Houellebecq, Fedakarlık Üzerine

“Bu kadın yedi yaşından başlayarak çiftlik işlerinde, yarı ilkel alkolikler arasında korkunç bir çocukluk geçirmişti. Erişkinlik dönemi, bir anısı olamayacak kadar kısa sürmüştü. Kocasının ölümünden sonra hem dört çocuğunu yetiştirmiş hem de fabrikada çalışmıştı. Kış ortasında, ailenin temizliği için avludan su taşımıştı. Altmışından sonra, henüz emekli olduğunda, yeniden küçük bir çocukla oğlunun oğluyla uğraşmayı kabul etmişti. O çocuğun da hiçbir eksiği olmamıştı; ne temiz giysiler ne pazar öğlenleri güzel yemekler ne de sevgi eksikti. yaşamı boyunca tüm bunları yapmıştı bu kadın. İnsanlık tarihinin -az bile olsa- tümü kapsayan bir araştırması, bu tür olayları göz önünde tutmak zorundadır. Tarihsel olarak bu tür insanlar yaşamıştır. Tüm yaşamları boyunca, yalnızca özveri ve sevgiyle çalışan, zor koşullarda çalışan, yaşamlarını bir özveri ve sevgi anlayışı içinde, gerçek anlamda başkalarına adayan, hiçbir zaman kendilerini feda ediyormuş duygusuna kapılmayan, başkalarına yaşamlarını adamaktan başka bir yaşama biçimi düşünmeyen insanlar. Uygulamada bu tür insanlar genellikle kadınlardı.”

Michel Houellebecq, Temel Parçacıklar, çev. Osman Senemoğlu, Can Yayınları, 2013 [1998], s. 90.

Ayhan Geçgin I – Romancıyı Tartışmak

Orhan Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler kitabında bahsettiği Aylak Adam ve Ayhan Geçgin arasında inşa edilebilecek yol fikri beni Geçgin’in romanlarından doğru uzun bir yürüyüşe çıkma konusunda ayartmıştı. Ayhan Geçgin’in edebiyatında yakalamam imkansız gibi görünen uçucu düşüncelere bir nebze daha yaklaşabilmeyi ummuştum. Diğer okurların bu romanları nerelerden okuduklarına dair içimde gelişen ilginin bir sonucu olarak Geçgin üzerine yazılanları kat etmeyi deneyeceğim. Romanları okuduktan sonra internette arama yaptığımda karşıma çıkan Ayhan Geçgin eleştirilerinde fark ettiğim ortaklıklar oldu.

Ayhan Geçgin’in romanları edebiyat üzerine konuşan ve yazanları belli bir ele alma biçimine davet ediyor. Nisan 2017 itibariyle 4 romanı, birkaç öyküsü ve bir mektuplaşması yayımlanan Geçgin hakkında biriken eleştirel külliyata bakınca, ilgili yazılarda bazı ilginç ortaklıklar ve paylaşılan yönelimler göze çarpıyor.

Kenarda üzerine yazılmış metinleri araştırırken fark ettiğim, romanlarını tek tek ele alan yazıların yanında topyekün bir yazar değerlendirmesini amaçlayan “Ayhan Geçgin romanlarında X” temalı yazılardaki yoğunluk oldu. Metis’in internet sitesinde bastığı kitaplara dair dergilerde yazılan yazıları derlediği bölüm olmasa, internet ortamında safi “Kenarda” üzerine yazılan bir eleştiri yazısına ulaşmam belki de mümkün olmayacaktı. Geçgin, üçüncü romanı “Son Adım” ile en azından internette kitap eleştirisi/tanıtımı yazılası bir yazar statüsüne ulaşana kadar yalnızca edebiyat ile daha sıkı bağı olan kişiler, romanları hakkında yazmış. Son Adım ve Uzun Yürüyüş üzerine yazılan yazılara ise internetten bolca ulaşılabiliyor.

İlk bakışta, Kenarda’yı tek başına ele alan yazı bulamasam da, bulabildiğim değerlendirmeler arasında yazarın genel üretimini tartışmayı amaçlayan yazı başlıklarının fazlalığı ilgimi çekti. “Ayhan Geçgin Romanında Kent, Zaman, Birey” (Gün Zileli ve Ceren Cevahir Gündoğan), “Ses ve Manzara: Ayhan Geçgin Romanları” (Bülent Eken), “Ayhan Geçgin romanlarında evrensellik” (Irmak Zileli), “Vladimir Makanin ve Ayhan Geçgin: Hepimizi istila eden boşluk” (Barış Yarsel), “Ayhan Geçgin’in Düşünce Deneyi” (Nurdan Gürbilek) vb. yazılar çeşitli perspektiflerden Ayhan Geçgin Romanı’nın ne olduğunu anlatıyorlardı. Elbette böyle yazıların var olması, öncelikle, romancının romanlarında açtığı, uğraştığı, tekrarladığı, genişlettiği düşüncelerin mevcudiyetini ve tartışmaya açıklığını gösteriyordu. Öte yanda ise metinleri okumaya başladıkça, yazarın külliyatını konu ettiğini sandığım yazıların bir kısmının hiç de öyle olmadığı ayyuka çıktı.

“Vladimir Makanin ve Ayhan Geçgin: Hepimizi istila eden boşluk” metin boyunca sadece Kenarda romanı ile Makanin’in eserlerini karşılaştırıyor; “Ayhan Geçgin romanlarında evrensellik” sadece Son Adım’ı anarak Geçgin’in safi köyden kente göçen, kendi ifadesiyle, “doğulu birey”in değil bu hikaye üzerinden insanlığa dair kimlik sorunları ele aldığının altını çiziyor; “Ses ve Manzara: Ayhan Geçgin Romanları” ise Kenarda’yı ansa da temelde Gençlik Düşü üzerinden Ayhan Geçgin’de bulunması olası biricik bir edebi sesi edebiyat ve felsefe tarihi üzerinden ağır referanslarla teşhis ediyordu.

Neden bu eleştiri yazarları, romancının bir veya iki kitabına bakarak romancının toptan vesikasını çekme telaşındalar? Ya da bu bir telaş değil, Geçgin’in romanlarında halihazırda paylaşılan düşüncelerin, dilin, anlatıların tek örnek üzerinden incelenebileceğine dair bir saptama mı? Romancının tüm eserlerinde ortak olanlar, tekil olarak bir romanındaki arayışından daha mı değerli? Yoksa tek tek kitaplarına girmek biraz zorlu bir deneyim olduğundan, tek bir kitabı üzerine konuşmayı denerken genel külliyatıyla ortaklaştırmak durumu kolaylaştırıyor mu? Bu sorular elbette sadece Geçgin’in eleştirisine ait durumlar değil, romancının ifadesiyle “kekeleyen” yazarların çoğunun çevresinde böyle bir eleştiri alanı birikiyor.

Eleştirilerde sezdiğim bir diğer nokta, romanlardaki cümlelerin ve paragrafların eleştiri yazılarında kullanılma oranı oldu. Birçok eleştiri adeta romanlardan cümlelerin birbirine montajlanması sırasında araya eleştirmenin bir iki cümle ve kavram ile girişi şeklindeydi. Gürbilek’in öncelikle Deleuze, Kafka, Nietzsche sonrasında heybesinde olduğunu artık öğrendiğimiz başka onlarca düşünürü işe koşarak Geçgin’in tüm romanlarına yayılan ve birbirine yansıyan pasajlarını birbirine montajlayarak sonuçlar çıkardığı yazısı bunun son noktasıydı. Zileli ve Gündoğan’ın daha çok tanıtım yazısı olabilecek yazısı ise üç Geçgin pasajı ve bunlardaki ortaklığı tespit eden bir cümlelik ifadelerin art arda dizilmesinden oluşuyordu. Yazdıkları genelde tanımı gereği bir yargı belirten “aforizma” olmaktan çok uzak olsa da, Geçgin’in farklı romanlarında benzer bir dil ile, tekrar ederek girip çıktığı dipsiz kuyular, okur olarak eleştiri yazarlarını derinden etkileme ve “kendini tekrardan yazdırma, söyletme” gücünü içinde taşıyor.

Son nokta olarak, yine şimdiye kadar okuduğum eleştiriler üzerinden romancının felsefi ve edebi olarak hangi bağlamlar, kaynaklar ve akrabalıklar üzerinden okunduğunun kaba bir dökümünü yapmaya çalışacağım. “Acaba Geçgin hakkında yazanlar kendi corpus’larını romancının üzerine yığarak kendi düşüncelerine romancıyı alet ediyor, kendi düşünce akışlarında kolonize ediyor olabilirler mi? Ya da tam tersi olarak Ayhan Geçgin bizzat nerelerden okunabileceğini okur ve eleştirmenlere fısıldıyor olabilir mi?” gibi bir sorunun peşinden gideceğim. Bu soruların kesin cevapları cılız bir ihtimal ve hiç kimseye kabul ettirilemeyecek bir iddia olurdu, yine de cevabı değil, sorusu heyecan veren bir araştırma nesnesi benim için.

Kurbağalara İnanıyorum’daki ilk mektup, Barış Bıçakçı’nın “Ayhan’ın tavsiyesiyle J. M. Coetzee’nin Romancının Romanı’nı okudum.” ile başlıyor. Geçgin bir röportajında yine ilgili romandan bahsediyor. Coetzee romanında bir yazarı anlatıyor, Costello’yu. Costello anlatı içinde Kafka’nın Akademi için Bir Rapor öyküsündeki (maymun/insan) Kızıl Peter’i derinlemesine tartıştığı bir sunum yapıyor. Gürbilek de Ayhan Geçgin eleştirisine Kafka’yı, Coetzee’yi ve Kızıl Peter’i işe koşarak başlıyor. Aynı şekilde Gençlik Düşü’nde Deleuze’den bahsedilmesini de önemsiyor Gürbilek, okumasının yapıtaşı olarak bu filozofu seçiyor. Buradaki kaynaklar bizzat Geçgin’in çağırdığı kaynaklar. Bu kaynaklar Geçgin’in mektuplarında bahsini ettiği diğer pek çok yazar, felsefeci veya düşünce hattı üzerinden genişletilebilir, başka yazılarda büyük ihtimalle yapılıyordur.

Bir diğer referans-yoğun eleştiride Bülent Eken, yazısına geçmişte yazılan değerlendirmelerden sözü açarak diğerlerinin pek anlamadıklarını ifşa ettiklerini fark etmesiyle adeta Ayhan Geçgin’i doğru okuma ve anlama yolunu gösteriyor. Burada da mevcut olan Deleuze ve Kafka’nın bir adım önüne Ranciere ve Flaubert yerleşiyor.

Türkiye’deki edebiyattan Ayhan Geçgin’le kesişen yollarda yürüyen yazarlardan eleştiriler içerisinde tekrarlananlar Hasan Ali Toptaş, Hüseyin Kıran, Latife Tekin, Yusuf Atılgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bilge Karasu, Oğuz Atay.

Henüz ilk yazıdan başarısızlığa mahkum gibi görünen bu yolda bakalım yürüyebilecek miyim.

Yazıyı bitirdikten birkaç saat sonra Koçak’ın Tehlikeli Dönüşler’deki şerhine henüz vardım. Sonradan bakmak için buraya eklemem gerekti. Ben cebelleşirken, o çok daha sarih bir dille Geçgin’in nerelerden okunabileceğini ve bu okumaların kaçınılmaz olup olmadıklarını söylemiş girişinin sonunda.

“Buraya kadar söz alan yorumcuların hepsi yol gösterecek bize; Lukacs, Naci, Bloch, sonra Ekrem Işın ve Orhan Kemal. En çok da Benjamin. Öte yandan hepsinin söylediklerini fazla itiraz etmeksizin büken, burkan Lacan var. Burada hemen şunu söylemeliyiz: Geçgin’in metinleri bir tartışma forumudur, kahramanları da “şahıs” olmanın ötesinde, farklı düşüncelerin birbiriyle çekişme içine girdiği birer platform. Orada çekişen Emmanuel Levinas ile Maurice Blanchot veya Gille Deleuze’ü hiç dikkate almadan okumak da mümkündür elbet. Ama almak, alabildiğimizce almak, daha yararlı olur. Öte yandan, Aylak Adam da Geçgin’in durduğu yerden bakıldığında biraz öyle görünüyor: “Sartre” ile “Freud” arasında (özgürlükle belirlenmişlik arasında) bir çekişme alanı açılmıştır Atılgan’da. Galibin peşinen belirlenmiş olması, tartışmanın ilginçliğini azaltmadığı gibi romanın bize hala niçin zevk vermeye devam ettiği hakkında da bir şeyler söyler.” (sf. 46)

Romancının Romanı – J. M. Coetzee

Türkçeye Romancının Romanı olarak çevrilen bu metni internette “Novelist’s Novel” diye birkaç kere aratıp bulamayıp, orijinal başlığının romandaki yazarın adı olan “Elisabeth Costello” olduğunu öğrendim (O zamanlar ya kitapların orijinal adlarının kitabın başında yazdığını bilmiyordum ya da o gün düşünememişim). Romancının Romanı, cesur ve iki yoruma açık bir çeviri hamlesi, ilk gördüğümde benim zihnimde yanlış anlamı uyanmış ve yanlış saiklerle okumaya başlamışım. Beklediğim gibi, bir romancının, roman yazım sürecini anlatmıyordu fakat bir romancının düşünceleri, geçmişi ve çevresini deşiyordu. Roman ile deneme, felsefi metin ve edebiyat eleştirisi arası gidip gelen, benzerine -herhalde modern romanda sık rastlanan fakat- benim pek rastlamadığım bir romandı.

Elisabeth’in üniversitede, entelektüel elitlere hitaben bir gemi gezintisinde veya ödül töreninde verdiği oldukça iddialı ve tartışmalı dersleri (Edebiyatta Gerçeklik, Kötülük Sorunu, Hayvanların Yaşamları) veya çevresinden kişilerin aynı derecede iddialı sunumlarını (Nijeryalı Yazar Egudu’nun “Afrika’da Roman” veya Elisabeth’in kardeşinin “Afrika’da İnsan Bilimleri”) verdikten sonra dinleyenler ve Elisabeth’in kendi fikirleri çarpıştırılarak, araya küçük olaylar, hatıralar, kısıtlı yan karakterler koyarak bir kurgu yapıyor Coetzee.

Coetzee’yi ilk okuduğumdan beri hep böyle bir klişe ifade yazmak istedim. Avusturalya’da yaşayan, Güney Afrikalı Coetzee’nin, dünyanın çeşitli yerlerini dolaşan, 60’larında Avusturalyalı bir kadın yazarın zihniyet dünyasını anlatma çabası beni etkiliyor. “Ben”i, “bir başkası” ile bu denli dengeli düşünebilmek, anlatabilmek, kendi fikirlerini, bunlara karşı alabileceği olası tepkilerden doğan korkularını, tutkularını, kararsızlıklarını bu kurgusal karaktere ve onu içine soktuğu dünyaya bakarak düşleyebilmek ne acayip bir beceri.

Romanda öne sürülen düşüncelerin, hiçbir anda öne sürenin haklılığı gözetilerek verilmemesi, her düşüncenin ya söyleyen tarafından çekinceleri hissettirilerek ya da bir karşı görüşe daima yer verilerek aktarılması, böylesi “düşünceler üzerine kurulu” bir romanı, iddialar bütünü olmaktan alıp, sonsuz diyaloglar nehrine çevirmiş. Elisabeth çıkıp, “mezbahalar soykırımları önceler, kurar. Hayvanların katliamı, II. Dünya Savaşı’nda Yahudilere yapılanların bir başka örneğidir.” diye konuşurken, bir Yahudi, Elisabeth’in kurduğu analojinin sorunları üzerine kendisine bir protesto mektubu gönderiyor. Coetzee bunu iki tarafın dünyasına da girerek yazabiliyor. “Hayvanların Yaşamları” bölümü, vejetaryen/ekolojist ve bu kanadın eleştirisinin kapılarını zorluyor.

Aynı şekilde, Afrikalı bir yazarın “Afrika’da Roman” konusundaki fikirlerini, Elisabeth, çok da hoşlaşmadığı bu yazarın üzerine sert argümanlarla giderek tartışabiliyor. Afrika’da AIDS’lilere gönüllü yardım eden bir rahibe olan kardeşinin “akıl, bilim, hümanizm başarısız oldu, Hristiyanlığa dönüş tek çözüm” minvalindeki fikirleri romandaki bir başka ekstremite örneği olarak kendine yer buluyor. Elisabeth’in erkek kardeşi John (aaa, Coetzee’nin adı) Elisabeth üzerine kitap çıkaran birisiyle sevişiyor veya aynı adamın felsefeci sevgilisi, John’un bunamış olduğunu düşündüğü annesinin çiğ felsefeden-anlamayan-romancı fikirleriyle alay ediyor, Elisabeth sunumunda eleştireceği bir yazarı dinleyiciler arasında buluyor vb. küçük entelektüel güç mücadeleleri de fikirsel tartışmaları, tartışma halinin duygusal yanlarını da es geçmeden, sinsi sinsi aralara giriyor.

Eş zamanlı okuduğum Homo Deus ve Romancının Romanı’nın “akıl, hümanizm, birey olma hali, hayvanlarla ilişkimiz, bilinç nedir” üzerine benzer meselelere girip çok farklı uçlara yol alan düşünce evrenlerini ise tartışmak için yeterli göremiyorum kendimi, henüz tam yolumu bulamadım. Bu tartışmaları Franz Kafka ve edebiyat bohçasıyla yapınca Coetzee, Stephen Hawking ve bilim ilgisiyle yapınca Harari çıkıyor ortaya sanki… İki kitabın da çeşitli noktalarında ortak referans verdiği, benim de bu kitaplarla öğrendiğim, tarihsel önemi olan bir makaleyle son.

“What is it like to be a bat?” – Thomas Nagel, 1974

Ben Buradan Okuyorum | Tim Parks

Huysuz Tim Parks’ı, Metis soluk sarı kapağıyla basmasa tanıyamayacaktım. Halbuki romanları daha önceden Kanat ve Alef’den çevrilmiş, yayımlanmış. “Ben Buradan Okuyorum”, birkaç kitapçıda da ilk haftasında tükenmişti, çalışanlarla beraberce şaşırmıştık, nasıl popülerleşti bir “metis eleştiri” kitabı acaba diye. Ben kapağın ve başlığının albenisinden diye düşünmüştüm.

Kitabı okuduktan sonra eleştirilerine bakarken, kitabın başlığının (orijinali “Where I’m Reading From”) Raymond Carver’ın öykü derlemesinden (Where I’m Calling From) alıntılandığını, kitabı epeyce haşlayan bir eleştiriden öğrendim. Carver’ın bu derlemesi aynı seçkiyle Türkiye’de yayımlanmamış, ama öykü tanıdık geldi. Derlemeye adını veren öykü Can Yayınları’ndan çıkan, alkol yüklü “Katedral” kitabında varmış, buldum. Bu derlemede, ilgili Where I’m Calling From öyküsünün çevirisi de “Nereden Aradığım”. Kitap başlığı referansları için de, “çeviride kaybolan kadardır” diyebiliriz o halde. Gerisi bize müthiş çeviriler armağan etmiş Roza Hakmen ve Ayça Sabuncuoğlu’nun arasında profesyonel bir diyalog ister.

Hemen, aslında yazının başına koymam gereken kitap alıntısını, gecikmeli olarak ekliyorum. Buraya kadarki saçma girişle, kitap budalası olmayanları eledik.

“Geribildirim için internet var. Bazen hepsi geribildirimmiş, hiç bildirim yokmuş gibi geliyor. Okurların kendi incelemelerini yazdıkları sitelerde en şaşırtıcı olan şey, gazete incelemelerine çok benzemeleri. Amazon yıldızlarını dağıtmaya itirazları yok. Övgüyü de, cezayı da nasıl dağıtacaklarını çok iyi biliyorlar. Sorgusu ölçütleri var. Mecra tonu belirliyor. ‘Kitabı okumadım aslında, ama…’” (s. 10)

Imdb’de veya Goodreads’de her puan tıklamasında yaşadığım anlık endişeleri bir seferde tokat gibi vurdu yüzüme Parks bu pasajla. Ne yapalım, biz zavallı okurlar da, böyle eğleniyoruz, sosyalleşiyoruz. Ama işte, bu hizaya çekme sonrasında belki farklı yollar aramaya başlayabiliriz.  Neden bir kültürel nesneyi, onu değerlendiren diğer profesyonellerin diliyle değerlendirmek zorunda olalım ki? (Öte yandan, karşı bir örnek olarak, bir okurun Kafka’nın Dava’sına 1 yıldız verip, “fazla abartılmış bir roman!!!” diye yorum yazması ve birileri tarafından beğenilmesi, bir entelektüel galibiyet hissi veriyordur.) Neyse, ben de elimden geldiğince bir edebiyat eleştirmeni hallerine girmeye çalışmadan, safi kitabın bende yarattığı heyecanı paylaşmak amacıyla bir şeyler yazmak istiyorum. Okurken, yazarı her yazıda sürekli okurla diyaloğa giriyormuş gibi hissedip söze girmeye çalışırken metrobüste kendi kendime konuştuğumu fark ettim.

Kitap, Tim Parks’ın blog yazılarından derleme. Blog’u The New Yorker’da tuttuğu için özenerek yazıyor. Uzun yıllardır İtalya’da akademisyenlik yapan, ABD’de bir gazetede yazan bir İngiliz. Roman yazıyor, çeviri yapıyor, sipariş üzerine kitap eleştirisi yazıyor, bir de bu kitaptaki yazıları oluşturan metinler gibi, edebiyatın çeşitli yönlerine dair daha serbest stil denemeler yazıyor. Yer yer otobiyografiye kayacak derecede, kendi kişisel deneyimlerini de esirgemediği, iyi sorularla başlayan metinler… İngilizce (çeviri) küresel romanın yükselişinden Nobel’in saçmalığına; pazarlanan büyük yazarlardan zor geçinen genç yazarlara; okuma zevkinin nasıl kazanıldığından, edebiyatın nasıl bir kaybetme zihniyeti üzerinden beslendiğine; en ciddi sınırının karakter sayısı olduğu yazılar…

37. ve son metinde Parks, TV filmine uyarlanan bir romanının (Kader) film versiyonunu nasıl bulduğunu incelemeye koyuluyor. Yazının sadece konusu Parks’ın beni neden heyecanlandırdığını net olarak anlamamı sağladı. Yorumlamayı, eleştirmeyi, değerlendirmeyi -kültürel varlıktan doğru düşünmeyi- ölesiye seviyor. Öyle ki, kendi yazdığı romanın anlamadığı bir dilde yapılan uyarlamasını, neden o sahneyi orada çektiklerini, filmin romandaki hangi anlamları yitirdiğini, bunun yerine ne öğeler koyduğunu yorumluyor da yorumluyor. Burada, -dünyanın 99%’u için anlamsız olsa da- dur durak bilmez bir eleştiri/seyir zevki ve keşfi var. Aynı bakış, edebiyatın (veya sanatın) geneline yayıldığında, aslında genel kabul gören büyük övgüleri (“Franzen dahi bir yazar”) sorgularken, entelektüel olarak aşağılanan (polisiye, popüler roman vb.) öteki yakada öznel anlamların nasıl bulunduğunu ortaya seriyor. “Neden o Kundera sever, öteki Tolstoy sever?”, “Neden kazanma toplumunda kaybetmeyi anlatan Alice Munro böyle meşhur oldu?” gibi soruların incelenmesine çevrilebilecek metinleri, benim gibi biraz şaşkın okurlara da yol haritalarını çizmekte yardımcı olabilecek parçalar içeriyor.

Okurlardan yazarlara geçince, örneğin “ilk romanını yazma” sıçramasını tiye aldığı bir yerde, yıllarca yayınlatamadığı öyküler, romanlar yazmış veya bir türlü hiçbir şey yazamamış ama yazmak için kıvranan; dostlarının bile okumadığı ve ciddiye almadığı, herkesin “başka bir iş mi bulsan acaba” diye şefkatle yaklaştığı yazar adaylarının, bir romanlarını yayınlattıktan sonra, bütün bir kültür sanat medyası tarafından “Bir sonraki eseriniz ne hakkında olacak?”, “Nereden esinlendiniz bu romanda?”, “Genç yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir?” kabilinden aşırı önemsenen birisi haline gelişindeki absürd kırılmayı ince bir alayla anlatıyor. Yazarların zihniyet dünyalarında, anılarını/notlarını yayınlatıp kazanacakları paracıklardan söyleşilerde sorulan saçma sorulara karşı tavırlarına pek çok noktaya bakarak “yazar”ı kutsal yerinden kaldırıp, olağan olan noktaya yerleştirmeyi amaçlıyor sanki. Bu yazar meselesinin daha derinlikli analizine Parks’ın bıraktığı yerden Coetzee’nin “Romancının Romanı” ile devam etmeyi umuyorum. 

Orwell’in 1984’ünün daha açılış cümlesinden İtalyanca’da nasıl anlamı yitirtilerek çevrildiği (Türkçesine baktım, nüans pek kaçırılmamış denebilir); günümüz yazarlarının kendi dillerinde yazarken bile nasıl sürekli olarak “kolay çevrilebilirlik” kaygısı gözettiği –Türkiye’de Avrupa’ya göre dozajı bu kadar yüksek değildir sanırım, biz kendimize yeteriz çünkü ama ben bilemem o kadar detay tabi, İngilizce’ye çevrilen yazarlara sormak isterdim, samimi cevaplasınlar da isterdim– 30 dile çevrilen ve küresel olarak anlaşılan bir kitabın neden başka hiçbir dile çevril(e)meyen çünkü gücünü büyük ölçüde yerellikten alan bir hikayeden en az 30 kat daha “iyi” olduğu gibi çeviri meseleleri belki çevirmenler için klişe tartışmalardır ama bana aklıma gelmeyen sorular sordurdu.

Az bilen, ve denemeye çok açık olmayan korkak bir okur olarak, birisi bana “Chinua Achebe kesin oku” dediğinde, okumalıyım demiştim. 4 yıl oldu henüz başlayamadım. Fakat yeni bir Kundera, Tolstoy, Kafka okumak düşünce olarak derin ve belki Achebe’den daha zorlayıcı yazarlar olsalar da hikayelerinin içinde geçtiği kültürel atmosferi daha kolay anlayabildiğimi düşündüğümden –anlamıyor olabilirim elbet, ama en azından anlamadığımı da fark etmiyorum– tereddütsüz okumaya başlayabildiğim yazarlar. Achebe’nin de Nijerya üzerine romanını okuyup, anlamamaktan çekiniyorum. Öte yandan Parks, Charles Dickens’dan veya Scott Fitzgerald’dan öyle bir bahsediyor ki o dönemde yaşamamış, dile hakim olmayan, çevrilirken yitirilen nüansları topladığında İngiliz/Amerikan olmayan bir okurun bu metinlerin büyük kısmını kaçırarak okuyabildiğini iddia ediyor.

Yine de Parks, sağolsun, bu yüz kızartıcı duygunun oluşumunda edebiyat endüstrisinin payı olduğunu iddia ederek beni biraz rahatlattı. Norveçli bir yazara ödül verirken sebep olarak “Norveçli olduğunu hiç belli etmemesi” gibi bir ifadenin kullanılması olumlu okumada “insan sorunu”na eğilen bir yazar olması gibi görünse de, öte yandan olabildiğince fazla insanın anlayabileceği ve satın alabileceği bir roman yazma eğilimini ifade ediyor. Bu da özgür bir kalemin önünde tehdit elbette. Bunun karşısında ise Rushdie, Pamuk vb. gibi isteseler de istemeseler üzerilerine kendi kültürlerini Batı’ya anlatma sorumluluğu yüklenen yazarlar var, bu kişiler Norveçli yazarın aksi gibi görünse de, sonuç olarak “uluslararası-batılı-ingilizce-ingilizceden çeviri okur” kitlesinin ve yayıncıların ekonomik baskılarının edebiyat dünyasını ne denli şekillendirdiğine dair ipuçları veriyor.

Bu yazıyı, beni bunları paylaşmaya teşvik edici rolü olan Parks’dan son bir alıntıyla bitirmek isterim.

“Ortaya şöyle bir soru çıkıyor: Her türlü laf (Beckett’in düşündüğü gibi) kaçınılmaz olarak boş laf mıdır; acaba Batı kendini yavaş yavaş şehvetle, bir kırtasiyecilik dağı altında ezerek yok mu edecek ve bu arada bütün bu rezil işleyişi tasvir edip tatlı tatlı kınayan tepeleme bir edebiyat yığınıyla ölene dek eğlenecek mi? . . . Baksanıza, oturmuş bir şeyler hakkında bir şeyler yazan insanlar hakkında yazıyorum, şansım yaver giderse başka bir yerde bir başkası beni alaycı ve sorumsuz olmakla suçlayacak.” (s. 107)

ilginç bilgi ps. Avrupalıların Franzen, Murakami, Knausgaard, Ferrante vb. (“Bu yaz Ferrante okunur!” bana çok komik gelen bir reklamdı.) yazarların popüler romanlarını okumalarının sebebinin “yazın seyahat ederken tanıştığı kişilerle ortak bir payda bulabilmek adına” olduğu gibi acayip bir iddiası var Parks’ın. Hollanda’daki bir kitapçıda müşterilere “Ne okuyorsun, neden onu okuyorsun?” diye sorarak yaptığı bir saha çalışmasının bulgusuymuş, ne keyifli bir iş!