Merkez’den bir anlatıcı olarak Philippe Sollers

Bu yazı Papirüs Dergisi’nin, 24. (Mart-Nisan 2020) sayısında çıktı. Bir yerde basılan ilk ve son yazım. Sollers’in Merkez romanı üzerine. Derginin yeni sayısı çıktı, buraya koymam ayıp olmaz diye düşündüm. 


Philippe Sollers’ten okuduğum ilk, Türkçeye çevrilen son kitap olan Merkez’i bitirir bitirmez diğer kitaplarına ulaştım. Hayranı olup, yazdığı her şeyi okuma isteği duymaktan ziyade, bir yazarın hangi evrelerden geçerek böyle bir yazma biçimine ulaştığını merak etmiştim. Romanın temel unsurlarından olay örgüsünü dışlayan, karakterleriniyse parçalı denemelerde tartıştığı meselelere ancak bir dramatik destek noktası olarak kullanan bir anlatı yöntemiyle karşılaştım. İleri’nin, “eleştirel metnin, düşünce yazısının, denemenin arasına yaşamöyküsel, anekdotik malzemelerin, anıların, gündelik yaşamdan fragmanların yerleştirilmesi, hatta en iyi örneklerinde, anlatı jestlerinin eleştiri yazısında yeniden denenmesi, sınanmasıyla kendini var eden … melez bir tür”[1] diye ifade ettiği kurmaca eleştiri yazarlarından biri Sollers. Üzerine bir kitap da yazan Barthes’ın “modası geçmiş bir mitle birbirinden ayrıştırılmış olan yazar ve eleştirmen, aynı güç koşullar altında ve aynı nesne, yani dil [langage] karşısında yeniden bir araya geliyorlar”[2] derken müjdelediği sınır aşımının taşıyıcılarından. Genelde bu noktaya yazarlar bir anda, bir kararla gelmiyor, yazınlarının yıllar içindeki dönüşümü sonucu, üsluplarını arılaştırarak ya da başka malzemelerle zenginleştirerek ulaşıyorlar. Sollers geçmişteki –Türkçeye çevrilmemiş ve hiç noktalama işareti içermeyen blok romanı Paradis gibi– çeşitli biçimsel denemelerine rağmen son romanlarında eksiltmenin yolculuğuna çıkmış.

Çevredeki kitapçıları dolaşıp yazarın Türkçede yayımlanan eserlerini tarayınca, ilk olarak söyleşi ve eleştiri kitaplarıyla karşılaştım. Julia Kristeva ile söyleşilerinden oluşan Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, Roland Barthes üzerine yazıları ve Barthes’ın ona yazdığı mektuplardan oluşan Roland Barthes’ın Dostluğu, mimar Christian de Portzamparc ile söyleştikleri Görmek ve Yazmak. Hiçbiri kurmaca değil. Oysa Sollers’in yirmiyi aşkın romanı olduğunu okumuştum. Merkez öncesinde yedi romanı Türkçeye çevrilmiş.[3] Hiçbirinin güncel baskısı yoktu. Türkçede 90’lardan itibaren birkaç yılda bir yayımlanmış, tek baskılarda kalmış bir kenar yazar, yeni kitabıyla geri dönmüştü.

Kitaplarının bulunduğu sahafları internetten çıkarıp listeleyerek Beşiktaş’tan Beyoğlu’na oradan da Kadıköy’e çıkan bir yol çizdim. Bir cumartesi günü bu rotada romanların büyük kısmını toparladım. Hepsini baştan sona okumak için olmasa da, en azından bir karıştırmak, iz sürebilmek için. İlk çevirisi 1993’te Kadınlar romanıyla olmuş, arka kapakta “Fransa’nın en çok tartışılan erkek romancısından!” diye imlemişler. Kadınları nesneleştirerek yüceltme niyeti üzerinden ağır eleştiriler alan roman Türkiye’de o kadar tartışılmamış. Neredeyse tüm kitaplarının arkasında “çağdaş Fransız edebiyatının yenilikçi ve put kırıcı yazarlarından”, “yazın dünyasının en renkli, en hırçın yüzlerinden”, “edebiyatın aykırı kalemi” yazsa da buralarda o maya pek tutmamış. Nitekim orada uyandırdığı yankılar sadece yayımlanan kitaplarından kaynaklanmıyormuş. Gallimard yayınevinde önce Tel Quel ve sonrasında L’Infini adında dönemin önemli yazarların tartışma yürüttükleri dergileri çıkarması, kendi yazdığı sayısız makale ve medyada radikal entelektüel pozisyonuyla yaptığı açıklamalarla da harlanıyormuş. Merkez romanında böyle kışkırtıcı ifadeler var mı? Shakespeare’i bir ırkçı ve antisemit olarak sunuşu, Papalığa dair Hıristiyanlık karşıtı yorumları, alaycı bir tonda ele aldığı sperm donörlüğü geneli derinden etkilemez, belki yükselen toplumsal cinsiyet tartışmalarının bir mizandri ürettiği gibi imaları tepki çekebilir. Radikal entelektüeller, genelde sağ siyasetten duymaya alışık olunan argümanları özgürlük bayrağı altında tartışmaya açmayı seviyorlar.

“Şimdi siklonun gözünde, kasırganın tam merkezindeyiz. Her şey öylesine olağanüstü bir sakinlikte ki, hiçbir şey anlamam gerekmiyor,”[4] cümlesiyle açılıyor roman. Bir yazar olan anlatıcının, sevgilisi Nora ile ilişkisinden yola çıkarak başta psikanaliz olmak üzere hakikat-sonrası, kutsal ve klasikleşmiş metinler, teknolojik yenilikler, bireyin yaşam mücadelesi gibi temalar etrafında dolaşan kısa denemelerinin uç uca eklenmesinden oluşuyor. ‘Siklonun gözü’ hem Sollers’in yazarlığına, romanlarındaki anlatıcı karaktere ve onun gözünden baktığı dünyaya hem de gün boyu analizanları dinleyen Nora’ya işaret eden üretken bir imge. Yunanca ‘halka, daire’ anlamına gelen kuklos kökünden türeyen yüksek şiddetli fırtına siklon, tek gözlü mitolojik devleri, kiklop’ları da çağrıştırıyor. Bir göz etrafında dönen hava hareketinden evrene bakıyor Merkez’in anlatıcısı. Bu bakış, sadece bu romana özgü değil, bir eleştirmen bu kitabın çok öncesinde “Sollers’in edebiyatında anlatıcı, paradoksal olarak, kendini toplumsal fars çeperinin en ucuna konumlandırarak, onun en derin merkezine yerleşir”[5] diyerek merkezi işaretlemiş. Farklı kahramanların ve seslerin bir aradalığının karşı ucunda, metnin her noktasında olup biteni hazır ve nazır gözleyen, tekil kaynaktan çıktığı apaçık bir sesle ve bilgiyle yazıyor Sollers. Birinci tekil anlatıcıda Tanrı anlatıcının imkânlarını arıyor. Karakterleri ve farklı sesleri konuşturmak yerine, kendisi sık sık edebiyat tarihinden bugün bile yankısı kuvvetli seslere kulak kabartıyor. Tam da bu hattan söze giren çağrışımlarının hızına yetişmek gayret istiyor. Ben kendi adıma, eğer referansı çevreleyen tartışma ilgimi çekerse gayret gösteriyorum, çekmezse peşinde fazlaca koşmuyorum. Okurlukta kusursuz ve sonsuz takip çabası çok maliyetli olabiliyor, kitaplar asla sonlanmıyor.

Merkez’in peşinde koşturmaya davet eden yapısının temel öğelerinden birisi, ele aldığı meselelere dair ön bilgi beklentisi ve isim geçirme (namedropping) oyunları. ‘İsim geçirmek’ çevirisini öneren Alpay, ilgili pratiği “bir uçta masum düşünsel yordamların vazgeçilmez ortak kültür uğrakları, diğer uçta bazen sonu gelmez bir özgüven yoksunu çıraklık duygusu ya da ‘büyük’lere hizalanmak arzusu”[6] bulduğu ipin iki ucu arasına geriyor. İsim geçirmenin biz çeper ülke okur/yazarları açısından özellikle farklı deneyimlendiğini söylüyor. Bu isimlerin oluşturduğu ortak kültür alanına gösterişçilikten uzak durarak ve tamamen de yaslanmadan, dengesinin bilincinde bir kullanımla adım atmayı öneriyor. Entelektüel alanın yüksek katlarından yazan bir Fransız yazar için bunlar geçer ölçü değil elbette. İsim geçirmelere kategorik olarak karşı okur için yazarın bu isim geçirme sevdası ilk raunttan havlu atma sebebi. Üstelik kimi anlarda sadece isimler de kurtarmıyor anlatıcının kibrini: “Gençliklerinde Latince dersi almamış olan Rimbaud hayranları beni güldürüyor”.[7]

Sollers, en merkezi teması olan psikanalizi, Freud ya da Lacan’ın görüşlerini ya da psikanalizin bugünkü konumunu tartışmaktan ziyade kenardaki hikâyelerle ve biyografik detaylarla dolaylı olarak konu ediyor. Okurun psikanalizin dünü ve bugününe dair tarihsel olaylara ve teorik tartışmalara vakıf olduğunu varsayıyor. “Analizin zamanı geçti, değeri düştü, zayıfladı, küresel gösterinin ve sinirbilimlerin akınına uğradı”[8] diye geçiştirebiliyor psikanaliz eleştirisi külliyatını. Geçmiş romanlarında Proust’un karakterlerinden hepimizin yakından tanıdığı kamusal figürlermişçesine söz edişi, belki de bu tarzının en kristal örneği. Freud’un kokainin faydalarına dair sevgilisine yazdığı bir mektup, Lacan’ın kendini beş yaşında kalmış gibi hissetmesi, terapi ücretlerinin fahişliği ve hep nakit ödenmesi gibi detaylardan sorular ve spekülasyonlar üretiyor. Devasa bir kütüphanenin içinden, hem geçmişin büyük yazarlarının uğultularıyla hoşbeş içinde bir hafiflikle hem de bu yankıların onda yarattığı gürültüyü dindirmeye çalışırcasına yazıyor: “Siklonun gözünde gözlerimizi kapatabiliriz ama her şeyi duyarız”[9]. Üslubu eğer aldatmıyorsa, her ne kadar yazarak çile dolduran yazarlara çok ilgili olsa da kendisinin yazmayla ilişkisi daha çok hazza dayalı izlenimi veriyor.

Psikanalizin güncelliği ve çarpıcılığı konusunda, aksi yöndeki gelişmelere karşı savunmada: “Tüm fedakârlıklarına ve tereddütlerine rağmen psikanaliz hiçbir şeyin skandal yaratmadığı bir dünyada olası bir skandal olmayı sürdürüyor”[10]. Anlatıcı, bir üçüncü sayfa haberinin esiniyle, günümüzde henüz itiraf edilememiş birçok deneyimin perde arkasında cinselliğe dair gerilimlerin kurucu işlevi olduğu konusunda ısrar ediyor. Her ne kadar şimdilerde pek çok eleştirinin müsebbibi olsa, duraklama ve yüzeyselleşme dönemi yaşamakta olsa da –Lacan Quotidien’deki o yazılar (?)– psikanalizi savunmak, açtığı yoldan ilerlemek gerektiğini düşünüyor. Kişilerin unuttukları ya da dönüp düşünmedikçe ve söze dökmedikçe farkına varamadıkları deneyimlerini hatırlamasını kendilerini tanımak konusunda çığır açıcı ve geliştirilmesi gerekli bir uğraş olarak görüyor. Kolektif belleğe karşı, kişisel olanın kıymetini öne çıkarıyor. Daimi çift yönlü, alaycı ve tepeden üslubu ise bu noktada devreye giriyor. Hem anlatıcı hem Nora, analize gelenlerin bireysel dramlarına alabildiğine kayıtsız ve onlara karşı alaycı bir şekilde yaklaşıyor. Vakalar üzerinden ilerleyen, kişisel gelişim veya hayatın nasıl yaşanabileceğine dair ipuçları içeren psikoterapist kitaplarındaki analizlerin tersine, Sollers tekil vakaları bir vasatın ifadesiymişçesine geçiştirerek anıyor: bir oyuncuyla ilişki yaşayan yaratıcılık krizinde bir yönetmen, başarısız reklamcı, yazar tıkanması yaşayan bir kadın, sol görüşlü ama inanç krizi yaşayan bir diğeri, pedofili eğilimleri olan bir rahip, aşkı arayan gey bir öğretmen, terapiyle sorunlarını aşarsa kitap yazacak.

Sollers, kırılmaların yazarı olmayı arzuluyor. Süreklilik izlenimi veren dünyada örtülü bir paradigma değişiminin, toplumsal kopuşların sözcülüğüne aday oluyor. Yazın ve bilim tarihinden benimsediği başlıca referanslar böyle kaşifler ve şairler: Dante, Rimbaud, Baudelaire gibi yazarlar ya da Freud, Kopernik gibi yazarlardan bahsederken onların yapıtlarına yaklaşımı da genelde tespit ettikleri sıçramaların övgüsüyle başlıyor. 2001 yılında Kitap-lık dergisi için Levent Yılmaz’la yaptığı, Türkçede erişebildiğim tek söyleşisinde, kavramı direkt kullanmasa da postmodernist söylemi Dante’yle birleştiriyor: “Modern zamanların son düşünürleri size, isterlerse, bütün dünyayı saran ekonomik hesapların karşısında tarihin tükendiğini, isterlerse bir kıyamet öngörüsüyle, dünyanın sonunu yaşadığımızı söyleyebilirler. Hayır. Bir çağdan bir diğerine geçiyoruz. Ve Dante bunu modern çağın başından beri belirtiyordu.”[11] 1965’e dönersek, orada bir söyleşide “kuşkusuz hiçbir alanın, en çok da dilin asla yabancı kalamayacağı, genel yorum çağına girdik. Bu da beklendik bir durum, dilin dikkatimiz üzerinde kurduğu ısrarlı hak talebi, sahip olduğumuz bilginin küresel anlamda gözden geçirilmesinin ihtiyacını doğurmakta”[12] diyor. Öncelikle küreselleşme, şimdilerdeyse dijitalleşme üzerine yazılan metinlerde benzer ifadelere rastlamak işten bile değil. Son olarak bu bağlamda Merkez’e dönersek bu kez bilginin dönüşümüne dair güncel ve yaygın bir kavram karşımızda: “hakikat-sonrası çağda hiçbir şey hayrete düşürmüyor. Gerçek yanlışın bir anı, yanlış da başka bir yanlışın anı”[13]. Burada, başka noktalarda da yaptığı gibi, Debord’un Gösteri Toplumu’na yine atıfsız bir göndermede mi bulunuyor? Böyle sorular üretmeyi seviyor olmalı. Aynı zamanda, tüm bu dönüşümler içinde edebi, bilimsel ve toplumsal buluşlara inanması ve aşk, tutku ve dostluğa bağlı romantik tarafı, Sollers’in anlatıcısını iyimser kılıyor: “genel tahribata rağmen Nora’yla, insan zekâsının ilerlemesine her zamankinden daha fazla inanıyorum”[14].

Referanslar

[1] Cem İleri, Okurun Belleği, İstanbul: Everest Yayınları, 2016, s. 31.

[2] Roland Barthes, Eleştiri ve Hakikat, çev. Elif Bildirici, Melike Işık Durmaz, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016 [1966], s. 41.

[3] Esin Talu Çelikkan’ın çevirdiği Kadınlar (1993), Stüdyo (1999); Pınar Yasemin Alkan’ın çevirdiği Sabit Tutku (2004); Aysel Bora’nın çevirdiği Venedik Karnavalı (2007) ve Medyum (2016) YKY’den çıkmış. Serdar Rifat Kırkoğlu’nun çevirisi Hayran Olunası Casanova (2002) Ayrıntı Yayınları, Ender Bedisel çevirisi Tanrısal Hayat (2006) ise Agora Yayınları tarafından basılmış.

[4] Philippe Sollers, Merkez, çev. Nilgün Tutal, İstanbul: Alfa Yayınları, s. 7.

[5] Forest’ten aktaran Armine Kotin Mortimer, “Philippe Sollers, Secret Agent”, Journal of Modern Literature, 23:2, Kış 1999-2000, s. 313.

[6] Necmiye Alpay, “‘İsim geçirmek’ ile ‘ortak kültür’ arasında”, K24, Mart 2019, https://t24.com.tr/k24/yazi/isim-gecirmek-ile-ortak-kultur-arasinda,2213, Erişim tarihi: 11 Şubat 2020.

[7] Sollers, Merkez, a.g.y., s. 85.

[8] A.g.y., s. 40.

[9] A.g.y., s. 21.

[10] A.g.y., s. 40.

[11] Philippe Sollers, “Planeter Bir Dünyaya Doğru”, Söyleşiyi yapan: Levent Yılmaz, Kitap-lık, 45, Ocak-Şubat 2001, s. 118.

[12] Philippe Sollers’ten aktaran, Daniel Brewer, “Writing and the Experience of Limits”, Modern Philology, 84, Ağustos 1986, s. 112.

[13] Sollers, Merkez, a.g.y., s 64.

[14] A.g.y., s. 30.

Lerner, İroni ve Samimiyet: 22:04

Birkaç ay önce, bir ödev için, bir kitap yazısı üzerine yazı yazmayı denemiştim. Yazı çok kötü oldu ama en azından bana Ben Lerner ve ironi bir düşünme fırsatı verdi. Vaktim kısa olduğu için “okuma” fırsatı veremedi. İroni ve samimiyet üzerine okudukça buraya parçalar eklemek istiyorum.

Kitap eleştirisini yazan Darmin Hadzibegoviç bu kitabın ve başka pek çok sevdiğim kitabın editörü. Yazıyı yazmadan önce bakınca öğrenmiştim. Lerner’ın ironiyi azaltıp daha samimi yazmaya başladığına dair argümanına karşı çıkmaya çalışmıştım. Kitap söyleşilerinde yazara da bu konuyu epeyce sormuşlar. Aslında Lerner daha çok Hadzibegoviç’in tespitine yakın bir şekilde yanıtlıyor bu soruları ama ben yanlış okumayı seviyorum.

Darmin Hadzibegoviç, Ben Lerner’ın 22:04 romanına dair kaleme aldığı “Geleceğin Yazarı”[1] başlıklı eleştirel övgüsünde, romanda iç içe geçen karmaşık öğeleri ikili zıtlıklarla formülleştiriyor.

Öncelikle, henüz ikinci romanını yazmış bulunan Lerner’ı, yazar olgunlaşması fikri üzerinden değerlendiriyor. İlk romanı Atocha’dan Ayrılış’taki genç, etrafına alaycı bir mesafeyle bakan karaktere göre daha samimi bir karakter yarattığını söyledikten sonra, roman kahramanının bir ifadesinden yola çıkarak yazarın ironinin getirdiği imkânların sınırlarının farkına var[dığını] ve ironiden samimiyete doğru yol aldığını iddia ediyor. Burada ironi ve samimiyet arasında tartışmalı bir zıtlık kuruyor. İlkini mahkûm ederek, ikinciyi müjdeliyor.

Buna ek olarak, Lerner’ın, edebiyatta yeterince sündürüldüğünü ileri sürdüğü “geçmişin yükü”yle boğuşma hastalığından sıyrılıp, bakışını geleceğe yönlendirdiğini iddia ediyor. Çift anlamlı ifadesiyle, Lerner’ı “geleceğin yazarı” başlığıyla taltif ediyor. Zıtlık bu kez geçmiş ve gelecek arasında kuruluyor.

Bu “gelecek” fikrinin ilk çağrışımı, romanın açılışından, Hasidik Yahudilerden bir mesel: yarının dünyası bugünden bambaşka değil, bugünün neredeyse aynısı olacak, sadece biraz farklı. Yani geleceğin imkânları bugünde halihazırda bulunmakta. Romanda, yeni kitabını yazmak için avansını alan karakter, nasıl bir kitap yazacağını düşünürken, geleceğe işaret eden pek çok olayla karşılaşıyor: ölümcül olma ihtimali taşıyan bir hastalık, Occupy Wall Street eylemleri, kasırga tehdidi, yakın bir arkadaşına sperm bağışlayarak baba olma ihtimali gibi…

İroni ve samimiyet, geçmiş ve geleceğe dair ikinciler lehine övgüyü, kitabın kapanışındaki, 1986’dan, Ronald Reagan’ın ulusa sesleniş alıntısıyla yeniden düşünebiliriz: “Asla daha heyecan verici bir zaman yaşanmadı, coşkulu mucizelerin ve destansı başarıların zamanı. Geleceğe Dönüş filminde dedikleri gibi, ‘Gideceğimiz yerde, yola ihtiyacımız yok’.” Bu, ironik, bugünü geçmişten örneklerle düşünen bir final değilse, başka ne olabilir?

İronik yaklaşım, tıpkı geçmişle ilgilenmek gibi, postmodern metinlerde daha çok karşımıza çıkan bir eğilim. Hadzibegoviç, yazarı anti-postmodern olarak bile tanımlıyor, roman boyu kendi üzerine düşünmesine rağmen. Romandan üretmeye çalıştığı tez bir yönüyle doğru. Anlatı, belirsiz bir şimdide, gezegenin, siyasetin ya da bireysel ilişkilerin geleceğine dair, roman kahramanının bizzat kendi yaşam öyküsünden ürettiği sorularla ilerliyor. Fakat, bu soruları aynı zamanda tarihsel referanslarla, başka sanat ürünleri üzerine düşünerek kuruyor. Söyleşilerinde, romanı, diğer tüm edebiyat ve sanat formlarını soğurabilen form olarak görüp yazdığını söyleyen Lerner için kaynaklar çoğu zaman geçmişten, bakış ise ironik mesafeden temelleniyor.

[1] Hadzibegoviç, D. (2017), Geleceğin Yazarı, K24, https://t24.com.tr/k24/yazi/gelecegin-yazari,1154

 

Biberyan, Beyoğlu’nda Yılbaşı

Karıncaların Günbatımı’nı okuyalı bir yıl kadar oldu, Biberyan’ın diğer romanlarına henüz devam etmedim ama Meteliksiz Aşıklar’ı yakınımda tutuyorum, okuyacağım, şiddeti sürerse de Yalnızlar’ı. Her şeye rağmen yine bir bahar geldi, yürüyüş yolları açıldı. Başka bir İstanbul yürüyüşü okuyunca iştahım kabardı, dün sabah biraz erken uyanınca geçmişten bir yürüyüş pasajı okuyayım dedim. Nedense ilk aklıma bu roman geldi. Hareket halindeyken mekanları sık sık adıyla anan sayfalar ve Aylak’ın rotalarıyla kesişmeler vardı.

Sayfaları karıştırınca önce Baret’in ablası Hilda’yı Kadıköy İskelesi’nde görüp takip etmeye başladığı bölüme rastladım (s. 138-41). Hilda’yı tek başına, süslenmiş bir şekilde dolaşırken görüp peşine düştüğü bölüm. Vapurla onun peşi sıra Karaköy’e yolculuk ediyor, oradan Tünel’e çıkıyordu Baret. Hilda Taksim’e kadar çıkıp tekrardan aşağıya Galatasaray’a dönüyor, Degüstasyon’un önünde biraz düşünüp sonra lüks bir mekâna, Hatay’a oturuyordu. Şaşırmış, ablasının o çevrede tanındığını fark etmişti Baret. Hilda’yı uzaktan gözledi, bekledi, sonra tekrardan peşine takılıp Kadıköy vapuruyla eve döndü. Biraz dolaşıp eve girdi. Evde, hiçbir şey olmamış gibi karşılıyordu ablası Baret’i.

Edebiyatta ve sinemada kadınların peşinde şehrin sokaklarında dolaşan bekar erkeklere aşinayız, aynı erkeklerin ablalarının peşinde bu soğukkanlılıkla dolaşmasınaysa o kadar değil. Yeşilçam’da klişe bir aile içi şiddet sahnesiyle bitebilecek bu plan, evde sürekli sözünü saklayan, bekleyen, bunalan Hilda’nın kendine ait bir iç ve dış dünyası olduğuna ve bunu biz okurların pek kolay keşfedemeyeceğine dair imalarla yükleniyordu.

Bu bölümü okuduktan sonra kitabı karıştırınca başka bir pasajda takıldım. Araya giren diğer karşılaşmalar var mıydı hatırlamıyorum ama yine Hilda’ya, ya da onun hayaletine rastladı Baret, bir başka yürüyüşte. Yılbaşında ne yapacağını bilmeden dolaşıyordu bu sefer. İş çıkışı Beyoğlu’na karışmayı en çok sevdiğim aktarma noktalarından Halıcıoğlu ile başlayıp Tünel’den Balıkpazarı’na vardığı; kalabalıkları, karıncaları, savaşsız yılbaşı günü, şıklığa kini ve yorgunluğu ile Baret, titriyor, orada henüz kış.

Halıcıoğlu’nun karanlığından sonra, Karaköy gözlerini kamaştırdı. O zaman yılbaşı olduğunu hatırladı. Yıllardır İstanbul’da yılbaşı geçirmemişti.

Haliç İskelesi’nden Tünel’e, köprüden, kalabalığın arasında itiş kakış yürüyerek geçti. Yabancı gözlerle Cenyo’yu, Tokatlı’yı, Cumhuriyet’in Noel babalarını, Bonmarşe’yi seyretti. Tünel de, Tünel’deki ahali de değişikti bugün bu saatte. Aylardan beri, saat sekiz-dokuzan sonraki Tünel’e alışmıştı. On iki-on sekiz yaşları arasındaki küçücük işçi çocuklar, Perşembe Pazarı’nın güneş görmeyen nemli atölyelerinden çıkmış, üstleri başları metal tozlarıyla kirlenmiş, kir pas içinde, yorgun argın, bu saatten sonra evlerine dönüyor oluyorlardı. Hepsinin elinde, yağlı gazete kâğıdına sarılı sefertasları olurdu.

Bugün bu saatte, üstü başı düzgün insanlar çıkıyordu Tünel’e. Eskiden ailece Pera’ya çıktıklarında görmeye alışık olduğu türden insanlar. Hepsinin elinde güzelce sarılıp bağlanmış paketler, kutular vardı. İstanbul savaşsız ilk yılbaşını yaşıyordu. Bunun hatırlanacak bir gün olduğunu fark etti, ama hiçbir coşku duymadı. Kendisine hep en tatlı heyecanları armağan etmiş olan yılbaşına karşı soğuk bir ilgisizlik duydu içinde. Tüm bu kalabalıklara, bu dükkânlara, ışıklara, paketlere, parıltılı ağaçlara, görsel eğlencelere, bu hayhuya karşı, bu şık bayanlara ve baylara karşı, yüreğinin derinliklerinde bir kin duydu. Bütün insanları çocuklaşmış, çılgınlaşmış gördü. Onların acelesini, bir şeyler yapma, bir şeyler becerme, bir yerlere yetişme telaşını, dükkânlara girip çıkmalarını, pazarlık etmelerini, satın almalarını, tebrikleşmelerini, yapmacık gülüşlerini küçümsemeyle, neredeyse kızgınlıkla izledi. Çocukken, sayısız karıncanın bir tepecikten diğerine, bir delikten ötekine hummalı koşuşturmasını hayretle seyrettiği gibi, yüksek tepeden baktı caddeye. Karıncalar, karıncalar…

Sinsi sinsi güldü kendine. Lula belki de hediyesini bekliyordu. Hiçbir şey almayacaktı. Hiç kimseye hiçbir şey almayacaktı. Hatta çok parası olsa bile almayacaktı.

Galatasaray’a varmak üzereydi. Ayakları ıslanmıştı, yağmur yağıyordu. Hafif, inatçı bir yağmur. Kendisine de bir şey almayacaktı. Zaten alamazdı. Ayakkabısı delindiğinden beri, aldığı parayla iyi kötü karnını doyurduktan ve kirayı ödedikten sonra, başka bir şey yapamayacağını anlamıştı. Hatta alabilse bile bugün ayakkabı almayacaktı. Hiçbir şey almayacaktı. Hemen gidip yatmak, uyumak istiyordu. Uykusuzluğun ve hazımsızlığın sıkıntılarını sabaha karşı kusmak üzere, herkesin yiyip içtiği, oynadığı, unuttuğu, unutmak istediği, bütün evlerin ışıl ışıl olduğu şehrin merkezinde bir adacık gibi karanlık, soğuk odasında uyumuş olduğunu hayal etti ve bir hoşluk kapladı içini. Kim bilir, tabii Lula da en yeni elbisesini giymiş, evi düzeltmiş, topluca oynanan bu oyuna katılmaya kalkmıştı şimdi. Belki de onu bekliyordu. Belki de onu kendi odalarına davet edecekti, ama o reddedecekti. Alay ederek, “Ne çocuksun Lula!” diyecekti.

Birden Hilda’yı fark etti. Tesadüfen mi gözü kaymıştı oraya? Her neyse, içerideki sıcağın etkisiyle, Hatay’ın buğulanmış camından Hilda’yla göz göze gelir gibi olunca yer yarıldı adeta. Öylesine apar topar kaçtı ki, kendisini gerçekten görmüş olup olmadığını doğrulayamadı. Hilda’nın, arkasından koştuğundan emindi. Kendini Balıkpazarı’ndan içeri attı. Islak kaldırımları seyyar satıcılar kaplamıştı. Kalabalıktan, koşmak mümkün değildi. Arkasına bakmadan insanların içine karıştı.

Girecek bir delik aradı. Yerrortutyun Kilisesi’nin karanlık kapısı kurtarıcı oldu. Işıkların, hayatın orta yerinde, uykudan esneyen o zindandan içeri süzülüverdi.

Girişte, mumların bulunduğu odada, hüzünlü bir görevli vardı.

Avlunun en karanlık köşesine gidip duvara yaslandı. Kalp atışları gittikçe yavaşladı ve üşümeye başladı. “Gördüğüm kadın gerçekten Hilda mıydı?” diye düşündü. Şimdi emin değildi. Buğulu camlar o kadar bulanıktı ki. Hilda’yı ilk gördüğü günkü gibi, yine aynı yerde, çay masasının önünde görmüştü, ama bugün oturan Hilda mıydı?

Sakinleşip gerçek dünyaya döndü. Kafası yeniden çalışmaya başlamıştı. Karşısındaki bulanık kütle, kilise binasının ta kendisiydi. Camlardan mum ışığı yansıyordu. İçeride, orta yerde, etrafına yanan mumlar dizilmiş bir kütle var gibi geldi ona. Bir ilahi duymak için kulak kabarttı. Kalbi küt küt atıyordu. Kapıya yaklaşıp camdan içeri bakmayı, hayal ettiği şeyi doğrulamayı düşündü… Birden geri dönüp kendini dışarı, Balıkpazarı’nın ışığına, patırtısına ve çamuruna attı. Nefes aldı. Midesinde keskin ve sinsi bir ağrı dolaşıyordu. Evi, Lula’yı, yatmayı unutmuştu. Yatmak istemiyordu. Yalnız kalmak istemiyordu. Tarlabaşı’na inip Haybeden’e gitti. Soğuktan titriyordu.

Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı, çev. Sirvart Malhasyan, Aras Yayınları, 2019 [tefrika 1970, roman 1984], s. 288-91.

Balkış, Banliyö Hattında Yürüyüş

‘Mahvedeceğimiz hayatımız için bu boşluğa ihtiyacımız var.’

İstanbul’un banliyö hattı yürüyüşlerine bir katkı. Alıntılanacak sayfalar sıralansa son dilimde yer alabilir yine de buradan başlamak benim için özel, güzel.

Baht dönüşü, peripeteia, ile yeni bir peripatetik yazar buldum [1]. Tüm romanlarında yürüyüşler var. Birinin işaret etmesine izin vermeden kendisi etkilendiği yazarları sayıyor [2], epey yürüyüş yazarı var, bir kısmıyla ise ilk defa karşılaştım. ‘Trajik olana yönelme isteği’yle andığı, eklemlendiğini söylediği kanona ilgi duyuyordum. Bu –temellerini Almanca yazanların kurduğu ve filizlendirdiği– kanonun varlığını hissediyor ama bilmiyordum. Bir anda önümde açılıverdi Balkış’ın yazdıklarıyla. Romanlarında sık sık onlarla diyaloglar var, bir anlamda kitaplarının kurucu fikirleri de bu yazarlardan ortaya çıkıyor gibi. Çıkış noktaları da döndükleri yer de yazının içinde olan romanlar. Coetzee’nin Kafka’sı gibi Balkış’ın kanonu.

Bütün bunları Balat’a doğru yol aldığım için hatırlıyordum. Açılışın başlamasına yaklaşık bir saat vardı ve yürümek beni yormuştu. Zeyrek’e çıkacak vaktim kalmamıştı. Üniversitenin arka sokağından içeri yürümeye başladım. Yorulduğumu hissediyordum. Bacaklarım ağırlaşmıştı. Oysa ben hep yürümeyi seçtim ama şimdi bu yetimi kaybettim, zamanla yitirdiğim pek çok yeteneğim gibi, yürüme yeteneğimi yitirdim. Beni en çok üzen bu oldu; çünkü insan artık eskisi gibi yürüyemediğinde eskisi gibi düşünemiyordur da. Yetilerimin ilk kaybı, yürüme kaybı olarak ortaya çıktı. Yürümek hep can alıcıdır ve sürprizlidir, diye düşündüm. Emel’i bu yürüyüşlerimin bir parçası yaptım, en zorlu kış aylarında ve sokakların henüz sokak olmadığı yıllarda onu da surlar boyunca peşimden sürükledim. Ona surların gizemini anlattım. Surlara paralel, hem içeriden hem dışarıdan yürümeyen birinin surlar hakkında gerçek bir fikir sahibi olamayacağı düşüncesine saplandım ve Emel’i bu takıntımla bıktırdım. Suriçi’ne gittim ve oradan Zeytinburnu’na, surlar boyunca yürüdüm. Kennedy Caddesi’nden banliyö hattını takip ederek Sirkeci’ye ulaştım. Kalelere, burçlara ve surlara tırmandım. Sonra nerede olduğumu unutmak için hanlara girdim çıktım, hanların koridorlarına eşlik eden kesif kokuyla hiçbir yere çıkmayan ve hiçbir yere inmeyen merdivenlerden geri döndüm. Bekâr odalarını, kuş pazarını keşfettim, küçük camilerin başka avlulara açılan koridorlarından geçerek tüm bu dünyaya yön veren seslerin kaynağına sürdüm adımlarımı. Güvercinlere, şimdi içinden yürüdüğüm izbe sokakların köşelerinde toplanmış kedilere, eskicilere ve bu yerlerin bildik insanlarına dokunarak ilerledim. Bu yürüyüşlerimin yıllar önce sonu geldi ve bütün anımsadıklarım fotoğraf karelerine dönüştü. İlerlediğim dar sokak yavaş yavaş yeni bir hayata açılıyordu. Belli bir karakter oluşturacak biçimde sıralanmış evlerin boyaları dökülmüş ve solmuş. Sokağın yeterince aydınlatmayan lambaları evlerin üst katlarını görünmez kılıyor. Evlerin arasına gerilmiş çamaşır iplerinde rengârenk giysiler var ve çoğu sarkmış. Bodrum katlarında çeşitli atölyeleri olan ama tam olarak ne iş yapıldığı anlaşılamayan işyerleri görüyorum. Boş karton kutuları, hasırlar, ipler, eski buzdolapları, kahvehaneler, bir berber, balıkçı ve manav sokak boyunca sıralanmış. Kiliseler karanlık, gazinolar ışıklarını yakmış. Önlerinde birikmiş insan kalabalıkları olan dükkânlar var. Bazı evlerin kapıları hâlâ açık ve içeriden yemek kokuları yayılıyor. Kafamı kaldırıyorum ve perdelerin arkasında insan silüetleri görüyorum. Köşede, balıkçının yanında bir kahvehaneyi fark ediyorum. Usulca içeri süzülüyor, boş bir masa buluyor ve kendime bir çay ısmarlıyorum. Epeydir bu kadar uzun yürümedim, diye düşünüyorum Leuchtturm’u çıkarırken.

Fatih Balkış, Baht Dönüşü, Can Yayınları, 2015, s. 66-8.


[1] 46-7’de bir başka gözlemcilik ve yürüyüş, 52’de bir sahaf gezintisi, 97’de Argonautlar’dan bir yolculuk var.

[2] Sonradan kolay bulabilmek için taşıyorum, Duvar söyleşisinden: “İki savaş arası dönemi, absürdleri, alıkonulmuşları, Büchner’i, Valery’yi, Arno Schmidt’i, Kleist’ı, Grillparzer’i, Maso’yu, Herbert’i, Bernhard’ı, Kiş’i, Frisch’i, Strindberg’i, İbsen’i, Santos’u, Havel’i, Klima’yı, Echenoz’u, Musil’i, Rothmann’ı, Orhan Duru’yu, Sabahattin Kudret Aksal’ı, Cevdet Kudret’i, Albahari’yi, Douglas Woolf’u, Walser’i, Novalis’i, Marlowe’u, Salinger’ı dönüp dönüp yeniden okuyorum.” Yazıda anılan diğer yazarlar, belki bazılarında yazım hatası vardır, aslında o yazarlar yoklardır: Moya, Gombrowicz, Ortega y Gasset, Thomas Merton, Handke, Schopenhauer, Simic, Celan, Antin, Russel Edson, Lavant, Serge, Artaud, Abschied von den Eltern, Sebald, Chris Offutt, Nothomb, Ben Lerner, Amiel, Kügelgen.

Beckett, Hep Daha Aşağısı

‘Koma yaşayanlara özgü bir şey’

Yok etme (öldürüyordum onları), kurmacaya yerleşme ve empati (kendimi onların yerine koyuyordum) ya da bakarak uzaklaşma (gözlerimle izliyordum) ile geçen günler. Benlik henüz oluşmamış, serpilememiş bir türlü. Ötekilerle birlikte kendi varlığını deneyimleyerek, benim diyerek yaşayamıyor anlatıcı. Yine de parıldayan bir ateş var, tamamen ölü değil henüz, ölmekte.

Yaratmak anlatıcının yaşamının merkezinde. Denemiş, olmamış. Yitirdiğinde de olmuyor, kazandığında da. Çocukluğuna gidiyoruz. Oyun oynamayı öğrenememiş, sonrası zor olacak. Akranlarıyla ilişkisinde Beckett şiddeti de varmış, birden kan dökülebilir.

Sonunda bir kişilik özelliği: ciddiyet. Bir lanet olarak yaşıyor. Bu ciddiyeti yaşama yöneltince karşılık bekliyor, yanıtını bir türlü alamıyor. Anlam uzakta, görünmüyor. Sadece dille ilgili bir mesafe de değil, dille de bir türlü ifade edilemiyor. Bu hal içinde kendisi mi bulunuyor bir başkası mı, o da şüpheli. Kendiymiş gibi anlattıkları onunla ilgili değil. Ben derken hep başkasını, daha aşağıda olduğunu düşündüğü birini anlatıyor.

Uyuyakalmışım. Oysa uyumak istemiyorum. Zamanımı uykuyla boşa geçiremem. Uyumak –hayır, açıklama yapmayacağım. Koma, yaşayanlara özgü bir şey. Yaşayanlara özgü. Katlanamıyordum hiçbirine, belki de genelleme yapmam yanlış, gözlerimle izliyordum onları sıkıntıdan inleyerek, sonra da öldürüyordum ya da onların yerine koyuyordum kendimi veya uzaklaşıyordum. Şu eski çılgınlığın ateşini duyumsuyorum içimde ama bir daha tutuşturamayacak beni, biliyorum. Her şeyi bırakıyor ve bekliyorum. Sapo tek bacağının üstünde devinimsizleşiyor, yabansı gözleri kapalı. O aydınlatan çalkantı binlerce anlamsız duruşta donup kalıyor. Şanlı güneşlerinin önünden geçen küçük bulut dilediğimce karartacak dünyayı.

Yaşamak ve yaratmak. Çabaladım. Çabalamış olmalıyım. Yaratmak doğru bir sözcük değil belki. Yaşamak da öyle. Önemi yok bunun. Çabaladım. Ben çabaladıkça içimdeki ciddiyet canavarı homurdanıyor, kükrüyor, parçalıyordu beni. Yaptım bunu. Yalnız başıma kaldığımda, iyice gizlenip palyaçoyu oynadım, yapayalnız, saatlerce kımıldamazdım yerimden, çoğunlukla ayaktaydım, büyülenmiştim sanki, inlerdim. Doğru bu, evet, inlerdim. Oynamayı öğrenemedim. Defalarca döner, ellerimi çırpar, koşar, çığlıklar atar, yitirdiğimi görür, kazandığımı görür, sevinir, acı çekerdim. Sonra aniden karşıma çıkan oyuncakların ya da bir çocuğun üzerine atılırdım; oyuncakları parçalamak, çocuğun mutluluğunu haykırışlara dönüştürmek isterdim ya da adımlarımı sıklaştırır, saklanacak bir yer arardım. Büyükler, adalet yanlıları yakalar ve döverlerdi beni; düzene, oyuna, sevince yeniden teslim ederlerdi. Çünkü ciddilik sorun yaratmaya başlamıştı çoktandır. Hastalığımdı bu benim. Başkaları nasıl frengili doğuyorsa ben de ciddi doğmuştum. Ciddiyetten kurtulmaya da yaşamaya da yaratmaya da ciddiyetle çabalamıştım, anlıyorum kendimi. Ama her yeni çabalayışımda pusulamı şaşırıyor, çıkar yol bulmak için de ya karanlıklarıma gömülüyor ya da böyle bir şeyi ne kendisi yaşayan ne de başkalarında bu görüntüye katlanabilen birinin önünde diz çöküyordum. Yaşamak diyorum ama bilmiyorum anlamını. Ne yaptığımı bilmeden çabaladım buna. Belki de yaşadım, kim bilir, hiç farkına varmadan. Neden söz ediyorum acaba bunlardan? Ya evet, bir parça neşelenmek için söz ediyorum. Yaşamak ve yaşatmak. Sözcükleri suçlamanın bir yararı yok artık, imledikleri şeylerden daha anlamsız değil onlar. Fiyaskodan, avuntudan, dinlenmeden sonra başlıyordum yeniden, yaşamak, yaşatmak istemeye, başkasında ve kendimde bir başkası olmaya. Nasıl da düzmece tüm bu anlattıklarım. Şu an bir açıklama yapacak zamanım yok. Yeniden başlıyordum. Ama yavaş yavaş hedef değiştiriyordum, başarının değil başarısızlığın peşindeyim. Küçücük bir ayrım var arada. İlkin deliğimden dışarı süzülürken, sonra da ürpertici ışıkta ulaşılmaz nimetlerin ardına düşerken tatmak istediğim şey, baş dönmelerinin, gevşeyişlerin, düşüşlerin, dalışların, karanlığa, hiçliğe, ciddiyete, eve, beni hep beklemiş olan, bana gereksinme duyan, benim de gereksinme duyduğum kişiye dönüşün verdiği büyük hazlardı; beni kollarının arasına alır, bir daha yanından ayrılmamamı söylerdi, bana yerini verir, üstüme titrerdi, yanından her ayrılışımda acı çekerdi, çok acı çektirdim ona, çok az mutluluk verdim, hiç görmedim onu. İşte yeniden unutuyorum kendimi. Ben değilim burada söz konusu olan, bir başkası, benden çok aşağıda olan bir başkası, onu kıskanmaya çabalıyorum; tatsız serüvenlerini anlatabilirim artık, nasıl anlatacağımı pek bilmesem de. Yaşamayı da başkalarını anlatmayı da nasıl bilmiyorsam, kendimden söz etmeyi de beceremedim oldum olası. Hiç çabalamamıştım buna, nasıl becerecektim yani? Yabancıyla aynı zamanda ortadan kalkmamın az öncesinde, aynı lütfun sonucu kendimi göstermem oldukça ilginç olurdu. Sonra yumulu gözlerimin ardında başka gözlerin kapandığını duyumsayacak kadar bir süre de yaşardım. Ne kötü bir son.

Samuel Beckett, Malone Ölüyor, çev. Uğur Ün, Kırmızı Kedi Yayınları, 2017 [1951], s. 40-2.