Coetzee, Cuma’nın Deneyim(sizliğ)i

“Ah Cuma, bizim gibi sözcükler dünyasında yaşayanların sorularının yanıtlanması için duydukları isteğin şiddetini nasıl anlayabilirsin sen? Birini öptüğümüz zaman, öptüğümüz kişinin dudaklarının bize yanıt vermesini arzuladığımız gibi bir arzu duyarız. Böyle olmasaydı, kralların, kraliçelerin, tanrıçaların heykellerini öpmekle de tatmin olabilirdik. Sence neden heykelleri öpmüyoruz veya yatağımıza heykelleri almıyoruz. Erkekler kadın heykelleri, kadınlar erkek heykelleri ile tatmin olmuyorlar? Tutkunun biçimleri verilmiş heykeller neden yetmiyor bize? Sence bunun nedeni mermerin soğuk olması mı yalnızca? Yatağında bir heykelle uzun süre yatarsan, senin sıcaklığın ikinizi birden kavrar ve bir süre sonra mermer de ısınır. Hayır soğuk olduğu için değil, ama ölü olduğu için, hiç yaşamadığı için ve hiç yaşayamayacağı için.

“İçin rahat olsun Cuma, yatağının başucuna oturarak sana tutkudan ve öpüşlerden bahsettiğim için sana kur yapıyorum sanma. Bu her sözcüğün bir ikinci anlam taşıdığı bir oyun değil. “Heykeller soğuktur,” derken, Vücutlar sıcaktır”; ya da “Bir yanıt için yanıp tutuşuyorum” derken, “Bir kucaklayış için yanıp tutuşuyorum” demek istemiyorum. Veya şimdi yaptığım gibi bir inkâr ediş, İngiltere’de iffetli görünmenın icaplarına uygun (Senin ülkende hangi adetlere uyulduğunu bilmiyorum) davranmamın bir sonucu değil. Emin ol, eğer sana kur yapsaydım bunu dolaysız bir biçimde yapardım. Ama sana kur yapmıyorum. Bildiğim kadarıyla hayatında bir tek kelime bile söylememiş ve hiçbir zaman da söyleyemeyecek olan sana, gün be gün hiç bir yanıt almadan boşluğa konuşmanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ve bir benzerlik kuruyorum: Söylediğin söze bir yanıt bekleme tutkusunun, kucakladığın birisinin, senin kucaklayışına bir tepki vermesi isteğine benzediğini söylüyorum. Söylemek istediğim anlaşılıyor mu? Sen bir bakire gibisin Cuma. Belki cinselliğini bile tanımıyorsun. Ama kuşkusuz sen bile, tam açık olmasa bile seni bir maymun ya da bir balığa değil de kendi cinsinden bir kadına doğru çeken bir şeyler olduğunu hissediyorsundur. Ama kadınla ne yapmak istediğin, kadın seni yönlendirip yardımcı olmadıkça, senin için bir bilmece olarak kalacaktır. İşte benim elde etmek istediğim de bu. Bunu, bir öpücükle karşılık vermeye benzetmem de bu anlama geliyor.

“Bütün hayatı boyunca bir kere bile öpülmemiş olmak ne korkunç bir talihsizlik! Ancak İngiltere’de kalacak olursan senin de kaderin olacak bu. Kendi ırkından bir kadınla nasıl karşılaşabilirsin ki? Biz köleler bakımından zengin bir ulus değiliz. İlgi ile büyüyen ama doğumundan itibaren kilit altında tutulan bir bekçi köpeğini düşünüyorum. Sonunda bir gün kapıyı açık bulan bu köpek kaçtığında, dünya ona o kadar büyük, o kadar yabancı, ürkütücü görüntü ve kokularla o kadar dolu gelir ki, karşısına çıkan ilk yaratığa hırlar ve boğazına atılır. Bu olaydan sonra da vahşi damgasını yiyerek hayatının sonuna kadar bir kazığa zincirlenir. Senin kötü olduğunu söylemiyorum Cuma. Zincire vurulacağını da söylemiyorum, öykümün ana fikri bu değil. Yalnız bir köpek ya da başka bir yaratığın kendi cinsinden ayrı tutularak yaşamaya zorlanmasını nasıl gayri tabii bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ayrıca, bizi kendi cinsimize doğru iten sevgi dürtüsünün, boyunduruk altında kaldığımızda nasıl yitirildiğini ya da ifade yollarının tıkandığını da göstermek istiyorum. Ne yazık ki, öykülerim her zaman amaçladığımdan daha fazla anlam taşıyor. Bu yüzden yeni baştan öyküye dönüp yanlış anlaşılmaları düzeltmek ve söylemek istediğimi yeniden biçimlemek ve yanlış anlamalar için özür dilemek zorunda kalıyorum. Bazı insanlar doğuştan öykü anlatıcılarıdır. Görünüşe göre ben bunlardan biri değilim.

John Maxwell Coetzee, Düşman [Foe], Adam Yayınları, çev. Nihâl Geyran Koldaş, 1990 [1986], s. 64-5.

Auster, Kaçak Gençlik ve Solculuk Bahsi

Aslı, “Hand to Mouth: A Chronicle of Early Failure” imiş. Auster 50 yaşında, büyük ölçüde 20’li yaşlarını seçici bir biçimde tarayarak yazmış. Maceraperestlik ve bugün de edebiyat/sanat ile uğraşmaya çalışan çoğu gencin benzer şekillerde karşı karşıya kaldığı “para problemi” otobiyografinin (ya da romanın) çatısını kuruyor. Yerinde duramayan, bulduğu üç beş kuruş parayla hemen yeni bir yolculuk planlayan bir yazar adayı… Auster öyle bir anlatıyor ki, sonunda asla o “yazar” figürüne ulaşamayacakmışız gibi ilerliyor kahramanın hikâyesi. Tam da o yüz binler, milyonlar satan yazara ulaşamadığımızda, görüyoruz belki Cebi Delik’in, Auster’in otantikliğini. Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni de gençliğinde severek okumuş olan Auster, Künstlerroman geleneğinin sonunda varılan “sanatçının olgunlaşması”na ulaşıyor mu ulaşmıyor mu belirsiz. Romanın sonlarında, yaşamanın acıklı bir kara mizaha döndüğü pasajlarda, Auster iskambil kartlarından yaptığı beyzbol oyununu sermayedarları dolaşa dolaşa pazarlamaya çalışıyor. Bir noktada, para kazanma niyetinin de kendini ispatlamaya devrolduğu inatçı mücadelesi kişinin yapmak istediği ile istediğini yapmak için içine düştüğü çarkların eziciliğini, neredeyse metaforik olarak anlatıyor. Benim için, yazarın her daim biraz gizli kalan, seyirlik olmayan öyküsü Cebi Delik. Aynı zamanda da yazarın çevresinin, karşılaştıklarının, gördüğü kentlerin, yaptığı işlerin, girdiği evlerin, izlediği filmlerin kurucu etkisinin anlaşılması için de ilhâm verici.

İlk alıntılamak istediğim pasaj ise, üniversiteye yeni kayıt olmuşken, benden epeyce büyük bir başka öğrencinin o rahatsızlık verici “Örgütlü müsün?” sorusuyla ilk irkilişimde sezdiğim yersizlik duygusuyla, Auster’in DY’ci arkadaşlarına katıl(a)mayışının kesiştiği noktadan çağrışım yaptı. Özellikle toplumla ve siyasetle okurluk üzerinden ilişkilenen kişilerin özyaşam öykülerini anlatırken, ille de yazıya dökülmesine gerek yok, aktif siyasetle ilişki(sizlik)lerini anlatışları, gerekçelendirişleri hep çok ilgimi çeker. Auster de adeta 1980 sonrası Türkiyesi’nde kendisine geçmişi sorulmuş gibi anlatıyor. Örgütlenemeyen kitleden çıkan özel yazar olarak… Bu kişiler “birkaç eyleme gitmiştim”, “birkaç kere gözaltına alınmıştım”, “arkadaşlarım imza verdi, içeri girdiler” vb. cümlelerle anlatıyorlar hep geçmişi. Örgütlü oluşun bireyselliği yok ettiğini, kendi hayalleri için uğraşmasına engel olduğunu düşünenler… Hep haklılar mı, haklı mıydım, yanıldım mı, yanılıyorlar mı diye düşünürüm de bilemem. Deleuze de “L’Abécédaire de Gilles Deleuze” söyleşisinde ’68 olaylarına ya da genel olarak öğrenci hareketine aktif olarak katılmadığını anlatıyordu, çok parlak gençlerin o broşürleri yazmak ve dağıtmakla uğraşarak ciddi bir enerjiyi ve emeği boşa sarf ettiklerini söylüyordu.

“Odamda ya da sinemada olmadığım zamanlar, kitapçıları dolaşıyor, ucuz lokantalarda yemek yiyor, çeşitli insanlarla tanışıyor, bu arada bir de bel soğukluğu geçiriyor (çok acı çektirmişti) ve genellikle de her yaptığım seçimden büyük hoşnutluk duyuyordum. Kendimi hiç o aylardaki kadar iyi hissetmedim desem, abartmış sayılmam. Kendi kendimle barışıktım ve bu minik cennetimin bir gün mutlaka sona ereceğini bilmeme karşın bunu uzatmak, o bitiş saatini olabildiğince ertelemek için elimden geleni yapıyordum.

Kasımın ortalarına kadar idare ettim. New York’a döndüğümde sonbahar sömestri yarılanmıştı. Öğrenci kaydımı yenileyebileceğimi hiç sanmıyordum; ama üniversiteye gidip bu konuyu görüşürüm diye aileme söz vermiştim. Ne de olsa benim için kaygılanıyorlardı, ben de bu sözümü yerine getirmeyi onlara karşı bir borç olarak görüyordum. O görevi yerine getirdikten sonra Paris’e dönüp iş aramak niyetindeydim. Askerliğin canı cehenneme, diyordum. Sonunda “asker kaçağı” muamelesi görsem de umrumda değildi.

Ama hiçbir şey sandığım gibi olmadı. Columbia’daki dekanlardan birinden randevu aldım. Adam öylesine sempatik, öylesine benim tarafımı tutan bir tavır içindeydi ki, birkaç dakikada elim kolum bağlandı, savunmasız kaldım. Hayır, dedi. Aptallık ettiğim görüşünde olmadığını söyledi. Ne yapmak istediğimi çok iyi anlıyor ve bu girişimimi hayranlıkla karşılıyordu. Öte yandan, bir de savaş konusu olduğundan söz etti. Columbia, istemediğim halde beni askere göndermeyi de, askere gitmediğim için hapse düşmemi de istemiyordu. Eğer üniversiteye dönmek istiyorsam, kapılar açıktı. Hemen yarın derse gitmeye başlayabilirdim ve kayıtlarda da devamsızlık ettiğim hiç görülmeyecekti.

Böyle bir adamla nasıl tartışılabilir? Yalnızca işini yapan bir görevli gibi davranmıyordu. Fazlasıyla sakindi; dediklerimi can kulağıyla dinliyordu. Çok geçmeden, dekanı ilgilendiren tek şeyin, yirmi yaşında bir çocuğu yanlışa düşmekten korumak, hiç gereği yokken yaşamını mahvetmesini engellemek olduğun ve bunu içtenlikle istediğini anladım. Üstelik, ileride yaşamımı mahvetmek, yanlış adımlar atmak için nasılsa fırsat olacaktı, n’est-ce pas? Kendisi de pek yaşlı değildi, olsa olsa otuz otuz beşindeydi. Onunla bir daha karşılaşmadığım halde, adı bugün bile aklımda. Dekan Platt. O ilkbaharda öğrenci grevi yüzünden üniversite kapandığı zaman, yönetimin tutumunu protesto etmek için Dekan da görevinden istifa etti. Sonradan Birleşmiş Milletler’de işe girdiğini duydum.

Columbia’daki olaylar 1968 başlarından bizim sınıfın mezun olduğu ertesi hazirana kadar sürdü. O süre içinde normal çalışmalar tamamen durdu. Kampüs, gösterilerin, oturma grevlerinin, yavaşlatma eylemlerinin yer aldığı bir savaş alanına döndü. Ayaklanmalar, polis baskınları, açlık grevleri ve fraksiyon çatışmaları gırla gidiyordu. Nutuklar çekiliyor, ideolojik bölünmeler oluyor, her yandan öfke fışkırıyordu. Ortalık biraz yatışır gibi olunca, hemen yeni bir sorun gündeme getiriliyor ve olaylar yeniden patlak veriyordu. Uzun vadede bakılacak olursa, herhangi bir önemli kazanım sağlandığı yoktu. Spor salonu için önerilen yer değiştirildi; okul bazı isteklerini geri çekti, başkan istifa etti, yerine bir başkası geldi. Hepsi o kadar. Binlerce kişinin çabalamasına karşın, fildişi kule yıkılmadı. Ama yine de, bir süre sallandı, birkaç taşı yerinden oynayıp düştü.

Ben eylemlerden bir kısmına katıldım, bir kısmından ise uzak durdum. Kampüs binalarından birinin işgaline katıldım, polis tarafından hırpalandım, bir gece nezarette kaldım; ama çoğunlukla olayları dışarıdan izleyen, eylemcilere sempati duyan bir turist gibiydim. Katılmak istesem de, yapım grup eylemlerine uygun değildi. Yalnızlık duygusu iliklerime işlemişti ve hiçbir zaman “Dayanışma” gemisine binmeyi beceremiyordum. Ne olursa olsun, ben minik sandalımda kürek çekmeye devam ediyordum; belki eskisine oranla biraz daha umutsuzdum, belki nereye gittiğimi bilmiyordum, yine de kayığımdan inmemekte direniyordum. Zaten istesem de, belki kayıktan inmeme fırsat olmayacaktı. Akıntıya kapılmış sürükleniyordum ve küreklere tutunabilmek için var gücümü sarf ediyordum. Kürekleri bırakacak olsam, boğulup giderdim.

Kimileri boğuldu. Kimileri kendi dürüstlüklerinin ve soylu amaçlarının kurbanı oldu, çok can kaybedildi… Benden bir üst sınıftaki Ted Gold, West Village’daki taş binalardan birinde yaptığı bombanın kazayla patlaması sonucunda paramparça oldu. Çocukluk arkadaşım ve Columbia yurdunda yatak komşum olan Mark Rudd, Yeraltı Havası adlı örgüte katıldı ve on yıldan uzun bir süre kaçak yaşadı. Konuşmaları benim gözümde birer zekâ ve uzak görüşlülük örneği olan Öğrenci Derneği sözcüsü Dave Gilbert, Brinks soygununa katıldığı için yediği yetmiş beş yıllık cezasını çekmek üzere halen hapishanede gün sayıyor. 1969 yazında, Batı Massachusetts’de bir kız arkadaşımla mektup atmak için postaneye gittik. Kız kuyrukta sıra beklerken, ben de FBI’ın aradığı on kişiyi gösteren afişe baktım. O on kişiden yedisi tanıdık çıktı.”

Paul Auster, Cebi Delik, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2015 [1997], 6. basım, s. 38-41.

Özgüven, Son Hikâye

Fatih Özgüven’in öykü kitabının bu finalini, sonsuz ertelemenin bir hikâyesi olarak düşünüyorum hep. Kitabın açılışındaki Kafka alıntısı “Menziller ve yollar yoktur; yol dediğimiz şey, tereddütlerdir.” savının hakkını vererek kapatıyor burada. Kitabın başlığı da aynı tamamlanamamışlık, varamamışlık, varmak istemezlik hissini çağırıyor. Sinema yazılarında da benzer tipolojiler kurardı Özgüven: yetişkin olamayan çocuklar ve yaşlandığını fark etmeyen gençler, eyleme geçemeyen politik düşünceler (Entre les murs (2008) eleştirisi)… Yazınsal üretimi sorun ettiğini hep hissederim, o yüzden yazdığı her metni bir heyecanla okurum. Film eleştirileri başkalarınkilere benzemiyor, öyküleri de. Bir de bir “hafiflik”. Düşünsel yoğunluğunu üslubundaki hafiflikle dile getirebilmesi beni büyüler. Dört öykü kitabını gördüğüm gibi okuyup, “Türkiye Öykü Dünyası”nda yerinin olmamasını hep yadırgardım, sonra Birikim’deki bir sayıya tepeden girdiğini görüp sevinmiştim. Borges, Wilde, Kundera ve Nabokov okudum onun zihninden ama Auster başkasına kısmet oldu. Radikal yazılarının kaybolduğuna üzüldüm, onları neden derlemedi diye düşündüm. Sonra Ekranella’da tekrar beliriverdi, sinemayı deşmeye devam ediyor.

“ÖLDÜĞÜNDE, kendini duvarların çepeçevre kitapla dolu karanlık, kuytu, sıcak ama çok da sıcak olmayan bir apartman dairesinde buldu. Arkasında bir kapının hafif bir çıt sesi çıkararak kapandığını duydu. Korkmadı. Dönüp baktı hatta. Öyle büyük bir hafifleme olmuştu hayatın bitmesi.

Bulunduğu antre gibi yerden iki basamakla oturma odasına indi.

Yerden tavana kadar, gölgelere karışmış kitap sırtlarından meydana gelen bir fon önünde karşılıklı iki berjer duruyordu. Kendi kendine berjer diye fısıldadı, canlı hayatı boyunca kulağına tatlı ama utanç verici biçimde yabancı gelen kelimenin nihayet tadını çıkararak.

Koltuklar eski, güzel bir kadifeyle kaplıydı, minderleri oturmaktan ezilmişti. Hatta, son oturanın izi mi vardı soldakinin, ona daha yakın olanın üzerinde?

Neyse işte, o koltuk daha profesyonel görünüşlüydü. Yanı başında eski, ayaklı bir lamba duruyordu. Lambanın ipek kumaşla kaplı eski tarz şapkası hafifçe sararmıştı ama mindere düşen ışığa bakılırsa gene de o koltukta oturup kitap okuyana kusursuz bir okuma ışığı sağlıyordu. Bu eski lambalar en iyi halojenlerden daha iyi, diye aklından geçirdi, maddesel dünyanın çok ötesindeki bu noktada, alakasızca. Koltuk, oturanın ayaklarını altına almasına yetecek kadar geniş, gerektiğinde elini yana indirip okuduğu kitabı parke döşemenin üzerine koymaya izin verecek kadar alçaktı.

Gözleriyle masa aradı. Bir masa olmalıydı.

Başucunda ışık yanan koltuğunda karşısında duran, yarı kanalığa karışmış eşinin tam arkasında bir yazı masası gördü. Üzerinde kâğıt destesi mi, daktilo mu, dizüstü bilgisayarı mı olduğunu hemen çıkaramadığı dikdörtgen karaltılar vardı. Sonra bakacaktı.

Dışarıdan, yere kadar inen koyu renk perdelerin ardından, odadaki, hiçkimseyi hiçbir zaman ıslatmayacağı belli olan, hafif, kesintisiz yağmurun hışırtısı geliyordu.

Artık yazacaktı. Oturacak yazacaktı. İçi bu düşünceden duyduğu sevinçle doldu. Ölmüş olması fark etmiyordu. Hatta belki -öbür dünya hakkında ne biliyoruz?- ölmüş olması bir şeydi.

Bir gün oturup yazmaya başlayacağım deyince aklına gelen, beynine damgalanmış duran anlar birer birer yeniden aklından geçtiler. Çok gençliğinde, çamurlu bir dağ yolundan yukarıya tırmanırken karşıdaki sisler içinde tepeye baktığı an, bir keresinde aynanın önünde gömleğinin en üst düğmesini iliklerken parmaklarının beceriksizce birbirine dolandığı ve kendi kendiyle göz göze geldiği an, şarap açacağı aramak için karıştırırken mutfak çekmecesinde oluşan desene dalıp gittiği an.

Oturup yazacaktı.

Öne doğru bir-iki adım attı. Koltuğunun yanına vardı.

Elleriyle kol dayayacak yerlerine tutunarak kendini yavaşça koltuğa bıraktı. Vücudu, canlılığında her zaman kavgasız gürültüsüz birlikte yaşadığı bu makine, ona zorluk çıkarmadı. Belki biraz yağlanmaya ihtiyacı vardı.

Gömüldü koltuğa. Bacakları tam durmaları gereken yükseklikte durdular. Bacak bacak üzerine attı. Elini yumruk yapıp çenesine dayadı. Evet, ışık kusursuzdu.

Şurada oturayım biraz.

Karşısında, karanlığın içindeki öbür koltuğa baktı. Orada kimin oturmuş olabileceğini düşünmeye çalıştı. Merak etmediğini fark etti. Kendi kendisiyle, ölmüş olmasına rağmen şakaklarında uğuldayan nabzıyla, havadaki bacağının belli belirsiz titreyişiyle dopdoluydu. Çok tatlı bir histi bu.

Çok, çook zamanı vardı.”

Fatih Özgüven, Hep Yazmak İsteyenlerin Hikâyeleri, Metis Yayınları, 2010, s. 91-3.

Huxley, Ne Yapsak

Şaşkınlık içinde, “Öyleyse zaman ne işe yarar ki?” diye sormuştu Lenina.

Göller Bölgesi’nde yürüyüşe çıkmaya yaradığı anlaşıldı; çünkü Bernard’ın şimdi teklif ettiği buydu. Skiddaw’un tepesine inip birkaç saat fundalıkta yürüyüş. “Seninle baş başa, Lenina.”

“Ama Bernard, bütün gece başbaşa olacağız.”

Bernard kızardı ve başka tarafa baktı. “Konuşmak için baş başa kalırız, demek istemiştim,” diye mırıldandı.

“Konuşmak mı, ne hakkında?” Yürüyüp konuşmak tuhaf bir öğleden sonrayı geçirme yöntemine benziyordu.

Sonunda, isteksizce de olsa Bernard’ı Amsterdam’a uçup Kadınlar Ağırsiklet Güreş Şampiyonası’nın Yarı Yarı Finalleri’ni seyretmeye ikna etti.

“Kalabalığın arasında,” diye homurdandı. “Her zamanki gibi.” Bütün öğleden sonra inatla surat asıp oturdu; Lenina’nın arkadaşlarıyla konuşmadı (güreş aralarında dondurmalı soma barında düzinelerce arkadaşına rastladılar); tüm ıstırabına rağmen Lenina’nın ısrarla verdiği yarım gramlı ahududu dondurmasını geri çevirdi. “Kendim olmayı yeğlerim,” dedi. “Suratsız da olsa kendim olayım. Ne kadar neşeliyse de başka biri olmak istemem.”

Lenina, uykuda öğretilmiş parlak bilgeliğini konuşturarak, “Zamanında alınmış bir gram, dokuzundan tasarruftur,” dedi.

Bernard sunulan bardağı tahammülsüzce eliyle itti.

“Sinirlenme şimdi,” dedi Lenina. “Unutma, bir santimetreküpü bin musibet savuşturur.”

“Ah, Ford aşkına, sus!” diye bağırdı.

Lenina omuzlarını silkti. Asil bir tarzda, “Her zaman bir gramı, lanet okumaktan hayırlıdır,” diye başladı ve dondurmayı kendisi bitirdi.

Kanal üzerinden uçarak dönerlerken Bernard, ileri motoru durdurup dönen pervalelerle dalgaların otuz metre üzerinde asılı durma konusunda ısrar etti. Hava bozmaya başlamıştı; güneybatıdan esen rüzgâr kuvvetlenmiş, gökyüzü bulutlanmıştı.

“Bak,” dedi emir verircesine.

“Ama korkunç,” dedi Lenina pencereden uzaklaşarak. Gecenin hızla çöken boşluğundan, altlarında köpük köpük beneklenen karanlık sulardan, telaşlı bulutların arasında beti benzi sararmış ve çıldırmış duran ayın soluk çehresinden dehşete kapılmıştı. “Radyoyu açalım. Çabuk!” Kontrol panelindeki çevirme koluna uzandı ve rastgele çevirdi.

“…içindeki gökler mavi,” diye ilahi okuyordu titrek ve tiz erkek sesleri, “hava daima güzel…”

Sonra bir cızırtı ve sessizlik oldu. Bernard akımı kesmişti.

“Denizi huzur içinde izlemek istiyorum,” dedi. “O barbarca gürültü sürerken izlemek ne mümkün.”

“Ama güzeldi. Ayrıca ben izlemek istemiyorum.”

“Ama ben istiyorum,” diyerek ısrar etti. “Kendimi sanki…” tereddüt etti, kendini ifade edecek sözcükleri arıyordu, “demek istediğim, daha çok kendim oluyorum sanki. Daha çok kendi başıma, tamamen başka bir şeyin parçası olmaktan çıkıyorum. Salt toplumsal gövdenin bir hücresi olmaktan kurtuluyorum. Sana da böyle hissettirmiyor mu, Lenina?”

Ama Lenina ağlıyordu. “Korkunç, korkunç,” diye tekrarlıyordu. “Nasıl böyle toplumsal gövdenin bir parçası olmamayı istemekten söz edebiliyorsun? Sonuçta, herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden vazgeçemeyiz. Epsilonlar bile…”

“Evet, biliyorum,” dedi Bernard alaycı bir tonla. “Epsilonlar bile faydalıdır! Ben bile faydalıyım. Keşke olmasaydım!”

Kutsal şeylere saygısızlığı Lenina’yı çok şaşırtmıştı. “Bernard!” diyerek şaşkınlık ve ıstırap dolu bir sesle kınadı. “Nasıl böyle yaparsın?”

Değişik bir tonla, “Nasıl yaparım?” diye tekrarladı düşünce içinde. “Hayır, asıl sorun şu: Nasıl olur da yapamam ya da daha doğrusu -çünkü sonuçta, niye yapamayacağımı biliyorum- yapabilseydim ne olurdu, özgür olsaydım; şartlandırılmam beni köleleştirmeseydi.”

“Fakat, Bernard, sen korkunç şeyler söylüyorsun.”

“Özgür olmak istemez miydin, Lenina?”

“Ne demek istediğini anlamıyorum. Ben özgürüm. Zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm. Şimdilerde herkes mutlu.”

Bernard güldü, “Evet, ‘Şimdilerde herkes mutlu.’ Çocuklara beş yaşında öğretiyoruz bunu. Ama başka bir şekilde mutlu olmak istemez miydin, Lenina? Başkaları gibi değil, kendi istediğin gibi.”

“Ne demek istediğini anlamıyorum,” dedi. Sonra ona dönerek, “Ah, geri dönelim, Bernard,” diye yalvardı: “Buradan gerçekten nefret ediyorum.”

“Benimle olmaktan hoşlanmıyor musun?”

“Tabii hoşlanıyorum, Bernard! Sebebi bu korkunç yer.”

“Burada… burada daha çok baş başa oluruz diye düşünmüştüm; sadece deniz ve ay. O kalabalıkta ve hatta dairemde olabileceğimizden daha baş başa kalırız, diye düşünmüştüm. Bunu anlamıyor musun?”

“Hiçbir şey anlamıyorum,” dedi kararlılıkla, tamamen anlamaz kalmakta kararlıydı. “Hiçbir şey. Hiç anlamadığım bir şey daha var,” diye farklı bir tonla devam etti, “bu dehşet verici düşüncelerine kapıldığında niye soma almıyorsun? Hepsini unutursun. Istırap çekeceğine neşelenirsin. Öyle neşelenirsin ki,” diyerek gülümsedi, gözlerindeki şaşkın endişeye rağmen söylediklerinde davetkâr ve şehvetli bir kandırma amacı vardı.

Sessizlik içinde kıza baktı, yüzü tepkisiz ve son derece ciddiydi, ona dikkatle baktı. Birkaç saniye sonra Lenina, gözlerini kırpıştırarak kaçırdı; küçük, sinirli bir kahkaha attı, söyleyecek bir düşünmeye çalıştı, bulamadı. Sessizlik daha da uzadı.

Sonunda Bernard konuştuğunda, sesi alçak ve yorgundu. “Peki öyleyse,” dedi, “dönelim.” Gazı kökleyerek makineyi füze gibi gökyüzüne tırmandırdı. Dört binde ileri motora çalıştırdı. Bir iki dakika sessiz uçtular. Sonra Bernard aninden gülmeye başladı. Biraz tuhaf, dize düşündü Lenina; ama yine de kahkahaydı işte.

Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, çev. Ümit Tosun, İthaki Yayınları, 2017 [1932-1946], 21. basım, s. 104-7.

Auster, Bir Anda Kırılan Hayatlar

“Bunların hiçbirinin üzerinde durmak istemiyorum. Ama insan hayatı o kadar çeşitli koşullar altında yön değiştiriyor ki, bir insan ölene kadar onun hakkında bir şey söylenemez. Ölüm, mutluluk üzerinde tek gerçek söz sahibi olmakla kalmıyor (Solon’un deyişi), hayat hakkında karar verebileceğimiz tek ölçüt de o. Bir zamanlar bir sokak serserisiyle tanışmıştım, Shakespeare’in oyunlarındaki oyuncular gibi konuşan bu adam hırpani, orta yaşlı bir alkolikti, paçavralar içindeydi, yüzünde kabuk bağlamış yaralar vardı, sokaklarda yaşıyor, durmadan benden para dileniyordu. Aynı adam bir zamanlar Madison Bulvarı’nda bir sanat galerisinin sahibiydi. Tanıdığım bir başka adam, bir zamanlar Amerika’nın en yetenekli genç romancısı olarak kabul ediliyordu. Ben onunla tanıştığımda, New York’taki bir köşe başında durmuş, babasından miras kalan on beş bin doları yüzerlik banknotlar halinde gelip geçene dağıtıyordu. Bana, bütün bunların Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik sitemini çökertme planının bir parçası olduğunu söyledi. Neler olduğuna bir bakın. Hayatların nasıl parçalandığını düşünün. Goffe’yi, Whalley’i ele alın örneğin, Kral I. Charles’ı ölüme mahkûm eden yargıçlardan ikisi bunlar; Restorasyon Devri’nden sonra Connecticut’a gelmişler ve hayatlarının geri kalanını bir mağarada geçirmişler. Bayan Winchester’ı bir düşünün örneğin, silah tüccarının dul karısını; kocasının sattığı silahlarla öldürülenlerin ruhlarının onun canını almak üzere gelmesinden korkuyordu; bu yüzden evine durmadan odalar ekliyordu, koridorlardan, gizi bölmelerden oluşan devasa bir dolambaç yarattı, her gece değişik bir odada yatarak ruhlardan kaçacağını sanıyordu; işin tuhaf yanı şu ki, 1906 yılındaki San Francisco Depremi’nde bu odalardan birinde kısılıp kaldı, hizmetkârlar onu bulamadığı için neredeyse açlıktan ölecekti. M. M. Bakhtin de var, şu Rus eleştirmen ve edebiyat düşünürü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Rusya’yı işgal ettiklerinde o adam, müsveddelerinden birinin tek kopyasını tüttürüyordu; yazmak için yıllarını verdiği, Almanca romanlar üzerine kitap boyutunda bir çalışmaydı bu. Müsveddenin sayfalarını teker teker aldı ve o kâğıtlara tütün sardı, son sayfasına kadar her gün kitabının bir bölümünü sigara kâğıdı niyetine tüttürdü. Bunlar gerçek hikâyeler. Belki aynı zamanda birer mesel de, ama ne demek istiyorlarsa onu diyorlar, çünkü gerçekler.”

Paul Auster, Kilitli Oda (New York Üçlemesi – III), çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2017 [1985], 19. basım, s. 72-3.