Erlend Loe Roman Bölümlerini Ne Güzel Bitiriyor

Loe, henüz Türkçe’ye çevrilen üç romanından tanıdığım kadarıyla, romanlarını kısa bölümlere ayırmaktan hoşlanıyor. Keşke Loe “roman yazarken hoşlandığım şeyler” listesi yapsa. Onun yönteminde beni derinden etkileyen, güldüren, duygulandıran vuruşlarından birisinin bu kısa bölümlerin bitirişleri olduğunu fark ettim. Bir araya toplayarak bu bölüm bitirişlerinin gizemine yaklaşmak istedim. Yeni romanları çevrildikçe bu derlemeyi güncel tutmak isterim ama kesin o zamanlarda Loe’den uzaklaşmış Han Kang yahut Cortázar’a merak sarmış bir ayran gönüllü olurum.

Romanlardan parçaları böyle arsızca ortaya döküp saçınca pek çok bağlam yok oluyor, bunu göz önünde bulundurayım. Bu iş ancak, bir dizin ya da sarı sayfalar olarak iş görebilir. O da sistemli yapılırsa.

Böylesi bir “roman sonu listesi” yapma fikri “Naif. Süper”deki karakterin listeleme aşkından doğdu. İçimdeki listeleyiciyi ortaya çıkaran roman oldu bu. Artık uslanmadan listeleme yapabilirim, birkaç baskı yapmış, sevilen bir roman karakterinden güç alarak.

Bu alıntıları buraya kopyalamakla (kitaptan bakarak klavyede yazmakla) telif suçu işliyor olmanın tedirginliğini de taşıyorum. Lütfen YKY, lütfen Siren, kızarsanız yazın, blog’un altı tamamen su, anında temizlerim. Özrün ardına şükran: Dilek Başak Loe’yi Türkçe söyleyen olarak -değerli sidekick Bongo’nun deer değil de moose olduğunu kenara bırakırsak- bu alıntıların Loe’den sonraki ikinci sahibi. Çalışma saatlerine şükranlarımı sunuyorum. Listeyi yanlış anlamış da olabilirim, listelerin maddeleri genelde bu denli uzun olmuyor.

Lafa giremedim, bir şeyler hakkında bir şey yazmaya çalışmam tekinsiz bir borç isteme diyaloğu gibi sarpa sarıyor. Nedir bu finallerde ortak ve etkileyici olan?

İlk aklıma gelen: büyük sözleri küçüklenerek imâ etmek. Gündelik yaşama dair yıkıcı, terk edici, tamamen kabullenmesi güç ve nefret dolu bakışları var baş karakterlerin. Buna karşılık, yine bu karakterlerin analitik, entelektüel ve tartışmacı bir retorikleri yok. Büyük sözler Loe’nin “küçük” karakterlerinin ağzına yakışmayacaklardır. Bartleby geldi ilk olarak aklıma; çok konuşmasına, ne çevresindekilere ne okuyucuya hislerini ve eylemlerini derinlemesine açmadan birkaç vurucu söz veya eylemle kendini ortaya koyan ana karakter yazımı.

Odağı, geçmişe atıflarla saptırmacalar. Loe’nin kahramanları bir çarpışmaya doğru giderken hep o son anda tercihen espri içeren bir patinajla olup biteni dramatize etmekten sıyrılarak “gülüp geçilecek” bir duruma düşürüyorlar kendilerini. Bu gülüp geçme ise acıma veya özdeşleşme duygusu olarak tam o çarpışma öncesi fotoğrafı, bir final olarak, romandaki hikâyeye kazıyor. Film terminolojisiyle düşününce bu bölüm finalleri, filmin birkaç planlık sekanslarını bağlarken son kareyi bir süre dondurup tezat bir jingle eşliğinde bekletmek gibi geliyor.

Okura -niyeti varsa- karakterin iç dünyasını düşlemek için alan açan kısa, sade ve yoğun cümleler. “Bir çamda yaşıyorum, diye düşündü. Bu tür bir insanım artık.”


“Karı her şeye tercih ederim. Pek çok insana tercih ederim. Belki sana bile Bongo, diyorum, son damlayı silkelerken. Ama bu öylesine bir soru, buna takılıp kalmayalım. Kafanı yorma buna. Seni de seviyorum Bongo. Hiç fena değilsin. Ama bir kar da değilsin.” (D, s. 34) (Sanırım burada çeviride bir hata var. “öylesine bir soru” deniyor fakat soru olarak çevrilmemiş önceki cümleler.)

“Ocak ayının son günü, bir aydan fazla bir süredir insanlarla konuşmadığım kafama dank ediyor. Gayet güzel gidiyor. Başkalarına söylenecek o kadar çok laf varken, ben bunların bir tanesini bile söylememişim. Aslında söylenecek pek fazla bir şey olmadığının canlı kanıtı benim. Kendimle gurur duyuyorum. Yeni yıla iyi bir başlangıç oldu bu.” (D, s. 74)

“İnsanlar nerede hata yaptıkları doğru dürüst anlatıldığında anlayış gösteriyorlar. Ne de olsa uzlaştırıcı bir hareket. İletişim hala ölmemiş. Ormanda, bir bakıma daha iyi iletişim kuruluyor.” (D, s. 86)

(Roman finali) “Düşündüğüm diğer şey, bunun bir seferberlik olduğu. Cepheye gidiyoruz. Norveç’in güvenli ormanlarında salınmak kesmiyor artık. Babamla hesabımı kapattım, kendi boşluğum içinde dibe vurmak istemiyorsam gözümü yükseklere dikmeliyim. Bu ülkenin dışında hiç tanımadığım bir dünya var. Yardıma muhtaç. Benim gibi bir avcı toplayıcının, bir başka deyişle sikli Doppler’in yardımına muhtaç. Bongo gibi bir geyiğin. Belki de Gregus gibi bir oğlanın. Norveç’te yaşıyorsan, koşullar hakkında doğru bir fikrin olmuyor, diye düşünüyorum. Norveç’in bankalarda milyonlarca kronu var. Şaka gibi bir rakam. Sanki bir şeyin ne kadar çok olduğunu anlatmak için öylesine seçilmiş bir rakam. Ama bu, gerçek bir rakam. Norveç’in binlerce milyar kronu var. Bu para petrolden geliyor. Dünyada petrol fiyatlarını tetikleyen her sorunun ardından, paraları istifliyoruz. İnsanların arasına karıştığımız da yok. “Denizin dibindeki petrolün sahibi kim?” diye sorulabilir, insan öyle düşünecek olursa. Ayrıca insan herhangi bir şeyi nasıl olur da alıp satabilir? Çünkü Norveç, gerçek dünyanın önemsiz bir banliyösü. Biz de buralardan giderek uzaklaşıyoruz. Bu düşünceler akıllı düşünceler, diye düşünüyorum ama kimin umurunda. Aynı zamanda faydalılarsa, bırak akıllı da olsunlar.
Küçük kervanımız Norveç’ten çıkmak ve dünyanın geri kalanına girmek üzere. Doğuya gidiyoruz. Diğer insanlara ulaşana kadar avlanıp meyve toplayacağız. Diğer insanları buradakilerde daha çok sevecek değilim belki de – ama sadece belki. Göreceğiz.
Bu bir seferberlik. Bizler, son nefesimize kadar savaşacak askerleriz.
Akıllılığa karşı. Aptallığa karşı.
Çünkü ortada bir savaş var.
Bir savaş.” (D, s. 116)

“Birazcık uğraştıktan sonra çadır çamın tepesine asıldı. Ayrıca rengi yeşildi, sık dalların arasında kaybolup gitti. Doppler böylelikle ağacın tepesine taşınmış oldu. Orada ikamet etmeye başladı. Bir çamda yaşıyorum, diye düşündü. Bu tür bir insanım artık.” (BDS, s. 32)

“Sonra vedalaştılar ve Doppler yine ağaca tırmandı. Aslında hafiflemiş ve aşağılanmıştı ama her şeyden önce kendine şaşmıştı. Sen git, iyi bir komşunun kapısını çal ve kapaklı yazı masasının üzerine boşal. Olacak iş değil.” (BDS, s. 41)

“Devletin, ev işlerini para ekonomisine çevirmeye yönelik mevcut sistemlerini google’ladığında midesi bulandı. Doppler artık interneti kaldıramadığını fark etti. İnternetteki bilgi miktarı devasaydı. Dünyayı çok geniş bir elektronik ağla birbirine bağlamanın hastalıklı bir fikir olduğunu düşündü.” (BDS, s. 66)

“Sonunda Doppler’in nevri döndü. Tavşanın casusluk yaptığını hissetmeye başladı. Tavşan, onun gayrısafi milli hasılaya katkıda bulunmadan günlerini evde geçirdiğini düşünüyordu, Doppler’e göre. Kesinlikle gözlemlendiğini hissediyordu. Bu küçük yaratık, Doppler nerede duruyor, nereye gidiyor, bunları takip ediyordu. Odadan odaya peşi sıra zıplayıp duruyordu. Bu kibirli, umursamaz, yargılayan kemirgenin onu seyretmesinden hoşlanmadığını keşfetti Doppler. Bundan kurtulacaktı. Tavşanı bodrum katındaki kafesine kilitledi. Orada otursun da hastalıklı tavşan içgüdüleriyle bir güzel ruhu kararsın.” (BDS, s. 74-5)

“Mesela insan dünyadaki yerinden emin değilse, kaybolmuşsa, yaşamın ve toplumun yapılarına akıl erdiremiyorsa bir yasa konulmalı. Yalan söylemek serbest olmalı mesela. Yaşamın anlamı yitirildiğinde, acil yalan yasası. Bu yasa çıkar yakında, diye düşünüyor Doppler. Yasa garanti çıkacak ama muhtemelen onun bundan faydalanması için çok geç olacak. Ne olursa olsun, Doppler’in mavi evdeki durumu şu sıralar o kadar çarpık ki, artık gerçeğe başvurmak imkânsız. Her şeyin bir zamanı varmış. Ormana kaçma zamanı ve geri dönme zamanı. Gerçeğin zamanı ve yalanın zamanı. Yalan kıymeti bilinmemiş bir kaynak, diye düşünüyor Doppler gidip yatmak için merdivenleri çıkarken.” (BDS, s. 85)

“İnsan yalanın ayrıntılarını iyice bir gözden geçirdiğinde, yalan söylemek hiç zor değil. Bize yalanın aptalca ve tehlikeli olduğu, kesinlikle doğru bir şey olmadığı öğretiliyor. Ancak yalan bir dizi sorunu halledebilir. Doppler bunu fark etti. Bunu aklının bir köşesine not etti. Daha fazla televizyon seyretme kararının yakınında bir yere.” (BDS, s. 86)

“Ne kadar çok televizyon seyrederse o kadar çok alakasız insanla özdeşleşebiliyordu Doppler. Bu insanların anlattıklarını dinledi, duydukları kulağına gayet mantıklı geliyordu. Sistemin arka çıkmadığı kişileri konu alan programlar yapılıyordu. Bu insanların sağlıkları iş koşullarından dolayı bozulmuştu ve kimse bunun sorumluluğunu üstlenmiyordu. Çalışanların yaşamları mahvolmuştu ancak sigorta şirketleri suçlunun amalgam olduğu konusunda şüphe uyandırmayı başarıyorlardı. Bazıları çocukken okulun engel olmadığı bir mobinge maruz kalmışlardı. Yıllarca başka pek çok kişinin de arabayla şarampole yuvarlandığı bir dönemeçte onlar da şarampole yuvarlanmıştı ama devlet bu konunun üstüne düşüp de meseleyi halletmiş miydi? Tabii ki hayır. Bir sürü dönemeç var, sadece Norveç’te binlercesi var, devlet her bir dönemeçle ilgilenemez ki, olmaz. Doppler, devletin okulda ne kadar az varlık gösterdiğini hatırladı. Başka öğrenciler onu rahatsız etmiş değillerdi ama temponun yavaşlığı canını sıkıyordu. O zamanlar bu konudan birilerinin sorumlu olduğu aklına gelmemişti ama şimdi olayı bambaşka bir ışık altında görüyordu. Okulun, varlığını keşfedemediği pek çok yönü vardı Doppler’in. Okul tutkusuz bir biçimde onu yalnızca okulda tutmak ve bir gün önce okuduğu şeyleri hatırlama yeteneğini yüceltmek yerine onu gerçekten yüreklendirseydi, bugün kim bilir nerelerde olurdu. Televizyon programları, yavaş ve emin adımlarla Doppler’in sistemlere olan inancını törpüledi. Farkına bile varmadan devleti sevmekten vazgeçti.” (BDS, s. 107)

“İnsanlar ne kadar kötü durumda olduklarının resmini çizebilsinler diye interneti yaratmıştı devrimciler. Bu, özünde dünyanın en zararlı aracıydı. Denetlenmemiş, filresiz çeşitlilik, çok bilmişleri oyun dışı bırakır. Kimse diğerlerinden daha iyisini bilmemektedir; kendini kolay anlaşılabilir bir şekilde formüle edenin, güçlü ve karizmatik olanın görüşleri öne çıkar. Doppler okudu, okudu. Bir kıyamet zamanında yaşadığını anladı.” (BDS, s. 133)

“Doppler, yeteneksiz beslendikleri ortaya olan bu kızların uyanıp da ilk kez boşlukla yüz yüze geldikleri gün, duvarda bir sinek olmak isterdi. Pembe blogcuları gözünün önüne getirdi: Kızlar gözlerini açtılar, gerindiler, mükemmel kocalarına, mükemmel çocuklarına dönüp baktılar, sonra bakışlarını üç yüz adet güzel giysi, ayakkabı ve eşyaların sıralandığı rafların –dayanıklı bukleler ve yeni, yumuşak bir görüntü sağlayan saç maşasının, Philip Hog altın renkli spor ayakkabılarının, Adax çantalarının, Phillip Lim çantalarının, Marc by Marc Jacobs çantalarının, Céline çantalarının üzerinde gezdirdiler. Tam o sırada içlerinden asabi bir homurtu yükseldi; ne olabilir bu, diye merak ettiler, anlamıyorlardı, hayatlarındaki her şey çok güzeldi oysa. Sonraki aylarda bu homurtu giderek arttı. Uğraştıkları şey onlara daha da boş gelmeye başladı, konuştuklarında sözcükler boş salonlarda yankılanıyordu. Her şey sarpa sarıyor; anlaşılmazlıklar, hatta ve hatta güzel kocayla kavgalar baş gösteriyor, yaşamla ilgili seçimler konusunda şüpheler ortaya çıkıyordu. Sonunda mükemmel olan ilelebet bastırılıyor ve yerini, suçun kendinde olduğuna dair ani bir farkındalıktan doğan çaresizliğe bırakıyordu. Ateşe körükle gittiler; her gün binlerce insandan ilgi görüyorlardı ama bunu ne için kullandılar? Hiçbir bok için. Tersine. Yaptıkları tüm dünyaya pek de akıllı olmadıklarını göstermekten ibaretti. Boşluğun önde gidenleriydiler. Nesnelerin, bedenlerin ve sığlığın partilerinden çıkmadılar, şovun en iyisi olmaya çabaladılar. Tüm bu blog yılları boyunca akıllarına tek bir eleştirel düşüncenin gelmediğini birdenbire keşfediverdiler. Tek bir tane bile.
Doppler’e göre, bundan daha büyük bir kıyamet alametine rastlamak çok zordu. Öyle ki, Pasifik Okyanusu’nu yüzüp duran tahmini beş trilyon plastik parçası bunun yerini ancak alabilirdi.” (BDS, s. 136)

Ara not: Olay anlatan kısımları bu alıntılara yerleştiremiyorum. Çünkü anlamak için bağlam gerekiyor veya vurucu finaller yapmıyorlar. Sadece hikâyeyi devam ettiriyorlar.

“Egil Hegel bir gün koşa koşa işine giderken, Doppler’in önünden geçti. Her şey çok ani oldu. Doppler, Egil Hegel’in onu tanıyıp tanımadığından pek emin değildi ancak ertesi gün Egil Hegel yeniden önünden geçti. Tek bir söz bile etmeden Doppler’e beş yüz kron verdi ve hızla yoluna devam etti. Bu büyük meblağ Doppler’in Romanlar arasındaki itibarını artırdı, çorbasına fazladan bir parça et konuldu. Egil Hegel önünden koşarak geçmeye, küçük meblağlar bırakmaya devam etti. Sonra birden gelmez oldu. Artık işe başka bir yoldan gidiyor herhalde, diye düşündü Doppler. Oslo’da bir sürü yol var. Binlercesi.” (BDS, s. 171)

“Ara sıra mutfak penceresinden mavi eve bakıyordu. Orada hareket ve gülen insanlar vardı. Yaşamları yeniden rayına oturmuştu. Her şeyin yerli yerinde olduğu bir mutluluk evinde yaşıyorlardı ve ne zaman ne yapacaklarını hep biliyorlardı. Okul, antreman ve idmanlar için zaman çizelgeleri buzdolabına meyve şeklindeki mıknatıslarla iliştirilmişti. Bazen Doppler onlarla selamlaşmak için elini kaldırıyordu, mevcudiyeti teyit edilsin ve onu görebilsinler diye. Bir defasında Egil Hegel de ona el salladı, ölçülü bir tebessümle. Muhtemelen sevimli bir adam bu, diye düşündü Doppler. Doppler’in olup olabileceğinden çok daha sevimli. Geniş, sevimli, istikrarlı. Egil Hegel dünyanın mirasını devralacak, diye düşündü.
Doğrusu da bu.” (BDS, s. 174-5)

“Sara, Doppler’in elini aldı ve gayet kararlı bir şekilde baldırından yukarıya yönlendirdi. Eteğinin altına ve gerisine işte. Doppler çelişik duygularla dolup taştığını hissetti. Sara’nın yumuşak ve çekici olduğu şüphe götürmezdi, ancak aralarındaki statü farkı çok büyüktü. Aupair‘leri böyle durumlara düşürmek yanlıştı. Belki de yasadışı, diye düşündü Doppler. Mesela Sara sonradan pişmanlık duyacak olsa, genel doğru-yanlış anlayışı Doppler’i tacizci olarak gösterecekti. Dünya böyleydi. Hayır, en iyisi geri çekilmekti. Ama bu da o kadar kolay değildi, şimdi Sara orasını burasını mıncıklamaya başlamıştı. Mıncıklanmanın ne kadar harika bir şey olduğunu unutmuştu Doppler.” (BDS, s. 177-8)

“Süt içiciler her işin altından kalkan insanlardır ama aynı zamanda biraz saftiriktirler.” (BDS, s. 195)

“Bongo olanları üzgün bakışlarla izledi. Bunun çok talihsiz bir durum olduğunu gördü. Bir şeylerin yanlış gittiğini çok önceden hissetmişti. Ama uyaramazdı ki. Ah! Nasıl da üzgündü. Efendisinin, kendinden geriye kalanı da kaybetmek üzere olduğunu anlıyordu ama elinden ne gelirdi ki? Boynuzlu hayvanların lisanı yok. Bir fikre tutunup onu sözlü olarak ifade edemezler. Boynuzlu hayvanlar ve insanlar arasındaki en büyük fark budur işte.” (BDS, s. 202)

“İnsanların arasına karışıp yaşamışlardı. Ülkeleri ve şehirleri dolduran milyonlarcasının, yüz binlercesinin arasına karışıp yaşamışlardı. Bir fikri anlamaya çalışmışlardı, mümkün olduğunca insanların arasına karışmaya çalışmışlardı. Dansa katılmışlardı, her şeye katılmışlardı. Şimdi ise işin ucunu birlikte bırakmışlardı, çemberin dışına çıkmışlardı.
İnsanların arasına karışmıyorlardı artık. Yalnızca ikisi vardı.
Artık güneş fırtınası çıkabilirdi.” (BDS, s. 221-2)


Kan ter içinde oraya çöküverdim.
Gerçek bir iş becermiştim.
Şaka değildi.
Susam Sokağı değildi.” (NS, s. 15)


Büyükbabam iyi adamdır gerçekten.
Ben de iyi biri miyim, merak ediyorum doğrusu.
Benim kuşağımda iyi biri var mı, merak ediyorum.” (NS, s. 26)


Şimdi kitabı bir kenara bırakıyorum.
Sersemlemiş hissediyorum. İsyanlardayım.
Belki sonra biraz daha okurum.
Kafam allak bullak.
Zaman diye bir şey yokmuş.
Başka sonuç çıkarılabileceğini sanmıyorum.
En azından tek bir zaman yokmuş.
Benim zamanım. Senin zamanın. Paul’un zamanı. Güneşin zamanı.
Pek çok zaman.
Pek çok zaman, hiçbir zaman ile aynı şey.
Eğer durum böyleyse sevinmem gerek.
Neden sevinemiyorum?
Gergin hissediyorum.
Belki sonra sevinirim.” (NS, s. 32)


Meselenin hevesle ilgili olduğundan eminim. Eksik olan bu.
Onu bulmam gerek. Geri almam gerek.
Orada bir yerlerdedir mutlaka.
Hakkında konuşmanın bir anlamı yok herhalde.
Zen gibi.
Çabaladığım sürece başarmam olanaksız.
Yalnızca çabalamadığım zaman başarabilirim.
Lanet olası Budistler. Kendilerini pek bir akıllı sanıyorlar.” (NS, s. 41)

“Cosmos adlı televizyon dizisi geldi aklıma. Carl Sagan uzaya benzetmeye çalıştıkları bir setin içinde dolaşıp büyük sayılardan söz ediyordu. Bölümlerden birinde, insanların meydana geldiği maddelerle dolu bir tankın önünde oturuyordu. Tankı bir sopa ile karıştırırken bir yaşam meydana getirip getiremeyeceğini merak ettiğini söyledi.
Başaramadı.” (NS, s. 42)


Şehre bakıyorum. İnsanlar uyuyor.
Ağzıma su doldurup yavaş yavaş yutuyorum. Su güzel bir şey. Şeyler arasında bir seçim yapmam gerekseydi, kesinlikle suyu seçerdim.
Epeydir bu kadar iyi hissetmemiştim. İlkin top, sonra çakma tahtası, şimdi de bu, yani bütün bu sayılar. Sorumluluk taşımamanın verdiği bu harika his. Belki de yükselişe geçmişimdir. Belki de iyiye giderim. Hava aydınlanırken oturmuş düşünüyorum: Ben iyi biriyim; uzay zaman ve her şey ne olursa olsun, bana ne.” (NS, s. 84)

“Eskiden olduğu gibi değildi ama yine de iyiydi. Babamla birlikte evin etrafında yürümenin her şeyi halledeceğini düşünmemiştim zaten. Beklentilerim gayet makuldü. Babam, bunu daha sonra bir kez daha yapabiliriz diyor, eğer ihtiyaç duyarsan. Olabilir diyorum. Babam, daha sık dışarı çıkman gerektiğini düşünüyorum, diyor, insanlarla, belki de bir kızla görüşmen gerek.” (NS, s. 92)

“Meteoroloji Enstitüsü’ne gidiyorum ve sekreter hanıma Kim için bir rulo faks kâğıdı almaya geldiğimi söylüyorum. Kim’in kim olduğunu biliyor ve bana birtakım sinir sorular sormuyor. Kim’in nasıl olduğunu soruyor sadece. Çok iyi, diyorum. Sonra da ruloyu alıyorum. Bu kadar basit.” (NS, s. 102)

“Kafe kapandığında sarayın bahçesinin içinden yürüdük. Onun evine gittim ve bir bardak çay içtim. Fotoğraf makinesini gösterdi. Ve bazı fotoğraflarını. Renkli, büyük fotoğraflar. Giderken bana sarıldı, şimdi geriye baktığımda, bunun bir öpücük olmasına ramak kaldığını düşünüyorum. Muhtemelen bir sarılmaydı. Ama belki de öpücük.” (NS, s. 109)

“Lise’ye otobüsün arka koltuğundan el sallıyorum. Tam gözden kaybolduğunda yüzü, Polaroid resimde belirmeye başlıyor. Şimdi nereye gidersem gideyim yine de görebilirim onu.” (NS, s. 123)

“Tüm bu insanları sevmeye başladığımı hissediyorum. Onları anlıyorum. Tabii ki yolda yürümeleri gerekiyor, başka yerlere gitmeleri gerek. Her yerde aynı şeyler geçerli. Bu işte hepimiz beraberiz diye düşünüyorum. Dayanın. Her şey iyi olacak.” (NS, s. 136)

“Yolun biraz aşağısında işçiler için hazırlanmış bir talimatname faksı buluyorum. Faksta, hangi ağaç ve çalıların kesileceği ve hangilerinin dikileceği yazılı. Faks yerde duruyor. Artık ona ihtiyaç yok sanırım. İşçiler ne yapacaklarını biliyor gibi görünüyorlar. Faksı yanıma alıyorum. Büyükbabama vereceğim. New York’ta birilerinin ağaçlar ve çalılarla uğraştığını görmek onu mutlu edecektir.” (NS, s. 198)


Erlend Loe, Doppler, çev. Dilek Başak, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [2006], 11. basım.
Erlend Loe, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, çev. Dilek Başak, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [2015] , 3. basım.
Erlend Loe, Naif. Süper, çev. Dilek Başak, Siren Yayınları, 2018 [1996], 2. basım.

p.s. Künye bilgilerine bakarken ilginç şeyler öğreniyorum. “Naif. Süper” için şöyle bir not var: “Bu kitabın ilk Türkçe edisyonu, 2003 yılında Tavanarası Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır”. Loe birden -az- meşhur oldu. “Doppler” 2016’da çevrilip 2 yılda 11 baskı yapmış. “Naif. Süper” de aynı ayda ikinci basımını yapmış. Bu gecikmiş popülerliğin kökenleri nerede? 2004’de Loe okuyup çevresine öneren o erken okur şimdi ne okuyor acaba, bana da söylese keşke.

 

Loe, Doppler Hayat Nehrini Tefekkürle Seyrediyor

Doppler kent, iş ve aile yaşamını terk edip birkaç yıl ormanda yaşamıştı. Bu pasajın açılışında, tekrardan eski hayatına dönüyor ve önceleri çalıştığı iş yerinde tekrar mülakata girmeyi planlıyor -yok-hâyâl. Fakat eski ofisini gören banklarda eski hayatını izlerken romanın anlatıcısı, Loe’nin Doppler serisinde sıkça tercih etmediği bazı gözlemlerde bulunuyor. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda Doppler’e göre bu gözlemler hatırı sayılır derecede fazla aslında yine de romanın akışında azınlıkta kalır. Bir örnek olarak not ediyorum.

Doppler’in bütün bu yaşamını neden bu denli sevdiğime dair en kısa sözcük herhalde “çelişkiler”. Günümüz romancısı, hele ki Norveçliyse, peygamber yazarlıktan çok uzak duruyor. Ormana kaçmalı demenin yanlış olduğunu biliyor. Dolayısıyla, dünyanın büyük çoğunluğundan çok daha yüksek bir kalitede sürdüğü hayatı terk edip ormana yerleşen figürle yetinemiyor, onu kente geri döndürmekle yükümlü hissediyor. Ormandaki yaşam bir noktaya kadar iç açıcı görünse de kahramanı geri dönmeye ve çelişkileri ikinci elden değerlendirmeye mahkûm bırakıyor.


Ertesi gün Doppler, cesaretinden dolayı şaşkın bir halde, kendini şehir merkezinde, eski işyerinin kapısının önünde buldu. Eski meslektaşlarından pek çoğunun hiç şüphesiz hâlâ çalıştığı binanın pencerelerine baktı; uzun süre orada öylece dikildi. Girişin önünde bir saat kadar durmasına rağmen hâlâ içeri girememiş olmasının yarattığı hayal kırıklığıyla caddeyi geçip yıllarca kendi ofisinden gördüğü bir banka oturdu. Ormanda geçirdiği süre içerisinde bu bank bir kez olsun aklına gelmemişti ama şimdi, bilgisayar ekranındaki Excel sayfasından başını kaldırıp kelimenin hem düz hem de mecazi anlamıyla aşağıya baktığını hatırlıyordu; başkaları örneğin Doppler ve onun tanıdığı tüm yetişkinler yoğun bir günde toplumun çarklarını döndürürken, oturma fırsatı bulan işe yaramaz kaytarıcılara bakıyordu tepeden. Şimdi bu bankta kendisi oturuyordu ve çevresinde akıp giden hayata bakıyordu. Daha önce bunu hiç yapmamıştı. Dağıtıma çıkmış araçlar, belli ki çok acil olan paketler ve mektuplar taşıyordu. Taksi şoförleri köşeleri sinyal vermeden dönüyorlardı her zamanki gibi ve bisikletliler onlara parmaklarını gösteriyordu. Her şey her zamanki gibiydi. Dükkânlar bir yük kamyonu ordusundan mallar teslim alıyordu. Ve Doppler malların o gün erkenden ya da bir gün önceden tırlarla güneyden, ya İsveç üzerinden karayoluyla veya Almanya ya da Danimarka üzerinden feribotlarla geldiğini biliyordu; bazıları uçakla da gelmiş olabilir, diye düşündü Doppler bankta otururken, mesela iyi restoranlarda bulunan taze ve egzotik ürünler. Malların bir kısmının, hatta muhtemelen pek çoğunun büyük konteynerler içinde yük gemileriyle geldiği ve limanda boşaltılıp gümrüklendiği, daha sonra da kamyonlara konulup götürüldüğü aklına geldi bir müddet sonra. Böyle olmalıydı. O bankta oturdukça, düzenin mal ve hizmet akışını sağlamak için kurulduğunu daha iyi anlıyordu. Tüm ürünler, satılabilecekleri ve kullanılabilecekleri yerlere çabucak yetiştirilmeli, tüketilmeli, atılmalı, toplanmalı, geri dönüştürülmeli ya da imha edilmeliydi; kâğıtlar içeri, kâğıtlar dışarı, plastik, lastik, metal, içeri, dışarı, yukarı ve aşağı, mallar içeri, atıklar dışarı; daha fazla tüketimi, daha çok ihtiyacı, yeni ürünleri, daha fazla ürünü üretmek için yapılan reklamların çağrısına uyumlu bir biçimde. Her şey ustaca, büyük bir hızla tüketilmeye yönlendirilmişti. İnsanların da kesinlikle bu yüzden sokaklarda dolandıklarını şimdi anlıyordu Doppler; işe gidiyorlardı, işten geliyorlardı, zamanı geldiğinde onları bir işe yönlendirecek eğitim kurumlarına girip çıkıyorlardı ki, bir gün gelip nakit para ödemeden edindikleri evlerin, dairelerin, arabaların, malların borcunu ödeyebilsinler; pek çoğunun ölene kadar kurtulamayacakları borç batağını bir an olsun unutabilmek ve biraz da kafayı dağıtmak için bir yerlerde geçirecekleri tatillerin parasını ödeyebilsinler. Sanayi Devrimi’nden önceki bin yıl süresince büyüme yılda 0.01 oranındaymış, diye okumuştu Doppler bir gazetede. Ancak yaşam standardı on yedinci yüzyılın ortalarından itibaren, elli yılda bir ikiye katlandı. Böylesine bir artış, Sanayi Devrimi’nden önce altı bin yılda gerçekleşiyordu. Sahip olmaya alıştıklarımıza, sahip olmaya alışılması manyakça yani. Pek çok kişinin bu bankın önünden aceleyle geçmesinin nedeni muhtemelen, güçlerinin yettiğinden daha pahalı bir sürü şey almış olmaları, diye düşündü Doppler. Sistem şu şekilde işliyordu: Tüketmek için para kazanmayı beklemeyelim diye bankalar borç vermek için sıraya girmişlerdi. Tüketim genç yaşlarda başlıyor ve asla sonu gelmiyordu. İnsanlar, borç almak için ödedikleri ekstra kronları memnuniyetle çıkarıp veriyorlardı çünkü öbür türlüsü dışlanmak anlamına geliyordu, bu da istenmiyordu, tatsızdı, hatta ve hatta tehlikeliydi.

Doppler, oturduğu bankın azgın bir nehrin ortasındaki, güneşin ısıttığı huzurlu bir kaya olduğunu fark etti. Kayanın üstüne çıkıp kendini kurtarmıştı, orada oturmuş, etrafından akıp gidenleri seyrediyordu. Doğru cankurtaran malzemeleriniz varsa, iyi talimatlar aldıysanız, tecrübeliyseniz ya da sadece talihliyseniz, nehirde pekâlâ hayatta kalabilirsiniz, Doppler’in senelerce yaptığı gibi; başını su üstünde tutmuştu ve ayakları önde, düzgün bir biçimde oturmuştu, suyun yüzeyinde görünmeyen ama nehrin dibinden haince fırlayan taşları tekmelemeye hazır bir biçimde. İnsanın buna alıştığını şimdi görebiliyordu. Daha doğrusu, insan çocukluğundan bu yana bu duruma alışıkmış, böyle olması gerektiğine inanmıştı. Mesele yetenek meselesiydi, ancak mesele öncelikle, kişiye vaftiz armağanı olarak ne türden cankurtaran malzemeleri verildiğiyle ilgiliydi. Bazıları ne can yeleğine sahipti ne de yüzme biliyorlardı. Onlar hemen battılar. Bazıları üzerinde küçük delikler olan kolluklar almıştı; onlar birkaç yıl dayandı. Bazılarının tekne büyüklüğünde can yelekleri vardı. Tuttuğunu koparanlar, bir yandan debelenip bir yandan kendi yeleklerini kendileri yaptılar, başkalarına yelek satıp bundan iyi para kazandılar. Bazıları diğerlerinden daha hızlı ilerledi suda, belki biraz daha yavaş ama ne olursa olsun hep nehrin içindeydiler, hep birlikteydiler ve burası güvenliydi. İnsan hoş bir biçimde sırılsıklam, uyuşuk, bitkin ve umarsız oluyordu; her allahın günü aynı insanları görüyordu. Nehrin bazı yerlerinde batmadan daha rahat yüzülüyordu; akıntı daha hızlıydı, dipten çıkan taşlar daha azdı, buraları kapmış olanlar dibe batarlarsa, birileri onların yerini alıp akıntıya kapılmış mallarla ve ürünlerle yan yana, eskisinden daha iyi süzülüp yol alabilirdi suda. Yeterince becerikliyseler tabii, diye düşündü Doppler. Zamanla sahip olabilmeyi şiddet ve arzuyla hayal ettikleri mallar ve ürünler de akıntıda sürüklenip duruyordu. Bankta otururken, işlerin böyle yürüdüğünü aniden kavrayıverdi Doppler. Bu son derece banal yapıyı olduğu gibi göremeden yıllarca akıntıda sürüklenmesine şaştı kaldı ve buna canı sıkıldı. Her şey, konumlar, yüzme yeteneği, cankurtaran malzemeleri için verilen bir kavgadan ibaretti. Her şey bir konumlar ve nesneler panayırından ibaretti. Nehrin suyu neredeyse ayak bileklerine geliyor, onu serinletiyordu. Şimdi böylece oturuyordu orada. Arkaya doğru kaykıldı ve etrafını saran binlerce ofis penceresine baktı. Orada, bir zamanlar onun da aralarında bulunduğu, yüksek eğitimli çalışanlar bulunmaktaydı ve bunlar sunumları, taslakları, notları, duyuruları, incelemeleri, stratejileri, bütçeleri, modelleri -önümüzdeki elli yıl içerisinde ekonomiyi ikiye katlamayı hedefleyen araçları- netleştirirken diğer çalışanlar, takvim programlarının onlara, katılmak zorunda oldukları bir toplantıyı unuttuklarını hatırlatabileceğinden korkuyorlardı. Büyük toplantı salonu eski işyerinin yedinci katındaydı. Doppler pencerelere baktı. Şu anda orada kesinlikle bir toplantı vardı. Her zaman toplantı yapılırdı. Orada çalıştığı günlerde, toplantı salonunun en geç bir buçuk iki hafta öncesinden rezerve edilmesi gerekiyordu. Kurum içi ağın takviminin bir parçasıydı bu; kimin, ne için odayı ayırttığı takvimde görülebiliyordu ve boş olan saatler, kareli alanda yanan yeşil renkle belli oluyordu. Doppler toplantı odasında yüzlerce saat geçirmişti. Toplantılara katılmıştı, sunum yapmıştı ve kendi seslerini duymaktan bir an bile bıkmayan insanları dinlemiş, dinlemişti, onlara bol bol küfür sallamıştı, kafasının içinde tabii. Bu, ilk saatte pek olmazdı ama ikinci saate girildiğinde her zaman dağılıyordu gözü dönüyordu ve toplantı canavarlarına ağıza alınmayacak şeyler söylemeye başlıyordu, kendi kendine, kafasının içinde. Örneğin, amcık suratlı, ilk aklına gelen sözcüktü. Orospunun önde gideni ise bir diğeri. Doppler, konuşanın acayip nefret edilesi biri olduğuna karar verir, o kadına ya da adama bu lafları söylerdi; bir vantrilok gibi yavaşça, yoğunca ve tekrar tekrar söylerdi. Ama yine de toplantılar bitmek bilmezdi. Öfkeden kudurur, dişlerini sıkar, önündeki kâğıda bir şeyler karalardı. Sıkıntının ve dışa vurulmamış öfkenin enerjisini işleyen bir makine çizmişti; böylece petrole dayalı ekonominin hızlı çöküşüne katkıda bulunuyordu. Fizik dalında Nobel Ödülü alıyor ve ödül parasını yelkenliyle dünyayı dolaşmak için harcıyordu; sevilmesi zor kişileri sevmeye çalışıp bir hamakta okuyacak başka hiçbir şeyi kalmayana kadar kitap okuyordu. Ancak makine hiç üretilmedi ve toplantılar, Doppler kendini ormanda bulana kadar bitmek bilmedi.

Eski tas, eski hamam diye düşündü Doppler nehirdeki bankın üstünde.

Erlend Loe, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, çev. Dilek Başak, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [2015] , 3. basım, s. 70-3.

Barthes, Kapaktaki (Meşhur) Asker Üzerine

Hayata 21 günlük bedelli askerlik molasını, dün gittiğim -haklılıkla alaycı- berberden sonra hangi alıntıyla ifade edebilirim? Aslan Asker Şvayk (Hašek) ya da Adam Adamdır (Brecht) belki. En yakınlara bakarsam, Barthes’ın berberde bir dergi kapağındaki siyah asker fotoğrafıyla karşılaşması ve bununla ilgili yazdığı, sonradan içinden çok sular akacak geniş dere yatağına dair kurucu fikirlerini alıntılayabilirim.


Şimdi de başka bir örnek: Berberdeyim, Paris-Match‘ın bir sayısını uzatıyorlar. Kapakta, Fransız üniforması giymiş genç bir zenci, gözleri yukarıda, hiç kuşkusuz üç renkli bayrağın bir kıvrımına dikili, asker selamı veriyor. Resmin anlamı bu. Ama, bönce olsun, olmasın, bana neyi belirttiğini görüyorum: Fransa büyük bir imparatorluktur, renkli renksiz tüm oğulları bayrağının altında bağlılıkla hizmet eder, sözde sömürgecilik suçlayıcılarına bu zencinin sözde sömürücülerine hizmet etme çabasından daha iyi bir yanıt olamaz. Böylece, burada da, büyütülmüş bir göstergesel dizge karşısındayım: daha önce bir ön dizgeden oluşmuş bir gösteren var (bir zenci asker Fransız selamı veri­yor); bir gösterilen var (bu da amaçlanmış bir fransızsallık ve asker­sellik karışımı); son olarak da gösteren içinde gösterilenin varlığı var.

Söylensel dizgeyi terim terim çözümlemeye geçmeden önce, te­rimler konusunda anlaşmak uygun olacak. Şimdi, biliyoruz, gösteren söylende iki görüş açısından ele alınabilir: dilsel dizgenin son terimi olarak ya da söylensel dizgenin ilk terimi olarak: öyleyse burada iki ad gerekiyor: dil düzleminde, yani ilk dizgenin son terimi olarak gös­tereni anlam (adım arslandır, bir zenci Fransız asker selamı veriyor) diye adlandıracağım; söylen düzleminde de biçim diyeceğim ona. Gösterilene gelince, bulanıklık söz konusu değil: kavram adını alıko­yacağız. Üçüncü terim ilk ikisinin karşılıklı bağıntısı: dil dizgesinde gösterge‘dir bu; ama bu terimi yeniden ele alıp da çift anlamlılığa düş­memeye olanak yoktur, çünkü söylende (baş özelliği de budur) göste­ren daha önceden dilin göstergelerinden oluşmuştur. Söylenin üçün­cü terimine anlamlama diyeceğim: söylenin gerçekten bir çifte işlevi bulunduğu için, sözcük tam yerindedir: gösterir ve bildirir, anlatır ve benimsetir.

Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, Metis Yayınları, çev. Tahsin Yücel, 2014 [1957], 4. basım, s. 185-6.

Pamuk, Sinemadan Çıkınca Bir Başkası

Kara Kitap’tan bu kısa pasaj, buraya alıntı istiflerken beni çağıran birçok temayı içinde taşıyor. Pamuk’un aralarına zamansal mesafe koyarak okumaya çalıştığım romanları her seferinde birkaç sayfada bir arşivleme dürtülerimi tetikliyor zaten, bu kez temkinli davranmaya çalışıyorum.

Çağıranlar: Taksim ve İstanbul, sinema ve kurgu, insanları gözlemleme, kişisel hüznün devredilişi, ötekini yorumlama ve tüm bu yorucu sürecin bir yere varamayışı.

Bir film izleyip sokağa çıkınca gelen ilk hislerden birisi, elbet filmle ilgili olarak çeşitlense de, kendi duygularımının ötekinin duygularıyla yer değiştirmesi oluyor. Başkasının -hem de kurgu karakterin- dertlerini dert edinmek çok korunaklı çünkü sorumluluk hissi taşıtmıyor. Kendim dahil olmak üzere, gerçek insanlardan çok sinema -yahut roman- karakterlerini kafaya takıyor, dönder aktar düşünüyor ve onlarla ilgili hisleniyor olmam belki de kaçışçı ruh halimin bir parçasıdır. Yaşayan varlıklar hakkındaki tefekkür başka gerilimler taşıyor, harekete geçmek gibi. Tabi böylesi bir bakış sinemayı -edebiyatı ve genel olarak sanatı- sağaltıcı bir işleve hapsediyor. Belki de sağaltıcılığını kabul ederek olumlu yanları üzerine düşünmek işe yarar.

Atılgan’ın dağarcığımıza soktuğu sinemadan çıkmış insan imgesini 30 yıl sonra Pamuk yeniden anıyor, diğer pek çok şeyi, mesela Vesikalı Yarim üzerinden bu kez “sinemaya girmiş insan”ı, yeniden andığı gibi. “Romanı bitirmiş insan” fiziksel bir mekandan çıkmak ve kalabalığa karışmak gibi bir eyleyişte bulunmadığından olsa gerek güçlü bir imge olamamış. Orada da bir şeyler var ama, arka kapağı çevirdikten sonra zihindeki elektrokimyasalların ebleh bir gülümseme veya -yine- hüznü tetiklediği, daha sıklıkla özel alanda gerçekleşen bir durum. Toplu taşımada kitap okuyanlardan kitabın sonuna yaklaşan birileri varsa durağı kaçırmak pahasına o bitirişi nasıl yaşadıklarını, bedenleriyle neleri ifade ettiklerini görmek için bekliyorum: bir garip zafer.


Taksim yakınlarında birdenbire kendini boşalan bir sinemanın kalabalığı içinde buldu. Dalgın dalgın önlerine bakarak, elleri ceplerinde ya da kol kola yürüyerek merdivenlerden sokağa çıkan insanların yüzleri öyle bir anlamla yüklüydü ki, Galip içinde yaşadığı kendi kâbusumsu hikâyesinin bile önemli olmadığını düşündü. Sinemadan çıkan kalabalığın yüzünde bir hikâyeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların huzuru vardı. Hem burada, bu sefil sokaktaydılar, hem de orada, içinde olmayı hemen isteyiverdikleri o hikâyenin içinde. Çok daha önceden yenilgi ve acılarla boşaltılmış bellekleri, şimdi, bütün hüznü ve hatırayı yatıştıran derin bir hikâyeyle doldurulmuştu: “Başka biri olduklarına inanabiliyorlar!” diye düşündü Galip özlemle. Kalabalığın az önce seyrettiği o filmi görüp, o hikâyenin içinde kaybolup bir başkası olabilmek istedi bir an. Sokaklara dağılan insanların sıradan dükkân vitrinlerine baka baka bildik tanıdık eşyaların o bezdirici dünyasına geri döndüklerini görüyordu. “Kendilerini koyuveriyorlar!” diye düşündü Galip.

Oysa, bir başkası olabilmek için, insan bütün gücünü kullanmalıydı. Taksim Meydanı’nda çıktığında Galip, içinde bu amaçla bütün iradesini harekete geçirebilecek bir kararlılık hissetti. “Ben bir başkasıyım!” dedi kendi kendine. Hoş bir duyguydu bu, yalnız ayaklarının altındaki buzlu kaldırımların, Coca-Cola ve konserve ilanlarıyla çevrili bütün meydanın değil, kendi kişiliğinin de tepeden tırnağa değiştiğini hissettiriyordu. Kararlılıkla bu cümleyi tekrarlaya tekrarlaya bütün dünyanın değiştiğine de inanabilirdi insan, ama o kadar ileri gitmeye gerek de yoktu: “Ben bir başkasıyım,” dedi Galip kendi kendine. Adlandırmak istemediği bu başka kişinin anıları ve kederiyle yüklü bir müziğin, içinde yeni bir hayat gibi yükseldiğini keyifle hissetti. Bütün hayatının coğrafyasını belirleyen temel merkezlerden biri, Taksim Meydanı, iri hindiler gibi dolanan otobüsleri ve dalgın ıstakozlar gibi ağır ağır hareket eden troleybüsleri ve her zaman karanlıkta kalmaya kararlı belirsiz köşeleriyle bu müziğin içinde ağır ağır değişti ve Galip’in ilk defa adım attığı fakir düşmüş umutsuz bir ülkenin allanıp pullanmış ‘modern’ bir meydanına dönüştü. Karlarla kaplı Cumhuriyet Heykeli de, hiçbir yere çıkmayan o geniş Yunan merdivenleri ve Galip’in on yıl önce cayır cayır yanışını seyrettiği ‘Opera’ binası da, böylece, işareti olmak istedikleri hayali ülkenin gerçek parçaları haline dönüştüler. Galip, otobüs duraklarının önündeki telaşlı kalabalığın içinde, itişerek araçlara binen insanların arasında ne esrarlı bir yüz görebildi, ne de örtüler arasındaki ikinci dünyanın işareti olabilecek plastik bir torba.

” (s. 203-4)

Orhan Pamuk, Kara Kitap, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [1990], 10. basım, s. 203-4.

Sönmez, Belleksizin Kent Yürüyüşü

Otomatik kapılar açılıp kapanıyor. Geniş bir meydana giriyorum. Kentin içinde başka bir kent mi burası? Alışveriş merkezindeki bütün koridorlar meydana bağlanıyor, insanlar burada buluşup, buradan dağılıyor. Her koridor uzadıkça bir sokağa dönüşüyor, kıvrılıp derinleşiyor. Buraya daha önce gelmişsem etrafa yine böyle şaşarak bakmışımdır. Dışarıdaki İstanbul’a benzemiyor. Serin. Sakin. Ayak seslerim mermer zeminde su gibi akıyor. Ardımda bir gölge hissetmiyorum. Burada herkes gölgesiz sanki. Kendi kendilerine yetiyorlar. Benim gibi. Bazen baş ağrısı veya uykusuzluk çekerlerse, ilaçlar imdada yetişiyor. Her köşe başında bir eczane. Gündüz yetmez, gecelere de birer eczane. Kentin dört bir yanındaki kıyafet mağazaları, ayakkabıcılar, lokantalar, kafeler, marketler, kitapçılar, çilingirler, bankalar, sinemalar ve çocuk oyun salonları buraya toplanmış. Alışveriş merkezi değil, kat kat yükselen duvarlarıyla yeni bir kale. Geniş ekranlı televizyonlar. Kahve kokusu. Acıkma hissi. Parktan çıkıp buraya neden geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Karınca yok. Trafik yok. Polis otolarının sireni duyulmuyor. Koridorları her yandan kameralar izliyor. Çocuklar sağa sola koşturuyor. Bir ağacın yanındaki banka oturuyorum. Ağaçlar ve banklar, parkı andırıyor. Ağır adımlarla yürüyen yaşlılara bakıyorum. İçlerinde geçmişimi getirecek biri var mı diye yüzlerini süzüyorum. Kaygılanmayın, demişti doktor, geçmişiniz size eninde sonunda gelecek. Doktorum sanırım fazla televizyon dizisi izliyor, veciz sözlerle konuşmayı seviyor. Geçmişim bana beklediğim değil beklemediğim bir anda gelecekmiş. Deminden beri düşündüklerim, aklımda dolananlar, bana ait değil. Kafamın içi doktorun kelimeleriyle dolu. Zihnimin ne kadarı gerçekten benim, bilmiyorum. En iyisi yürümek. Kimseye çarpmadan yürüyebiliyorum burada. Bir vitrinin önünde durup cansız mankenlere bakıyorum. Yan taraftaki vitrine geçip geniş bir akvaryumu seyrediyorum. Balıklara benziyorum. Aynı yerde yüzüp, aynı sınırlarda dolanan. Denizden korksam da akvaryumu ve balıkları seviyorum. Yeterince uzun yaşarsam, öteki günleri de görebilirim: Gelecekte alışveriş merkezlerinin bir ucuna doğumevi, diğer ucuna mezarlık yapılır. Burada doğulur, yaşanır ve nihayet burada ölünür. Belki benim diğer hayatım da öyledir, diğer bir hayatım varsa. Güneş burada kimseyi yakmaz, kar kimseyi üşütmez. Gökyüzü dahildir bu dünyaya. Yürüyen merdivenlerden çıkarken, başımı kaldırıp yukarı bakıyorum. Camla kaplı tavandan içeri gün ışığı doluyor. Geniş kubbeli camilerin ve gotik kiliselerin görkemi. Budist bir tapınağın çın çın ezgileri dökülüyor yukarıdan. Yanımdan geçenlere bakıyorum. Yüzleri dingin. Aynı ayarda, aynı niyette aranıyorlar. Ben nereye gittiğimi bilmeden bir sağa bir sola dolanıyorum. Çocuklara ayrılan bir köşede palyaço gösterisi izliyorum. Gösteride söylenen şarkıları dinliyorum. İzleyiciler arasında Serka’yı fark ediyorum. Meraklı gözlerle etrafı süzüyor. Ya nişanlısını arıyor ya da sohbet etmek için yanaşacağı yeni birini. Ona bakarken, insanların bambaşka dertlere düşebileceğini anlıyorum. Bana tercih sunsalar, kendi derdimde kalmayı mı yoksa Serka gibi olmayı mı seçerdim, bilemiyorum. Ona görünmeden uzaklaşıyorum. Kendimi tekrar akvaryumun önünde buluyorum. Bir anlığına dünyayı bu alışveriş merkezinden ibaret sayıyorum. Dışarısı diye bir yer yok. Vitrinler nehir gibi durmaksızın akıyor ve ben akvaryumun parçası olmayı hayal ediyorum. Camın içinde cam. Suyun içinde su. Bir başıma, aynı yerde.

Burhan Sönmez, Labirent, İletişim Yayınları, 2018, s. 48-9.