Bruges-La-Morte ve Ölü Brugge

Yakınlarda yayımlanan, ilgimi çeken bir kitaptan bir başka çeviriyle daha karşılaşınca onu da alıp okudum. Eleştirel bir karşılaştırma yazmayı değil de –ki beceremem– bir kitabın nasıl iki farklı biçim ve içerikle basıldığına dair detaylara bakıp onları paylaşmayı amaçlıyorum. Daha yazarın adının doğru telaffuzunu yeni öğrendim, üzüldüm, dilim dönmüyor. Flamanca Brugge demek ise bir başka dertmiş.

1892

Georges Rodenbach’ın Bruges-la-Morte adlı novellası Le Figaro’da tefrika edilmiş. O haliyle roman olarak yayımlanmaya hacmen uygun görülmediğinden, yazarın sonradan eklediği bazı bölümler ve fotoğraflarla genişletilerek, yazı tipi ve sayfa marjları büyütülerek, fotoğraflı bölümlerin ardındaki sayfalar boş bırakılarak iki yüz sayfayı bulan bir roman haline getirilmiş. Aynı yıl Flammarion’dan yayımlanmış. (Grojnowski & Bertrand, Everest basımı, s. 12-3).

2019

Rodenbach’ın bu yıla kadar kitap formunda basılan bir başka çevirisine rastlamadım. Şiirleri, dergilerin sembolizmi konu eden sayılarında ya da şaire özel ilgi duyanlar (belki Ahmet Haşim) vasıtasıyla çevrilmiştir. Yüz yıldan sonra tek romanı birkaç ay arayla iki yayınevinden çıktı. Haziran’da Everest Yayınları’ndan Alper Bakım (AB) çevirisiyle, Kasım’da yeni kurulan bir yayınevi olan Yort Kitap’tan Roza Hakmen (RH) çevirisiyle. Yort Kitap baskısında Kasım yazıyor ama sanki kitapçılara çok daha geç geldi, 2020’nin Ocak ayında görmeye başladım ben kitabı.

Ne oldu da böyle birden Rodenbach’larla geldiler diye merak ettim. Telifin düşmesi çoğu ülkede yazarın ölümünden 70 yıl sonra oluyor. Fransa’da durum farklı mı bilmiyorum. Rodenbach 1898’de öldüğüne göre telifi çoktan kalkmış olmalı. Bilen birisi yazarsa sevinirim, araştırma becerim yetmedi bu tesadüfün ardındaki sebebi bulmaya.

İki basımın kapakları, fotoğraf kullanımları, sayfa düzenleri, ek metinleri ve çevirileri üzerine gözlemlerimi kayıt altına alacağım.

Kapaklar

Romanın kahramanı Hugues Viane’in hayatında iki başat etki unsuru var. Birkaç yıl önce ölmesine rağmen unutamadığı, bir gün doppelgänger’ine rastladığı eşi ile bütün anlatımı kuşatan ve “eylemlere yön veren” Bruges kenti. Yayınevleri kapaklarda bu iki imgeyi paylaşmış.

Everest’teki kapak Vertigo’nun Madelaine’i Kim Novak’ın kendisi gibi topuz saçlı bir kadının portresine baktığı plandan. Kapaktaki hali, internetteki kesilmiş bir versiyonundan alınmış olsa gerek. Tam da bu sahneyi Chris Marker Sans Soleil’de “zamanın spirali” olarak anıyordu. Filmdeki orijinal planı bulup (~26. dk), ekran görüntüsünü ekledim. Kitaptaki karakterin (Jane) topuzu Vertigo’da da kökensel bir anlama sahip. Hikâye de çok paralel. Vertigo filminin senaryosu Boileau ve Narcejac’ın 1954 tarihli Vertigo: Ölüler Arasında (Alakarga) romanından uyarlanmış fakat Bruges-la-Morte’u okuyunca bu kitabın da Vertigo’nun imgeleri, ana hikâyesi ve psikolojik gerilimi üzerindeki etkileri ortaya çıkıyor. [I] 

Yort Kitap ön dış kapakta bir Bruges haritası kullanmış. Onun dışında çevirmeni ve sonsöz yazarının isimlerini öne çıkarmaya çalışmış. Bu kitabın kapak tasarımına dair güzel olan, iç kapağındaki kızıl arka plan üzerine basılmış harita. Kitabın cildini yırtıp çıkarmaya kıyabilen için güzel bir uzun dikdörtgen, yarım Bruges haritasına dönüşebilir iç kartonu.

En tepede iki kapağı yan yana yerleştirirken, Yort için kullandığım kapak fotoğrafını yayınevinin Fongogo sayfasından indirmiştim. O kapak son hali değilmiş, Selim İleri’nin sonsözü yokmuş o günlerde. Basılan halinde onun adı da eklenmiş kapağa, yazılar sola kaydırılmış.

Fotoğrafların Kullanımı

Yort basımında fotoğraflar bölüm başlarında sol sayfada üste ve kenara yapışık küçük boyutlarda kullanılmış. Everest basımında ise tüm fotoğraflar sayfayı tamamen kaplayacak, arka sayfası boş bırakılacak şekilde yerleştirilmiş. Bir diğer fark da, Yort’da tüm fotoğrafların yatay (landscape) şekilde döndürülmesine karşın Everest’te eldeki fiziksel kitabı çevirmeyi mecbur edecek şekilde dikey (portrait) olarak yerleştirilmesi. Hem fotoğraf konumları hem de marjinlerin boyutları açısından Everest’in sayfa düzeni özgün Flammarion basımına oldukça yakın. Önsöz yazarlarının da bu konuda bir savunusu var. Cem İleri’nin Okurun Belleği’nde Sebald’ın İletişim ve Can Yayınları basımlarındaki fotoğraf yerleştirmelerine dair eleştirilerini hatırladım bu kitapla karşılaşınca, fotoğraflı romana hakkını böylece teslim etmiş.

I. Yort Kitap

II. Everest Yayınları

III. Flammarion (archive.org’dan)

Ek Metinler

Beni bir yazı yazmaya iten temel soru burada filizlendi sonra dönüştü. Everest’ten çıkan kitap 295, Yort’tan çıkansa 135 sayfa. Bu farkın önemli bir kısmını fotoğraf ve sayfa marjları oluşturuyor. Bir diğer fark ise kitaba eklenen metinler. Everest basımının açılışında Grojnowski ve Bertrand’ın yazdığı 40 sayfalık bir sunuş bölümü var. (Aslen kitabın Fransızca basımına yazmışlar bu metni. Bu kitabı bulamadım.) Sonundaysa sayfalara düşülen son notlar, yayımlandığı dönemde Rodenbach’a gelen mektuplar, gazetelerde çıkan yazılar, Hugues’ün roman boyunca kat ettiği mekanların işaretlendiği bir metin var. Yort basımındaysa Selim İleri’nin yazdığı, romanla kişisel karşılaşmasının dökümünü sunduğu bir sonsöz var.

İnternette pek çok kitapla ilgili çeşitli entelektüel seviyelerde yazı bulmak mümkün. Türkiye’de popüler olmayan kitaplara dair ise özellikle onların tarihsel pozisyonunu açıklayan yazılar bulmak zor olabiliyor. Bu açıdan, Everest’in yöntemi, “Modern Klasikler” dizisinin altında sunduğu bir kitabı neden böylesi bir vaatle yayımladığına dair bir savunuyu içeriyor. Özellikle önsöz, kitabın edebiyat tarihindeki konumlanışına, etkilere, başka metinlerle paylaştığı temalara dair öğretici. Fotoğraflı roman, yazarın sembolizmle ilişkisi, bekâr adamın romanı olması üzerinden erkeklikle ve bir çeşit yalnızlıkla ilişkisi gibi okuduğumda romanı bir yere yerleştirmemi, bu yönde okumaya devam etmek istersem en yakın uğrakları tespit edebilmemi sağlayan ip uçları vardı önsözde. Nitekim ya da ne yazık ki, hemen ardına bir vecd ile “asıl” sembolist roman olduğu söylenen J. K. Huysmans’ın Tersine romanını aldım ama takip etmeye nefesim yetmedi, bir süre dinlenmeye bıraktım.

Everest’in sonsözü ise Yort’un Selim İleri sonsözüne duygusallığı ve entelijansiyanın kişisel bağlarını öne çıkararak işaret etmesi açısından benziyordu. Birinde okur ve dostları diğerindeyse yazar ve dostları var. Selim İleri, Peride Celal ve Fatih Özgüven’in kitabı ona önermesinden söz açarken diğer kitapta Daudet, Mallarmé ve Goncourt’un yazar dostlarına mektupları vardı.

Çeviri

Birçok kişi için en önemli şeyi en sona bıraktım. Çünkü bu konuda söyleyecek anlamlı bir sözüm yok. Roza Hakmen bu kitaptan bağımsız olarak, benim gibi çeviriyi değerlendirmeye dair bir bilgisi olmayan okurlar da dahil olmak üzere, bir efsane, üst-çevirmen. Proust çevirisinin hacminden dolayı, şimdiye kadar en çok okuduğum çevirmen olabilir belki. İlk okuduğum çeviri olan Alper Bakım çevirisi de başarılıydı. Hakmen’den okuyunca çok büyük bir fark hissetmedim. Bu denli şiirselliği ön planda bir metin için benim farkları tespit edememiş olmam, dilden anlamadığımı gösteriyor.

İki kapağa bakan bir kişinin anında göreceği çeviri farkını not etmek istiyorum. Everest basımında kitabın özgün adı hiç çevrilmeden kullanılmış. Yort basımında ise Ölü Şehir Brugge olarak çevrilmiş. Şehrin adı özgün metinde Fransızca olmasına rağmen Flamancasına çevrilerek konulmuş. Dolayısıyla bir çeviride “Ölü-Bruges’dü” denirken diğerinde “Ölü Brugge’ydi” deniyor. Bu farklı tercihlerin sebebini ise biraz seziyorum ama oturtamıyorum. Sanki bir çevirmen yazarın “-” kullanımına sadık kalmak istemiş diğeriyse şehrin özgün adına.

Okurken altını çizdiğim birkaç yeri iki çevirmen nasıl çevirmiş diye örnek olması açısından ekliyorum. Yürüme temalı olanları öne çıkarırım kesin. Biraz da çeşitli ifadelerin keyfini sürerim.

I. Bu cümlelerde Hakmen’in Bakım’a göre daha sadeleştirerek çevirdiğini fark ediyorum. Diğer karşılaştırdığım yerlerde de buna rastladım. Sanki Bakım kelime kelime çevirmeye eğilimliyken Hakmen ifade edileni daha sıkılaştırılmış bir Türkçe ile söylemenin yollarını arıyor.

Neden fiziksel acıların etrafında susmak ve sessizce yürümek gerekir? Neden gürültüler, sesler yaraları örten sargıları örseler ve onların yeniden kanamalarına sebep olur?” (AB, 66)

Fiziksel acıların yakınındayken susmak, bir hasta odasında sessizce hareket etmek niçin gerekir? Gürültüler, sesler niçin pansumanı bozup yarayı deşer?” (RH, 19)

II. Bu bölümde, evlere sokakta olup biteni gözlemek için kurulan ayna düzeneklerinden bahsediliyordu. Daha önce rastlamadığım bir röntgen aracı idi bu, o yüzden etkilenmiştim. İki pasaj arasındaki temel bir fark, bir çevirmenin “meraklı burjuvalar” derken diğerinin “meraklı burjuva kadınlar” demesi. İlk okuduğumda bunu hiç cinsiyet üzerinden düşünmemiştim o kısıt olmadığı için. Bakım’ın çevirisi üç nokta ile biten bir eşya manzarası sunarken Hakmen’in çevirisi daha ziyade teknik izahat. Rebecca Solnit’in, sanırım Yol Aşkı’nda, İngiliz parklarında yapılan yürüyüşlerin ne denli yüklü seyirlik etkinlikler olduğunu anlattığı pasaj aklıma gelmişti burayı okurken. Görsel sanatlar, haberler ya da günümüz sosyal medya seyretme ve röntgenleme biçimlerinin geçmişteki böylesi beklenmedik biçimleriyle karşılaşmak bugünleri olağanlaştırıyor.

Meraklı burjuvalar, işsiz güçsüz geçen öğle sonralarının boşluğunda, pencerelerinin önüne kurulmuş bir vaziyette, her evin dış pencere pervazına koyulan ve ispiyon adı verilen küçük aynalardan bakarak onun yolunu gözlüyorlardı: Sokağın çift taraflı gözüktüğü çukur aynalar; yoldan geçenler farkında olmaksızın onların çevirdikleri bütün dolapları, hareketleri, gülümsemeleri, gözlerindeki saniyelik düşünceleri yakalayıp içlerinde birisinin dışarıyı gözetlemekte olduğu evlere yansıtan tuzaklar…” (AB, 113)

Aylak öğle sonralarının boşluğunda meraklı burjuva kadınlar pencerelerinde oturup bütün konutlarda mevcut, pencerelerin dış denizliğine sabitlenmiş, dikiz aynası denilen küçük aynalardan onun gidiş gelişlerini gözetlerdi. Bu verevine aynalarda sokakların şüpheli sûretleri yer alır; bu parıltılı tuzaklar gelip geçenlerin bütün işlerini, hareketlerini, gülümsemelerini, bakışlarındaki bir anlık düşünceleri onlardan habersiz yakalar ve bütün bunları birinin pusuya yattığı evlerin içine yansıtır.” (RH, 45)

III. Konu benzerlik, çeviriler de epey benzer. Bakım çevirirken sanki biraz daha yüceleştirme yanlısı. Öte yandan Bakım’ın ‘doğa’, ‘yüz’ gibi seçimlerine karşı Hakmen’in ‘mizaç’, ‘çehre’ seçimleri var. İkinci cümlede yine Hakmen’de sadeleştirme, Bakım’da kelime kelime çevirme var.

Benzerlik, insan doğasının birbiriyle çelişen iki ihtiyacına karşılık gelir: Alışkanlık ve yenilik. Alışkanlık yasası, varlığın kendi ritmidir. Hugues bunu öyle yoğun bir şekilde tecrübe etmişti ki biçare kaderinin de onun tarafından belirlendiğini anlamıştı. Hâlâ sonsuz sevgi beslediği bir kadınla on yıl boyunca diz dize yaşamış olduğundan artık ondan vazgeçemiyor, onu düşünmeye ve yüzünü başka yüzlerde aramaya devam ediyordu.” (AB, 119-20)

Benzerlik insan mizacının iki zıt ihtiyacını, alışkanlık ve yenilik ihtiyaçlarını karşılar. Alışkanlık insanın kuralı, ritmidir. Hugues bunu kaderinin çaresizliğini belirleyen bir şiddette yaşamıştı. Hep sevdiği bir kadınla on yıl birlikte yaşadığından, artık ona olan alışkanlığından vazgeçemiyordu, var olmayan kadınla ilgilenmeye, başka çehrelerde onun yüzünü aramaya devam ediyordu.” (RH, 50)

IV. Ah, güzel yürüyüş paragrafları… Yürüyüş, esneme, boşluk temaları olduğunda çoğu yazar, çeviri ya da kendi dilinde, “-yordu” son ekini seviyor. Zamanda biraz olsun yayılma niyeti içeriyor bu anlar. Üç perdelik bir drama: Dışarı çıkıyordu, eve dönüyordu, tekrar dışarı çıkıyordu.

Böylece yeniden yürümeye başlıyor, tereddüde kapılıyor, dar sokaklarda dönüp duruyor ve farkına varmadan Rosaire Rıhtımı’na gitmiş oluyordu. Sonra kendi evine dönmeye ve Jane’i daha sonra gece vakti ziyaret etmeye karar veriyor, evinde koltuğa oturup bir şeyler okumaya çalışıyor, birkaç saniye sonra yalnızlığında boğulmuş, uzun koridorların soğuk sessizliği altında ezilmiş bir halde yeniden dışarı çıkıyordu.” (AB, 170)

Tekrar yürümeye koyuluyor, duraksıyor, daracık sokaklarda dönüp duruyor ve farkına varmadan Rosaire Rıhtımına varıyordu. Bunun üzerine kendi evine dönmeye karar veriyordu; Jane’e daha sonra gidecekti, akşama; bir koltuğa oturup bir şeyler okumaya çalışıyordu; az sonra yalnızlıktan boğuluyor, uzun koridorların soğuk sessizliği içini kaplıyor, tekrar dışarı çıkıyordu.” (RH, 80)

V. Bu pasajda romanın temel meselelerinden olan, şehrin Hugues üzerindeki etkisi konu ediliyor. Bakım, Hugues’ü edilgenleştirerek şehir tarafından yönetildiğini, Hakmen şehri özne kılarak itaati dayattığını yazmış. İlk cümlede yine bir yüz/çehre ayrımı var, önceki çevirilerle tutarlı. “İman maskesi” iddialı. Buradaki iman/inanç konusu da romanda merkezi bir yeri olan Bruges dindarlığına işaret ediyor.

Şehir yüzüne bir iman maskesi geçirmişti. İçindeki bakımevlerinin ve manastırların duvarları; her tarafa yayılmış, sırtlarındaki taş tunikleriyle diz çökmüş kiliselerin hepsi inanma ve geri adım atma nasihatleri veriyorlardı. Hugues de yeniden şehir tarafından yönetilmeye ve boyun eğmeye başlamıştı. Şehir; hayatının tek muhatabı olarak onu etkisi altına alıyor, uzak durmasını söylüyor, emrediyor, insanın ne yöne gitmesi gerektiğini ve eyleme geçme nedenlerini onda bulduğu bir Karakter görevi görüyordu.” (AB, 183)

Şehrin çehresi her şeyden çok İnançlı’dır. Şehirden, bakımevleriyle manastırların duvarlarından, adım başı taştan pelerinleriyle diz çökmüş kiliselerinden yayılan şey, inanç ve vazgeçiş öğütleridir. Şehir Hugues’e hâkim olmaya, ona itaati dayatmaya başladı. Yeniden bir Şahsiyet, etkileyen, vazgeçiren, emir veren, yönlendiren ve bütün eylemlerinin kaynağı olan, hayatının başlıca muhatabı haline geldi.” (RH, 90)

VI. Kuleler, gölgelerinin ağırlıkları ve son: ölü şehir.

Böylece, can çekişmekte olduğunu hissettiği bu rüyanın sonunu büyük bir kederle tasavvur etti. (Aşk ilişkilerindeki sonlar da küçük birer ölüm gibidir, ayrılma vakti geldiğinde veda edilmez.) Fakat onu şu an için en çok üzen, ne Jane’den ayrılması ne de görüntüyü yansıtan ayna kırıklarıydı: Yeniden kendi başına –şehirle yüz yüze, onunla arasında artık kimse olmaksızın– kalma tehdidiyle karşı karşıya olduğu düşüncesiydi asıl onu dehşete düşüren. Bu çaresiz Bruges’ü ve onun gri melankolisini tabii ki kendisi tercih etmişti. Fakat kulelerin gölgeleri şu an fazla ağırdı! Eskiden ruhunun üzerine düşen gölgelerin Jane tarafından engellenmesi ona tuhaf gelmezdi. Şimdi ise hepsine katlanmak zorundaydı. Yeniden tek başına kalacaktı, çanlara yem olarak! Daha da yalnız, sanki ikinci kez dul kalıyormuş gibi! Şehir de ona sanki daha ölüymüş gibi gözükecekti.” (AB, 213-4)

Bunun üzerine, can çekişmekte olduğunu hissettiği bu rüyanın sonuyla yüz yüze gelince, muazzam bir çaresizlik duygusuna kapıldı birden (aşk ayrılıkları küçük birer ölüm gibidir, vedalaşmadan gidilir onlarda da). Ama Hugues’ü o anda allak bullak eden şey yalnızca Jane’den ayrılmak ya da parıltılı aynanın kırılması değildi; yine şehirle kendisi arasında kimse olmadan, şehirle yüz yüze, tek başına kalma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu düşünmek onu özellikle korkutuyordu. Evet, bu çaresiz Brugge’yi ve gri hüznünü o seçmişti. Ama kulelerinin gölgesi fazlasıyla ağırdı! Ve Jane ruhunda gölgeyi hissetmemeye alıştırmıştı onu. Şimdi gölge olduğu gibi üzerine çökecekti. Çanlara maruz, tek başına kalacaktı yine! İkinci kez dul kalmış gibi, iyice yalnız! Şehir de gözüne daha ölü görünecekti.” (RH, 105)

Dipnot

[I] Ben az örnek bildiğim için direkt Vertigo ile ilişkilendirdim. Everest basımındaki dipnotlarda bu bağlamdaki birkaç başka örneğe işaret edilmiş. Listede Gautier, Poe ve Nerval var. “Ah! Ölü karısına ne kadar çok benziyordu!”: Seven adamın elinden ölümün aldığı kadının yeniden ortaya çıkması (ya da dirilmesi, canlanması) romantik çağda fantastik yanı olan birçok hikâyeye ilham kaynağı olmuştur. Th. Gautier (“La Morte amoureuse“), E.A. Poe (“Ligea“), G. de Nerval (Aurélia). A. Hitchcock Vertigo (1959) adlı filminde Boileau-Narcejac’ın Vertigo: Ölüler Arasında adlı romanından ilham alarak bu konuyu işlemiştir.” (255)

Kitaplar

Georges Rodenbach, Bruges-la-Morte, çev. Alper Bakım, Everest Yayınları, 2019.

Georges Rodenbach, Ölü Brugge, çev. Roza Hakmen, Yort Kitap, 2019.

Karasu, Yaşam Bilisizliği

Karasu burada bir çeşit apati tasviriyle başlıyor. Birinci dereceden deneyimlenmemiş, duyulmuş acılar karşısındaki hissizlikten söz ediyor. Hemen ertesindeyse çok daha bedensel ve kişisel bir deneyime sıçrıyor. Bu kez tanınmayan başkasının acısını sezememeye ek olarak, kendi hazzını da ötekiyle paylaşmaktan yoksun bireyle birleştiriyor yarattığı korkuluğu. Şimdiden acı bir hal aldı. Son olarak, bu figüre bir de başkasının acısından gizli bir haz duyan kişilik özelliklerini katıyor. Yarattığı Frankenstein’ın kökeniniyse bir kötü niyet ya da zalimlikte değil, basitçe cahillikte buluyor. Okuyarak öğrenilemeyen, bir yaşam deneyiminden doğabilecek, belki bir anlık, aydınlanma çare olabilirmiş hastaya. Tüm bu detaylar birbiriyle o kadar da ilişkili olmayabilir ama dün okuduğumdan beri tedirgin edici bir şekilde yüzeye çıkıyor aklımda. O yüzden bir ‘cautionary tale’ (eğitici öykü?) olarak stoklamak istedim.

Gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır: Bundan ötürü kaygı duyarlar. Kimi ise, herhangi bir şey de duymaz; bundan ötürü kaygılanmaz; kaygılanmayı anlayamaz… Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görüp elle dokunabildiklerinden ötesine erişmemektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak, bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.

Yeni tanıdığı biriyle güzel, doyurucu sayılabilecek bir sevişmeden sonra “bir daha ne zaman buluşalım?” sorusuna yanıt bulamayanlar vardır. Gözlerini kaçıranlar, bahane arayanlar… Karşılarındakinden hoşlanmışlardır; onunla “yıldızlarının barışabileceğini” düşünürler de belki, düşünme çabası gösterecek olsalar. Ama o anda sıkıldıklarını, içlerinden utanca benzer bir yel esip geçtiğini duymakla yetinirler. Gerçek sıkıntıları, eksiklikleri ise belki de, gene, imgeleme yetilerinin yoksulluğu, düş güçlerinin kavruk kalmışlığıdır. Çiğnemeden yuttuğu bir yemekten sonra bir daha acıkabileceğini usundan geçiremeyen torlar gibidirler bunlar. Yaptıklarının tadına gereğince varacak, hakkını verecek durumda da değillerdir; istediklerini bilecek, birkaç saat ya da birkaç gün sonrasını öngörecek görgüleri de oluşmamıştır sanki.

Bir yaşam bilisizliğidir bu. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında —gizli de kalsa— bir “oh olsun! Dikkat edeydi ya,” duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yoksulluğudur bu. Okumasını öğrenmiş ama yaşamadığının farkına varamamışların, bir insanın birçok yaşamı yan yana sürdürebileceğini usu almayacakların yoksulluğudur bu; sokağa düşmenin, kötülüklerle burun buruna gelmenin kimi zaman biraz olsun azaltabildiği bir yoksulluk…

Bilge Karasu, Gece, Metis Yayınları, 2019 [1985], 12. basım, s. 155-6.

Camus, Romana Başlamak (Veba)

Vebanın çöktüğü kentin salgın öncesi tasviri, hikayenin mekanının kuruluşu. Camus yazdığı az sayıda romana ne güzel başlıyor, ne güzel bitiriyor. Romancı kimliği daha gündelik ya da anlık olanın betimlemelerinde ya da tali duyguları yakalamada ne kadar -belki istemli olarak- eksikse, genel atmosferi kurmada, düşüncelerin ifadesinde o kadar güçlü. Bir eleştirmen, yazdıklarında “yalın bir kabusun niteliğini” bulmuş. Oran bir Orta Anadolu Şehri mi, Orta Çağ Kenti mi, Vichy Fransası mı, Nazi dönemi Avrupası mı, bugünün Türkiyesi mi, hiçbir yer mi, her yer mi?

Bu güncenin konusunu oluşturan ilginç olaylar 194…’te Oran’da meydana geldi. Genel düşünceye göre biraz sıra dışı olduğundan bu olayların geçebileceği yer burası değildi. İlk bakışta Oran gerçekten de sıradan bir kent, Cezayir’in bir Fransız ilinden başka bir şey değildi.

Kentin kendisi de, itiraf etmek gerekir, çirkindir. Dingin görünümlü bu kenti başka onca ticaret kentinden farklı kılan şeyin ne olduğunu ayırt etmek için biraz zaman gerekir. Örneğin, ne bir kanat çırpışın ne de bir yaprak hışırtısının duyulduğu, güvercini olmayan, ağaçsız ve bahçesiz bir kent, tam anlamıyla yansız bir yer nasıl düşünülür? Mevsimlerin değişimi ancak göğe bakılarak anlaşılır. İlkbahar yalnızca havanın niteliğinin değişmesinden ya da sokak satıcılarının banliyölerinden getirdikleri çiçek sepetleriyle kendini duyurur; çarşı pazarda satılan bir ilkbahardır bu. Yazın, güneş fazla kuru evleri kavurur ve duvarları gri bir külle örter; o zaman artık kapalı kepenklerin gölgesinden başka yerde yaşanmaz. Sonbaharda, tersine çamur tufanı olur. Güzel günler yalnızca kışın yaşanır.

Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır. Bizim küçük kentimizde de, iklimden belki de, bunları tümü bir arada yapılır, aynı tutkulu ve belirsiz havayla. Yani burada insanın canı sıkılır ve alışkanlıklar edinmeye özen gösterir. Burada yaşayanlar çok çalışırlar, ancak hep zengin olmak amacıyla değil. Özellikle ticarete ilgi duyarlar ve onların deyişiyle, önce iş yapmakla ilgilenirler. Doğal olarak basit keyiflerden de zevk alırlar; kadınlardan, sinemadan ve deniz banyolarından hoşlanırlar. Ancak, çok mantıklı olarak bu zevkleri cumartesi akşamları ve pazar günlerine saklarlar; çünkü haftanın tüm öteki günlerinde çok para kazanmaya çalışırlar. Akşam, bürolarından çıktıklarında belli bir saatte kafelerde buluşurlar, aynı bulvarda gezinti yaparlar ya da kendi balkonlarına çıkarlar. Daha genç olanların zevkleri şiddetli ve kısadır; oysa daha yaşlıların kötü huyları işkolik toplantıları, eş dost davetleri ve kâğıt oynanan çevrelerle sınırlıdır.

Kuşkusuz bunun yalnız bizim kente özgü bir şey olmadığı ve sonuçta tüm çağdaşlarımızın böyle olduğu söylenecektir. Kuşkusuz, bugün, insanların sabahtan akşama çalışıp sonra da yaşamak için geri kalan zamanlarını kâğıt oynayarak, kafelerde ve çene çalarak harcamayı yeğlemeleri kadar doğal hiçbir şey yoktur. Ancak bazı kentler ve ülkeler vardır, orada insanlar arada sırada başka şeyden kuşku duyarlar. Genelde bu, onların yaşamını değiştirmez. Yalnız kuşku ortaya çıkmıştır ve bu da her zaman bir kazançtır. Tersine Oran, kuşkuları olmayan bir kenttir; yani tümüyle modern bir kent. Buna bağlı olarak, bizim burada insanların birbirlerini nasıl sevdiklerini belirtmeye gerek yoktur. Erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık geliştirirler. Bu uçlar arasında çoğunlukla bir orta nokta yoktur. Bu da özgün bir şey değil. Her yerde olduğu gibi Oran’da da zamansızlıktan ve düşünmemekten insanlar bilmeden birbirini sevmek zorundadır.

Kentimizde daha özgün olan, burada ölmenin güçlüğüdür. Aslında güçlük doğru sözcük değil, rahatsızlık demek daha doğru olacak. Hasta olmak hoş bir şey değildir, ancak size hastalıkta destek olan kentler ve ülkeler vardır ve buralarda bir bakıma insan kendini bırakabilir. Bir hastanın şefkate gereksinimi vardır, bir şeye yaslanmaktan hoşlanır, çok doğaldır bu. Ancak Oran’da iklimin aşırılıkları, burada yürütülen işlerin önemi, dekorun belirsizliği, şafağın çabuk sökmesi ve zevklerin niteliği, her şey sağlıklı olmayı gerektirir. Bir hasta kendini yapayalnız buluverir. Nüfusun tümünün telefonda ya da kafelerde poliçelerden, konşimentolardan ve indirimlerden söz ettiği aynı dakikalarda, sıcaktan çıtırdayan yüzlerce duvarın ardında kapana kıstırılmış ölmek üzere olan birini düşünelim. Modern bile olsa ölümdeki rahatsızlık böyle, kurak bir yerde meydana geldiğinde anlaşılacaktır.

Bu birkaç bilgi belki kentimizle ilgili yeterli bir fikir verir. Hem sonra hiçbir şeyi abartmamak gerekir. Altı çizilmesi gereken, kentin ve yaşamın sıradan görünümüdür. İnsan, alışkanlıklarını edindikten sonra günlerini kolay geçirir. Kentimiz tam da alışkanlıklar için uygun bir yer olduğuna göre, burada bundan iyisi can sağlığı denebilir. Bu açıdan bakınca, kuşkusuz yaşamın çok tutku verici olmadığı görülür. En azından bizde karmaşa nedir bilinmez. Ve bizim içten, sempatik ve hareketli nüfusumuz buraya yolu düşmüş kişilerde her zaman belli ölçüde saygı uyandırmıştır. Renkten, bitkiden ve ruhtan yoksun kentimiz, sonunda dinlendirici bir yer gibi durmaya başladı, sonunda burada uyunabiliyor. Ancak kentin, mükemmel çizilmiş bir koyun önünde, çıplak bir yaylanın ortasında, ışıklı tepelerle çevrili eşsiz bir manzaraya iliştirilmiş olduğunu da eklemek yerinde olacaktır. Yalnızca bu koya sırtını çevirmiş olması ve bundan dolayı, insanın hep arayıp bulmak zorunda kaldığı denizi görmenin olanaksız olması üzücü olabilir.

O yılın ilkbaharında meydana gelen ve burada güncesini aktarmaya karar verdiğimiz ciddi olaylar dizisinin ilk göstergeleri olan -bunu sonradan anladık- olayları hiçbir biçimde kentlilerin düşünemeyeceğini, bu noktada herkes kolayca kabul edecektir. Bu olaylar kimilerine iyice doğal gelecektir, kimilerine de tersine, inanılması güç. Ancak, her şey bir yana, bir vakanüvis bu çelişkileri göz önüne alamaz. Onun görevi yalnızca, “Şunlar meydana geldi,” demektir, eğer bunların gerçekten de meydana geldiğini ve tüm bir halkın yaşamını ilgilendirdiğini biliyorsa ve böylece söylediklerinin doğruluğunu içtenlikle onaylayacak binlerce tanık varsa.

Kaldı ki, kaderin cilvesiyle belli sayıda tanıklıkları derleme olanağı bulmasaydı ve anlattığını ileri sürdüğü şeylere ister istemez karışmasaydı, zamanla tanıyacağınız anlatıcı bu tür bir girişim içinde bir değerlendirmede bulunma sıfatını pek kazanamazdı. İşte ona bir tarihçi yapıtı ortaya koyma hakkı tanıyan da budur. Tabii ki, amatör de olsa, bir tarihçinin her zaman belgeleri vardır. Bu öykünün anlatıcısının da kendi belgeleri var: öncelikle kendi tanıklığı, sonra başkalarının tanıklığı. Bunun nedeni de rolü gereği, bu güncedeki tüm kişilerin anlattığını derlemek zorunda olmasıydı, son olarak da, sonunda eline geçen metinler. Uygun olduğu kanısına vardığında bunlardan dilediğince yararlanmak istemektedir. Bir şey daha istemektedir… Ancak sıranın anlatıya gelmesi için belki de artık bu yorumları ve dilsel önlemleri bırakmanın zamanıdır. İlk günlerin anlatılması biraz özen istiyor.

Albert Camus, Veba, çev. Nedret Tanyolaç Öztokat, Can Yayınları, 2019 [1947], 35. basım, s. 13-6.

Kitabı okuduktan sonra Fargo izlerken birden bu kurmaca The Plague Monkeys kitabıyla karşılaştım.

Walser, Simon Tanner Dolaşıyor

Walser birçok noktada kendinden sonra gelenlere fikirler, cümleler, karakterler miras bırakmış gibi. Geçmişten de devralmıştır epeycesini elbette fakat ona doğru akan metinleri pek bilmiyorum. Devraldıklarından, benim aşina olduğum ilk temas, karakterin zarlarıyla ilgili. Kendini dipte muhatabını gökte kuran, yine de tamamen ezik olmayan, dünyayı aşağıdan küçümseyen veya hafife alan, öyle ya da böyle, kuvvetli özneliğinin farkında, kişilik sahibi bir kahraman. Yeraltı adamı bu karaktere en yakın tanıdığım olmuştu, elbet başkaları da vardır. Walser’in kahramanları itaat etme arzusu ile birlikte kendini rezil etmek pahasına hakikati söyleme tercihleriyle yeraltı adamına yakınlaşıp uzaklaşıyor. Asla birebir örtüşmüyor. Hiçbir karakterle ya da fikirle birebir örtüşmüyor oluşları Walser kahramanlarının özgünlüğünde kurucu olabilir. Walser gibi havai roman kişileri de.

Bu pasajda, sevdiğim bir çağdaş romancıya esin kaynağı olduğunu ya da başka bir zamandan ve diyardan onu muştuladığını düşündüğüm yükselmeler, alçalmalar, gürleyip geri çekilmeler buldum. Yaşam dediğin nedir ki? sorusunu sormaya çalışan, anlamı sürekli elinden kaçıran bir anlatıcı ve onun sevgili karakteri. İlgili ifadeleri eğilterek işaretledim.

Türkiye’de edebiyatta ve sanatta, bir yandan sürekli üretimin olduğu bir yandansa alay konusu haline gelmiş kent ve taşra ikiliği Tanner Kardeşler’de sıkça yüzeye çıkıyor. Bu kısımlarda, sonradan geldiğimi(zi), gecikmişliğimi(zi), derinden hissettim okurken. Ne mutlu ki onu, zamanında, buradan doğru köşeye sıkıştırmamışlar.

Bir acının arayışı ve ifadesi, yürüyüşün ve bedensel yorgunluğun farklı biçimleri, çocuklukta bir umut bulma hevesi ve “yoktu” ya da “anlaşılırdı” gibi kipler var pasajda.

“şehrin dışındaki kayranda, o yemyeşil meydanda, birbirlerini vuranların kendilerini alıştırdıkları, ellerini, gözlerini çalıştırdıkları söylenemez.”
bilge karasu, gece, s. 52. (kayran kelimesinin anlamını arayınca, en başta, ekşisözlük’ten)

Hava giderek ısınıyordu artık ve toprak bereketleniyordu, otlardan oluşan kalın, çiçekli bir halı serilmişti üzerine, arazilerden ve tarlalardan oluşan duman tütüyordu, ormanlar, güzel, taze, zengin yeşillikleri içinde büyüleyici bir manzara sergiliyordu. Tüm doğa kendini sergiliyordu, geriniyor, esniyor, eğiliyor, kabarıyordu, hışırdıyor, vızıldıyor ve uğulduyordu, mis gibi kokuyor ve güzel, renkli bir rüya gibi kıpırdanmadan yatıyordu. Toprak iyice şişmiş, yağlanmış, şeffaflığını yitirmiş ve doymuştu. Bereketli doygunluğu içinde uzanıyordu adeta. Toprak yeşilimtraktı, koyu kahverengi, siyah lekeli, beyaz, sarı ve kırmızıydı ve sıcak bir solukla çiçekleniyor, çiçeklenmekten neredeyse ölüyordu. Eklemleri seğirerek ve mis gibi kokularını saçarak tembellik eden peçeli bir kadın gibi hareketsiz yatıyordu. Bahçelerin güzel kokuları caddelere, erkeklerin ve kadınların çalıştığı dışarıdaki tarlalara kadar ulaşıyordu; meyve ağaçları ferah, cıvıltılı bir şarkıydı ve yakın, tombul, kubbeli orman da delikanlıların oluşturduğu bir koro; aydınlık yollar bu yeşilin içinden güçlükle geçiyordu. İnsan kayranlarda seyrine daldığı beyaz, hülyalı, miskin gökyüzünü sanki alçalırken gördüğünü ve kuşlar gibi şakırken işittiğini sanıyordu, asla görünmeyen ve doğaya alabildiğine doğallıkla uyan küçük kuşlar gibi. Anılar geliyordu akla, ama bunları kesip biçmek ve derinlere inmek istemiyordu insan, bu elden gelmiyordu, tatlı bir hüzne kapılıyor, ama bir acıyı tam manasıyla hissedemeyecek kadar uyuşmuş oluyordu. Öylesine yürüyordu ve yine öylesine duruyor, olduğu yerde dört bir yana dönüyor, uzaklara, yukarıya, ileriye aşağıya, ötelere ve yere bakıyor ve doğadaki bu uyanışın yorgunluğundan etkileniyordu. Ormandaki vızıltı, daha çıplakça kayrandaki vızıltı gibi değildi, farklıydı ve yine yeni hayallere yönelik yeni bir tavır gerektiriyordu. Bunlarla durmadan mücadele etmek, karşı koymak, nazikçe geri çevirmek, kafa yormak ve bocalamak zorunda kalıyordu insan. Çünkü her şey bir bocalamaydı, bir çabalama ve kendini-zayıf-bulmaydı. Ama tatlıydı böylesi, sadece tatlı, bir parça zor ve sonra yine biraz hasis, sonra ikiyüzlü, sonra düzenbaz, sonra hiçbir şey, sonra tamamen aptalca; en nihayetinde herhangi bir şeyi güzel bulmak çok zorlaşıyordu, insan hiçbir neden göremiyordu bunun için, öylesine oturuyor, yürüyor, salınıyor, sürükleniyor, koşuyor ve duraksıyordu, bir parça bahara dönüşmüş oluyordu. İnsan kendi vızıltısından, gurultusundan ve şakımasından büyülenebilir mi? Kendi güzel salınımlarını izlemek bahşedilmiş midir otlara? Bir kayın ağacının kendi görüntüsüne sevdalanması mümkün müdür? İnsan yorulmuyor ve körelmiyordu ama her şeyi olduğu gibi bırakıyordu, öylece yürüyor, bir o yana, bir bu yana öylece savruluyordu. Bu göründüğü haliyle tüm doğa bir kararsızdı, bir sabırdı ve salınmaktı havada. Havada güzel kokular salınıyordu ve tüm toprak sabrediyor ve bekliyordu. Renkler bahtiyar ifadesiydi bunun. Çiçek açan bir çalılıkta vaktinden erken çökmüş yorgunluğa ve önsezilere dair bir şeyler bulabilirdi insan. Bu bir tür, artık-daha-fazlasını-istememekti, tepeden tırnağa bir tebessüm. Ormanla kaplı, mor, esintili dağlar uzaklardan, çok uzaklardan duyulan borazan sesleri gibiydi, insan manzarayı biraz İngilizvari buluyordu, dolgun bir İngiliz bahçesi gibiydi, seslerin bu debdebesi, örüntü ve çalkantısı duyulara bu yakınlığı hatırlatıyordu. Manzaranın şu anda falanca ve filanca yerde de tıpkı şimdi burada olduğu gibi olabileceğini düşünüyordu insan, yöre, insanın gönlüne tüm diğer yöreleri çağırıyordu. Komikti bu ve uzaklara taşıyan, alıp götüren ve yakına getiren bir şeydi: Küçük oğlanların getirdikleri gibi bir getirme, çocukların verdikleri gibi bir verme, bir söz dinleme ve kulak kesilme. İnsan istediğini söyleyebilir ve düşünebilirdi, hep o aynı söylenmemişlik, düşünülmemişlik kalıyordu daima! Kolay ve zordu, muhteşemdi ve acı vericiydi, şiirsel ve doğaldı. İnsan şairleri anlıyordu, hayır, aslında anlamıyordu, çünkü böyle yürürken, şairleri anladığını düşünmek için fazlasıyla tembelleşiyordu. Herhangi bir şeyi anlamaya ihtiyaç yoktu, insan asla anlamazdı, öte yandan her şey, bir sese kulak vermeye veya uzaklara bakmaya dönüşerek kendiliğinden anlaşılırdı, ya da artık eve gitmenin ve çok önemsiz de olsa bir görevi yerine getirmenin vakti geldiğini hatırlayarak, çünkü görevler ilkbaharda da yerine getirilmeyi bekliyorlardı.

Robert Walser, Tanner Kardeşler, çev. Cemal Ener, Can Yayınları, 2011 [1907], s. 146-8.

Houellebecq, Sollers’e Yazılarını Göstermek

Ertesi hafta yazdıklarını bir meslektaşına göstermeye karar verdi -elli yaşlarında, Marksist, çok zarif ve eşcinsel olarak bilinen bir edebiyat öğretmeniydi.- Fajardie için hoş bir sürpriz olmuştu. “Claudel etkisi… ya da belki daha çok Péguy, serbest dizelerin Péguy’si… Ama tümüyle de özgün, artık pek rastlanılmayan bir şey.” Atılması gereken adımlar konusunda hiç kuşkusu yoktu: “L’Infini. Günümüzde edebiyat orada yapılıyor. Yazılarınızı Sollers’e göndermeniz gerek.” Biraz şaşıran Bruno adı yineletti, bir yatak markasıyla karıştırdığının farkına vardı, ardından yazılarını yolladı. Üç hafta sonra Denoël’e telefon etti; Sollers’in cevap vermesine çok şaşırdı. Sollers bir buluşma önerdi. Çarşambaları dersi yoktu, günübirlik gidip gelmek kolaydı. Trende, Une curieuse solitude’e dalmayı denedi, çabucak vazgeçti, her şeye karşın Femmes’den birkaç sayfa özellikle de baldır bacak bölümlerini okumayı başardı. Üniversite Sokağı’ndaki bir kafede buluşacaklardı. Yayıncı ününe ün katan ağızlığını sallayarak on dakika gecikmeyle geldi. “Taşrada mısınız? Kötü bu. Hemen Paris’e gelmek lazım. Yeteneklisiniz.” Bruno’ya, II. Johannes Paulus’la ilgili yazısını, L’Infini’nin gelecek sayısında yayımlayacağını söyledi. Bruno şaşırıp kaldı; Sollers’in “Katolik karşı reformu” döneminin tam ortasında olduğundan habersizdi ve Papa lehine coşkulu açıklamalarını sürdürüyordu. “Péguy beni çatlatıyor!” dedi yayımcı coşkuyla. “Ya Sade! Sade! Özellikle Sade okuyun!…”

“Aileler üzerine yazdıklarım…”

“Evet, o da güzel. Tutucusunuz, çok iyi. Bütün büyük yazarlar tutucudur. Balzac, Flaubert, Baudelaire, Dostoyevski: yalnızca tutucular. Ama düzmek de gerek, hı? Toplu düzüşler yapmak gerek. Bu önemli.”

Sollers beş dakika sonunda, Bruno’yu hafif bir narsis sarhoşluğu içinde bırakıp ayrıldı. Dönüş yolunda, yavaş yavaş sakinleşti. Philippe Sollers ünlü bir yazara benziyordu; oysa Femmes’i okuyunca belli oluyordu, Sollers yalnızca kültürel çevrelerdeki yaşlı orospular için başarılıydı; körpe kızlar açıkça şarkıcıları yeğliyordu. Bu koşullarda, boktan bir dergide amsalakça şiirler yayımlamak neye yarar?

“Yine de yayımlanınca,” diye sürdürdü Bruno, “L’Infini’den beş tane birden aldım. Neyseki, II. Johannes Paulus üstüne yazdıklarımı yayımlamamışlar.” İç geçirdi. “Gerçekten kötü bir yazı… Şarabın kaldı mı?”

Michel Houellebecq, Temel Parçacıklar, çev. Osman Senemoğlu, Can Yayınları, 2013 [1998], s. 179-80.