama yine de cezvede üçlü bir çay tutmuşçasına kendimden memnundum.

Kendimi Harunreşit’ten daha zengin görüyor, kimsenin bu denli, bir gözlem koleksiyonunu elinde bulunduramıyacağını düşünerek esenlikten esenliğe konuyordum.

Bir gece yine bir evin penceresine burnumu dayamış, iki üç bin gözlem atıştırıyordum ki ensemde hiç de hoş olmayan bir laf patladı:

– Ne o, afyonuna cilâ mı veriyorsun?

Başımı döndürdüm, baktım mahalle bekçisi.

–Ne cilâsı görmüyor musun perdeler kapalı.

– Yarım saattır, perdenin kenarından içeri dikizliyordum ama.

– İçeriye değil, perdenin çiçeklerine bakıyordum.

– Sen onu benim külahıma yuttur. Bu seninkine bal gibi röntgencilik derler.

– Ne röntgenciliği? Dalga mı geçiyorsun? Ben içerdekileri tanımam bile.

– Röntgenci olmak için, tanıdıkları mı dikizlemek gerek?

– Tanımazsam, neyi dikizlediğimi anlayamam ki…

–Şinanay yavrum, şinanay. Sen bunları gel de bay komsere anlat.

Bekçiyle anlaşamayacağımı sezmiştim.

Alt tarafı, dünya sorunlarına çok küçük bir mazgal deliğinden bakan biriydi bu bekçi. Gözlemcilikten değil, dikizcilikten bile anlayamazdı.

Tartışmayı uzatmamak için:

– Yürü gidelim karakola.

Bekçi, belki, olay üzerine çokça durmayacaktı. Ama ben “Yürü gidelim” deyince bunu “açıkça göreve karışma” diye yorumladı. İçerlediğini belli edercesine:

– Yürü gidelim, diye yineledi.

Komseri karakolda bulamadık.

Masasına nöbetçi polislerden biri oturmuştu. Bizi görünce:

– Ne o, dedi, yine bir gece kuşu mu?

Polisin yüzüne öfkeli öfkeli baktım.

Bekçi:

– Bir röntgenci, şair bir röntgenci. Perdelerin çiçeklerini dikizliyormuş.

– Bay bekçi yanılıyor, dedim. Benim röntgencilikle bir ilgim yok.

Polis hiç oralı olmadı:

– Sen röntgenciliğin yasak olduğunu bilmiyor musun?

– Sayın bay polis, ben röntgenci değilim. Ben namuslu bir gözlemciyim.

– Röntgenciliğin namusla ilgisi olur mu be?

– Röntgenci değil efendim, gözlemciyim.

– Şimdiye kadar röntgencilikten hiç hüküm giydin mi?

– Sayın bay polis, ben gözlemci olduğumu söylüyorum, sizse röntgenciliğim üzerinde duruyorsunuz. Sizin o röntgenci dedikleriniz hasta insanlardır. Tıp dilince onlara skoptofilyak derler.

– Ne ayağı derler?

– Skoptofilyak. Bir gözlemcinin, bir röntgenciyle karşılaştırılması doğrusu beni üzer. Gözlemci bir filozoftur. Bir bilge, bir ahlâkçı, bir öğretmendir.

– Neler yumurtluyorsun be?

– Bana inanmanızı isterim sayın bay polis. Bir röntgenci seyrettiği şeyden, gözlemci ise seyretme işinden hoşlanan biridir.

– Sen insanı çıldırtırsın. Hem dikiz geçtiğini kabul ediyor, hem de röntgenci değilim diyorsun.

– Ben nesnel konuşuyorum bay polis. Bir gazeteci gibi davranmak istiyorum.

Polis memuru koltuğunda doğrulur gibi oldu:

– Gazeteci misin? Söylesene gazeteci olduğunu.

– Gazeteci değilim, ama gazeteci gibi davranmağa çalışıyorum.

Polis memuru rahatlamıştı:

– Yani kendine gazeteci süsü mü veriyorsun?

– Hayır, sadece gazeteciler gibi her şeyi görmeğe, her şeyi değerlendirmeye bakıyorum.

– Gazeteciler her şeyi görür, her şeyi bilir mi sanıyorsun sen yoksa? Onlar yazdıklarını hep bizden alırlar.

– Haklısınız efendim.

– Biz olmasak hiçbir gazete çıkmaz.

– Haklısınız efendim.

– Hani o cart curt öten başyazarlar var ya, biz haberleri bir keselim, alimallah onlar da süt gibi kesilirler.

– Haklısınız efendim.

Polis memuru birden durdu.

Söz tıkanıklığına uğramıştı sanki.

Bir iki derin nefes aldı, sonra da:

– Sen iyi bir delikanlıya benziyorsun.

– Sağolun efendim.

– Ahmet efendi, bu delikanlıdan şikâyetçi var mı?

Bekçi konuşmaların nereye yöneleceğini anlamak için gözlerini dört açmış bekliyordu. Polisin, bu delikanlıdan şikayetçi var mı sorusundan sonucu az çok kestirmeğe başlamış olmalı ki isteksiz, isteksiz:

– Yok ama…

dedi ve sonunu getiremedi.

– Ben sana kaç kez tembih ettim. Şikâyetçi yoksa suç da yoktur.

– Hem sonra, dikizlediğim söylenilen ev de bir şeye benzese bari.

Bekçi işin sonunu, artık iyice kestirmişti. Odadan çıkmak üzere kapıya doğru yürüdü. Polis memuru onu eşikte yakaladı:

– Ahmet efendi!

– Buyur!

– Bayın dikizlediği ev kimin?

– Taşıma şirketinde çalışan biri var, onun. Bir memur olacak.

– Memur mu? Bir memurun evi her zaman gözetlenebilir Ahmet Efendi. Bunun suç neresinde?

Sonra bana döndü:

– Buyur delikanlı, sen de gidebilirsin. Büyüklerden birinin evi olmadıktan sonra her evi istediğin zaman, istediğin biçimde dikizleyebilirsin.

Salâh Birsel, Dört Köşeli Üçgen, Sel Yayıncılık, 2016 [1985], 3. basım, s. 56-61.