Blanchot, Alıntılamanın Eleştirisi ve Yazarın Hâli

Benim bu blog’a alıntılar taşırken içine girdiğim ve çıkmaya çabaladığım bazı çıkmazlar var. Böylesi bir alan açmadaki ilk niyetim şöyleydi: günümüzde üretilen ve paylaşılan görsel, işitsel ve yazınsal içerikler kimi zaman geçmişte hali hazırda üretilmişlerin kötü kopyaları, az biraz değiştirilmiş yutturmacaları, ilk metinlerin üzerine düşünce veya estetik bir artı değer eklemeyen, var olan külliyattan ise kasten veya farkında olmadan bihaber çabalamalar. Ben de yazmayı denesem, kesin “başkasının yazısı” olarak gördüğümde hunharca eleştireceğim ya da bilseydim daha büyük bir ilgiyle okuyacağım bir metnin yerine karşıma çıkan bir şeyler karalamaya kalkarım, ki kalktım da defalarca. Bu metin enflasyonu elbette sadece tekil yazıcıların üretimiyle ilişkili değil, günümüz dikkat ekonomisiyle de derinden bağlı. Kitapçıların raflarında, internetin çukurluklarında, ücretsiz ulaşılabilecek, telif süreleri dolmuş eserler kış uykusundalarken, bunlardan aparılmış ya da bu birikime ilgisiz içerikler tarihte hiç olmadığı kadar yüksek bir hızla bölünerek çoğalıyor. Ben de böyle girişilebilinecek bir niyetle bir süredir -ömür boyu- özgün üretimi asgaride tutarak, diğer metinleri çevrimiçi ortama fragmanlar halinde geçirerek hem kişisel bir düşünce arşivi tutmaya, hem ilgilisine bir açılış haritası kurgulamaya hem de parçalar ortaya döküldüğünde ne gibi bağıntılar bulunduğunu keşfetmeye çalışıyorum. “Benden önce bir başkası”nın yazdığı bu pasajları antika bir ortamlararasılık niyetiyle blog’a taşırken, kendi sözümü sakınmaya, alıntıdan öğrenmeye, belki on yirmi yıl sonra bütün bu biriken metinlerden ilişkileri öylesine kolay sezilemeyecek bir sentezle tek bir metin üretmeyi düşlemeye çalışıyorum. Çalışıyordum.

  • Eğer parçalayıcı gücüyle alıntı metni daha baştan yok ediyorsa, bunu yalnızca metnin içinden koparılmış olmakla yapmıyor ama metnin kendisini kopuş olarak yüceltmeye varana dek yapıyorsa; o hâlde metinsiz ve bağlamsız fragman kökten alıntılanamazdır*.
  • Niçin … sonlu, sonsuz, kişisel, kişisel olmayan, şimdiye ait, tüm zamanlara ait acıların altında, daha şimdiden neredeyse haritadan silinmiş görünecek kadar küçülmüş, ama tarihi dünya tarihinden dışarı taşan bir ülkenin tarihsel olarak belirli oysa tarihsiz acısı durmaksızın tınlıyor, niçin tüm o acılar sürekli olarak bu ülkeyi anımsatıyor? Niçin?
  • Yazar (yazar mı?), başkalarının kitaplarıyla doyuma ulaşamayacağı için değil, (tersine, hepsi onun hoşuna gider), bunlar birer kitap olduğu ve yazmakla doyuma ulaşılmadığı için.
  • Yazmak; olumsuz ile nötr, daima örtülü farklılıkları içinde, yakınlıkların en tehlikelisi içinde, biri çalışır diğeri başıboşluk ederken, birbirlerine kendine özgülüklerini anımsatsınlar diye.
  • Bugün yoksuldur; eğer özden de yoksun olacak kadar uç noktada olmasaydı bugünün özüne ilişkin olacak olan bu yoksulluk, bugünün ne mevcudiyete gelmesine izin verir, ne de yeni ya da kadim bir şimdide gecikmesine.
  • Yaz, yalnızca yıkmamak için, yalnızca korumamak için, yalnızca aktarmamak için; olanaksız gerçeğin çekimi altında yaz, her gerçekliğin kazasız belasız battığı şu felaket payını yaz.
  • Dile duyulan güvenin yeri dilin içidir; dile güvensizlik durumunda, yine dildir eleştirinin sarsılmaz ilkelerini kendi alanında bulduğu için kendi kendine güvensizlik duyan.

Dile duyulan güven, dile duyulan güvensizlik olarak dilin içine yerleşmiştir: eleştirinin sarsılmaz ilkelerini kendi uzamında bulduğu için kendine** güvensizlik duyan yine dilin ta kendisidir. Etimolojiye yapılan başvuru (ya da etimolojinin reddi) buradan kaynaklanır, sözcükleri çarpıtmak bahanesiyle sonsuzca çoğaltmaya yönelik anagramatik eğlencelere ve cambazca ters yüz etmelere yapılan sonuçsuz başvuru da; bütün bunlar ancak bu ikisi (başvuru ve ret) inanmaksızın ve duraklamaksızın aynı anda kullanılırsa meşru hâle gelir. Dilin bilinmezi bilinmez kılar.

Dile güven-güvensizlik daha şimdiden bir fetişizmdir, gizli kalmış da olsa daima bir iyi kullanımın bulunduğunu varsayan sapkınlığın keyfine ya da keyifsizliğine göre şu ya da bu sözcüğü seçerek onunla oynayan bir fetişizm. Oysa yazmak; bir dile hakkını ayıracak sapak, ister sapkınlaştırılmış isterse anagrama dönüştürülmüş olsun -hep yoldan çıkan [yazıp-bozan] (dé-crit) yazının sapağı; hoş gelmemiş meçhul için dostluk, her türlü gösterişten, her türlü sözden kaçan “gerçek”.

Kendine karşın yazar: kendi kendiyle, ya da yaşamla, ya da yazıyla bir çelişki ve hatta bir bağdaşmazlık ilişkisi içinde kendine karşı ya da kendine karşın yazmak değil (bu, yazarın ana-öyküden oluşan biyografisidir), başka bir ilişki içinde yazmak, başkasının uzaklaştığı ve bizi kendine çekerken dahi daima bizi uzaklaştırdığı bir ilişki içinde -dilden kendini ayıran şeyin, belki de sabrın yitimi dolayısıyla, gerçek, şan ya da felaket gibi beyhude adlarla kendini dile hasretmesi ya da dile düşmesi bundandır. Çünkü tüm adların -özellikle de sonuncusunun, dile getirilemez olanın -hâlâ da bir sabırsızlığın etkisi olması mümkündür.

*Orijinal çeviride “alıntılamazdır” diye geçiyor, ben çevirinin “alıntılanamazdır” olduğunu, baskı hatası yapıldığını düşündüm. Bunu yaparken asıl metne elbette bakmadım, vebali boynuma.
** Orijinal çeviride “kendine kendine” diye geçiyor, ben yanlışlıkla ikilenmiştir diye düşündüm.

Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, 2014 [1980], s. 59-62.

Auster, Karakteri Tanıtmak (I)

Miles Heller

Miles yirmi sekiz yaşında; bildiği kadarıyla hiçbir beklentisi yok. En azından ateşli bir hırsı, makul bir gelecek kurmanın kendisine neler sağlayacağı hakkında en ufak bir fikri yok. Florida’da daha uzun süre kalmayacağını, yakında yine başka yerlere gitmek isteyeceğini biliyor; ama o isteğin kendisini harekete geçmeye zorlayacağı ana kadar, ileriye bakmadan bugünü yaşamakla yetiniyor. Üniversiteyi bırakıp başına buyruk yaşadığı şu yedi buçuk yıl içinde başardığı bir şey varsa, o da günü gününe yaşamak, bugün burada olmakla yetinmek yeteneğini geliştirmek oldu; bu, insanın becereceği en övünülecek bir iş olmasa da, belirli bir disiplini ve özdenetimi gerektirmişti. Hiçbir tasarısı olmamak, elindekiyle yetinmek, güneşin doğuşundan bir sonraki tan vaktine kadar olan sürede dünya neyi sunuyorsa onu kabullenmek -kişi böyle yaşayabilmek için bir insanın isteyebileceklerinin en azını istemek zorundadır.

O da isteklerinden azar azar vazgeçerek olabilecek en düşük noktaya indirdi. Sigarayı ve içkiyi bıraktı, yemeğini artık lokantada yemiyor, televizyonu, radyosu, bilgisayarı yok. Arabasını bisikletle takas etmek istiyor; ama arabayı başından atamıyor, çünkü aldığı işler bisikletle gidilemeyecek kadar uzak yerlerde. Aynı durum seve seve kaldırıp çöpe atacağı cep telefonu için de geçerli; ama iş nedeniyle telefona ihtiyacı olduğundan ondan da vazgeçemiyor. Dijital kamera belki kurallarına aykırıydı; ama bitip tükenmeyen çöp temizleme işinin kasveti ve zahmeti yüzünden, kameranın hayatını kurtardığını hissediyor. Yoksul bir mahallede, ufak bir apartman dairesinde oturduğu için kirası az ve hayati gereksinimlere harcadığı para dışında tek lüksü kitap almak, ciltsiz kitaplar, çoğunlukla da roman, Amerikan romanları, İngiliz romanları, yabancı romanların çevirileri; ama sonuçta kitaplar lüks değil, hayati gereksinimlerden biri ve okumak da iyileşmeyi hiç istemediği bir bağımlılığı.” (s. 14-5)


Bing Nathan

“O, öfkenin savaşçısı, hoşnutsuzluğun şampiyonu, çağdaş dünyanın kirli çamaşırlarını ortaya döken bir militan, yeni düşmüş dünyanın kalıntılarından yeni bir gerçek kurmayı hayal eden biri. Kendisi gibi yerleşik düzenin çoğu muhaliflerinin aksine, siyasal eyleme inanmıyor. Hiçbir harekete ya da partiye üye değil, hiç topluluk karşısında konuşma yapmadı ve binaları yakıp yıkmak, iktidarları devirmek için öfkeli yığınları sokağa sürmeye hevesi yok. Onunki tamamen kişisel bir konumlanma ve yaşamını kendi belirlediği ilkelere göre sürebilirse, başkalarının da kendini örnek alıp izleyeceğinden emin.

Bu yüzden Bing dünya derken, hiçbir biçimde etkileyemeyeceği kadar büyük ve parçalanmış olan dünyayı değil, kendi dünyasını, kendi yaşam sınırları içindeki küçük dünyayı kasteder. O nedenle de gündelik meselelerin yerel, özel, neredeyse görünmeyen ayrıntıları üzerinde yoğunlaşır. Bu durumda verdiği kararlar hiç kuşkusuz küçük çaplıdır; ama küçük demek her zaman önemsiz anlamına gelmez ve her gün kendi hoşnutsuzluğunun temel kuralına bağlı kalmaya, yani genel geçer şeylere muhalif olmayı, bütün cephelerde statükoya direnmeyi sürdürmeye çalışır. O doğmadan yaklaşık yirmi yıl önce başlayan Vietnam Savaşı’ndan bu yana Amerika denilen kavramın kendini tükettiğini, ülkenin artık işlemez bir durumda olduğunu ama bu çöken ülkedeki parçalanmış yığınları birleştirmeyi hâlâ sürdüren bir şey varsa, Amerikan kamuoyu herhangi bir konuda hâlâ görüş birliğinde oluyorsa, bunun gelişme kavramına olan inançtan kaynaklandığını iddia eder. Buna inananların yanlış düşündüğünü, geçmiş yıllardaki teknolojik gelişmelerin aslında yaşamdaki olanakları sınırladığını söyler. Kazançtan başka şey düşünmeyen şirketlerin o hırsla oluşturdukları tüketim kültürü ortamında çevredeki görüntünün giderek çirkinleştiğini, giderek insana yabancılaştığını, giderek anlamsızlaştığını ve bütünleştirici, birleştirici olma amacını yitirdiğini söyler. Onun başkaldırıları, belki kapsamlı olmayan, kısa vadede çok az, hatta hiçbir başarı sağlamayan hareketlerdir; ama onun insan olma onurunu pekiştiren, kendi gözünde kendisine soyluluk katan davranışlardır. Geleceğin çoktan yitirilmiş olduğunu kabullenir, o yüzden de önemli olan sadece bugünse, bugünü geçmişin ruhuyla yoğurmanın gerekli olduğu görüşündedir. Ne cep telefonu kullanır ne bilgisayar ne de herhangi bir başka dijital aygıt – çünkü yeni teknolojilerden pay almayı reddeder. Hafta sonları altı kişilik bir caz grubunda davul ve vurmalı çalgılar çalar – çünkü caz çoktan öldü ve artık çok az sayıda mutlu insan cazla ilgileniyor. İşte bu yüzden üç yıl önce kendi işini kurdu – çünkü diretilen düzenle savaşmak istiyordu. Kırık Eşyalar Hastanesi, Park Slope, Beşinci Cadde üzerindeydi. Bir çamaşırhane ile eski moda giysiler satan bir dükkânın arasında yer alan bu avuç içi kadar işyerinde yeryüzünden silinip gitmiş bir döneme ait eşyalar onarılır: mekanik daktilo makineleri, dolmakalemler, mekanik saatler, tüplü radyolar, pikaplar, kurmalı oyuncaklar, kollu şeker makineleri, numaraları elle çevrilen telefonlar. Kazandığı paranın yüzde doksanının resim çerçevelemekten gelmesi hiç de önemli değildir. Onun dükkânı eşsiz ve paha biçilmez bir hizmet sunar ve yarım yüzyıl öncesinin eski endüstrilerinden kalma bozuk bir cihazı onarırken, cephede savaşan bir generalin iradesi ve coşkusuyla işe dört elle sarılır.

Elle tutulabilir olmak. Arkadaşlarıyla görüşlerini tartışırken Bing’in en sık kullandığı terim budur… (s. 71-3)

Paul Auster, Sunset Park, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2011 [2010].

Ergin, Yara ve Arzu

Ben kendi hâlimde buraya alıntılar taşırken, bir dostum bana bir alıntıyı gönderince heyecanlandım. Hem de ortak etkilendiğimiz, konuştuğumuz bir Ankara romanından olunca, tekrar tekrar okudum, hatırladım. Akşam eve gelince, sayfasını bulmak için kitabı tararken sonlarına doğru paragrafa rastladım, kitapta kıvırdığım tek sayfa buymuş. Bir daha unutmayayım diye buraya da iliştireyim dedim.

“Neden anlamadın benim sadık dostum? Saf inançlarından, iflah olmaz sevginden neden bir an olsun ödün vermedin? Bizi, Filiz ve beni öyle şimşekli bir gecede neden yalnız bıraktın kardeşim? Bilmez misin biriyle baş başa kalınca dilin çözülmesi gibi tüm arzular da yıkar engellerini, dağılıverirler sağa sola. Önce göğse girerler, orayı kabartırlar. Sonra beyne ulaşırlar, ne kadar gizli kalmış, saklanmış yara varsa hepsini gün yüzüne çıkarırlar. Ne dostluk bilirler, ne güven, ne kardeşlikten nasiplenmişlerdir, ne de iyilikten. Sen onları bilmez misin? Kabuk bağlayan, kaşınan, kanayan, acıyan, yanan ne kadar yara varsa hedefidir onların. İlk onlara saldırırlar. Bulutlar, şimşekler, mavi kıvılcımlar yoldaştır onlara. O arzular insanların gizlerini, sakladıklarını ayan beyan be zamansız ortaya döküverirler. Ne erdem bilirler, ne kural, ne ahlak, ne etik, ne kardeşlik… Onların bildiği tek şey vardır: Yaralar kapatılmalıdır. Halbuki ne yaparsan yap, ne söylersen söyle, o yaralar kapanmaz. Yaralar, arzulardan güçlüdür Zafer. Yaralar kadir kıymet bilmezler. Dünyayı karşına almışsın, dostunu çiğneyip geçmişsin, tüm değerlerini bir saniyede yakıp yıkmışsın; hiçbir şeye bakmazlar. Yaralar yanmaya ve acımaya devam ederler.”

Serhan Ergin, Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar, İletişim Yayınları, 2015, s. 159.

Blanchot, Yazma, Kitap ve Okuma Üzerine (I)

Bir Blanchot kitabından “yazı” üzerine kısa bir pasaj alıntılamak ahmaklık. Külliyatı zaten yazmayı, okumayı, alıntılamayı, başka metinleri, onların yazarlarıyla muhabbeti kuşatmış okur-yazardan böylesi bir parça söküp çıkarmak utanç verici.

  • Ne okumak, ne yazmak, ne konuşmak, ne var ki sadece bunlarda yatar daha şimdiden söylenmiş olandan, Bilme’den, anlaşmadan kurtuluşumuz, verilenin belki kimse tarafından alınmadığı meçhul uzama, darlık âlemine girişimiz. Felaketin eli açıklığı. Ki orada hayat, ölüm, daima aşılmıştır.
  • Yazma yeteneği tam da yazının reddettiği şeydir. Artık yazmayı bilmeyen, aldığı armağandan vazgeçen, dili tanınmaz hâldeki kimse, sınanmamış deneyimsizliğe, var bile olmadan haslığa-geliş’e (avènement) meydan veren “has”ın yokluğuna daha yakındır. Üslubu, üslubun özgünlüğünü öven, her şeyi bırakmayı ve her şey tarafından bırakılmayı reddetmiş olan yazarın benliğini yüceltir yalnızca. Pek yakında hatırı sayılır olacaktır; dikkate şayan olmak onu iktidara teslim eder; silinmenin, kaybolmanın yokluğunu çeker.

Ne okumak, ne yazmak, ne konuşmak, dilsizlik değildir bu, belki asla işitilmemiş mırıltıdır: homurtu ve sessizlik.

  • “Kendinin temeline varan ve yaşamın bütün derinliğini tanıyan odur ki, bir gün her şeyi bırakmıştır ve her şey de onu bırakmıştır, her şey onun için batmıştır ve kendini sonsuzla baş başa görmüştür: Platon’un ölümle karşılaştırdığı büyük bir adımdır bu.” (Schelling’den alıntılayan Heidegger.)
  • Niçin bir kitap, kopmanın sarsıntısının -felaketin biçimlerinden biri- onu tarumar ettiği yerde hâlâ? Şundan dolayı ki, kitabın düzeni onda eksik olan için, ondan sıyrılan yokluk için zorunludur: Aynı şekilde, “haslaştırma”daki “has”, insan ile varlığın birbirlerine ait olduğu olay, yasadan, izden, keza güvenceli bir anlamın sonucundan kaçan yazının has-olmayanında uçuruma batar. Ama “has-olmayan” (impropre) yalnızca “has” olanın olumsuzlanması değildir, ondan uzaklaşırken ona yakınlaşır: Onu uçurumun içine çeker, yanlış yoldan çevirerek onu kendine bağlar. Has-olmayanda hâlâ has olan tınlar: kitap yokluğu gibi kitap-dışı da aştığı şeyin işitilmesini sağlar. Bundandır parçalılığa çağrı ve felakete başvuru, eğer felaketin yalnızca feci olan olmadığını hatırlar isek.
  • Niçin hâlâ kitaplar? Kitabın sakin, çalkantılı sonunu, yazının emeğiyle varılan sonunu deneyimlemek için değilse eğer; öznenin dağılışı, çokluğun açığa çıkışı, bizi M’Uzan’ın sözünü ettiği “vefat vazifesi”ne teslim ederken, ki onun önerdiğinden farklı olarak arzunun tazelenişiyle hayatı tükenişe kadar yaşatmakla yetinemeyecek olan bir vazifedir bu. Ben bu vazifede daha çok tutkuyu, sabrı, yaşamı ölmeye açan ve olayı olmayan uç noktadaki edilgenliği görüyorum -tıpkı (kendi başına yaşayan adını Rober Laporte’un bize önerdiği gibi) yazıdan yaşamak ve ölmek demek olan, daha şimdiden üstü çizilmiş “yaşam öyküsü”nün hiçbir şeyin meydana gelmesine izin vermediği, hiçbir şeyi, yazma olgusunu bile güvence altına almadığı gibi-, ki bu edilginlik de sizin istikrarlı ve neredeyse mesleki bir tabir olarak yazarlığa atfettiğiniz şu hayatta-kalan-ölüyü nötrlüğün gizemine havale eder.
  • Yazardı olanaklı olsa da olmasa da, ama konuşmazdı. İşte böyledir yazının sessizliği.
  • “Yazmak dur durak bilmez, ne var ki metin ancak ardında boşluklar, gedikler, yırtıklar ve başka kopukluklar bırakarak ilerler, ama kopuşların kendisi de çabucak yeniden kayda geçirilir, en azından … müddetçe” (Roger Laporte) – “Yazmak … belki yeni bir türden çok daha fazlasını oluşturabilir.” Ama “Yazmak her tür yazıyı, her tür tipografiyi, her tür kitabı reddediyorsa, o hâlde nasıl yazılır?” … “Nasıl olup da onca uzun zaman boyunca yeni bir tür yaratma biçimindeki estetik tasarıyla özdeşleşmiş olduğumu anlayamıyorum.” “Yazmanın üstü yalnızca eğri bir çizgiyle çizilmişti: Yıkım işini sonuna kadar götürmem gerekiyor.” (R. L.)
  • “… bir metni kitap olma mutsuzluğundan kurtarmak.” (Levinas)
  • Meydana gelmiş olan meydana gelmiş değildir -böyle konuşurdu sabır, son aceleye gelmesin diye.
  • “Ben” doğmuş olmadan önce ölür.
  • Maddecilik: “benim olan” belki, sahiplenme [haslaştırma] ya da bencillik olduğundan, sıradan olur; ama başka insana ilişkin maddecilik -başkasının açlığı, susuzluğu, arzusu- maddeciliğin hakikatidir, önemidir.
  • Bir okuma vardır ki etkindir, üreticidir -metni ve okuru o üretir, bizi alır götürür. Sonra metne itaat eder görünerekten metne ihanet eden edildin bir okuma vardır, metnin nesnel biçimde, tam biçimde, egemen biçimde: bütünlüklü biçimde var olduğu yanılsamasını verir. Son bir okuma daha vardır, o da artık edilgin okuma değil, edilginliğin oku(n)masıdır, hazsız, neşesiz, hem kavrayıştan hem de arzudan kaçan bir okuma; ‘her şey söylendi’nin ötesindeki, Söyleme’nin işitileceği ve son tanığın tanıklığının dile getirileceği “esin veren” uykusuzluktaki gibi, gece uyanıklığındaki gibi.
  • Son tanık, tarihin sonu, çağın kapanışı, dönemeç, bunalım -ya da (metafizik) felsefenin sonu.

Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, 2014 [1980], s. 140-3.

Sebald, Casement ve Sömürü ile Mücadele

“Kongo’nun ticarete açılması çerçevesinde yerli halka uygulanan zorbalıkların tarzı ve boyutlarıyla ilgili haberler kamuoyuna ilk kez 1903 yılında, o sıralarda Boma’daki İngiliz Konsolosluğu’na atanan Roger Casement tarafından duyuruldu. Dışişleri Bakanlığı Sekreteri Lord Landsdowne’a sunduğu raporda Casement, -Korzeniovski Londralı bir tanıdığına, kendisinin uzun zamandır unutmaya çalıştığı şeyleri Casement’ın anlatabileceğini söylemişti- siyahların acımasızca sömürülmesi hakkında kesin bilgiler veriyordu. Sömürgedeki çeşitli inşaatlarda hiçbir ücret almadan, sırf boğaz tokluğuna çalışmaya zorlanıyorlardı; çoğunlukla birbirlerine zincirlenmiş oluyor ve aynı tempoyla sabahtan akşama kadar, kelimenin tam anlamıyla ölene dek çalıştırılıyorlardı. Gözünü para hırsı bürümemiş biri Kongo’nun yukarı havzasından geçerse, diye yazıyordu Casement, bütün bir halkın, İsa’nın çektiği çileleri bile gölgede bırakan eziyetler yüzünden nasıl yürek parçalayıcı bir biçimde can çekiştiğini görecektir. Her yıl çalışmaya zorlanan yüz binlerce kölenin, kendilerine gözcülük yapan beyazlar tarafından ölüme sürüklendiğine ve Kongo’da disiplini sağlamak adına her gün insanların sakat bırakıldığına, elleri ve ayaklarının baltayla kesildiğine ve vurulduklarına dair hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu Casement. Kral Léopold, Casement’ın ortaya çıkan durumu yumuşatmaya ve Casement’ın kışkırtmaları yüzünden Belçika’nın Kongo’yu sömürgeleştirme girişiminin karşı karşıya kaldığı tehlikeleri değerlendirmeye faydası olabilir düşüncesiyle, özel bir görüşme yapmak üzere onu Brüksel’e çağırdı. Ben, diyordu Léopold, siyahların yaptığı işi, tamamen yasal bir vergi ödeme yolu olarak görüyorum, siyahların gözetiminden sorumlu beyazlar zaman zaman kaygı uyandırıcı müdahalelerde bulunuyor -gerçi bundan bile söz etmek istemiyordu; bu üzücü fakat değiştirilmesi mümkün olmayan gerçeğin nedenleri, Kongo ikliminin bazı beyazlarda bir tür bunaklığa yol açmasında aranmalıdır ki, maalesef zamanında önleyemediğimiz durumlar da olabiliyor. Casement öne sürülen bu nedenlerle ikna olmayınca, Léopold Londra’daki ayrıcalıklarını kullandı ve oynanan diplomatik oyunlar sonucunda, Casement’ın raporu bir yandan örnek gösterilip övüldü, raporun yazarına da Saint Michael and Saint George Tarikatı’nın Commander unvanı verildi; ama diğer yandan Belçika’nın çıkarlarına zarar verilebilecek hiçbir girişimde bulunulmadı. Birkaç yıl sonra Casement -herhalde sürekli huzursuzluk yaratan bu insanı bir süreliğine uzaklaştırmak gibi gizli bir niyetle- Güney Amerika’ya gönderildi ve Peru, Kolombiya ve Brezilya’nın ormanlık bölgelerinde de koşulların pek çok açıdan Kongo’ya benzediğini keşfetti. Tek fark, burada Belçikalı ticari şirketlerin değil, merkezi Londra’da olan Amazon Company’nin (Amazon Şirketi) faaliyette olmasıydı. Aynı dönemde Güney Amerika’daki kabilelerin de kökü kurutulmuş ve bütün bölge yakılıp kül edilmişti. Casement’ın raporu ve onun her türlü haktan mahrum olan bu insanları koşulsuzca savunması Dışişleri Bakanlığı’nda saygı uyandırmasına uyandırdı, ama bir yandan da bu hevesli Don Kişot’un yaptıklarının onun aslında gelecek vaat eden kariyeri açısından hiç de iyi olmayacağını düşünen üst düzey yetkililer de kaygıyla başlarını salladılar. Sonra Casement’a, dünyadaki köleleştirilmiş halklar için yaptığı yararlı çalışmalar karşılığında asiller sınıfına girebileceği söylenerek bu sorun çözülmek istendi. Ama Casement iktidarın tarafına geçmeye niyetli değildi; aksine doğa ve bu iktidarın kaynağı ve de bu iktidardan kaynaklanan emperyalist anlayış onu gittikçe daha da çok ilgilendirir olmuştu. Tüm bunların sonucunda İrlandalılığı, dolayısıyla kendisini sorunsallaştırması da son derece doğaldır. Casement, County Antrim’de Protestan bir baba ile Katolik bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi ve bütün eğitim dönemi boyunca, İrlanda üzerindeki İngiliz hâkimiyetini korumayı yaşamının en önemli ödevi olarak görenler arasında yer aldı. Ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde İrlanda sorunu patlak verdiğinde, Casement “İrlanda’nın beyaz Kızılderilileri” meselesiyle ilgilenmeye başladı. Yüzyıllardır İrlandalılara yapılan haksızlık, vicdanını giderek her şeyden daha çok rahatsız eder hale gelmişti. İrlanda halkının neredeyse yarısının Cromwell’in askerleri tarafından öldürülmüş olması, binlerce kadın ve erkeğin beyaz köleler olarak Batı Hint Adaları’na gönderilmesi, yakın zamanda bir milyondan fazla İrlandalının açlıktan ölmesi ve yeni nesil gençlerin büyük çoğunluğunun kendi vatanlarından göç etmeye zorlanması, tüm bunlar aklından bir türlü çıkmıyordu. 1914 yılında, liberal yönetimin İrlanda sorununa çözüm olarak önerdiği Home Rule sistemi, çeşitli İngiliz çıkar gruplarının açıkça ya da gizliden gizliye desteklediği fanatik Kuzey İrlandalı Protestanların karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karar ânı gelmiş oldu. İngiliz Milletler Topluluğu şiddetle şiddetle sarsılsa bile, İrlanda için Home Rule uğruna, Ulster’ın direnişinden ödün vermeyeceğiz, diye ilan etti Protestan azınlığın önde gelen temsilcilerinden olan Frederick Smith; Protestan azınlık, hükümetin askerî birlikliklerine karşı gerekirse silah yoluyla mücadele ederek ayrıcalıklarını korumaya hazırdı. Yüz bin insan gücündeki Ulster Gönüllüleri kuruldu ve güneyde de bir gönüllüler ordusu oluşturuldu. Casement asker toplama ve silahlandırma çalışmalarında da rol oynadı. Nişanlarını Londra’ya geri gönderdi. Kendisine teklif edilen emekli maaşını reddetti. 1915’in başında gizli bir görev için Berlin’e gitti. Amacı, Alman İmparatorluğu’nun İrlanda’nın bağımsızlık ordusuna silah temin etmesini sağlamak ve Almanya’daki İrlandalı savaş tutsaklarını bir tugay oluşturmaya ikna etmekti. Ancak iki girişim de sonuçsuz kaldı ve Casement bir Alman denizaltısıyla İrlanda’ya geri götürüldü. Casement, ölesiye yorgun ve buz gibi su yüzünden neredeyse donmuş bir halde, Tralee Koyu’nda, Banna sahilinde karaya çıktı. Artık elli bir yaşındaydı. Kısa bir süre içinde tutuklanacaktı. Yine de bir rahibe, “Almanlar yardıma hazır değil” mesajını göndermeyi başararak, 1916 Paskalya Yortusu’nda başlatılması tasarlanan ayaklanmayı engelledi; çünkü tüm İrlanda için düşünülen ayaklanmanın bu durumda başarısız olacağı zaten belliydi. Buna karşın idealistlerin, yazarlar, sendikacılar ve Dublin’deki sorumlu öğretmenlerin kendilerini ve kendilerine kulak verenleri yedi günlük bir sokak kavgasına kurban etmeleri ise ayrı bir konudur. Ayaklanma bastırıldığı sırada Casement hâlâ Londra Kulesi’ndeki hücredeydi. Avukatı yoktu. O sıralarda başsavcılığa yükselen Frederick Smith savcı olarak atanınca, davanın seyri de aşağı yukarı belli oldu. Etkili makamlardan gelebilecek her türlü af dilekçesini engellemek amacıyla, Casement’ın evinde yapılan aramada bulunan ve suçluların eşcinsel kaydını içeren “Kara Günlük”, İngiltere kralına, Birleşmiş Milletler başkanına ve Papa’ya gönderildi. Yakın zamana kadar Londra’nın güneybatısındaki Kew’da, İngiliz Devlet Arşivi’nde kilit altında tutulan Casement’ın “Kara Günlük”ünün gerçek olup olmadığından uzun süre kuşku duyuldu. Bunun en önemli nedenlerinden biri, sözde İrlandalı teröristlere karşı yürütülen davada, kanıtların toplanması ve iddianamenin hazırlanmasıyla ilgilenen yürütme ve yargı organlarının yakın zamana kadar tahmin ve suçlamalarında defalarca ihmalkâr davranmış, dahası gerçekleri kasten de değiştirerek suç işlemiş olmasıydı. İrlanda özgürlük hareketinin eski muharipleri için, şehitlerinden birinin İngiltere tarafından ahlaksızlık suçlamasıyla tutuklanmış olduğunu düşünmek bile imkânsızdı. Buna karşılık 1994 baharında günlüklerin üzerindeki yasağın kalkmasıyla birlikte, bunların bizzat Casement’ın elinden çıktığına da hiç kuşku kalmadı. Buradan çıkarılabilecek tek sonuç şuydu: Casement’ın iktidar odaklarına en uzak olan insanlara uygulanan ve toplumsal sınıflar ve ırkların sınırlarını aşan baskı, sömürü, köleleştirme hareketinin farkına varmasını sağlayan, tam da onun eşcinselliğiydi belki de. Tahmin edilebileceği üzere, Casement, Old Bailey’de görülen davalar sonucunda vatana ihanetten suçlu bulundu. Mahkemeye başkanlık eden Yargıç Lord Reading, eski adıyla Rufus Isaacs, mahkemenin kararını açıkladı. Önce hapishaneye, sonra da idam edileceğiniz yere gideceksiniz, dedi, ve orada da asılarak idam edileceksiniz. Roger Casement’ın Pentonville Hapishanesi’nin avlusundaki kireç kuyusuna atılan cesedi artık kimliği belirlenmeyecek hale gelmişti ve İngiltere yönetimi cesedin oradan çıkarılmasına ancak 1965’de izin verdi.”

W. G. Sebald, Satürn’ün Halkaları: İngiltere’de bir Hac Yolculuğu, çev. Yeşim Tükel Kılıç, Can Yayınları, 2006 [1992], s. 122-8.