Thomas Pavel, Romanın Tarihi (Notlar)

Thomas Pavel’in 2013’te, University of Chicago’da yaptığı bir ders. Anladığım kadarıyla yılda bir kere yapılan Humanities Day’de hocalar özel dersler yapıyorlar. Pavel Hoca da –neşesinden çok etkilendim, tek derste sanki kendi hocammış gibi sevdim– roman tarihine giriş dersi yapmış. O sıralarda, The Lives of the Novel: A History kitabını henüz bitirmiş. Benim için öğretici oldu. Tüm söyledikleri genel kabul değil, tartışmalı bazı noktalarda kişisel araştırmalarından ve bulgularından söz ediyor. Şimdiye kadar okuduklarımdan, diğer pek çok şey gibi, romanın da çok çeşitli tarihleri olduğunu anlıyorum. Bu dersi dinlerken de önce aralıklı notlar almaya çalıştım ama sonrasında kaydı sürekli geri alarak söylediklerini cümle cümle çevirirken buldum kendimi. Bir ders, kitap ya da makaleden bir iki paragraflık not veya öz çıkarabildiğimde hayatın anlamına bir adım yaklaşacağım. O günlere kadar, stenografi.


Neden Don Kişot’u ilk roman olarak görüyorlar? Çünkü Cervantes kendinden önceki şövalye romanlarını reddediyor. Bunun yanında, Avrupa’da bir ulusal gurur var, birçok ülke başlangıcı kendi tarihinde buluyor. İspanyollar Don Kişot (1605, 1615) derken, Fransızlar Madame de La Fayette’in La Princesse de Clèves (1678) romanını, İngilizler Daniel Defoe’nun Moll Flanders’ını (1722), Ruslarsa Tolstoy ve Dostoyevski’nin romanlarını başlangıç alıyorlar. Onlardan öncekiler yeterince iyi değildi diyorlar.

Pavel kendi araştırmasında Don Kişot’tan sonra, bu romanda Don Kişot’un okuduğu Amadís de Gaula gibi şövalye romanlarına bakmış. Epizodik, dizilerde olduğu gibi her bölümde bir olayın işlenip kapandığı, adalet için savaşan kahramanın hep kazandığı romanlar. Buradaki en eski şövalye romanlarından biri: Heliodorus’un Ethiopian Story (Aethiopica) romanı. Pavel, bu romanın kişisel aydınlanma anı olduğunu söylüyor, romanın nasıl evrim geçirdiğini orada fark etmiş.

Ethiopian Story, 2. ve 4. yüzyıllar arasında yazılmış. İlk görüşte aşık olan iki gencin bir araya gelmesinin hikâyesi. Yunan’da bir araya geliyorlar, fakat kızın ailesi onu başkasıyla evlendirmek istiyor. Mısırlı bir rahip çifte yardım ederek onları kaçırıyor. Macera dolu bir yolculuk sonunda Etiyopya’ya varıyorlar. Rahibin, genç kızın sırrını başından beri bildiği ortaya çıkıyor. Genç kadın aslında Etiyopya Kralı’nın kızıymış. Yasaya göre kaçak gelen adamı öldürmek gerek fakat halk aşıkların yanında yer alıyor. Kral yasayı değiştiriyor ve kızını kendisi evlendiriyor. O zamanlarda bunun gibi romanlar pek popüler değilmiş, daha çok İlyada, Odysseia gibi trajediler okunuyormuş. Rönesans ile 16. yüzyılda tekrar keşfedilmiş, Avrupa dillerine çevrilmiş, Cervantes dahil birçok kişi okumuş.

İdealist ve Gerçekçi Roman Tartışması, Kökenler

Heliodorus’un Fransızca çevirisini yapan Jacques Amyot’nun yazdığı önsözde bir tartışma var. Amyot sonunda gerçeklikten söz eden bir romanın geldiğini müjdeliyor. Ethiopian Story’den sonra şövalye romanları yazanları “beyinlerinde bir hastalık var” gibi garip ifadelerle anıyor. Bu romanı onlara üstün görüyor. Aynı tartışma İspanya’da da yaşanıyor. Hangisi daha iyi, Orta Çağ hikâyeleri mi Ethiopian Story mi? Cervantes ölmeden hemen önce tamamladığı The Travails of Persiles and Sigismunda (1617) romanında Heliodorus’u ölümsüzleştireceğinden söz ediyor. Bu roman, Ethiopian Story’nin Hıristiyanlaştırılmış bir uyarlaması. Etiyopya yerine Roma’ya varılıyor. Kral yerine Papa var. Cervantes, doğru modelin şövalye romanları değil de bu tür olduğunu düşünüyor. Şövalye romanlarıyla alay ederek bu türü öneriyor.

Buradaki gerçeklik meselesi de tartışmaya açık fakat yine de romanı neden bunca yıla yayılan bir süreklilik olarak görebileceğimize işaret ediyor. Bir gerçekçilik tartışması, gerçekliğe yakınlaşma mücadelesi… Amyot, Heliodorus’un şövalye romanına göre daha gerçekçi olduğunu düşünüyordu. Öyle mi sahiden? Aslında değil. Orada asıl bulunan şey: insanın idealleştirilmesi. Güçlü, adanmış ve sınırları aşabilen bir tahayyül. Karakter Etiyopya’da doğup Yunan’da büyümüş, fakat bir yandan da bu dünyanın dışından gibi, bu aidiyetlere sığmıyor. Önemli olan, birey olması. Masalımsı bir ülkeye, Etiyopya’ya, her şeyi aşarak gidebiliyor.

Bir parantez, bazıları romana modern epik diyor. Burjuva toplumu epiği. Mesela Hegel böyle diyordu. Hegel hayatında belki üç ya da dört roman okumuş çok büyük bir felsefeciydi. Hiç yoktan iyidir. Ama edebiyat tarihçisi değildi, bu konuda yanılıyordu. Antik epik kahramanlar bir polis’e ya da bir soya güçlü bağlarla bağlıydı. Onlar için savaşırlardı. Heliodorus’taki kahramanlar ise dünyayı kat ediyorlardı. Polis veya soyları için savaşmıyorlardı. Kesinkes bağları olmayan bireylerdi.

Romanın kendine ait, otonom ve uzun bir tarihi var. Başta idealist bir türdü. İnsanı idealleştiriyordu. Kimi antik romanlarda ya da bazı Orta Çağ romanlarında (Tristan, Kral Arthur ve Şövalyeleri vb.) idealleştirmeye rastlanır. Upuzun bir idealist gelenek.

Paralel Gelenekler: Pikaresk Roman

İdealist geleneğe paralel olarak bir de insanlarla alay eden bir gelenek vardı. Hor gören (derogatory) gelenek: insanlar çok berbat, hiçbir şeyi düzgün beceremiyorlar, kötücüller. İlk akla gelen Latin romanı, Petronius’un Satyricon’u. Ana karakterleri kaybolmuş bireyler, ne yaptıklarının farkında değiller, çok kusurlular. Bir diğerinde, en asil şövalye romanlarının dönemi olan Orta Çağ’da, anonim kalmak isteyen bir yazar Reynard The Fox’un hikâyesini yazmış. Neden anonim kaldığı aşikar, kitap diğer dillere çevrildi fakat epeyce kırpıldı. Renard çok yakıcı, ayrıcalıklarının farkında bir asilzade olmasına rağmen daima yapılmaması gerekeni yapmaktan zevk duyan birisi. Bu paralel gelenekte bir diğer yazar, François Rabelais. Gargantua ve Pantagruel’deki (~1532) karakteri Panurge çok fena mizojinist bir karakter ama insanları güldürüyor. Hem komik, hem şeytani. İçimizdeki kötü olma istencine oynuyor. Dili de o derecede eğlenceli.

Bu gibi güvenilmez, sürekli hatalı şeyleri yapanların anlatıldığı gelenek uzun yıllarca sürüyor. Sonunda, Cervantes’ten bir süre önce, anonim bir İspanyol yazar, bu geleneği ciddiye almaya başlıyor. Okuru sadece güldürmek için saçma işler yapan karakterin yerine bu kötücül ya da saçma durumun ciddiyeti üzerine eğilmeye başlıyor. Bu noktada, pikaresk romanlar başlıyor. Pícaro’lar genelde yoksul bir geçmişten gelen, hayatta kalmak için mücadele etmeleri gereken, bunu da yalan söyleyerek, çalarak ya da sahtekarlıkla yapabilen karakterler. Yine epizodik bir anlatım var. Çal, yakalan. Yalan söyle, yakalan. Kumarda hile yap, yakalan.

Pikaresk romanın karakterleri iki türlüydü. Bir tarafta sahtekar ve ahlakdışı olanlar, ahlaksızlıklarının farkında bile olmayanlar, safça ve bilinçsizce hareket edenler. Lazarillo de Tormes (1554) romanı. Yine anonim, çünkü böyle bir karakteri tarif etmek bile başlı başına cesaret istiyor. Bir süre sonra ikinci tür bir Pícaro ortaya çıktı. Ahlakdışı olan, yine çok kötü şeyler yapan fakat daha sonradan anılarını bir şekilde yazan ve yaptıklarını birkaç sayfada öğütlerle anlatan kahraman. “Ne kadar kötü olduğuma bakın…” diyerek öğüt veren Pícaro. Yavaş yavaş bu paralel anti-idealist ve realist tür, kadınlar hakkında da düşünmeye başladı, Pícara’lar ortaya çıktı.

Daniel Defoe, Moll Flanders’ta bu geleneği sürdürdü, kahramanı moralist bir Pícara’ydı. Kadınlar için bağımsız olmanın imkânsız olduğu bir toplumda yaşıyordu. Kadının tek istediği iyi bir koca idi. Modern anlamda bir feminist değil elbette ama kendi toplumunda kadınların durumunu çok iyi kavramıştı. Çok ahlaklı olmayan bir yaşamın sonuna doğru ahlakın ne olduğunu anlamıştı. Sonunda dine dönüp, Virginia’ya taşınıp mutlu bir hayata başladı. Bir başka Defoe romanı Roxana: The Fortunate Mistress (1724)’da yine kahraman o dönemde toplumda kadınların durumunun tamamen evliliğe ve kocasının nasıl birisi olduğuna bağımlı olduğunu anlamıştı. Bir ahmakla evlenmişti, çok mutsuzdu. Tek başına yaşamaya karar verdi, fahişelik yaptı, özgürlüğü için savaştı. Sonra, neyse devamını anlatmayacağım (Pavel Hoca pislik yapıyor).

Özetle, iki ana eğilim var: idealize eden hat ve satirik hat. Cervantes’i çevreleyen eserlere bakarsak, başka türler de var. 18. yüzyıla kadar, roman okumak isteyen biri sadece bu iki ana türe mecbur değildi. Şimdi kitapçıya gitsek ‘gizem’, ‘kurmaca’, ‘felsefe’ diye etiketler görüyoruz, bu bölümlerde ne tür kitaplar olduğunu gayet iyi biliyoruz. 16. ve 17. yüzyılda da insanlar ne satın aldıklarını aynı şekilde biliyorlardı.

  • Heliodorus tarzı romanlar: sürüsüne bereket, bazıları binlerce sayfa
  • Pikaresk romanlar
  • Pastoral romanlar: kırsal alanda geçen, mutlu, sakin hayatlar, kuzulara bakıp aşk şarkıları söyleyenler, onları gizlice dinleyip sırlarını öğrenen birileri… Cervantes’in ilk romanı La Galatea (1585) bir pastoral roman.
  • Novella: Öncekiler hep epizodik romanlar, TV dizileri gibi ilerliyorlar. Bu türse eylem birliğini önemsiyor, daha kısa, tek bir önemli noktaya eğiliyor. Decameron’un yazarı Boccaccio gibi yazarlarla İtalya’da doğdu. Daha az bilinen yazarlar Cinthio ya da Bandello. Bu hikâyelere aşinayız çünkü eylem birliği olan hikâyeler oyun yazarları tarafından sıkça uyarlandı. Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i Bandello’dan, Othello ise Cinthio’dan geliyor. Kısalıkları, eylem birlikleri, tek bir felakete ya da komik duruma odaklanmaları açısından dramaya çok uygunlardı.

Richardson’ın karışım romanı: Pamela

18. yüzyılda basımevi olan çok zeki, İngiliz bir iş adamı vardı. Çok satan kitaplar basıyordu: hangi durumlarda nasıl mektup yazılır: nasıl teşekkür edilir, başsağlığı dilenir vb. konularında kitaplar. Kendisi de böyle ‘nasıl yapılır’ kitapları yazıyordu. Samuel Richardson. Bu iş adamı bir roman yazmaya karar verdi. Bugünlerde içinde her şeyi taşıyan akıllı telefonlar gibi, tüm türlerden bir şeyleri içine kattığı bir roman yazdı. Muhteşem bir roman olmasa da bir zanaatkarın icadı olması açısından önemliydi: Pamela; or, Virtue Rewarded (1740). Sonrasında belki 18. yüzyılın en iyi romanı Clarissa (1748) geldi, yine de Pamela‘ya dönelim biz. Pamela, idealist bir karakter. Çok güçlü ve terbiyeli bir genç kadın hizmetçi. Hem de uzaklardan Etiyopyalı bir prenses değil, İngiltere kırsalında yaşayan daha inandırıcı ve yakın biri. Mütevazı bir geçmişi var, bu da asilzadelerle sıradan halk arasında bir ahlaki yakınlaşma anlamına geliyor. Heliodorus’un karakterlerinden bile daha yalnız. Onlar en azından bir çiftti, Pamela ise tek başına. Ona aşık olan efendisine karşı da direnmesi gerekiyor. Sürekli onunla yatmaya çalışan yoz bir adam. Pamela erdem sahibi. Ailesine neler olup bittiğini anlattığı mektuplar yazıyor. Gönderme şansı yok, mektuplar elinde birikiyor ama yine de yazıyor. Efendisi ona yakınlaşmak için her şeyi deniyor, tecavüzü bile. Fakat tamamen de yoz bir adam değil (?, burada aklıma İstanbul Kanatlarımın Altında geldi), çünkü son anda utanıveriyor, dokunaklı bir an. Adam o anın siniriyle, kadının neler yazdığını merak edip mektuplarını okuyor. Okuyunca, hizmetçisinin sadece iyi, güzel bir kadın değil aynı zamanda ahlaki olarak kendinden daha üstün birisi olduğunu fark ediyor. Yavaş yavaş davranışının hatalı olduğunu fark etmeye başlıyor, sonunda kadına evlenme teklif ediyor. Kadın da ona karşı tamamen boş olmadığı için kabul ediyor, evleniyorlar.

Burada elimizde bir karışım var: idealist roman (kusursuz kadın), pikaresk roman (efendi), novella (eylem birliği var, çözüme ilerleyen tek bir olay) ve pastoral roman (aşka dair tereddütler). Çok da anlaşılır bir İngilizceyle yazıyor Richardson. Aynı zamanda bir iş adamı için de büyük bir başarı. Tek kitapta bir sürü kitap.

Hemen ertesinde karşı cenahtan, insanlarla alay etmek ve kusursuz olmadığımızı göstermek isteyen cenahtan cevap geliyor. Henry Fielding, mektup romanı Shamela’yı (1741) yazıyor. Aynı hikâyeyi anlatıyor, tek farkla: Pamela‘nın ardılı Shamela orada hizmetçi olmadan önce birçok ilişki yaşamış, sonunda çok iyi huylu biriymiş taklidi yaparak hizmetçilik yaptığı evin sahibini baştan çıkarmaya karar vermiş. Evin sahibiyse, önceki romanın tam tersi, tam bir beceriksiz, Shamela onu küçümsüyor. Romanın sonunda da nihayet… Neyse orayı anlatmıyor Pavel. (Arkası yarın hikâyeler gibi ders anlatıyor, çok güzel.)

Fielding bu kısa parodiden sonra daha uzun bir roman yazıyor: Joseph Andrews (1742). Andrews’ı Pamela’nın soyadından alıyor. Pamela’ya bir erkek kardeş veriyor. Joseph, Pamela kadar iyi huylu.  Dul bir kadının hizmetçisi. Kadın Joseph’le çok ilgili. Joseph de, tıpkı Pamela’nın yaptığı gibi, kadından kaçınıyor. Sonrasında roman Don Kişot’un bir taklidi olarak ilerliyor. İlk defa birisi Cervantes’i bir ilk model olarak ele alıyor. Don Kişot’un romanın başlangıcı olarak görülmesinin kaynağı Fielding. Romanın önsözünde Fielding idealist romana karşı çıkıyor, romanın esansının gülünç, yani gülünç epik (comic epic) olması gerektiğini yazıyor.

Richardson’ın Clarissa’sı 1500 sayfa civarı, çok ağır ilerleyen bir kitap. Vaktiniz ve gücünüz olursa okuyun, pişman olmazsınız. Bu romandan sonra Fielding daha sonra Richardson’a adil davranmadığını düşünmüş, barışıp arkadaş olmuşlar. Yine de Fielding’in sonraki romanları da, Tom Jones (1749) gibi, yine kuşkucu ve ironik yaklaşımdan yazılmış.

Ahlaki ideallerle ne yapacağız?

Tüm bu yazarların üzerine düşündükleri ortak ve önemli bir fikir var. Bireylerin kurdukları ilişkiler ve ahlaki idealler. Ahlaki ideallerin var olduğu fikrinde herkes ortak. Fakat bunları takip edecek miyiz? Bazen. İdealist karakterler daima takip ediyor. Pícaro’lar asla etmiyor. O zaman temel mesele bu aradaki gerilimli ilişki. Yapmamız gereken davranışlar ve onları her zaman yapmayışımız…

“video meliora proboque deteriora sequor”
“İyi yolu görüyor ve takdir ediyorum, ama kötü yoldan gidiyorum.”
Ovidius

Bu gerilim çok uzun süre romana yaşam sebebini verdi, vermeye de devam ediyor. 19. yüzyılda bir prensesin Yunan’dan Etiyopya’ya yolculuğu artık pek inandırıcı değildi. Ama Fielding’in gösterdiği gibi Pamela da artık o kadar makul değildi. Nasıl o kadar erdemli olabilir? Neden insani yüceliği orada arıyoruz? Neden olağanüstü derecede güçlü ve erdemli insanlar hayal ediyoruz? Neden ötekileri değil? Yüceliğin temelleri neler?

19. yüzyılın bu soruya cevabı tarihsellik oldu. Walter Scott gibileri o yüce insanı, ideal karakterleri tarihsel ve kültürel çevreleriyle düşündü. Büyük bir buluş: The Heart of Midlothian (1818). O zaman çok meşhurdu ama şimdi pek okunmuyor. Çok güçlü bir karakter olan Jeanie Deans yemin altındayken yalan söylemeyi beceremiyordu. Kız kardeşi bir çocuğu öldürmekle suçlanıyordu ama aslında suçsuzdu. Hiç kimse yemin altında onun için tanıklık yapmadığından dolayı ölüme mahkum edilmişti. Jeanie onun suçsuzluğuna inanmasına rağmen yemin altında ifade veremiyordu. Çok katı bir İskoç Protestan geleneğinde yetişmişti. Bu, yalan söyleyemeyen genç kadın tek başına, çok az bir parayla, Edinburgh’dan Londra’ya gidiyor, Kraliçe’ye ulaşıyor, durumu ona anlatıyordu. Kraliçe de anlattıkları karşısında yargılanan kardeşini affediyordu. Bu romanda aniden inanılmaz güçlü bir karakterle karşılaşıyoruz. Ama karakter bu sefer tarihsel olarak nedenselleştiriliyor. Nasıl böyle davranabildiğini mevcut kültürel ortamı ve ailesinin geçmişi açıklıyor. Walter Scott çok çeşitli tarihsel ufuklara hakimdi, gücü ve kahramanlığı tarihsel etkenlerine eğilerek anlatıyordu.

Balzac, Scott’ın açtığı yolda devam etti. Onun toplumsal, tarihsel ve kültürel çevreye olan ilgisini fark etmişti. O da bu bakışı tarihe değil de kendi dönemine ve toplumuna yönlendirdi, 19. yüzyıl başı Fransız toplumuna. İnsanlık Komedyası başlığı altında pek çok roman yazdı, başlık Dante’nin İlahi Komedya’sına referans veriyordu. Bu İnsanlık Komedyası’nda her tür mesleği, insan davranışını, cinsel ilgiyi görebiliriz. Her şeye ilgi duyuyordu. Aynı zamanda olup biteni açıklamak isteyen bir yazardı. Dram, ideal veya kötü karakterlerler ve sürekli etkileşimin içinde birden yazar ortaya çıkıp “dinleyin, işte bu yüzden” diyerek olup bitenin tarihsel, toplumsal ve kültürel geçmişini ortaya döküyordu.

19. yüzyılda idealizm ve anti-idealizmin -belki gerçekçilik denebilir- mücadelesi devam ediyor. İngiliz edebiyatında Dickens gibi biri var. Oliver Twist’e (1839) inanabilir misiniz? İsterseniz inanırsınız. Herkesin hor gördüğü, fazla romantik bulduğu The Old Curiosity Shop’a (1840) inanabilir misiniz? Ben ağlamadan okuyamıyorum şahsen, bu yüzden de seviyorum (ah, Pavel). Öğrencilerime hep söylüyorum, herhangi bir romanı kitch olarak görenlerden asla korkmayın! Kitch, sizi yıldırmak için üretilmiş bir terim (Kundera’ya tekrar dönülebilir burada). Sadece kalbinize inanın.

Bu elbette modernist romanın öncekiler kadar iyi olmadığı anlamına gelmiyor ama burada bir tartışma var. Neyse, burada durup bağlıyorum. Romanın tarihi polemiklerin tarihi, ideal olan ve kusurlu olan arasındaki gerilimin tarihi. Hayatı bu ideallerin peşinde mi yoksa onları yadsıyarak mı yaşamak gerektiğine dair bir tartışmayı sürdüren bir mücadele tarihi. Bu hikâye henüz sonuçlanmış değil. Ama önemli gördüğüm, son sözüm şöyle: 19. ve 20. yüzyıllarda modern demokratik toplumlar bir noktada bir kopma yaşadılar. Okuryazarlığa erişimi olan, kitap almak için parası olan insanlar ikiye ayrıldı. Adeta bir erbap/eksper (connoisseur) gibi yüksek edebiyatın peşine düşenler ve daha geniş kitleler için üretildiği söylenen popüler edebiyatın okurları. Bence Balzac, Victor Hugo, Dickens gibiler bu iki grup için de yazan son yazarlardı. Ondan sonra yazarların bir kısmı sadece sanata tapanlar için, diğerleriyse heyecan arayan okurlar için yazmaya başladılar. Bence Joyce’un Ulysses’ini sevmek muhteşem ama Yüzüklerin Efendisi’ni on beş ya da yirmi beş kere izlemekte hiçbir sorun yok.

Merkez’den bir anlatıcı olarak Philippe Sollers

Bu yazı Papirüs Dergisi’nin, 24. (Mart-Nisan 2020) sayısında çıktı. Bir yerde basılan ilk ve son yazım. Sollers’in Merkez romanı üzerine. Derginin yeni sayısı çıktı, buraya koymam ayıp olmaz diye düşündüm. 


Philippe Sollers’ten okuduğum ilk, Türkçeye çevrilen son kitap olan Merkez’i bitirir bitirmez diğer kitaplarına ulaştım. Hayranı olup, yazdığı her şeyi okuma isteği duymaktan ziyade, bir yazarın hangi evrelerden geçerek böyle bir yazma biçimine ulaştığını merak etmiştim. Romanın temel unsurlarından olay örgüsünü dışlayan, karakterleriniyse parçalı denemelerde tartıştığı meselelere ancak bir dramatik destek noktası olarak kullanan bir anlatı yöntemiyle karşılaştım. İleri’nin, “eleştirel metnin, düşünce yazısının, denemenin arasına yaşamöyküsel, anekdotik malzemelerin, anıların, gündelik yaşamdan fragmanların yerleştirilmesi, hatta en iyi örneklerinde, anlatı jestlerinin eleştiri yazısında yeniden denenmesi, sınanmasıyla kendini var eden … melez bir tür”[1] diye ifade ettiği kurmaca eleştiri yazarlarından biri Sollers. Üzerine bir kitap da yazan Barthes’ın “modası geçmiş bir mitle birbirinden ayrıştırılmış olan yazar ve eleştirmen, aynı güç koşullar altında ve aynı nesne, yani dil [langage] karşısında yeniden bir araya geliyorlar”[2] derken müjdelediği sınır aşımının taşıyıcılarından. Genelde bu noktaya yazarlar bir anda, bir kararla gelmiyor, yazınlarının yıllar içindeki dönüşümü sonucu, üsluplarını arılaştırarak ya da başka malzemelerle zenginleştirerek ulaşıyorlar. Sollers geçmişteki –Türkçeye çevrilmemiş ve hiç noktalama işareti içermeyen blok romanı Paradis gibi– çeşitli biçimsel denemelerine rağmen son romanlarında eksiltmenin yolculuğuna çıkmış.

Çevredeki kitapçıları dolaşıp yazarın Türkçede yayımlanan eserlerini tarayınca, ilk olarak söyleşi ve eleştiri kitaplarıyla karşılaştım. Julia Kristeva ile söyleşilerinden oluşan Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, Roland Barthes üzerine yazıları ve Barthes’ın ona yazdığı mektuplardan oluşan Roland Barthes’ın Dostluğu, mimar Christian de Portzamparc ile söyleştikleri Görmek ve Yazmak. Hiçbiri kurmaca değil. Oysa Sollers’in yirmiyi aşkın romanı olduğunu okumuştum. Merkez öncesinde yedi romanı Türkçeye çevrilmiş.[3] Hiçbirinin güncel baskısı yoktu. Türkçede 90’lardan itibaren birkaç yılda bir yayımlanmış, tek baskılarda kalmış bir kenar yazar, yeni kitabıyla geri dönmüştü.

Kitaplarının bulunduğu sahafları internetten çıkarıp listeleyerek Beşiktaş’tan Beyoğlu’na oradan da Kadıköy’e çıkan bir yol çizdim. Bir cumartesi günü bu rotada romanların büyük kısmını toparladım. Hepsini baştan sona okumak için olmasa da, en azından bir karıştırmak, iz sürebilmek için. İlk çevirisi 1993’te Kadınlar romanıyla olmuş, arka kapakta “Fransa’nın en çok tartışılan erkek romancısından!” diye imlemişler. Kadınları nesneleştirerek yüceltme niyeti üzerinden ağır eleştiriler alan roman Türkiye’de o kadar tartışılmamış. Neredeyse tüm kitaplarının arkasında “çağdaş Fransız edebiyatının yenilikçi ve put kırıcı yazarlarından”, “yazın dünyasının en renkli, en hırçın yüzlerinden”, “edebiyatın aykırı kalemi” yazsa da buralarda o maya pek tutmamış. Nitekim orada uyandırdığı yankılar sadece yayımlanan kitaplarından kaynaklanmıyormuş. Gallimard yayınevinde önce Tel Quel ve sonrasında L’Infini adında dönemin önemli yazarların tartışma yürüttükleri dergileri çıkarması, kendi yazdığı sayısız makale ve medyada radikal entelektüel pozisyonuyla yaptığı açıklamalarla da harlanıyormuş. Merkez romanında böyle kışkırtıcı ifadeler var mı? Shakespeare’i bir ırkçı ve antisemit olarak sunuşu, Papalığa dair Hıristiyanlık karşıtı yorumları, alaycı bir tonda ele aldığı sperm donörlüğü geneli derinden etkilemez, belki yükselen toplumsal cinsiyet tartışmalarının bir mizandri ürettiği gibi imaları tepki çekebilir. Radikal entelektüeller, genelde sağ siyasetten duymaya alışık olunan argümanları özgürlük bayrağı altında tartışmaya açmayı seviyorlar.

“Şimdi siklonun gözünde, kasırganın tam merkezindeyiz. Her şey öylesine olağanüstü bir sakinlikte ki, hiçbir şey anlamam gerekmiyor,”[4] cümlesiyle açılıyor roman. Bir yazar olan anlatıcının, sevgilisi Nora ile ilişkisinden yola çıkarak başta psikanaliz olmak üzere hakikat-sonrası, kutsal ve klasikleşmiş metinler, teknolojik yenilikler, bireyin yaşam mücadelesi gibi temalar etrafında dolaşan kısa denemelerinin uç uca eklenmesinden oluşuyor. ‘Siklonun gözü’ hem Sollers’in yazarlığına, romanlarındaki anlatıcı karaktere ve onun gözünden baktığı dünyaya hem de gün boyu analizanları dinleyen Nora’ya işaret eden üretken bir imge. Yunanca ‘halka, daire’ anlamına gelen kuklos kökünden türeyen yüksek şiddetli fırtına siklon, tek gözlü mitolojik devleri, kiklop’ları da çağrıştırıyor. Bir göz etrafında dönen hava hareketinden evrene bakıyor Merkez’in anlatıcısı. Bu bakış, sadece bu romana özgü değil, bir eleştirmen bu kitabın çok öncesinde “Sollers’in edebiyatında anlatıcı, paradoksal olarak, kendini toplumsal fars çeperinin en ucuna konumlandırarak, onun en derin merkezine yerleşir”[5] diyerek merkezi işaretlemiş. Farklı kahramanların ve seslerin bir aradalığının karşı ucunda, metnin her noktasında olup biteni hazır ve nazır gözleyen, tekil kaynaktan çıktığı apaçık bir sesle ve bilgiyle yazıyor Sollers. Birinci tekil anlatıcıda Tanrı anlatıcının imkânlarını arıyor. Karakterleri ve farklı sesleri konuşturmak yerine, kendisi sık sık edebiyat tarihinden bugün bile yankısı kuvvetli seslere kulak kabartıyor. Tam da bu hattan söze giren çağrışımlarının hızına yetişmek gayret istiyor. Ben kendi adıma, eğer referansı çevreleyen tartışma ilgimi çekerse gayret gösteriyorum, çekmezse peşinde fazlaca koşmuyorum. Okurlukta kusursuz ve sonsuz takip çabası çok maliyetli olabiliyor, kitaplar asla sonlanmıyor.

Merkez’in peşinde koşturmaya davet eden yapısının temel öğelerinden birisi, ele aldığı meselelere dair ön bilgi beklentisi ve isim geçirme (namedropping) oyunları. ‘İsim geçirmek’ çevirisini öneren Alpay, ilgili pratiği “bir uçta masum düşünsel yordamların vazgeçilmez ortak kültür uğrakları, diğer uçta bazen sonu gelmez bir özgüven yoksunu çıraklık duygusu ya da ‘büyük’lere hizalanmak arzusu”[6] bulduğu ipin iki ucu arasına geriyor. İsim geçirmenin biz çeper ülke okur/yazarları açısından özellikle farklı deneyimlendiğini söylüyor. Bu isimlerin oluşturduğu ortak kültür alanına gösterişçilikten uzak durarak ve tamamen de yaslanmadan, dengesinin bilincinde bir kullanımla adım atmayı öneriyor. Entelektüel alanın yüksek katlarından yazan bir Fransız yazar için bunlar geçer ölçü değil elbette. İsim geçirmelere kategorik olarak karşı okur için yazarın bu isim geçirme sevdası ilk raunttan havlu atma sebebi. Üstelik kimi anlarda sadece isimler de kurtarmıyor anlatıcının kibrini: “Gençliklerinde Latince dersi almamış olan Rimbaud hayranları beni güldürüyor”.[7]

Sollers, en merkezi teması olan psikanalizi, Freud ya da Lacan’ın görüşlerini ya da psikanalizin bugünkü konumunu tartışmaktan ziyade kenardaki hikâyelerle ve biyografik detaylarla dolaylı olarak konu ediyor. Okurun psikanalizin dünü ve bugününe dair tarihsel olaylara ve teorik tartışmalara vakıf olduğunu varsayıyor. “Analizin zamanı geçti, değeri düştü, zayıfladı, küresel gösterinin ve sinirbilimlerin akınına uğradı”[8] diye geçiştirebiliyor psikanaliz eleştirisi külliyatını. Geçmiş romanlarında Proust’un karakterlerinden hepimizin yakından tanıdığı kamusal figürlermişçesine söz edişi, belki de bu tarzının en kristal örneği. Freud’un kokainin faydalarına dair sevgilisine yazdığı bir mektup, Lacan’ın kendini beş yaşında kalmış gibi hissetmesi, terapi ücretlerinin fahişliği ve hep nakit ödenmesi gibi detaylardan sorular ve spekülasyonlar üretiyor. Devasa bir kütüphanenin içinden, hem geçmişin büyük yazarlarının uğultularıyla hoşbeş içinde bir hafiflikle hem de bu yankıların onda yarattığı gürültüyü dindirmeye çalışırcasına yazıyor: “Siklonun gözünde gözlerimizi kapatabiliriz ama her şeyi duyarız”[9]. Üslubu eğer aldatmıyorsa, her ne kadar yazarak çile dolduran yazarlara çok ilgili olsa da kendisinin yazmayla ilişkisi daha çok hazza dayalı izlenimi veriyor.

Psikanalizin güncelliği ve çarpıcılığı konusunda, aksi yöndeki gelişmelere karşı savunmada: “Tüm fedakârlıklarına ve tereddütlerine rağmen psikanaliz hiçbir şeyin skandal yaratmadığı bir dünyada olası bir skandal olmayı sürdürüyor”[10]. Anlatıcı, bir üçüncü sayfa haberinin esiniyle, günümüzde henüz itiraf edilememiş birçok deneyimin perde arkasında cinselliğe dair gerilimlerin kurucu işlevi olduğu konusunda ısrar ediyor. Her ne kadar şimdilerde pek çok eleştirinin müsebbibi olsa, duraklama ve yüzeyselleşme dönemi yaşamakta olsa da –Lacan Quotidien’deki o yazılar (?)– psikanalizi savunmak, açtığı yoldan ilerlemek gerektiğini düşünüyor. Kişilerin unuttukları ya da dönüp düşünmedikçe ve söze dökmedikçe farkına varamadıkları deneyimlerini hatırlamasını kendilerini tanımak konusunda çığır açıcı ve geliştirilmesi gerekli bir uğraş olarak görüyor. Kolektif belleğe karşı, kişisel olanın kıymetini öne çıkarıyor. Daimi çift yönlü, alaycı ve tepeden üslubu ise bu noktada devreye giriyor. Hem anlatıcı hem Nora, analize gelenlerin bireysel dramlarına alabildiğine kayıtsız ve onlara karşı alaycı bir şekilde yaklaşıyor. Vakalar üzerinden ilerleyen, kişisel gelişim veya hayatın nasıl yaşanabileceğine dair ipuçları içeren psikoterapist kitaplarındaki analizlerin tersine, Sollers tekil vakaları bir vasatın ifadesiymişçesine geçiştirerek anıyor: bir oyuncuyla ilişki yaşayan yaratıcılık krizinde bir yönetmen, başarısız reklamcı, yazar tıkanması yaşayan bir kadın, sol görüşlü ama inanç krizi yaşayan bir diğeri, pedofili eğilimleri olan bir rahip, aşkı arayan gey bir öğretmen, terapiyle sorunlarını aşarsa kitap yazacak.

Sollers, kırılmaların yazarı olmayı arzuluyor. Süreklilik izlenimi veren dünyada örtülü bir paradigma değişiminin, toplumsal kopuşların sözcülüğüne aday oluyor. Yazın ve bilim tarihinden benimsediği başlıca referanslar böyle kaşifler ve şairler: Dante, Rimbaud, Baudelaire gibi yazarlar ya da Freud, Kopernik gibi yazarlardan bahsederken onların yapıtlarına yaklaşımı da genelde tespit ettikleri sıçramaların övgüsüyle başlıyor. 2001 yılında Kitap-lık dergisi için Levent Yılmaz’la yaptığı, Türkçede erişebildiğim tek söyleşisinde, kavramı direkt kullanmasa da postmodernist söylemi Dante’yle birleştiriyor: “Modern zamanların son düşünürleri size, isterlerse, bütün dünyayı saran ekonomik hesapların karşısında tarihin tükendiğini, isterlerse bir kıyamet öngörüsüyle, dünyanın sonunu yaşadığımızı söyleyebilirler. Hayır. Bir çağdan bir diğerine geçiyoruz. Ve Dante bunu modern çağın başından beri belirtiyordu.”[11] 1965’e dönersek, orada bir söyleşide “kuşkusuz hiçbir alanın, en çok da dilin asla yabancı kalamayacağı, genel yorum çağına girdik. Bu da beklendik bir durum, dilin dikkatimiz üzerinde kurduğu ısrarlı hak talebi, sahip olduğumuz bilginin küresel anlamda gözden geçirilmesinin ihtiyacını doğurmakta”[12] diyor. Öncelikle küreselleşme, şimdilerdeyse dijitalleşme üzerine yazılan metinlerde benzer ifadelere rastlamak işten bile değil. Son olarak bu bağlamda Merkez’e dönersek bu kez bilginin dönüşümüne dair güncel ve yaygın bir kavram karşımızda: “hakikat-sonrası çağda hiçbir şey hayrete düşürmüyor. Gerçek yanlışın bir anı, yanlış da başka bir yanlışın anı”[13]. Burada, başka noktalarda da yaptığı gibi, Debord’un Gösteri Toplumu’na yine atıfsız bir göndermede mi bulunuyor? Böyle sorular üretmeyi seviyor olmalı. Aynı zamanda, tüm bu dönüşümler içinde edebi, bilimsel ve toplumsal buluşlara inanması ve aşk, tutku ve dostluğa bağlı romantik tarafı, Sollers’in anlatıcısını iyimser kılıyor: “genel tahribata rağmen Nora’yla, insan zekâsının ilerlemesine her zamankinden daha fazla inanıyorum”[14].

Referanslar

[1] Cem İleri, Okurun Belleği, İstanbul: Everest Yayınları, 2016, s. 31.

[2] Roland Barthes, Eleştiri ve Hakikat, çev. Elif Bildirici, Melike Işık Durmaz, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016 [1966], s. 41.

[3] Esin Talu Çelikkan’ın çevirdiği Kadınlar (1993), Stüdyo (1999); Pınar Yasemin Alkan’ın çevirdiği Sabit Tutku (2004); Aysel Bora’nın çevirdiği Venedik Karnavalı (2007) ve Medyum (2016) YKY’den çıkmış. Serdar Rifat Kırkoğlu’nun çevirisi Hayran Olunası Casanova (2002) Ayrıntı Yayınları, Ender Bedisel çevirisi Tanrısal Hayat (2006) ise Agora Yayınları tarafından basılmış.

[4] Philippe Sollers, Merkez, çev. Nilgün Tutal, İstanbul: Alfa Yayınları, s. 7.

[5] Forest’ten aktaran Armine Kotin Mortimer, “Philippe Sollers, Secret Agent”, Journal of Modern Literature, 23:2, Kış 1999-2000, s. 313.

[6] Necmiye Alpay, “‘İsim geçirmek’ ile ‘ortak kültür’ arasında”, K24, Mart 2019, https://t24.com.tr/k24/yazi/isim-gecirmek-ile-ortak-kultur-arasinda,2213, Erişim tarihi: 11 Şubat 2020.

[7] Sollers, Merkez, a.g.y., s. 85.

[8] A.g.y., s. 40.

[9] A.g.y., s. 21.

[10] A.g.y., s. 40.

[11] Philippe Sollers, “Planeter Bir Dünyaya Doğru”, Söyleşiyi yapan: Levent Yılmaz, Kitap-lık, 45, Ocak-Şubat 2001, s. 118.

[12] Philippe Sollers’ten aktaran, Daniel Brewer, “Writing and the Experience of Limits”, Modern Philology, 84, Ağustos 1986, s. 112.

[13] Sollers, Merkez, a.g.y., s 64.

[14] A.g.y., s. 30.

Kundera, Roman ve İroni

Kundera ironiyi roman türüne içkin bir özellik olarak görüyor. İroniden bahsederken onu bir söz sanatı olarak değil, genel bir yaklaşım olarak anıyor genelde. Her ne kadar ironi dese de, bahsettiği yaklaşım benim kafamda keskin hâliyle bir ironidense muğlak bir ironi gibi çınlıyor. Söylemek istediğini o kadar kolay açık etmeyen tevriye’de (çift anlamlılık) olduğu gibi. Ama ironi de basit sözlük anlamının ötesinde bunu kapsıyordur belki. Apaçık bir şekilde karşıtı imâ etmek için değil, okurun dikkatini karşıt gibi görünen, aslında birebir karşıt da olmayan çelişkili olguların birlikteliğine, bunlara dair yargılarda bulunmanın imkânsızlığına doğru çekmek için ironiyi kullanıyor. Kaynağını yıllardır hatırlamasam da aklıma getirdiği şöyle bir durum: “Ben kendimi hep eli açık biri olarak bilirdim. Herkese yardım ederdim. Bir gün fark ettim ki aslında bencilin tekiyim. Meğer bunu saklamak için bir bonkör gibi davranıyormuşum.” Biri böyle dediğinde ona dair ne düşünürüz?

Başka yerlerde daha sık rastladığım ikilikteki gibi samimiyetle karşıt yönleri üzerinden düşünmüyor kavramı. Werther için sorduğu böyle bir soru: “Duyarlı ve soylu mu? Yoksa saldırgan, kendine âşık, hassas biri mi?” Bunu bilemeyeceğimizi düşünüyor, her ne kadar eleştirmenleri, okurları ve analizcileri genelde metinleri belli bir sabitleme üzerinden okusa da. Sabitlemek zorundayız bir noktada ki tutabilelim. Kundera da “her şey olur” diyen bir yazar değil tabi ama herhalde bir muğlaklık ve irrasyonalite çizgisi çekiyor çok iyi bildiğimizi sandığımız gerçekliğe.

Romanın işlevine dair sürekli altını çizdiği şey: yalnızca romanla anlatılabilecek olanı ifade etmek. Bu özel türde edebiyatın diğer alanlarının, felsefenin, sanat ve bilimin söyleyemeyeceği bir şey olduğu iddiasında. İroniye yaklaşımının bu gözüpek iddiayı destekleyen bir yanı var. Roman çelişkili gibi görünen o halleri veya olayları sadece sunmakla kalmayıp, o duruma nasıl gelindiğinin dökümünü en ince ve önemli ayrıntısına kadar yapmakla yükümlü. Biraz da bu dökümün doğru yolunu bulabilme sanatı. Tarihsel, psikolojik, denemeci veya başka yöntemlerden faydalanarak yapabilir işini. Fakat tamamladığında onların toplamı değil de onları aşan bir yanı ortaya çıkıyor, Kundera’dan anlayabildiğim.

p.s. Kafka’ya dair ufkumu açan tartışmaları, gününün düşünce dünyası ve kitle iletişim araçlarının iletişimi getirdiği nokta üzerinden romanın mevcut varoluşunu sorgulaması, kendi romanlarını yazarken ve çevirileriyle karşılaştığında yaptıkları, herkesin tamamen paylaşmayabileceği kişisel büyük-roman tarihi ve onlar üzerinden detay okumalarıyla özel kitaplarımdan oldu Roman Sanatı.

Bütün büyük eserlerde tamamlanmamış bir yan (tam da büyük olmaları yüzünden) vardır. Broch bizi sadece sonuna kadar götürdüğü şeylerle değil, hedefleyip ulaşamadığı şeylerle de esinlendiriyor. Eserlerindeki tamamlanmamışlık bize şu noktaların gerekli olduğunu anlatır: 1. Köklü bir yalınlık getirecek yeni bir sanat (yapısal açıklığı kaybetmeden modern dünyada varoluşun karmaşıklığının kucaklanmasını sağlayacak); 2. Yeni bir romanesk kontrpuan sanatı (felsefeyi, hikâyeyi ve hayali tek bir müzik halinde kaynaştırabilecek); 3. Sadece romana ait bir deneme sanatı (yani apaçık bir mesaj taşıma iddiasında olmayan ama varsayımlara dayalı, oyun gibi ya da ironik olarak kalabilen). (s. 69)

Zaman zaman yazar olarak, kendim olarak müdahale etmeyi severim. Böyle durumlarda, her şey tona bağlı. Daha ilk sözcükten itibaren, düşüncelerim bir oyun havasındadır, ironiktir, alaycıdır, kışkırtıcıdır, deneysel ya da sorgulayıcıdır. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nin bütün bir altıncı bölümü (Büyük Yürüyüş), kitsch üzerine bir denemedir ve temel ilke de şudur: Kitsch pisliğin mutlak inkârıdır.” Kitsch üzerine bütün bu fikir yürütmelerin benim için çok büyük önemi vardır, bunun arkasında pek çok düşünce, deneyim, inceleme, hatta tutku yatar ama ton asla ciddi değil, kışkırtıcı­dır. Bu deneme romanın dışında düşünülemez; benim “sadece romana özgü deneme” dediğim de budur işte. (s. 82)

İroni (ironie) Kim haklı, kim haksız? Emma Bovary dayanılmaz mıydı? Yoksa cesur ve etkileyici mi? Ya Werther? Duyarlı ve soylu mu? Yoksa saldırgan, kendine âşık, hassas biri mi? Roman ne kadar dikkatli okunursa cevap da o kadar olanaksızlaşıyor; çünkü zaten roman tanım olarak ironik bir sanat: Romanın “gerçeği” gizlidir, telaffuz edilmemiştir, telaffuz edilemez. Joseph Conrad Batılı Gözler Altında adlı eserinde, bir Rus devrimcisine şunları söyletir: “Kadınların, çocukların ve devrimcilerin, bütün cömert içgüdülerin, her türlü inancın, her türlü fedakarlığın, bütün eylemlerin inkarı demek olan ironiden tiksindiklerini hatırlayın, Razumov!” İroni insanı sinirlendirir. Alay ettiği ya da saldırdığı için değil ama dünyanın anlaşılmazlığını gözler önüne sererek bizi kesin inançlardan yoksun bıraktığı için. Leonardo Sciascia, “İroni kadar anlaması zor, çözülmesi olanaksız bir şey yoktur,” der. Bir romanı üslup zorlamalarıyla “zorlaştırmayı istemek” boşunadır; bu sözcüğe layık her roman, ne kadar şeffaf olsa da alttan alta barındırdığı ironiyle zaten yeterince zordur. (s. 126-7)

Roman (ve şiir) (roman [et poésie]) 1857. Yüzyılın en önemli yılı. Kötülük Çiçekleri: lirik şiir kendi alanını, kendi özünü keşfediyor. Madame Bovary: İlk defa bir roman şiirin en yüksek taleplerini (“her şeyin üzerinde güzelliği arama isteği; her bir sözcüğün önem taşıması; metindeki yoğun melodi; her ayrıntıda özgünlük arayışı”) karşılamaya hazır. 1857’den itibaren romanın tarihi, şiire dönüşen roman’ın tarihi olacaktır. Ama şiirin taleplerini üstlenmek, romanı lirikleştirmekten (özündeki ironiden vazgeçmek, dış dünyaya sırtını dönmek, romanı kişisel itiraflara dönüştürmek, onu söz oyunları ve süslerle doldurmak) başka bir şeydir. Şair olmuş romancılann en büyükleri şiddetle antiliriktir: Flaubert, Joyce, Kafka, Gombrowicz. Roman: antilirik şiir. (s. 137)

Milan Kundera, Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, Can Yayınları, 2017 [1986], 7. basım.

Rilke, İroninin Cazibesi ve Sınırları

Rilke’nin Genç Şaire Mektuplar’ından ironi öğüdü. Baştan çıkarıcılığına karşı uyarıyor. İroniyle belli bir noktaya kadar varılabileceğini, yeterince derine inilemeyeceğini düşünüyor.

İroninin size hâkim olmasına izin vermeyin, bilhassa da yaratıcı olmayan anlarda. Yaratıcı anlarda ise yaşamı kavramak için faydalanacağınız fazladan bir yol olarak kullanmaya çalışın ironiyi. Temiz kullanıldı mı, ironi de temizdir ve ondan utanmaya gerek yoktur; ama kendinizi ona fazla yakın mı hissediyorsunuz, onunla yakınlığınızın gittikçe büyümesinden mi korkuyorsunuz, o zaman ironinin, karşılarında küçük ve çaresiz kalacağı büyük ve ciddi konulara yönelin. Şeylerin derinliğini arayın: İroni oralara asla inemez, —ve eğer ki bu sayede büyük olanın kıyısına varıyorsanız, aynı zamanda bu anlayış şekli sizin varlığınızın bir zorunluluğundan mı zuhur ediyor, bunu bir araştırın. Çünkü ironi ciddi şeylerin etkisi altındayken (eğer tesadüfi bir şeydiyse) ya sizden kopup uzaklaşacaktır ya da (eğer gerçekten doğuştan sizin bir parçanızsa) güçlenip ciddi bir araç haline gelecek ve sanatınızı biçimlendirirken kullanmak zorunda olduğunuz aletler dizisi içindeki yerini alacaktır.

Rainer Maria Rilke, Genç Şaire Mektuplar, çev. Semih Uçar, Nora Yayınları, 2016 [1929], s. 16.

Lerner, İroni ve Samimiyet: 22:04

Birkaç ay önce, bir ödev için, bir kitap yazısı üzerine yazı yazmayı denemiştim. Yazı çok kötü oldu ama en azından bana Ben Lerner ve ironi bir düşünme fırsatı verdi. Vaktim kısa olduğu için “okuma” fırsatı veremedi. İroni ve samimiyet üzerine okudukça buraya parçalar eklemek istiyorum.

Kitap eleştirisini yazan Darmin Hadzibegoviç bu kitabın ve başka pek çok sevdiğim kitabın editörü. Yazıyı yazmadan önce bakınca öğrenmiştim. Lerner’ın ironiyi azaltıp daha samimi yazmaya başladığına dair argümanına karşı çıkmaya çalışmıştım. Kitap söyleşilerinde yazara da bu konuyu epeyce sormuşlar. Aslında Lerner daha çok Hadzibegoviç’in tespitine yakın bir şekilde yanıtlıyor bu soruları ama ben yanlış okumayı seviyorum.

Darmin Hadzibegoviç, Ben Lerner’ın 22:04 romanına dair kaleme aldığı “Geleceğin Yazarı”[1] başlıklı eleştirel övgüsünde, romanda iç içe geçen karmaşık öğeleri ikili zıtlıklarla formülleştiriyor.

Öncelikle, henüz ikinci romanını yazmış bulunan Lerner’ı, yazar olgunlaşması fikri üzerinden değerlendiriyor. İlk romanı Atocha’dan Ayrılış’taki genç, etrafına alaycı bir mesafeyle bakan karaktere göre daha samimi bir karakter yarattığını söyledikten sonra, roman kahramanının bir ifadesinden yola çıkarak yazarın ironinin getirdiği imkânların sınırlarının farkına var[dığını] ve ironiden samimiyete doğru yol aldığını iddia ediyor. Burada ironi ve samimiyet arasında tartışmalı bir zıtlık kuruyor. İlkini mahkûm ederek, ikinciyi müjdeliyor.

Buna ek olarak, Lerner’ın, edebiyatta yeterince sündürüldüğünü ileri sürdüğü “geçmişin yükü”yle boğuşma hastalığından sıyrılıp, bakışını geleceğe yönlendirdiğini iddia ediyor. Çift anlamlı ifadesiyle, Lerner’ı “geleceğin yazarı” başlığıyla taltif ediyor. Zıtlık bu kez geçmiş ve gelecek arasında kuruluyor.

Bu “gelecek” fikrinin ilk çağrışımı, romanın açılışından, Hasidik Yahudilerden bir mesel: yarının dünyası bugünden bambaşka değil, bugünün neredeyse aynısı olacak, sadece biraz farklı. Yani geleceğin imkânları bugünde halihazırda bulunmakta. Romanda, yeni kitabını yazmak için avansını alan karakter, nasıl bir kitap yazacağını düşünürken, geleceğe işaret eden pek çok olayla karşılaşıyor: ölümcül olma ihtimali taşıyan bir hastalık, Occupy Wall Street eylemleri, kasırga tehdidi, yakın bir arkadaşına sperm bağışlayarak baba olma ihtimali gibi…

İroni ve samimiyet, geçmiş ve geleceğe dair ikinciler lehine övgüyü, kitabın kapanışındaki, 1986’dan, Ronald Reagan’ın ulusa sesleniş alıntısıyla yeniden düşünebiliriz: “Asla daha heyecan verici bir zaman yaşanmadı, coşkulu mucizelerin ve destansı başarıların zamanı. Geleceğe Dönüş filminde dedikleri gibi, ‘Gideceğimiz yerde, yola ihtiyacımız yok’.” Bu, ironik, bugünü geçmişten örneklerle düşünen bir final değilse, başka ne olabilir?

İronik yaklaşım, tıpkı geçmişle ilgilenmek gibi, postmodern metinlerde daha çok karşımıza çıkan bir eğilim. Hadzibegoviç, yazarı anti-postmodern olarak bile tanımlıyor, roman boyu kendi üzerine düşünmesine rağmen. Romandan üretmeye çalıştığı tez bir yönüyle doğru. Anlatı, belirsiz bir şimdide, gezegenin, siyasetin ya da bireysel ilişkilerin geleceğine dair, roman kahramanının bizzat kendi yaşam öyküsünden ürettiği sorularla ilerliyor. Fakat, bu soruları aynı zamanda tarihsel referanslarla, başka sanat ürünleri üzerine düşünerek kuruyor. Söyleşilerinde, romanı, diğer tüm edebiyat ve sanat formlarını soğurabilen form olarak görüp yazdığını söyleyen Lerner için kaynaklar çoğu zaman geçmişten, bakış ise ironik mesafeden temelleniyor.

[1] Hadzibegoviç, D. (2017), Geleceğin Yazarı, K24, https://t24.com.tr/k24/yazi/gelecegin-yazari,1154