Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 4

[235-]

Aziz’in kulağındaki taşlar çıkartılmış, Kasım gelmiş, 70’lerin sonlarında olsak gerek. Baba’dan “vakar”lı görünme üstüne bir övgü alıyor, vakarı olmasa da varmış gibi yapmak iyidir diyor Baba (s. 236). Vakar’ın ilk çağırdığı Ishiguro’nun Günden Kalanlar’ı. Çok çok uzaklardan da olsa, o roman Aziz’e hayatın nasıl yaşanabileceğine dair olumsuz bir öneri yapıyordu, yine de bir öneriydi. Kahya en sonunda hayatının bir yanılgı olduğunu fark ediyordu, Aziz’in böyle bir tespitte bulunmayacağı ne malum. Gürbüz’ün ikinci ciltte kitlenmiş okuruna acıyarak anacağı Walser’in yaptığı uşaklık önerisi gibi. Fakat bu romanda öyle bir vakar sadece bacılarda var.

Hüseyin’in ailesi, adak adamış, Baba için bir kurban kesecek. Hüseyin Aziz’den kurbanı seçmek için yardım istiyor. Birlikte şehre iniyorlar. Kahvede sigara içme muhabbeti oluyor, derdi olmayan da içmesin diyorlar, vakar fikri geri dönüyor: “Çay evinde çay içip biraz sonra kurban pazarına gideceklerini herkes biliyormuş gibi vakarla oturdular” (s. 237). Kurban seçme muhabbetinde Aziz’in olgunluğu hem Hüseyin’i hem pazarcıları derinden etkiliyor: “Adam Aziz’in sırtına vurarak, ‘Afferin, hem adağını yapıyor hem caka yapmıyor, afferin senin adağın da kurbanın da helal, gel'” (s. 239). Altmış liraya bulduğu yaşlı bir tekede karar kılıyor Aziz, bu seçimi Baba’nın hoşuna gidiyor ama Hüseyin’e dert oluyor. Kurbanı nasıl keseceklerini de bilemiyorlar. Sarılık Tekkesi’ne Hasan Efendi’ye danışmaya gidiyorlar. Hasan Efendi yaşlı hayvandan fayda gelmeyeceğini, pazara götürüp geri satmalarını söylüyor. Hüseyin babasının parasından dert yanarken Aziz tekeyle bağ kuruyor. Borcu üstlenerek, elindeki tüm parayı verip pazarcıdan hayvanı alıyor, Hüseyin’e de verdiği paranın büyük kısmını geri veriyor (s. 245).


Romanı böyle sayfa sayfa takip etme çabam iki yüz sayfa sürebildi. Okumayla eş zamanlı not alınca bu not alma denemesi çalışıyordu fakat okumada ilerleyip geriden gelerek notlar almaya çalışınca hevesim kaçtı, takip edemez oldum. Daha önce Kayıp Zamanın İzinde’yi okurken de aynı şey olmuştu. Disiplinli bir not alma pratiği olmayınca olmuyor demek. Şimdilerde ikinci kurmaca(msı) kitabı Either/Or’u yayınlayan Elif Batuman’ı okurken bu not almanın nasıl çok sistemli bir şekilde yapılabileceğine tanık oluyorum ama işte yapabilmek ayrı bir şey. Sanki Batuman hem yaşadığı hem okuduğu her şeye dair sürekli not almış, sonra bunları bir araya da bir kitap fikriyle getirebilmeyi başarmış. Yazmayı -ve okumayı, gözlemlemeyi- bir geçici bir hevesle değil de ciddiyetle takip edebilmiş, ne mutlu. Ben not almaya boşverip ikinci cildi okudum, A. ile yaptığımız kitap kulübümüzde konuştuk romanı. En azından kitaplardan aklımda kalanları ve konuştuğumuz birkaç şeyi not edeyim diye düşündüm. Belki ileride yine yapacak bir şeyim olmadığında 245. sayfada bıraktığım yerden tekrar sayfa sayfa takip etmeye çalışırım.


Aziz’in iki (ya da üç?) kuşak ailesiyle tanıştım. İlk ciltte aileden olan ana kişiler Aziz, abisi, annesi, babasıydı. Sarılık Tekkesi’nde ayı ve Hasan Efendi, Aziz’in en büyük velisi Baba, Baba’dan ayrıldıktan sonraki cemaatten, sözleri çok romana sızmasa da Kemaleddin Efendi, bir türlü olduramayan öğretmen Nazif Bey merkeze yakındı. İkinci ciltte devreye Aziz’in eşi Tevhide ve iki çocuğu Adil ve Alev girdi. Aziz’e İstanbul’da yol gösteren, baba figürlerine bir yenisini ekleyen Nuhu da sürekli merkeze yanaşıp uzaklaştı.

Aşağı yukarı, Aziz’in on beş yaşından emekliliğe (öyle diyelim, kitabın adına hürmetle) varan hayatında kendi yaşadıkları, düşünceleri ve bu saydığım yakınlarının başından geçenleri okumuş oldum. Eski kitaplarında da olduğu gibi, aforizmacı yazar bin sayfa boyunca sürekli altını çizmeye ya da bir şekilde şimdi geçse de sonra bir vakit tekrar kitabı elime alıp tekrar tekrar okumak istemeye dair baştan çıkarıcı cümleler ve paragraflar yazmıştı. Bütün bir Haziran ayı, Şule Gürbüz heyecanı ve merakıyla geçti okuma dünyamda. Sağolsun, var olsun.


Belki sayfa sayfa takibe devam edecek hevesi bulamadım ama yine de çok vakit geçmeden ve unutmadan Kıyamet Emeklisi’nden aklımda kalanları, ürpertici olayları, sormaya çalıştığım soruları, bir türlü oldurulamayan hayatları, kitaptaki anlatıcı soru(s/n)unu, Gürbüz’ün kesin daha bilgili birileri tarafından yazılacak kadınlık/erkeklik kabullerini ve yine dayanamayıp kopyala yapıştır yapacağım pasajları not etmeye devam edebilirim. Ondan önce kitaptan bir alıntıyla bu parçayı kapatayım. Bu kısım bana yazarın nefesini bir adım arkamda hissettirdi.

Alıntı Walser ile ilgili, kısa bir isim geçirme ve alıntıcılık eleştirisi, ama aniden geldi. İsviçreli Robert Walser’i sanırım yürüme meselesi üstünden Geçgin – Gürbilek sıçramasıyla duyup okumuştum. Öyle değilse de bir yerde Jakob von Gunten’den bahsedildiğini görmüş olmalıyım. Okuduğum gibi dost belledim, Türkçede çevrilen her şeyini okumuştum. Geçenlerde aldığım ama henüz okumadığım iki İngilizceye çevrilmiş kitabı da var, onlarla devam edeceğim, bir gün. Bu blog’a Walser hakkında yazan kişilerin alıntılarını da koyuyordum çünkü biraz bakınca ilgimi çeken başka yazarların da Walser’le ayrıca ilgili olduğunu fark etmek bana seçkin üyeleri olan bir okur cemaatinin parçası olduğumu hissettirmişti: Benjamin, Canetti, Özlü, Sebald, Lerner. Belki burada Walser dediği Robert Walser değildir bile, adını söylememiş, Martin de olabilir. Her neyse, anlatıcı ya da Adil sert çıkmış böylesi bir papağanvari ilgiye:

“… Adil herkesin çıkmak istediği, girmemek için direndiği hastanede yatmak istemişti. Babasının yüzüne bakamıyor ama utanmaktan ziyade başka, daha evvel bilmediği bir duyguya girmiş gibi onu babasından kaçıran … da kaçıyordu. “Baba beni burada bırak git lütfen,” diyor başka şey demiyordu. Aziz “Oğlum, bir tanem, kurban olayım anlat bana biraz, ucundan olsun, nedir, inan sadece dinleyeceğim,” diyor ama Adil 23 sene sonra başlayacak bir konuşmada kendini konuşmacı olacak takatte bulamıyordu. “Baba ne anlatayım Allah aşkına bunca sene geçti, ben de bilmiyorum ki inan hiçbir şey bilmiyorum. Sence ben ne bilebilirim, işte herkes gibiyim hem perişan hem hayatta hem kendi hakkında anlatacakları başkalarının hayatları hakkındaki alıntılardan cümlelerden ibaret. Onlar da belki bulup yakıştırıyor. Sen haklısın, kitap okuyanın çoğunun derdi bu. Ama ben bunu yapmak istemiyorum, Walser’den duyduğumu benim saymak istemiyorum, emin değilim hem hiçbir şeyden. Sen işine bak,” diyor, sonra uzun suskunluklara gömülüyordu.” (s. 443, 2. cilt).

Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 2

[113-182]

Son notu Baba’nın “Söyleyin bakalım, yaşayan mı büyüktür ölü mü?” (s. 113) sorusuyla bırakmışım. Aziz, yaşayan büyüktür diyor. Baba ölenlerin yaşamının başkalarında ve işlerinde sürdüğünden ve yaşamın kıymetinden söz ediyor. Aziz “Baba’yı dinlerken zihninde uyuşmaya benzer bir his duyuyor” (s. 114) ya da “kendini bilmeden bir büyünün içine sürülmüş duyuyordu” (s. 115). Baba’yla geçirdiği zamanda sık sık gel gitler yaşıyor. Bu muhabbet ertesinde “Kendini çok, dünyayı az buldu” (s. 115) deniyor ama yer yer bu durum yerini koca bir boşluğa ve tedirginliğe bırakıyor. Şimdilik, bu duygularla ve yaralı, pansumanlı kafasıyla okula gidiyor.

Yan karakterlerden birisi olan taşra öğretmeni Nazif Bey okulun kapısında Aziz’in halini görünce onu bir durduruyor. Nazif Bey bana çok tanıdık bir karakter gibi geldi, edebiyatta ve sinemada çok sık gördüğümüz birisi sanki. Belki bu romandaki fark, bu karaktere karşı -diğer pek çok şeye olduğu gibi- takınılan ironik, neredeyse acımaya varan bir müstehzilik anlatıcının dilindeki. Gürbüz’ün karaktere ilk girişinden (karakteri tanıtmak) uzun bir pasaj, zaten sık sık bu temalar etrafında dönecek Nazif Bey’in hikayesi:

“Erzurum’a iki sene önce gelmiş, hep okuduğu, duyduğu bazı garipliklere, acılara tesadüf etme isteği ile tutuşmuştu. Ama bu Anadolu şehrinde şöyle ağız tadı ile kendisine bir başka bakış attıracak şeye tesadüf edememiş, hayatın boşunalığına tıkanıp kalmış, çektiği acı bu, ağzındaki tat bu, görmeden yaşamadan, tutmadan kavrulamadan acının en kötüsüne yani yaşayamamanın, hiçbir şeye tanık, hükümlü, tutuklu, azmettirici olamamanın hükmü ile bugüne gelmişti. Halbuki Ankara’da iken içini tıka basa bir hayat örgüsü ile doldurmuş, bunlarla nasıl başa çıkacağı ile ilgili kendi kendine destanlar kurmuş, kâh yaralanmış, kâh vurmuş, kâh sürünmüştü ama hiç aklına hiçbir şeyin olmayacağı gelmemişti. Geçen sene büyük bir buhrana düşmüştü. Ne ondan bir medet uman vardı, ne eğilebileceği bir yaralı gönül. Ne ona bildiklerini soran vardı ne bilmediğini gösteren. Elinde tebeşir, sırtında ekose ceket suspus öğrencilerin karşısında ders anlatıyor, tesirsiz ders, tesirsiz birkaç öğüt, bazı geçer notlar çoğunlukla kırık notlar arasında en küçük bir yol, bir akarsu, bir sızıntı bile olmadan öyle kaskatı duruyordu. Yirmi dokuz yaşındaydı, bekârdı. Kime, hangi dükkâna, hangi kahveye gitmiş ise eli, zihni, gönlü boş dönmüştü. Bir söz olsun yüzüne çarpmıyordu, bir tokat olsun yemiyordu, aç olan da tok olan da bir çizgide duruyor, hayat bir ipe dizilmiş gibi gün güne yapışık geçiyordu. Bütün bu kitapların, şiirlerin, ideolojilerin, kahramanları, katilleri, yaralıları, muzdaripleri neredeydi? Hayat neredeydi, çıldıracaktı.” (s. 116)

Nazif Bey Aziz’le karşılaştığında adeta ağzı sulanıyor. Doğrultabileceği bir eğrilikle karşılaşmış gibi heyecanlanıyor. Aziz’in babası da okula çağrılmış, Nazif Bey de onlarla geleceğini yardımcı olacağının sinyallerini veriyor.

Bu okul gününde küçük bir büyüme ve olgunlaşma ânı, Aziz Türkçe hocasının bir sorusuna sükûnetle bildiği kadarını söyleyip bilmediğini kabullenen bir cevap verdikten sonra “Peki, oğlum otur,” diye hoş bir cevap aldığı an. Tek cümlede daha geniş bir hâli özetliyor yazar: “Yeni bir şey yaptığında yeni bir şey de görüyordu” (s. 117).

Aziz okulda babasının elini öpmeyince iki sert tokat yiyor, bir kırılma ânı. Aziz’in babası daha önce hiç konuşmuş muydu, yoksa bu ilk mi? Burada patlıyor, Aziz’e, Nazif Bey’e ve müdüre bağırıyor. Aziz’in artık çocuk olmadığını söyleyerek evlatlıktan reddediyor, çıkıp gidiyor. Nazif Bey hemen Aziz’in velisi olabileceğini söylüyor, Aziz’e adresini veriyor. Aziz’i serseri belliyorlar.

Okuldan çıkan Aziz, artık sık sık yaptığı bir seçim olarak Hasan Amca mı, Baba’nın evi mi diye düşünerek Baba’nın evine gidiyor. Artık “Baba” dendiğinde asıl babası değil, Erenler Babası var hayatında. “Babam okula gelmiş, evden kaçtım mı, öylesine küsüp çıkmış mıydım aslında bilmiyorum, hâlâ bilmiyorum. O sabahtan beri olanlar bütün ömrümden uzun” (s. 120).

Baba’yla konuşuyorlar velilik işini. Annesini ve kedisini özlüyor Aziz. Hala Baba’nın, bacıların kim olduklarını anlamış değil. Orada kalıp kalmayacağına dair konuşurlarken Baba’nın düşünceleri de açılıyor. Okula gidip gitmeyeceğine dair soruya Baba: “Sana ne? … İster gidersin ister gitmezsin, zaten bunlar senin isteğinle olmayacak, sana ne, merak edecek bunları mı bulduk? Hiç kimse kendi isteği ile büyük olmamıştır Aziz can, bunlar yukarıdan aşağı iner. Senin sevmen bile sevilince zuhur eder. Hem illa bir iş mi tutmak istiyorsun, bak peygamberler bile öyle ortada dolaşan adamlar. Gerçi İsa Aleyhisselam’ın marangoz olduğu söyleniyor ama ben daha bir çekmecesini bile görmedim” (s. 122). Şimdi neden hatırlamıyorum ama kitapta buraya Coetzee’nin İsa Üçlemesi notunu almışım. İsa’yı görünce gaza geldim herhalde, orada da ne olacağını anlamaya çalıştıkları bir çocuğun büyüme hikâyesi vardı diyedir belki. Baba, Aziz’i düşüncelerini takip etmeme konusunda uyarmaya başlıyor. Beni de uyarsa iyi olur.

Bu parça çok pasajlı oldu ama Aziz’in “siz kimsiniz” sorusuna Baba’nın cevabını da not edeyim, ilk Melamilik bahsi burada geçiyor: “Baba ağzını eğerek, “Soracağın zaten bu, ‘Ben benim,’ diyor eski zaman halifeleri, karşısındaki de anlıyor. ‘Ben senim,’ diyor bir başkası, öbürü hemen ellerine yapışıyor. Ben de şimdi böyle bir şey söylemek istiyorum öteden beri ama ben işte neyim desem, ‘Neresinden, kimlerden, dayın kim?’ diyorlar. Kime kimlik, varlık açıklanır ki böyle, ne söylenebilir ki?” İçi sıkıntı ile dolmuş gibi umutsuz bir bakışla Aziz’e dönüp, “Benim mesleğim Melamilik mesleği, tamam mı, biraz meraklıyım, başka meraklılar da çevremde az çok var, bacılar da merakla kendilerini hasretmişler, gelen gidenle meraklarımızdan bahsediyoruz, ben onlardan önce başladığım öncekileri de daha bildiğim için bana itimat ediyorlar, en azından görünüşte”” (s. 123)

Aziz biraz Fatma ve Hacer Bacı ile vakit geçiriyor, onların da arkalarını bırakıp geldiklerini dinleyip dost belliyor kendine.

Sonrasında okula gidiyor, gözleri Nazif Bey’i arıyor, göremiyor, odunlukta küçük bir fenalık geçiriyor (s. 124-5). Hafta sonu ev işleri yapıyor, pazar akşam üstü evde kırk elli kişinin geldiği bir meydan uyandırılıyor. 1975, Erzurum, yazı ve kurmacanın yanında 2014, Çanakkale, video ve gerçek bir Melami etkinliği karşılaştırması için Hakikathane Çanakkale Melamileri Derneği’nin “Sohbet ve Zikir” videosunu izledim. Önce zikir, sonra sohbet var, Yunus’un “arayı arayı bulsam izini / izinin tozuna sürsem yüzümü” ile açılıyor o sohbet bölümü.

“Saat sekizi vurduğunda posta oturan Baba ile uyuyan meydan uyandırılmaya başladı. Ön saflardakiler, arkalardakiler, sonraki sıradakiler, onların arkasında Aziz, ondan sonra bazı hanımlar ve iki arka sıraya sıralanmış dokuz tane bacı. İlk kez uyanan meydan gören Aziz meydanı da her ânında uyanık bulmadı. Meydan da sanki hayatın ekserisi gibi hep uyumak istiyor, ani bir seziş, bir fazladan duygu, biraz gözyaşı ile hemen uyanıyor ama hal devam etmeyince devam bir sergiye dönüşüyordu. Baba’nın meydanı idare edişi, aniden elini yere vuruşu, ihvanın uyumu, bazen tek başına Baba’nın söylediği, bazen cumhur şeklinde söylenen ilahiler, ilahinin bazı yerlerinde adı geçenleri söylerken fazladan sesini yükseltenler, yaşlıca bir adamın, “Mustafa,” denirken boğazından dışarı taşan kuş sürüsü ile çıkardığı sese Baba’nın sonradan, “Sen de tam cumhur bülbülü oldun Mürteza,” demesi, başka bir adamın testere zikri devam ederken, “Ahhhh,” etmesi, başka birinin gazele adeta şehvetle, “Ooooohhhh,” deyip Baba’yı duraksatması, en sonda edilen dua ve çekilen güçlü gülbank… hepsi Aziz’i parça parça yakaladı. Her anda ya bir seyir ya bir tebessüm ya bir merdivene tırmanma buldu.  Kendini tek diğerlerini bütünden seyrederken kendini seyirde değil, sadece dürbünün merceğinde buldu ve buna ah etti. Görmek seyir ne ki olmanın yanında, benim de bir ah’ım olaydı da çıkarıp çıkarıp bakaydım derken bunu düşünmesine de baktı ve kendini pek bilmediği bir cihanda buldu. Meydandan sonra bir şey olmamış gibi oturup çay içilmesine de şaştı. Bütün o sesler, çağırışlar, yakarışlar eğer ki gelecek olsalar çağıranları bağdaş kurmuş çay içerler ve başka şeyler konuşurlarken beğenmez geri dönerler diye düşündü” (s. 126).

Meydan sonrası Aziz tekrar okula gidiyor, Nazif Bey yine “görüşelim” diyor. Aziz okuldan uzaklaşan düşünceler içine giriyor, “lise de bir şekil bitmesi gereken bir şeydi” (s. 128) ya da “”Lise bitti mi? Bitti. İyi çok şükür,” denir, iyinin arkasına, taşıdıklarına, gerçekten iyi olup olmadığına bakılmazdı, liseyi bitirdi, iyi, çok şükür” (s. 129). Nazif Bey’le yürüyüşe çıkıyorlar. Kimyaları bir türlü tutmuyor. Aziz diğer büyüklerinden etkilendiğinin zerre kadarı etkilenmiyor öğretmenden. Öğretmen de Aziz’in ilgisine gidecek yolu bir türlü bulamıyor. Sanki samimi davranmadığı, sürekli o idealindeki “yol gösterici”yi oynamaya çalıştığı için gibi anlatılıyor. Kendini adeta Aziz’den küçük görüyor, hınçlanıyor. En büyük silahlardan “kitap verme” fikrini düşünüyor ama o da olmuyor.

Aziz bir ara Baba’nın yaşayan/ölü meselesine de paralel geçmişle yaşama sitemini hatırlıyor, “Böyle bizim gibi enkaz faresi olarak da yaşanmaz ya Aziz, her şeyi eskide arıyoruz vallahi enkaz faresi olmuşuz” (s. 131).

Biraz evde pazar günleri yakılan külhan, Aziz’in odun toplayışı anlatılıyor. Ben de hamamın bileşenlerini buradan öğrendim (s. 131).

Annesini özleyen Aziz bir kere daha eve gidiyor, çıkalı 1 ay olmuş. Annesini görüyor, ağlıyor, onu özlediğini söylüyor. Annesi de dilsiz orucuna girmiş, tek söz etmiyor. Odasına çıkıyor, değiştirilmiş, evini kaybettiğinin iyice farkına varıyor: “Aziz o ânı sanki o an değil de sonra, çok sonra görmüş hatta görecekmiş gibi gözleri ile hızlıca fotoğraf çekip tehlikeli bir yerden kaçar gibi kaçtı” (s. 134). Mutfakta tuzlu su kaynatan annesiyle bir kez daha konuşmaya çalışıyor, kendini haşlamakla tehdit ediyor ama yine de sonuç alamıyor. Çaresiz, titreyen bacaklarıyla Baba’nın yanına dönüyor.

“Uzun tuhaf şekilli üzerinde “Metaxa” yazılı bir şişe” (s. 135) de ilk burada ortaya çıkıyor. Baba bir bir uyarıcı hikaye ardına Aziz’e de veriyor içkiden. Babanın her dört bardağına bir bardak da Aziz’e düşüyor. Biraz rahatlıyor gece, hala okula gitmeye devam ediyor. Baba’dan aldığı “kaale almama” derslerini (s. 137) uygulamaya koymakla meşgul.

İlk defa Nazif Bey’in evine gidiyor. Taşhan‘dan Tebrizkapı’ya giden sokaklardan birinde oturuyor öğretmen. Aziz’e ne versem diye düşünmüş düşünmüş bir şey bulamamış. Kitaplarını tekrar karıştırmış, bir şey çıkmamış bir türlü, “Birisine tesir etmek isteyenin neden illa kitap, şiir vs. verdiğini anlar gibi oluyordu. Bunlar belki onun yapamadığını yapar da kendimi göstermekten kurtulurum diyeydi herhalde. Yoksa kendine kalan ile tek el çevrilecek gibi değildi. Vehimmiş, her şey vehimmiş derken bütün hayatı ve geleceğini şekillendirişi umdukları da bir vehme dönüşüyor, Nazif’in kendisi bir evham perisi olarak kendi kendini evhamlandırıp korkutuyordu” (s. 139). Üniversitede yıllarındaki o etkilenmeyi, muhabbeti hala unutamamış, Ankara’nın etkisinden çıkamamış. Gençlik düşünü ve yok oluşunu anıyor: “Bu yaz ona uğrayan Tunceli’de öğretmenlik yapan bir arkadaşına dert yanınca o da yüzüne hayretle bakmış, “O bir rüyadır, gençle yaşlının arasındaki bir farktır, büyüyünce herkes aynı olur, oyuncağı, emziği bıraktığın, kaşığı avuçladığın gibi bunları da hatta kendini de bırakırsı, hayat seni ne istiyorsa o yapar, daha çok da hıyar sevdiği için hıyar yapar,” demişti. Nazif “Niye bu kadar heyecanlandık peki, hayal kurduk, paralandık?” deyince arkadaşı, “Ne yapacaktık, onlarla ayakta kaldık, dayandık, aç adamın coşkuya, şiire ihtiyacı herkesten çoktur …”” (s. 139-40). Aziz’e ne şiir okuyacağını bilemiyor ama Nazif Bey. Biraz yeraltı insanına dönüşleri var bu halinde, eski heyecanının bir benzerini şimdi ancak hınçla “kendini aşağılama ve rezı olacağı anları, en sona kadar geleceği günleri düşünmede buluyor” (s. 141).

Aziz’e kütüphanesini gösteriyor, geçmişini biraz anlatıyor. Kütahya’dan Ankara’ya okumaya gitmiş. Yeni Dergi’nin 13. sayısıyla dolaşırken bir arkadaşının dalga geçerek onu rencide edişini anlatıyor. Sayıya baktım tabi hemen, Ekim 1965’te çıkmış. Nâzım’ın Çankırı Hapishanesi’nden Mektuplar’ı, Oktay Rıfat, Ülkü Tamer, Adnan Özyalçıner, Nermi Uygur, Murat Belge var. Bir de Camus’den Başkaldırma ve Sanat başlıklı bir metin, sanırım Başkaldıran İnsan’dan bir pasaj almışlar. Kütüphanesindeki diğer Yeni Dergi’leri de gösterirden sonra öğretmen “Bunlar kime yazılır, aslında hâlâ bilmiyorum Aziz” (s. 143) diye içine çekiliyor. Okuduklarının ya da okuduklarından bir şey olamamasıyla dertli. Aziz’in derdine derman olmak bir yana kendi derdini, kibirini, ezikliğini paylaşıyor, ondan yol gösterme bekliyor. Peygamber olmak kolay, sıradan insan olmak zor temalı konuşmasında “Hatta Nesimi ol da derin yüzülsün ne gam, değil mi, dert bütün dert kim olduğunu, ne olduğunu, sahibini bilmeyen düz insan olmada” (s. 145) derken sanki Baba’ya dair yaptığı okumalardan doğru bir söz üretmeye çalışıyor.

Karşılıklı çay içerlerken Aziz öğretmeninin gizliden içki içtiğini fark ediyor. Öğretmene aptala yatsa da küçük düşüyor. Birkaç sayfa önce aşağılanmaktan arzu duyduğunu anlatmış olmasına rağmen, bu kez kendisi bile isteye yapmadığından, “yakalandığından” dolayı kendini çok fena hissediyor. Aşağılanmak için önemli bir ayrım bu diye düşündüm okurken: “Zaten küçük düşmek, küçülmek istemiyor muydum diye aklından geçirse de insanın kendini küçük düşürmesinde bir büyüklük, başkası eliyle olanda ise geçmez bir illet vardı” (s. 147).

Aziz’in değişen insan yüzlerindeki ifadelerden korkusu, bakışın karanlığından söz ediyor anlatıcı (s. 148). Aziz geçmişi, bir tipi altında bacada kalışını hatırlıyor birden, “hem buz tutmuş hem siyah bir heykel olmuştu” (s. 149). Bir ölümle, doğayla, yaşamla yakınlaşma anısı gibi hatırlayıveriyor. Bu anıdan geri eve dönüşte artık yazıda da bir süredir “Bey” ifadesi düşmüş olan ve içine alkolün de etkisiyle karanlık çöken Nazif’e eyvallah diyip hızlıca çıkıyor evden Aziz. Arkasından Nazif sövüyor, Aziz’de kurtulmanın mutluluğu.

Bir hafta okula gitmeyip, Baba’yla köy gezintileri yapıyor, gittikleri yerlerde meydan uyandırıyorlar. Okula geri döndüğünde iyice uzak geliyor okul. Nazif görünce Aziz’den özür diliyor, onun yüzünden okula gelmediğini sanıyor, tekrar uyarıyor Aziz’i. Okula gelmediği günlerden dolayı müdür muavini çağırıyor, başını traş ediyor hızlıca makineyle, devamsızlıktan kaldığını söyleyip kovuyor Aziz’i. Okuldan çıkarken başka bir çocuk, Hüseyin, Aziz’e destek olmaya geliyor, hayranıymış: “Saçını tren yolu yapmışlar, favorilerin yolunmuş, bir Kerbela şehidi gibi duruyorsun, keşke senin yerinde olsaydım, sen o yetmiş iki kişiden biri gibisin, ama benim adım da Hüseyin” (s. 153). Hüseyin kendi babasının da Baba’nın ihvanından olduğunu söyleyerek Baba’yla tanışmak, elini öpmek istediğini söylüyor. Bir yandan da insanların Aziz’i nasıl gördüğünü anlatıyor, duyduklarını yaşadıklarıyla eşleştiremiyor Aziz.

Aziz Hüseyin’le biraz dolaşıyor, Hüseyin’i dinlemek içini şişiriyor, sonunda Baba’nın evine getiriyor onu. Aziz’in traşlı halini gören Baba, artık okula gitmeyeceğini ilan ediyor (s. 156). Aziz’in okulda dayaktan bayıldığı konuşulunca, Baba dayaktan değil de hakaretten bayılmış olabileceğini söylüyor. Yorgancı Halil Efendi’nin oğlu olduğunu öğrendiğimiz Hüseyin elini öpüp gidiyor.

Aziz’e bir leğen hazırlayıp el birliğiyle tam traş ediyorlar kafasını. Bir anda değişen suretiyle yine bir “ben kimim” sorgusuna dalıyor Aziz. Bir süre kendini eve kapatıyor, okula da gitmediğinden çıkması gerekmiyor. Baba öğrencisini eğitmeye devam ediyor: “zaman zaman en uzak durduğu şeyleri yapmasını isteyerek benliğini kırmaktan bahsediyor, tavuk kesmesini, çok soğukta üstünde sade bir kazakla yürüyüşe çıkmasını, çok sıcak tavaları eliyle tutmasını, tuvaletleri temizlemesini, bacıların elbiselerini, evin perdelerini ütülemesini istiyordu” (s. 159). Bir başka eğitimden geçiyor Aziz okulu bıraksa da.

Baharla birlikte evden çıkacak oluyor. Baba bir de sağ kulağına bir mengüş takıyor, kaşlarını traş ediyor, bir de takım elbise diktiriyorlar. Yine yeni bir kelime, ekşisözlük ilk entry: “küpe anlamında farsça bir kelime. bektaşî tabiri olarak, bekar dervişlerin kulağına taktığı küpelere denir”. Başlarda olduğu gibi yine elinde ayının zinciri Aziz Hasan Efendi’yle birlikte yola düşüyor. Şehir merkezine yaklaşırken gelen uğultu Aziz’i adeta hasta ediyor (s. 160). Burada -mıştı kipi ve geç kalmışlığıyla Ayhan Geçgin romanından bazı cümleleri bana hatırlatan, daha genel olaraksa bir gözlemcilik alıntısına rastlayıverdim: “Dışarıyı çoktan olmuş bitmiş bir şeyi izler gibi izliyordu, ne olacaksa zaten olmuştu. Ona bir seyrin içine girmek, tam içine girmek düşmüştü” (s. 161). Görüntüsüyle horlanıyor Aziz çarşıda ama bir yandan da müthiş bir merak var. İnsanlar etraflarına çember kurup sorular yağdırıyorlar. ‘Gibi’ dizisinin bir bölümünde Avrupa’da okuyan, vücut geliştirme yapan bir genç, Türkiye’ye amcasını görmeye geldiği mahallede açık giyinmesi ve sürekli terlemesi sebebiyle mahalleliyi alarma geçiriyordu. Sonu ev taşlamaya giden bu aşina hikaye şiirsel adaletle, mahallelilerin aslında ötekileştirdiği genci içten içe kıskanıp spora ilgi duymalarına, gencin onlarla akşam çalışma yaptırdığı bir noktaya bağlanıyordu. Biraz alakasız olsa da bu bölümdeki horlama ve ilgide benzer bir his buldum. Aziz eve dönüyor, Baba bu şehre seferinden dolayı ondan gurur duyuyor.

Akşam sohbete kuruluyorlar Baba’yla. Baba kendini “hadıma dönmüş” görmesiyle ilgili, beşeri Allah’ın sopası olarak görmesiyle ilgili bir şeyler anlatıyor (s. 165). Metaxa açılıyor yine, “Kerata, kadehleri gördün gözün ışıdı, bana daha hiç öyle bakmadın ha” (s. 167). Dörde bir kuralı sürüyor ama alkolün hissi Aziz’i çok iyi hissettiriyor. İçkinin günah olmasından başlayıp, insanların seviyeleri, karakterleri, herkesin tükenecek oluşu, fark edilmeyeni fark etmek, ötekilere duyarlı oluş, ve en altta olmak üzerine bir konuşma yapılıyor. Sonunda bir sınıf atlamayla Aziz Metaxa’da üçe bir oranına yükseliyor: “Seviyeni artıracaksın. Seviyen arttıkça bağlı olduğun zincirler azalacak, daha hür olacaksın” (s. 171).

Sonbahar geliyor, yazın trenle Kars’a gitmişler. Burada Aziz’in ilk olmaya dair isteğinden rahatsız edici bir şekilde bahsediliyor, sanırım bir kendini öne koymama güzellemesinin bir parçası (s. 172), alıntılamak istemedim.

Geçen zamanla bir kademe olgunlaşma daha geliyor Aziz’e. Ucuna bu kez “Bey” eklenen Nazif Bey’e tekrar rastlıyor bir gün. Saçı ve küpesi Nazif’i rahatsız ediyor, Nazif Baba’nın evine ziyarete gelmeye karar veriyor. Burada yaşam, hakikat, başa geleni yorumlama üzerine Baba’nın bakışını özetleyen güzel bir pasaj var: “Baba’ya Nazif Bey’in birdenbire pat diye gelmesi ihtimaline karşı öğlenki karşılaşmayı akşam yemeğinden sonra önemsiz bir şey gibi anlattı. Baba sinirlenerek, “Kendi kendine bir şeyi küçültüp büyütme, daha hüküm verecek yerde değilsin, belki de hiç olmayacaksın. Ne ise, sana nasıl akmışsa musluğu oradan tut, doğru olan onun o halidir. Sonra senin kendi kendine intibaların, isteklerin zanların ile çizdiğin resmin gerçekle alakası yoktur. Herkes hep böyle yaptığı için biz geçmişi de geçmiştekileri de aslında hiç bilmiyoruz. Anlatan bana bunlar dendi amma ben o sıra aslında şu haldeydim, o da onca cakasından sonra muhakkak bu hale düşmüştür zırvalarını, tasvirlerini bırakan yok, hakikatin bir yakasını bırakan yok,” diye bağırdı” (s. 173). Anlamak yerine yavan olmasını, anlamazdan gelmesini öneriyor Baba. Böyle davranan insanlarla hayatımda çok nadir karşılaştım. Ama bir havaları olduğu yalan değil.

Bu konuşmalar üzerine Aziz’in gel gitleri sürüyor. Bir gün iyi üç gün kötü, “Kendini bir bütünde, kendi bütününde bir türlü göremiyor, bulamıyor, sorduğu sorulması beklenenin uzağına, attığı kendi ayağının dibine düşüyordu” (s. 174). Baba’yla konuşmalarında Baba sık sık Aziz’e gününü, gördüklerini, ne yaptığını anlatmasını istiyor, onda bir kendine bakış geliştirmeye çalışıyor (s. 175). Metaxa’nın da desteğiyle sabahlara kadar sohbet ediyorlar. Öne çıkanların aptallıklarından, onların bir devri işaretlemesinden, az olmanın, kendini yok saymanın nimetlerinden söz ediyor Baba. O günlerde Hüseyin’in bir rüyasını Baba’dan yorumlaması istemesi üzerine, Baba Hüseyin’i çekip olanlar ve onlara dair ürettiğimiz anlatılar üzerine konuşuyor: “Hüsseyn, hatırlamaya çalışmakla uydurmaya çalışmak arasında çok ince bir çizgi vardır ve bu çizgi hep uydurma tarafına geçer, çünkü hatırladığın hiçbir şey bir hat halinde devam etmez, nokta ya da bir kırıktır” (s. 178).

Şeker ve çay: “Aziz de bu tarçınlı akide ile çay içmeye mestti. Ağzında o varken elinde de çay bardağı avurdundan ısındıkça damlayan tarçınlı şeker ile dünyada kazandığı yüksek bir rütbeyi idrak eder gibi oluyordu” (s. 179). Proust’tan Roza Hakmen’in çevirisiyle bir benzeri “Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi?”.

Hüseyin’in rüyası ve Baba’nın yorumları burada pek ilgimi çekmedi, mânâsına varamadım. Bu rüya yorumuyla ilk bölümün sonuna varıyoruz. Baba’nın uzun bir tiradıyla bitiyor bölüm. Yaşam dediğinin çok daha matah bir şey olmadığı, sonunda beşerin her türlü şaştığından bahsediyor, kendini fazla önemsememesi ve kendinden memnuniyet duymaması üzerine sözü mühürlüyor Baba (s. 182).

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.

Ek

Henüz kitaptaki cemaat(ler)i tanıyabileceğim kısımlara gelmemiştim bu bölümü okumadan. Bilenler en başta anlamıştır belki. Hızlıca bir internette kitap ile ilgili ilk yorumlara bakayım dedim. Erol Göka’nın tweet’ini gördüm, not düşeyim, kitapla ilgili birkaç yorum var hesabında, kim olduğunu bilmiyorum: “1975-1980 arasında Erzurum’da geçiyor kitabın ilk cildinin çoğu. Erzurum halkının %99 unun bilmediği Melamilik var, Halveti-Uşşakilik var; o yıllarda Erzurum’u saran ülkücülük yok. Olabilir “kurmaca” nihayetinde. Zaten gerçeklikten onca kopukluğuna rağmen yine de güzel…” ve diğeri, “Kitaptaki anlatımdan hala memnunum ama olayların gerçeklikten kopukluğunun artmasına bir de Melamilik güzellemesi eklenmesi, eleştirme isteğimin okuma arzumdan baskın gelmesine yol açıyor.” Bir de bir yerde “Mevlana ve Mevlevilik edebiyatta tüketildi tüketildi sıra Melamiliğe geldi” gibi bir yorum görmüştüm de şimdi tekrar bakınca bulamadım. Biraz Melamilik’e dair bir şeyler dinleyeyim diyince Memduh Bayraktaroğlu’nun “Melamilik, “Haydar Haydar” ve Nesimi” videosuna denk geldim. Bu “namazın kazası olur sohbetin olmaz” alıntısı kitapta da geçiyor muydu, hatırlayamadım. Videoda adamın arkasındaki tuğla kitaplar pek ürkütücü. T***z sağolsun bir de Cavit Sunar’ın “Melamilik ve Bektaşilik” kitabını edindim.

Bir başkası, Efe Baştürk, kitap için “Proust okumuş olma hissi yaşattı.” demiş, ben sadece ara ara nesnelerle kurulan “involuntary memory” anlarında hatırlamıştım Proust’u.

Gürbüz, Kıyamet Emeklisi | Notlar 1

İki ciltlik, 1000 sayfaya yakınsayan Kıyamet Emeklisi‘ni okurken okuduğum yerleri unutmamak için ara ara notlar almaya çalışacağım. Belki tadına daha da çok varırım böylece. Hevesim baki kalır, intihalden de mail almazsam umarım devam edebilirim. Sayfa numarası yazdığım alıntıların hepsi şuradan:

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.


[1-113]

Makastar Sokak: Üsküdar

Adil’in babası Aziz herkesin kendine göre bir delilik peşinde hayatı geçirdiğini durup düşünür, oğluna sorarken: “İnsan sevk-tabisi ile kitap okumalı, sen nasıl seçiyorsun, kimden ne duyup peşine düşüyorsun kim bilir? Sana diyorum Adil, bak, yetmiş çeşit delilik varmış, duydun mu, bunlardan birini bile beğenmeyip önüne konanlarla bir şey olacağım, okuduklarıma iltica edeceğim, onlar da beni kurtarıp besleyecek sanma. Düşman düşmana mevlit okumaz” (s. 6). Babanın büyük sözleri karşında tıkanan Adil.

Hemen sonra, daha kitabın üçüncü sayfasında bir Şule Gürbüz imza diyaloğu:

“Ne yapayım baba, okumayayım mı, ne kitap, ne üniversite, okumayayım mı?”
“Oku tabii, ne yapacaksın ama iğrene iğrene, utana utana oku, bunlar mihrabın olmasın. Dünyanın gelmişi geçmişi, en iyisi bile ne orta adammış diye oku. Herkesin sonu ne yavanmış diye oku. Okutan okuttuğundan, okunan nerede kimin eline kalacağından ne habersizmiş diye oku.” (s. 7)

Adil üniversiteye başlayacak gibi. Aileye yakınlaşıyoruz. Aziz’in eşi Tevhide ve kızı Alev de evde. Gözler ve ışıltılardan söz ediliyor.

Geçmişe sıçrama, Aziz’le Tevhide’nin tanışması: “Manisalıydı Tevhide”. Liseyi bitirip İstanbul’a geldiğinde akrabalarının onu “azmış kabak” gibi görmesiyle evlilik meselesi gündeme gelmiş. İlk aday olan pilotla iş olmamış, pilotun misafirlikteki tavırlarının yerin dibine sokan eleştirisi: “Konuşulanları da dinliyora benzemiyordu, sadece makbul bulunmanın, beğenilmenin yolunun söz söyleyene arada hafiften yönelip şık bir tavırla gülümsemek olduğunu nasıl öğrenmişse öğrenmiş, birkaç dakikada bir tekrarlıyordu”. (s. 11)

Tevhide’nin dayısı bu ve diğer başarısızlıklar sonucu paniğe kapılmış.

Bir ahbabın tanıdığı, iki yıl önce Erzurum’dan gelmiş, annesi ve babası hayatta olmayan, dini bütün Aziz yeni kısmet olabilirmiş. Evkafta çalışıyor ne de olsa.

Dayı bir çay bahçesinde bir ahbabı ve Aziz’le buluşmaya gitmiş. Onlar gelmeden sallanan masayı gazoz kapağı ve başka çöplerle düzeltmeye çalışması (s. 14) ve ellerini kirletip misafirlerini selamlayamayışı… Çayını kıtlama şekerle içen Aziz, hep çok tepeden konuşuyor, ama bunu da kendinde tespit ettiğinde vahlanıyor: “… bir değerli şeyi hafiften gizleyerek sözde tevazu edecek halde olmadığına göre daha iyiyi bilip istiyor da isteyişinin olmayışını da hafife alıp bir kademe daha tırmanıyor gibiydi” (s. 17). Evlenmek isteyip istemediklerini sorduklarındaysa, “Efendim insanın kendinden biraz olsun ümidi varsa evlenir mi?” (s. 17) diye soruyor, evliliğin kıymetini doğasından “belalı” olan insanın bu belasını başkalarına bulaştırmaktansa bir çatının altına sokup başkalarına zararı dokunmadan yaşamasında buluyor. Anlatıcının iğnesi hazır: “Kendi ile ilgilenildiğini, anlaşılmaya çalışıldığını gören de azdıkça azar, kimseye edemediğini bu safderuna ederdi” (s. 18).

Aziz uzun uzun konuşuyor ama bu sürekli kendine dönen bir bakışla bu sözlerini ciddiye almamalarını da rica ediyor. Dayı biraz rahatsız, “Gayri memnunluğun, yadırgamanın ve yadırganmanın, bu başa nasıl geldi, bu iş buraya, bir bir araya nasıl geldik sıkıntısının kavgasız gürültüsüz, kat’ı alaka edilen vedalarını, görmüş bilmişti” (s. 20). O yüzden kibarca ayrılıyor.

Dayının bu damat adayı görüşmesini Tevhide’nin annesi Nuriye Hanım ve baldızı görmüş, Aziz’i uzaktan beğenmişler, dayıyı epeyce darlarmışlar, dayı da -anlatıcının yüküyle- düşüncelere dalmış: “Hayatı sözde ve söz ile istenildiği, beklenildiği gibi yaşayarak ne ufak bir alana razı olduğunu, bu suretle bir kulübede ömrünü geçirdiğini, ruhunun da yine arada verilen bir bardak çeşme suyu ile kapalı küçük bir saksıda ölmeden, kurumadan, boy atmadan öylece durduğunu gözü ile gördü, ruhuna kendi öz benliğinden şahitlik etti. Ölmek ile bu şekil yaşamanın neden bu denli yakın ve kolay olduğunu anladı” (s. 24).

Dayı (Fevzi) karısıyla konuştuktan sonra Aziz’i eve davet etmeye karar veriyorlar. Üsküdar’a, Aziz’in çalıştığı Evkaf Müdürlüğü’ne gidiliyor. Artık niyetler açık, “Tabii tabii hem lafımızla oynar gibi olmasın, elden kalan elli gün kalır, müsait iseniz cumartesi yine öğleüstü olur muydu?” (s. 27).

Aziz’in geleceği gün ev derlenip toplanmış, yağmur yağıyor, hava birden kararıyor, gündüz gündüz ışıkları yakıyorlar. Evin bu halinin tasvirinde bir melankolik bir görsellik ve dokunsallık, “Gündüz yakılan her ışık gibi ziyanın, nurun, zulmetten kurtuluşun rahatlığını değil de belayı yakından görecek olmanın fenerini bir tedirgin yaktılar. Işığa da göz alıştı, alışırsın alışırsın denildiğinden de kolay alıştı. Hatta gündüz ışığı, evde belli eşyaları seçip onları ziyade parlatan ziyası ile gözlerine bir lüks gibi görünmeye başladı” (s. 28).

Tevhide’nin anası bilge, iç dünyası zengin, dünyadan pek kimseye dokunmadan kendi halinde gelip geçen birisi olarak takdim olunuyor. Aziz’in bu ziyaretteki tavırlarınıysa anlatıcı yine bir denge arayışıyla çiziyor, kendini açmakla kendini bırakmak arasında yer bulmaya çalışmakla: “Aziz oturur konuşurken de kendini izleyen ve dinleyenleri gözden geçirirken de birden dalgınlıkla anlattığına ve anlatışına kapılıp kendinden habersiz hale düşmekten korkuyordu. Başarılı denen konuşmalardan sonra insanı kendinden utandıran yön bu olurdu zaten. Kendinden bir şeyleri kaybederek doğrulurdu insan, her şeyini vermiş olurdu yani. Bu kendini ele hatta yele vermekti, kaybetmekti. … Gözleyecek kadar gözü dışarıda, kendinden haberdar olacak kadar da içeride kalmak en iyisiydi” (s. 30).

Konu evlenmeye gelince Aziz bir küçümsemeyle tam tabi olma halini karıştırarak cevaplıyor, “nasıl uygun görürseniz” (s. 32). Sanki herkesin söylediği bu cümleyi ille de kendine has bir şekilde, kendi kişiliğini de dillendirecek şekilde söylemek zorunda hissediyor kendini. Hep bir kibirli tevazu peşinde gibi.

“Efendiye nasılsınız desene Tevhide, bir sesini duysunlar” (s. 33). Aziz nasıl olduğu sorusunu uzun, çalışılmış gibi görünen, içinde bir ‘Tevhide Hanım’ın tekkede söylenen bir ilahiyi kendine aşık bir şeyh efendiye yorduğu gereksiz bir hikaye anlatıyor. Bir South Park sessizliğinden sonra Aziz toparlanıp çıkıyor.

Neticede ev ahalisi Aziz’i beğeniyor, baldız “Ablam da ben de bu devrin adamı gibi değil, dedik,” (35) diyor. Dayı kibirini sorgulasa da Tevhide’nin anası tevazusuna ikna olmuş. Aziz’e bir büyüğüyle Manisa’ya gelip Tevhide’yi istemesini söylüyorlar.

Aziz, İstanbul’a ilk geldiğinde ona yol gösteren, işe sokan, evkaf emeklisi, “İstanbul’da aklı eren hemen herkesin önünde diz çöküp ders göreceği türden bir adam” (s. 37) denilen hemşerisi ve büyüğü Nuhu’yu düşünüyor.

Bir keresinde bana “Alp” diye hitap eden bir arkadaşım, küçükken annem babam bana kızdığında falan nasıl bağırdıklarını sormuştu. İnsan adı “Alp” olan birine içi dolu dolu bağıramaz, tek hecede nefesi kesilir diye “sana doyasıya bağıramamışlardır” demişti. Anlatıcı bana bunu hatırlattı: “Memlekette Nuh, dut… gibi tek heceli kelimeleri arkasına bir uygununu getirerek ya da değiştirerek duta tud deyip aslında daha zorlaştıran ahali Nuh ismine de bu ani, adeta fren yapmışçasına bitmeyi yakıştıramayıp Nuhu diyerek çözmüşler, isim o isim kalmıştı” (s. 38). Bana da çocuklar “Alpi” falan diyorlar.

Aziz ve Nuhu Manisaya gidiyorlar, bir otelde kalıyorlar. Nuhu’nun yaşam görüsü Aziz’inkine benziyor, başka bir şey olmayı istemenin namümkünlüğüne emin olmuş, olmaya çalışmaktan el çekmişlik anlatısı aynı tonda devam ediyor: “İnsan nerede aman arasa aynı adamı farklı kılıkta görüyordu, nerede derman var deseler aynı adamı farklı aksanla konuşur buluyordu, bu da daha önce gittiği gördüğüydü de sade elbisesini değiştirmişti. Nuhu dünyadan başka bir duyuşla yaşayan, başka bir baş tutan hatta kendi başını başka türlü taşıyan insan olmadığına neredeyse vehmetmiş, sonra sonra artık iyiden iyiye fehmetmişti. Başkalık arayan başkalığın para ve değer edeceği zannındaydı, öyle olmadığı anlaşılınca daha otuzuna gelmeden mezardaki dedesinin kemiğinin üstüne kendi etini sarıyor onun üzerinden devam ediyordu” (s. 41).

Nuhu, Aziz’i “Sizin oradan bir genç geliyor, okuması çok değil ama çok yere girdi çıktı” diyerek ilk yanına yolladıklarında aslında bu durumdan pek hoşlanmamış. Yine de kendinisini görünce “Aziz’in tabına uyarlığı”na şaşırmış. Burada anlatıcı insanın kendine ya da başkalarına dair sürekli bir hikaye kurma istencini deşiyor. Anlamaktan bile öne koyuyor. Ben de hep insanların hayatlarını hep kendi sonradan ekledikleri bir anlatı etrafında kurduklarını düşünürüm. Yani yaptıkları şeyleri anlattıkları sebeplerle ya da planlarla yaptıklarını değil, aksine öylesine sürekli bir şeyler yaparken sonra anlattıklarında o yaptıklarını bir şekilde nedenselleştirdiklerini. “İnsana nasıl girecek ama aslen yabancı bir beden lazımsa bir de geçmiş lazımdı ve tutarlı bir hikaye. Beğenilecek olmasa da anlatılınca, “Anlat,” denince dinleyenin bir şeyleri hatta mümkünse her şeyi uç uca ekleyeceği bir geçmiş, şu şunun yüzünden, bu bundan, o oradan yürüme, öteki berikinden türeme, ya işte böyle, diyeceği bir şeyler lazımdı. İnsan çünkü anlamadan değil ama uydurmadan duramıyordu. İnsan, uyduracak ki varlığına inanılsın, uyduracak ki bir mindere olsun oturtulsun, bilemiyorum, ne nasıl oldu, ben nasıl oldum bilemiyorum, demek olmaz. Kendi sebepleriyle bilecek başkasına da anlatacaksın, başkası da ikna olacak, bazen senin sende atladığını o hemen bulup yerine koyacak.” (s. 42)

Hikaye biraz daha geri sarıyor, Aziz’in çocukluğuna gidiyoruz. 1960’ta Yakutiye‘de doğmuş. Bir abisi var. Çocukluğu diyince ilk bahsedilen çayırlar, otlaklar ve hayvanlar,  15 yaşına kadar çobanlıkla büyümüş, “Dünya o vakit otla otla bitmez bir çemenistandı” (s. 43).

Evde terbiye, alçak sesle konuşma ya da hiç konuşmama hakim. Güzellik ve temizlik üzerine: “Temizliğe büyük gayret vardı ama yine her şey köhne, kurşun rengi, boz ve toz rengiydi. Temizlik dışında bir şey yapılmazdı çünkü süs diye bir şey akla gelmezdi, çiçek, akla gelmezdi, güzelleştirmek zaten akla gelmezdi …” (s. 45).

Doğaya, bitkilere ve hayvanlara ayrı bir ilgisi var Aziz’in. Bu çocukluk bana Kaplanoğlu’nun üçlemesindeki şair çocuğun özellikle çocukluk (Bal) ve ergenlik (Süt) yıllarını hatırlattı biraz. Babası dilsiz orucunda, annesi de hep babasına tabi, o açıdan şairden farklı. Annesi neredeyse kendi kişiliği olmayan bir yardımcı olarak anlatılıyor: “Bazı insanlar yardımcı olarak yaratılmışlardır, bunlara şefik soyu denir. Aziz’in annesi de kendini tüm vücut ve ruhu ile bir insan değil de sanki bir kol addediyordu ve kol olmaya çalışıyordu” (s. 46-7). Yazıcı babanın ritmiyse kendine has -bu deftere çekme hali çok tanıdık: “Babası her gece üç civarında kalkar, okuyacaklarını okur, namaz kılar, sonra yere oturarak iki saate yakın konuşmadan birtakım defterlerdeki el yazılarını başka defterlere yazar, yazardı. Sonra saat yedi olmadan dükkanı açmaya gider, akşam beşte de muhakkak kapatırdı. Kendisi gibi bazı defterleri yazarak çoğaltan birkaç tanıdığı ile de dükkanına gelip giden ahbapları ile de hep dışarıda görüşür, ne eve kabul eder, ne kendisi kimsenin evine varırdı. Evler tamamı ile mahrem, dışarı kapalı yerlerdi” (s. 47)

Ailenin genel rutini ve geçen günler üzerine: “Kendilerini toprak bir testi gibi her gün doldurur boşaltır ama taşıyacağını kafi miktarda taşımadan hele testiyi kırıp çatlatarak bu mahfazayı bozmaktan son derece korkar, kırılmadan gitmeye tüm gayretlerini verirlerdi. Ne denli söz az olur olsun istikamet ve gaye anlaşılan birdi. Bu birlik nasıl temin edilmişse edilmiş hiç kaydı, anlaşması, mührü olmadan üzerlerine giydirilmişti. Annesi belli ki kendini babasına taşımıştı; ona terk etmişti” (s. 47).

Aziz bu sözün neredeyse olmadığı, birinin gıkı çıkarsa da ancak alçak sesle çıkabildiği evde kediyi kendine dost belliyor, kimliğini kedi üzerinden kuracak raddeye geliyor. Kedi ve kedinin ışık saçan gözleri (s. 48-9).

Abisi Adem, Aziz’den 2 yaş büyük, uyumlu bir çocuk. Aziz’e de deneyimsizliğinden büyüklük taslıyor ama destek de oluyor, köftesini onun tabağına atıyordu gizliden sanki. Durağan, kimseye başka bir şeyin vaadolunmadığı, başı sonlu bir yaşam görünüyor ileride Aziz için (s. 51).

Bir gün Adem’le birlikte dükkana gidiyor Aziz. Dükkandaki tavırları, çekingenliği ve rahatsızlığıyla abisini utandırıyor. Bundan bir şey olmaz diye yelleniyor abisi, “bu kediylen oynasın, yazın dağa gitsin” (s. 56). Süt’te de anne “sabah kalkıyorsun, kitap elinde, çık dışarı, havaya bak dur, toprağa bak dur, çiçekti böcekti” diyordu. Fakat Aziz için bu akşam, ‘ben’ olmanın ilk parıltısını gördüğü gün oluveriyor. 15 yaşında.

“Hayatında ilk kez kendi ile baş başa kaldı … Bir hayatı olduğunun çok da farkında değildi” (s. 59). Bu farkındalıkla kendi kendine yaptığı konuşmadaki ilk sözleri: “Ben Aziz, çalışkan değilim, faydalı değilim, kediyi seviyorum sahiden, ölse çok üzülürüm, burada oturuyorum, arkadaşlarım arasında bariz biri değilim, etraftakilere bazen beni nasıl seveceklerini bildiğim şekilde davranıyorum, idare ediyorum, kendi miktarımla mı, başkalarının olduğuna yetişememekten mi idare ediyorum, idare ederken feragat mi üçkağıtçılık mı ediyorum, onlar mı haklı ben mi bilmeden ediyorum, aslında kendimle ilgili söyleyecek pek bir şey bulamıyorum, bu azlık mı, bilmemekten mi, acaba neyim?” (s. 60).

Belki tesadüftür belki değil, Aziz, Benjamin’in evden kaçamadığı yaşta evden kaçmayı deniyor: “Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: “Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” (Son Bakışta Aşk, s. 53). Biraz daha uzun kalıyor sokakta, ya da başka evlerde, en azından şimdiye dek okuduğum yere kadarki kısımda.

Kümese girip cebine bir yumurta alıyor ve onu yoklayarak evden çıkıyor: “‘Eve girmeyi canım hiç istemediğinde yapmak istediklerimi yaparım,’ diye düşünmüş, ‘gitmek istediğim yerlere giderim, demişti. Sabahın ayazı da inadına çok sertti. Çarşıya doğru yürüdü …” (s. 61).

İlk yürüyüş İhmal Camii‘nin sokağından başlıyor. Bir çaycıda oturduktan sonra yürümeye devam ediyor Aziz, tanıdıklıktan uzaklaşmaya çalışıyor. Bir camide soluklanıp durmuşken, çocuklarını bir hocaya okutmaya getirmiş kadınlara yol göstermesi için seçiliyor ve onları Sarılık Tekkesi’ne götürmeye yola koyuluyor. Oğlanı taşıyor gidiyorlar. Aile Aziz’e minnet duyuyor. Çocuk okunuyor, Aziz’i lavaş almaya yollamalarıyla karınlar da doyuyor, “İçinde tekrar bir benlik duymaya, “ben” demeye, bir bene kavuşmaya başladı” (s. 69).

Tekkede bir ayı da var, sırt çiğniyor. Aziz at arabasıyla kadınları evlerine bırakıp geri geliyor, tekkede yaşlı adam da orada kalmasına izin veriyor. Ayıyla yatıyorlar, “Bir ayıyla bir evde, Sarılık Tekkesi’nde yatacak olmasını düşünmeye çalışıyor ama düşüncelerine sığdıramıyordu” (s. 75). Evden kaçış yirmi dört saat dolmadan başka bir dünya açtı.

Sabah kendini sahipsiz hissediyor. Pazar sabahı, adamın adı Hasan Efendi, Aziz lise birde. İnsanlarla birlikte yemek yerken çok çekiniyor, her şeyden yiyenleri şaşkınlıkla izliyor, “Rahatsızlıkları biriktirerek yaşıyor, bunlardan gizli bir huzursuzluk serveti biriktiriyordu” (s. 78).

Ayıyla birlikte dabazlı birine okumaya gidiyorlar. Dabaz kurdeşenmiş, yıllarca ürtiker dedim ben de. Yolda yürürken çocuklar ayıya ve Aziz’e tükürüyor, taş atıyor. Hasan Efendi’den sonra bu kez Baba’yla, Erenler Babasıyla tanışıyor Aziz, “Okumak istiyorsan, biz seni okuturuz, öğrenmek istersen öğretiriz, görmek istersen gösteririz” (s. 80). Hasan Efendi elinde bendir, tespih, okuyor Baba’yı sırtını ayıya çiğnetiyor. Baba Aziz’i tutuyor, ahaliye övüyor: “Bakın şu çocuğa, nasıl iki günde anasının yanından çıkıp ayıya hem – zeban olmuş, yaa, hanginiz bunu yapabilir, hiç. İstersiniz ki burda söz dinleyin, yalandan azıcık sözde hizmet edin, hizmet dediğim de çay doldurup soba yakmak, ha bir de baş eğip etrafımın aslında kalabalık olduğuyla ilgili beni kandırmak, sonra da zırt diye kendi evinize, yatağınıza karılarınızın beline yapışın. Sizden bir halt olmaz, aha yüzünüze söylüyorum …” (s. 83) ya da “şeytan fukaradır derler amma iş öyle değil, insan fukara, bak şuncağız çocuktan bile umuyorum, görüyor musun, her yeniyi Hızır zannediyorum, vallahi ben eskilere ağlıyorum” (s. 85). Aziz bu iki farklı “baba” figüründen kendi babasının yanına koyup karşılaştırarak etkileniyor. “Çocukluğundan beri nedense her başkalığa kaykılırdı zaten, hemen içi geçer, dişi kamaşırdı” (s. 86). Baba’nın evinde kalmaya karar veriyor.

Okul eşyalarını ve kıyafetlerini almak için eve uğrayan Aziz kapıda abisi ve annesinin hiddetli bakışlarını görünce hiç içeri girmeden geri Baba’nın yanına gidiyor. Kendini çok kötü hissediyor ama derdini anlatmaya da çekiniyor: “Onun acısı fiziksel değil, bakış acısıydı, anasının ona bakarken verdiği acıydı, babasının bakmama acısıydı, bunu nasıl anlatacaktı” (s. 89). Anlattığında Baba onun derdini çok seviyor – dert seçen Baba. Buradaki dertlilik pasajı ilginç geldi bana: “Başına felaket geldikten sonra üzülmeye dertli olmak denmez zaten, böyle ince ve sürekli bir sızı duymaktır dertli olmak, başkasının aldırmayacağı şeye küsmektir, kaburgası kalın 33 kaburgalı olmamaktır. Canın dert istiyor ona susuyor, ihtiyaç duyuyor ki ananın suratı sana dokunuyor, yoksa kim bilir kadının asıl derdi ne, olsun, yeter ki sana dert olsun” (s. 90-1).

Okul için Aziz’in üstüne on beden büyük komik kıyafetler hazırlıyorlar. Öylece sabahı ediyor. Biraz ağlamaklı. Okulda Aziz’deki tuhaflığı hemen fark ediyorlar, bir hocası kenara çekiyor. Ayının bıraktığı çizikleri, kat kat katlanmış kıyafetlerini anlamaya çalışıyorlar. Okuldan bir arkadaşı Sıddık onu hafta sonu ayıyla görmüş, o da sinirini bozuyor. Aziz bu çocukları aptal görüyor. Muhattap olmamak için babası gibi dilsiz orucunu da denemiş bir kere ama iç sesini çok fazla duymuş, uzun süre yapılırsa ne sonuç verir kestirememiş. “Büyümeye çok ihtiyacı vardı, burada, bu halde, bu şehirde, bu insanların arasında çocuk ya da genç olmak felakete uğramaktı” (s. 97)

Yine Baba’nın evine gidiyor. İşsizlikten sıkılıyor, “kadınların en büyük derdinin yorgunluk, yardımsızlık olduğunu anlayarak” (s. 100) mutfakta bacılara yardım ediyor, işleri de titizlikle yapıyor, epey bir patates soyuyor. Baba ise onun bu davranışlarına sinirlenip bağırıyor. Aziz de çok kırılıyor, evden çıkıp gidiyor, öyle ki günlerdir taşıdığı yumurtasını da binanın camlarına atıyor. İkinci evden kaçış. Bu kez cebinde ilk yardım ettiği ailenin verdiği biraz para var. Bir süre bir şeyler yiyebilecek durumda. Dışarıda geçen birkaç saatin sonunda Sarılık Tekkesi’ne, Hasan Efendi’nin yanına dönmeye karar veriyor. Orada da sobaya patatesleri yeni atmışlar.

Hasan Efendi’yle biraz neden Baba’nın evinden ayrıldığını konuşuyorlar, orada istediği kadar kalabileceğini söylüyor Hasan Efendi. Gece huysuzlanan ayıya yardım etmeye çalışırken ayı Aziz’e bir pençe atıp kafasını yaralıyor, öyle yarasıyla sabahı ediyor, biraz ağlıyor. Tırnak izleri, kan, ilaç, gazete kağıdı ve kara merhem ile bir şekilde paketliyorlar yarasını. Utanıyor yarasından. Sabah, Baba bir adam yollamış Aziz’i geri eve getirmesi için. Biraz konuştuktan sonra ikna olup adamın peşinde Baba’nın evine geri gidiyor, belki bir daha denemek için.

Baba’nın evinde önce ayıyla macerasını konuşuyorlar. Baba, ayıyı seviyorsa burnundaki halkayı çıkarıp ona getirmesini istiyor.

“Söyleyin bakalım, yaşayan mı büyüktür ölü mü?” (s. 113)

Şule Gürbüz, Kıyamet Emeklisi – Birinci Cilt, İletişim Yayınları, 2022.

Thomas Pavel, Romanın Tarihi (Notlar)

Thomas Pavel’in 2013’te, University of Chicago’da yaptığı bir ders. Anladığım kadarıyla yılda bir kere yapılan Humanities Day’de hocalar özel dersler yapıyorlar. Pavel Hoca da –neşesinden çok etkilendim, tek derste sanki kendi hocammış gibi sevdim– roman tarihine giriş dersi yapmış. O sıralarda, The Lives of the Novel: A History kitabını henüz bitirmiş. Benim için öğretici oldu. Tüm söyledikleri genel kabul değil, tartışmalı bazı noktalarda kişisel araştırmalarından ve bulgularından söz ediyor. Şimdiye kadar okuduklarımdan, diğer pek çok şey gibi, romanın da çok çeşitli tarihleri olduğunu anlıyorum. Bu dersi dinlerken de önce aralıklı notlar almaya çalıştım ama sonrasında kaydı sürekli geri alarak söylediklerini cümle cümle çevirirken buldum kendimi. Bir ders, kitap ya da makaleden bir iki paragraflık not veya öz çıkarabildiğimde hayatın anlamına bir adım yaklaşacağım. O günlere kadar, stenografi.


Neden Don Kişot’u ilk roman olarak görüyorlar? Çünkü Cervantes kendinden önceki şövalye romanlarını reddediyor. Bunun yanında, Avrupa’da bir ulusal gurur var, birçok ülke başlangıcı kendi tarihinde buluyor. İspanyollar Don Kişot (1605, 1615) derken, Fransızlar Madame de La Fayette’in La Princesse de Clèves (1678) romanını, İngilizler Daniel Defoe’nun Moll Flanders’ını (1722), Ruslarsa Tolstoy ve Dostoyevski’nin romanlarını başlangıç alıyorlar. Onlardan öncekiler yeterince iyi değildi diyorlar.

Pavel kendi araştırmasında Don Kişot’tan sonra, bu romanda Don Kişot’un okuduğu Amadís de Gaula gibi şövalye romanlarına bakmış. Epizodik, dizilerde olduğu gibi her bölümde bir olayın işlenip kapandığı, adalet için savaşan kahramanın hep kazandığı romanlar. Buradaki en eski şövalye romanlarından biri: Heliodorus’un Ethiopian Story (Aethiopica) romanı. Pavel, bu romanın kişisel aydınlanma anı olduğunu söylüyor, romanın nasıl evrim geçirdiğini orada fark etmiş.

Ethiopian Story, 2. ve 4. yüzyıllar arasında yazılmış. İlk görüşte aşık olan iki gencin bir araya gelmesinin hikâyesi. Yunan’da bir araya geliyorlar, fakat kızın ailesi onu başkasıyla evlendirmek istiyor. Mısırlı bir rahip çifte yardım ederek onları kaçırıyor. Macera dolu bir yolculuk sonunda Etiyopya’ya varıyorlar. Rahibin, genç kızın sırrını başından beri bildiği ortaya çıkıyor. Genç kadın aslında Etiyopya Kralı’nın kızıymış. Yasaya göre kaçak gelen adamı öldürmek gerek fakat halk aşıkların yanında yer alıyor. Kral yasayı değiştiriyor ve kızını kendisi evlendiriyor. O zamanlarda bunun gibi romanlar pek popüler değilmiş, daha çok İlyada, Odysseia gibi trajediler okunuyormuş. Rönesans ile 16. yüzyılda tekrar keşfedilmiş, Avrupa dillerine çevrilmiş, Cervantes dahil birçok kişi okumuş.

İdealist ve Gerçekçi Roman Tartışması, Kökenler

Heliodorus’un Fransızca çevirisini yapan Jacques Amyot’nun yazdığı önsözde bir tartışma var. Amyot sonunda gerçeklikten söz eden bir romanın geldiğini müjdeliyor. Ethiopian Story’den sonra şövalye romanları yazanları “beyinlerinde bir hastalık var” gibi garip ifadelerle anıyor. Bu romanı onlara üstün görüyor. Aynı tartışma İspanya’da da yaşanıyor. Hangisi daha iyi, Orta Çağ hikâyeleri mi Ethiopian Story mi? Cervantes ölmeden hemen önce tamamladığı The Travails of Persiles and Sigismunda (1617) romanında Heliodorus’u ölümsüzleştireceğinden söz ediyor. Bu roman, Ethiopian Story’nin Hıristiyanlaştırılmış bir uyarlaması. Etiyopya yerine Roma’ya varılıyor. Kral yerine Papa var. Cervantes, doğru modelin şövalye romanları değil de bu tür olduğunu düşünüyor. Şövalye romanlarıyla alay ederek bu türü öneriyor.

Buradaki gerçeklik meselesi de tartışmaya açık fakat yine de romanı neden bunca yıla yayılan bir süreklilik olarak görebileceğimize işaret ediyor. Bir gerçekçilik tartışması, gerçekliğe yakınlaşma mücadelesi… Amyot, Heliodorus’un şövalye romanına göre daha gerçekçi olduğunu düşünüyordu. Öyle mi sahiden? Aslında değil. Orada asıl bulunan şey: insanın idealleştirilmesi. Güçlü, adanmış ve sınırları aşabilen bir tahayyül. Karakter Etiyopya’da doğup Yunan’da büyümüş, fakat bir yandan da bu dünyanın dışından gibi, bu aidiyetlere sığmıyor. Önemli olan, birey olması. Masalımsı bir ülkeye, Etiyopya’ya, her şeyi aşarak gidebiliyor.

Bir parantez, bazıları romana modern epik diyor. Burjuva toplumu epiği. Mesela Hegel böyle diyordu. Hegel hayatında belki üç ya da dört roman okumuş çok büyük bir felsefeciydi. Hiç yoktan iyidir. Ama edebiyat tarihçisi değildi, bu konuda yanılıyordu. Antik epik kahramanlar bir polis’e ya da bir soya güçlü bağlarla bağlıydı. Onlar için savaşırlardı. Heliodorus’taki kahramanlar ise dünyayı kat ediyorlardı. Polis veya soyları için savaşmıyorlardı. Kesinkes bağları olmayan bireylerdi.

Romanın kendine ait, otonom ve uzun bir tarihi var. Başta idealist bir türdü. İnsanı idealleştiriyordu. Kimi antik romanlarda ya da bazı Orta Çağ romanlarında (Tristan, Kral Arthur ve Şövalyeleri vb.) idealleştirmeye rastlanır. Upuzun bir idealist gelenek.

Paralel Gelenekler: Pikaresk Roman

İdealist geleneğe paralel olarak bir de insanlarla alay eden bir gelenek vardı. Hor gören (derogatory) gelenek: insanlar çok berbat, hiçbir şeyi düzgün beceremiyorlar, kötücüller. İlk akla gelen Latin romanı, Petronius’un Satyricon’u. Ana karakterleri kaybolmuş bireyler, ne yaptıklarının farkında değiller, çok kusurlular. Bir diğerinde, en asil şövalye romanlarının dönemi olan Orta Çağ’da, anonim kalmak isteyen bir yazar Reynard The Fox’un hikâyesini yazmış. Neden anonim kaldığı aşikar, kitap diğer dillere çevrildi fakat epeyce kırpıldı. Renard çok yakıcı, ayrıcalıklarının farkında bir asilzade olmasına rağmen daima yapılmaması gerekeni yapmaktan zevk duyan birisi. Bu paralel gelenekte bir diğer yazar, François Rabelais. Gargantua ve Pantagruel’deki (~1532) karakteri Panurge çok fena mizojinist bir karakter ama insanları güldürüyor. Hem komik, hem şeytani. İçimizdeki kötü olma istencine oynuyor. Dili de o derecede eğlenceli.

Bu gibi güvenilmez, sürekli hatalı şeyleri yapanların anlatıldığı gelenek uzun yıllarca sürüyor. Sonunda, Cervantes’ten bir süre önce, anonim bir İspanyol yazar, bu geleneği ciddiye almaya başlıyor. Okuru sadece güldürmek için saçma işler yapan karakterin yerine bu kötücül ya da saçma durumun ciddiyeti üzerine eğilmeye başlıyor. Bu noktada, pikaresk romanlar başlıyor. Pícaro’lar genelde yoksul bir geçmişten gelen, hayatta kalmak için mücadele etmeleri gereken, bunu da yalan söyleyerek, çalarak ya da sahtekarlıkla yapabilen karakterler. Yine epizodik bir anlatım var. Çal, yakalan. Yalan söyle, yakalan. Kumarda hile yap, yakalan.

Pikaresk romanın karakterleri iki türlüydü. Bir tarafta sahtekar ve ahlakdışı olanlar, ahlaksızlıklarının farkında bile olmayanlar, safça ve bilinçsizce hareket edenler. Lazarillo de Tormes (1554) romanı. Yine anonim, çünkü böyle bir karakteri tarif etmek bile başlı başına cesaret istiyor. Bir süre sonra ikinci tür bir Pícaro ortaya çıktı. Ahlakdışı olan, yine çok kötü şeyler yapan fakat daha sonradan anılarını bir şekilde yazan ve yaptıklarını birkaç sayfada öğütlerle anlatan kahraman. “Ne kadar kötü olduğuma bakın…” diyerek öğüt veren Pícaro. Yavaş yavaş bu paralel anti-idealist ve realist tür, kadınlar hakkında da düşünmeye başladı, Pícara’lar ortaya çıktı.

Daniel Defoe, Moll Flanders’ta bu geleneği sürdürdü, kahramanı moralist bir Pícara’ydı. Kadınlar için bağımsız olmanın imkânsız olduğu bir toplumda yaşıyordu. Kadının tek istediği iyi bir koca idi. Modern anlamda bir feminist değil elbette ama kendi toplumunda kadınların durumunu çok iyi kavramıştı. Çok ahlaklı olmayan bir yaşamın sonuna doğru ahlakın ne olduğunu anlamıştı. Sonunda dine dönüp, Virginia’ya taşınıp mutlu bir hayata başladı. Bir başka Defoe romanı Roxana: The Fortunate Mistress (1724)’da yine kahraman o dönemde toplumda kadınların durumunun tamamen evliliğe ve kocasının nasıl birisi olduğuna bağımlı olduğunu anlamıştı. Bir ahmakla evlenmişti, çok mutsuzdu. Tek başına yaşamaya karar verdi, fahişelik yaptı, özgürlüğü için savaştı. Sonra, neyse devamını anlatmayacağım (Pavel Hoca pislik yapıyor).

Özetle, iki ana eğilim var: idealize eden hat ve satirik hat. Cervantes’i çevreleyen eserlere bakarsak, başka türler de var. 18. yüzyıla kadar, roman okumak isteyen biri sadece bu iki ana türe mecbur değildi. Şimdi kitapçıya gitsek ‘gizem’, ‘kurmaca’, ‘felsefe’ diye etiketler görüyoruz, bu bölümlerde ne tür kitaplar olduğunu gayet iyi biliyoruz. 16. ve 17. yüzyılda da insanlar ne satın aldıklarını aynı şekilde biliyorlardı.

  • Heliodorus tarzı romanlar: sürüsüne bereket, bazıları binlerce sayfa
  • Pikaresk romanlar
  • Pastoral romanlar: kırsal alanda geçen, mutlu, sakin hayatlar, kuzulara bakıp aşk şarkıları söyleyenler, onları gizlice dinleyip sırlarını öğrenen birileri… Cervantes’in ilk romanı La Galatea (1585) bir pastoral roman.
  • Novella: Öncekiler hep epizodik romanlar, TV dizileri gibi ilerliyorlar. Bu türse eylem birliğini önemsiyor, daha kısa, tek bir önemli noktaya eğiliyor. Decameron’un yazarı Boccaccio gibi yazarlarla İtalya’da doğdu. Daha az bilinen yazarlar Cinthio ya da Bandello. Bu hikâyelere aşinayız çünkü eylem birliği olan hikâyeler oyun yazarları tarafından sıkça uyarlandı. Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i Bandello’dan, Othello ise Cinthio’dan geliyor. Kısalıkları, eylem birlikleri, tek bir felakete ya da komik duruma odaklanmaları açısından dramaya çok uygunlardı.

Richardson’ın karışım romanı: Pamela

18. yüzyılda basımevi olan çok zeki, İngiliz bir iş adamı vardı. Çok satan kitaplar basıyordu: hangi durumlarda nasıl mektup yazılır: nasıl teşekkür edilir, başsağlığı dilenir vb. konularında kitaplar. Kendisi de böyle ‘nasıl yapılır’ kitapları yazıyordu. Samuel Richardson. Bu iş adamı bir roman yazmaya karar verdi. Bugünlerde içinde her şeyi taşıyan akıllı telefonlar gibi, tüm türlerden bir şeyleri içine kattığı bir roman yazdı. Muhteşem bir roman olmasa da bir zanaatkarın icadı olması açısından önemliydi: Pamela; or, Virtue Rewarded (1740). Sonrasında belki 18. yüzyılın en iyi romanı Clarissa (1748) geldi, yine de Pamela‘ya dönelim biz. Pamela, idealist bir karakter. Çok güçlü ve terbiyeli bir genç kadın hizmetçi. Hem de uzaklardan Etiyopyalı bir prenses değil, İngiltere kırsalında yaşayan daha inandırıcı ve yakın biri. Mütevazı bir geçmişi var, bu da asilzadelerle sıradan halk arasında bir ahlaki yakınlaşma anlamına geliyor. Heliodorus’un karakterlerinden bile daha yalnız. Onlar en azından bir çiftti, Pamela ise tek başına. Ona aşık olan efendisine karşı da direnmesi gerekiyor. Sürekli onunla yatmaya çalışan yoz bir adam. Pamela erdem sahibi. Ailesine neler olup bittiğini anlattığı mektuplar yazıyor. Gönderme şansı yok, mektuplar elinde birikiyor ama yine de yazıyor. Efendisi ona yakınlaşmak için her şeyi deniyor, tecavüzü bile. Fakat tamamen de yoz bir adam değil (?, burada aklıma İstanbul Kanatlarımın Altında geldi), çünkü son anda utanıveriyor, dokunaklı bir an. Adam o anın siniriyle, kadının neler yazdığını merak edip mektuplarını okuyor. Okuyunca, hizmetçisinin sadece iyi, güzel bir kadın değil aynı zamanda ahlaki olarak kendinden daha üstün birisi olduğunu fark ediyor. Yavaş yavaş davranışının hatalı olduğunu fark etmeye başlıyor, sonunda kadına evlenme teklif ediyor. Kadın da ona karşı tamamen boş olmadığı için kabul ediyor, evleniyorlar.

Burada elimizde bir karışım var: idealist roman (kusursuz kadın), pikaresk roman (efendi), novella (eylem birliği var, çözüme ilerleyen tek bir olay) ve pastoral roman (aşka dair tereddütler). Çok da anlaşılır bir İngilizceyle yazıyor Richardson. Aynı zamanda bir iş adamı için de büyük bir başarı. Tek kitapta bir sürü kitap.

Hemen ertesinde karşı cenahtan, insanlarla alay etmek ve kusursuz olmadığımızı göstermek isteyen cenahtan cevap geliyor. Henry Fielding, mektup romanı Shamela’yı (1741) yazıyor. Aynı hikâyeyi anlatıyor, tek farkla: Pamela‘nın ardılı Shamela orada hizmetçi olmadan önce birçok ilişki yaşamış, sonunda çok iyi huylu biriymiş taklidi yaparak hizmetçilik yaptığı evin sahibini baştan çıkarmaya karar vermiş. Evin sahibiyse, önceki romanın tam tersi, tam bir beceriksiz, Shamela onu küçümsüyor. Romanın sonunda da nihayet… Neyse orayı anlatmıyor Pavel. (Arkası yarın hikâyeler gibi ders anlatıyor, çok güzel.)

Fielding bu kısa parodiden sonra daha uzun bir roman yazıyor: Joseph Andrews (1742). Andrews’ı Pamela’nın soyadından alıyor. Pamela’ya bir erkek kardeş veriyor. Joseph, Pamela kadar iyi huylu.  Dul bir kadının hizmetçisi. Kadın Joseph’le çok ilgili. Joseph de, tıpkı Pamela’nın yaptığı gibi, kadından kaçınıyor. Sonrasında roman Don Kişot’un bir taklidi olarak ilerliyor. İlk defa birisi Cervantes’i bir ilk model olarak ele alıyor. Don Kişot’un romanın başlangıcı olarak görülmesinin kaynağı Fielding. Romanın önsözünde Fielding idealist romana karşı çıkıyor, romanın esansının gülünç, yani gülünç epik (comic epic) olması gerektiğini yazıyor.

Richardson’ın Clarissa’sı 1500 sayfa civarı, çok ağır ilerleyen bir kitap. Vaktiniz ve gücünüz olursa okuyun, pişman olmazsınız. Bu romandan sonra Fielding daha sonra Richardson’a adil davranmadığını düşünmüş, barışıp arkadaş olmuşlar. Yine de Fielding’in sonraki romanları da, Tom Jones (1749) gibi, yine kuşkucu ve ironik yaklaşımdan yazılmış.

Ahlaki ideallerle ne yapacağız?

Tüm bu yazarların üzerine düşündükleri ortak ve önemli bir fikir var. Bireylerin kurdukları ilişkiler ve ahlaki idealler. Ahlaki ideallerin var olduğu fikrinde herkes ortak. Fakat bunları takip edecek miyiz? Bazen. İdealist karakterler daima takip ediyor. Pícaro’lar asla etmiyor. O zaman temel mesele bu aradaki gerilimli ilişki. Yapmamız gereken davranışlar ve onları her zaman yapmayışımız…

“video meliora proboque deteriora sequor”
“İyi yolu görüyor ve takdir ediyorum, ama kötü yoldan gidiyorum.”
Ovidius

Bu gerilim çok uzun süre romana yaşam sebebini verdi, vermeye de devam ediyor. 19. yüzyılda bir prensesin Yunan’dan Etiyopya’ya yolculuğu artık pek inandırıcı değildi. Ama Fielding’in gösterdiği gibi Pamela da artık o kadar makul değildi. Nasıl o kadar erdemli olabilir? Neden insani yüceliği orada arıyoruz? Neden olağanüstü derecede güçlü ve erdemli insanlar hayal ediyoruz? Neden ötekileri değil? Yüceliğin temelleri neler?

19. yüzyılın bu soruya cevabı tarihsellik oldu. Walter Scott gibileri o yüce insanı, ideal karakterleri tarihsel ve kültürel çevreleriyle düşündü. Büyük bir buluş: The Heart of Midlothian (1818). O zaman çok meşhurdu ama şimdi pek okunmuyor. Çok güçlü bir karakter olan Jeanie Deans yemin altındayken yalan söylemeyi beceremiyordu. Kız kardeşi bir çocuğu öldürmekle suçlanıyordu ama aslında suçsuzdu. Hiç kimse yemin altında onun için tanıklık yapmadığından dolayı ölüme mahkum edilmişti. Jeanie onun suçsuzluğuna inanmasına rağmen yemin altında ifade veremiyordu. Çok katı bir İskoç Protestan geleneğinde yetişmişti. Bu, yalan söyleyemeyen genç kadın tek başına, çok az bir parayla, Edinburgh’dan Londra’ya gidiyor, Kraliçe’ye ulaşıyor, durumu ona anlatıyordu. Kraliçe de anlattıkları karşısında yargılanan kardeşini affediyordu. Bu romanda aniden inanılmaz güçlü bir karakterle karşılaşıyoruz. Ama karakter bu sefer tarihsel olarak nedenselleştiriliyor. Nasıl böyle davranabildiğini mevcut kültürel ortamı ve ailesinin geçmişi açıklıyor. Walter Scott çok çeşitli tarihsel ufuklara hakimdi, gücü ve kahramanlığı tarihsel etkenlerine eğilerek anlatıyordu.

Balzac, Scott’ın açtığı yolda devam etti. Onun toplumsal, tarihsel ve kültürel çevreye olan ilgisini fark etmişti. O da bu bakışı tarihe değil de kendi dönemine ve toplumuna yönlendirdi, 19. yüzyıl başı Fransız toplumuna. İnsanlık Komedyası başlığı altında pek çok roman yazdı, başlık Dante’nin İlahi Komedya’sına referans veriyordu. Bu İnsanlık Komedyası’nda her tür mesleği, insan davranışını, cinsel ilgiyi görebiliriz. Her şeye ilgi duyuyordu. Aynı zamanda olup biteni açıklamak isteyen bir yazardı. Dram, ideal veya kötü karakterlerler ve sürekli etkileşimin içinde birden yazar ortaya çıkıp “dinleyin, işte bu yüzden” diyerek olup bitenin tarihsel, toplumsal ve kültürel geçmişini ortaya döküyordu.

19. yüzyılda idealizm ve anti-idealizmin -belki gerçekçilik denebilir- mücadelesi devam ediyor. İngiliz edebiyatında Dickens gibi biri var. Oliver Twist’e (1839) inanabilir misiniz? İsterseniz inanırsınız. Herkesin hor gördüğü, fazla romantik bulduğu The Old Curiosity Shop’a (1840) inanabilir misiniz? Ben ağlamadan okuyamıyorum şahsen, bu yüzden de seviyorum (ah, Pavel). Öğrencilerime hep söylüyorum, herhangi bir romanı kitch olarak görenlerden asla korkmayın! Kitch, sizi yıldırmak için üretilmiş bir terim (Kundera’ya tekrar dönülebilir burada). Sadece kalbinize inanın.

Bu elbette modernist romanın öncekiler kadar iyi olmadığı anlamına gelmiyor ama burada bir tartışma var. Neyse, burada durup bağlıyorum. Romanın tarihi polemiklerin tarihi, ideal olan ve kusurlu olan arasındaki gerilimin tarihi. Hayatı bu ideallerin peşinde mi yoksa onları yadsıyarak mı yaşamak gerektiğine dair bir tartışmayı sürdüren bir mücadele tarihi. Bu hikâye henüz sonuçlanmış değil. Ama önemli gördüğüm, son sözüm şöyle: 19. ve 20. yüzyıllarda modern demokratik toplumlar bir noktada bir kopma yaşadılar. Okuryazarlığa erişimi olan, kitap almak için parası olan insanlar ikiye ayrıldı. Adeta bir erbap/eksper (connoisseur) gibi yüksek edebiyatın peşine düşenler ve daha geniş kitleler için üretildiği söylenen popüler edebiyatın okurları. Bence Balzac, Victor Hugo, Dickens gibiler bu iki grup için de yazan son yazarlardı. Ondan sonra yazarların bir kısmı sadece sanata tapanlar için, diğerleriyse heyecan arayan okurlar için yazmaya başladılar. Bence Joyce’un Ulysses’ini sevmek muhteşem ama Yüzüklerin Efendisi’ni on beş ya da yirmi beş kere izlemekte hiçbir sorun yok.

Merkez’den bir anlatıcı olarak Philippe Sollers

Bu yazı Papirüs Dergisi’nin, 24. (Mart-Nisan 2020) sayısında çıktı. Bir yerde basılan ilk ve son yazım. Sollers’in Merkez romanı üzerine. Derginin yeni sayısı çıktı, buraya koymam ayıp olmaz diye düşündüm. 


Philippe Sollers’ten okuduğum ilk, Türkçeye çevrilen son kitap olan Merkez’i bitirir bitirmez diğer kitaplarına ulaştım. Hayranı olup, yazdığı her şeyi okuma isteği duymaktan ziyade, bir yazarın hangi evrelerden geçerek böyle bir yazma biçimine ulaştığını merak etmiştim. Romanın temel unsurlarından olay örgüsünü dışlayan, karakterleriniyse parçalı denemelerde tartıştığı meselelere ancak bir dramatik destek noktası olarak kullanan bir anlatı yöntemiyle karşılaştım. İleri’nin, “eleştirel metnin, düşünce yazısının, denemenin arasına yaşamöyküsel, anekdotik malzemelerin, anıların, gündelik yaşamdan fragmanların yerleştirilmesi, hatta en iyi örneklerinde, anlatı jestlerinin eleştiri yazısında yeniden denenmesi, sınanmasıyla kendini var eden … melez bir tür”[1] diye ifade ettiği kurmaca eleştiri yazarlarından biri Sollers. Üzerine bir kitap da yazan Barthes’ın “modası geçmiş bir mitle birbirinden ayrıştırılmış olan yazar ve eleştirmen, aynı güç koşullar altında ve aynı nesne, yani dil [langage] karşısında yeniden bir araya geliyorlar”[2] derken müjdelediği sınır aşımının taşıyıcılarından. Genelde bu noktaya yazarlar bir anda, bir kararla gelmiyor, yazınlarının yıllar içindeki dönüşümü sonucu, üsluplarını arılaştırarak ya da başka malzemelerle zenginleştirerek ulaşıyorlar. Sollers geçmişteki –Türkçeye çevrilmemiş ve hiç noktalama işareti içermeyen blok romanı Paradis gibi– çeşitli biçimsel denemelerine rağmen son romanlarında eksiltmenin yolculuğuna çıkmış.

Çevredeki kitapçıları dolaşıp yazarın Türkçede yayımlanan eserlerini tarayınca, ilk olarak söyleşi ve eleştiri kitaplarıyla karşılaştım. Julia Kristeva ile söyleşilerinden oluşan Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik, Roland Barthes üzerine yazıları ve Barthes’ın ona yazdığı mektuplardan oluşan Roland Barthes’ın Dostluğu, mimar Christian de Portzamparc ile söyleştikleri Görmek ve Yazmak. Hiçbiri kurmaca değil. Oysa Sollers’in yirmiyi aşkın romanı olduğunu okumuştum. Merkez öncesinde yedi romanı Türkçeye çevrilmiş.[3] Hiçbirinin güncel baskısı yoktu. Türkçede 90’lardan itibaren birkaç yılda bir yayımlanmış, tek baskılarda kalmış bir kenar yazar, yeni kitabıyla geri dönmüştü.

Kitaplarının bulunduğu sahafları internetten çıkarıp listeleyerek Beşiktaş’tan Beyoğlu’na oradan da Kadıköy’e çıkan bir yol çizdim. Bir cumartesi günü bu rotada romanların büyük kısmını toparladım. Hepsini baştan sona okumak için olmasa da, en azından bir karıştırmak, iz sürebilmek için. İlk çevirisi 1993’te Kadınlar romanıyla olmuş, arka kapakta “Fransa’nın en çok tartışılan erkek romancısından!” diye imlemişler. Kadınları nesneleştirerek yüceltme niyeti üzerinden ağır eleştiriler alan roman Türkiye’de o kadar tartışılmamış. Neredeyse tüm kitaplarının arkasında “çağdaş Fransız edebiyatının yenilikçi ve put kırıcı yazarlarından”, “yazın dünyasının en renkli, en hırçın yüzlerinden”, “edebiyatın aykırı kalemi” yazsa da buralarda o maya pek tutmamış. Nitekim orada uyandırdığı yankılar sadece yayımlanan kitaplarından kaynaklanmıyormuş. Gallimard yayınevinde önce Tel Quel ve sonrasında L’Infini adında dönemin önemli yazarların tartışma yürüttükleri dergileri çıkarması, kendi yazdığı sayısız makale ve medyada radikal entelektüel pozisyonuyla yaptığı açıklamalarla da harlanıyormuş. Merkez romanında böyle kışkırtıcı ifadeler var mı? Shakespeare’i bir ırkçı ve antisemit olarak sunuşu, Papalığa dair Hıristiyanlık karşıtı yorumları, alaycı bir tonda ele aldığı sperm donörlüğü geneli derinden etkilemez, belki yükselen toplumsal cinsiyet tartışmalarının bir mizandri ürettiği gibi imaları tepki çekebilir. Radikal entelektüeller, genelde sağ siyasetten duymaya alışık olunan argümanları özgürlük bayrağı altında tartışmaya açmayı seviyorlar.

“Şimdi siklonun gözünde, kasırganın tam merkezindeyiz. Her şey öylesine olağanüstü bir sakinlikte ki, hiçbir şey anlamam gerekmiyor,”[4] cümlesiyle açılıyor roman. Bir yazar olan anlatıcının, sevgilisi Nora ile ilişkisinden yola çıkarak başta psikanaliz olmak üzere hakikat-sonrası, kutsal ve klasikleşmiş metinler, teknolojik yenilikler, bireyin yaşam mücadelesi gibi temalar etrafında dolaşan kısa denemelerinin uç uca eklenmesinden oluşuyor. ‘Siklonun gözü’ hem Sollers’in yazarlığına, romanlarındaki anlatıcı karaktere ve onun gözünden baktığı dünyaya hem de gün boyu analizanları dinleyen Nora’ya işaret eden üretken bir imge. Yunanca ‘halka, daire’ anlamına gelen kuklos kökünden türeyen yüksek şiddetli fırtına siklon, tek gözlü mitolojik devleri, kiklop’ları da çağrıştırıyor. Bir göz etrafında dönen hava hareketinden evrene bakıyor Merkez’in anlatıcısı. Bu bakış, sadece bu romana özgü değil, bir eleştirmen bu kitabın çok öncesinde “Sollers’in edebiyatında anlatıcı, paradoksal olarak, kendini toplumsal fars çeperinin en ucuna konumlandırarak, onun en derin merkezine yerleşir”[5] diyerek merkezi işaretlemiş. Farklı kahramanların ve seslerin bir aradalığının karşı ucunda, metnin her noktasında olup biteni hazır ve nazır gözleyen, tekil kaynaktan çıktığı apaçık bir sesle ve bilgiyle yazıyor Sollers. Birinci tekil anlatıcıda Tanrı anlatıcının imkânlarını arıyor. Karakterleri ve farklı sesleri konuşturmak yerine, kendisi sık sık edebiyat tarihinden bugün bile yankısı kuvvetli seslere kulak kabartıyor. Tam da bu hattan söze giren çağrışımlarının hızına yetişmek gayret istiyor. Ben kendi adıma, eğer referansı çevreleyen tartışma ilgimi çekerse gayret gösteriyorum, çekmezse peşinde fazlaca koşmuyorum. Okurlukta kusursuz ve sonsuz takip çabası çok maliyetli olabiliyor, kitaplar asla sonlanmıyor.

Merkez’in peşinde koşturmaya davet eden yapısının temel öğelerinden birisi, ele aldığı meselelere dair ön bilgi beklentisi ve isim geçirme (namedropping) oyunları. ‘İsim geçirmek’ çevirisini öneren Alpay, ilgili pratiği “bir uçta masum düşünsel yordamların vazgeçilmez ortak kültür uğrakları, diğer uçta bazen sonu gelmez bir özgüven yoksunu çıraklık duygusu ya da ‘büyük’lere hizalanmak arzusu”[6] bulduğu ipin iki ucu arasına geriyor. İsim geçirmenin biz çeper ülke okur/yazarları açısından özellikle farklı deneyimlendiğini söylüyor. Bu isimlerin oluşturduğu ortak kültür alanına gösterişçilikten uzak durarak ve tamamen de yaslanmadan, dengesinin bilincinde bir kullanımla adım atmayı öneriyor. Entelektüel alanın yüksek katlarından yazan bir Fransız yazar için bunlar geçer ölçü değil elbette. İsim geçirmelere kategorik olarak karşı okur için yazarın bu isim geçirme sevdası ilk raunttan havlu atma sebebi. Üstelik kimi anlarda sadece isimler de kurtarmıyor anlatıcının kibrini: “Gençliklerinde Latince dersi almamış olan Rimbaud hayranları beni güldürüyor”.[7]

Sollers, en merkezi teması olan psikanalizi, Freud ya da Lacan’ın görüşlerini ya da psikanalizin bugünkü konumunu tartışmaktan ziyade kenardaki hikâyelerle ve biyografik detaylarla dolaylı olarak konu ediyor. Okurun psikanalizin dünü ve bugününe dair tarihsel olaylara ve teorik tartışmalara vakıf olduğunu varsayıyor. “Analizin zamanı geçti, değeri düştü, zayıfladı, küresel gösterinin ve sinirbilimlerin akınına uğradı”[8] diye geçiştirebiliyor psikanaliz eleştirisi külliyatını. Geçmiş romanlarında Proust’un karakterlerinden hepimizin yakından tanıdığı kamusal figürlermişçesine söz edişi, belki de bu tarzının en kristal örneği. Freud’un kokainin faydalarına dair sevgilisine yazdığı bir mektup, Lacan’ın kendini beş yaşında kalmış gibi hissetmesi, terapi ücretlerinin fahişliği ve hep nakit ödenmesi gibi detaylardan sorular ve spekülasyonlar üretiyor. Devasa bir kütüphanenin içinden, hem geçmişin büyük yazarlarının uğultularıyla hoşbeş içinde bir hafiflikle hem de bu yankıların onda yarattığı gürültüyü dindirmeye çalışırcasına yazıyor: “Siklonun gözünde gözlerimizi kapatabiliriz ama her şeyi duyarız”[9]. Üslubu eğer aldatmıyorsa, her ne kadar yazarak çile dolduran yazarlara çok ilgili olsa da kendisinin yazmayla ilişkisi daha çok hazza dayalı izlenimi veriyor.

Psikanalizin güncelliği ve çarpıcılığı konusunda, aksi yöndeki gelişmelere karşı savunmada: “Tüm fedakârlıklarına ve tereddütlerine rağmen psikanaliz hiçbir şeyin skandal yaratmadığı bir dünyada olası bir skandal olmayı sürdürüyor”[10]. Anlatıcı, bir üçüncü sayfa haberinin esiniyle, günümüzde henüz itiraf edilememiş birçok deneyimin perde arkasında cinselliğe dair gerilimlerin kurucu işlevi olduğu konusunda ısrar ediyor. Her ne kadar şimdilerde pek çok eleştirinin müsebbibi olsa, duraklama ve yüzeyselleşme dönemi yaşamakta olsa da –Lacan Quotidien’deki o yazılar (?)– psikanalizi savunmak, açtığı yoldan ilerlemek gerektiğini düşünüyor. Kişilerin unuttukları ya da dönüp düşünmedikçe ve söze dökmedikçe farkına varamadıkları deneyimlerini hatırlamasını kendilerini tanımak konusunda çığır açıcı ve geliştirilmesi gerekli bir uğraş olarak görüyor. Kolektif belleğe karşı, kişisel olanın kıymetini öne çıkarıyor. Daimi çift yönlü, alaycı ve tepeden üslubu ise bu noktada devreye giriyor. Hem anlatıcı hem Nora, analize gelenlerin bireysel dramlarına alabildiğine kayıtsız ve onlara karşı alaycı bir şekilde yaklaşıyor. Vakalar üzerinden ilerleyen, kişisel gelişim veya hayatın nasıl yaşanabileceğine dair ipuçları içeren psikoterapist kitaplarındaki analizlerin tersine, Sollers tekil vakaları bir vasatın ifadesiymişçesine geçiştirerek anıyor: bir oyuncuyla ilişki yaşayan yaratıcılık krizinde bir yönetmen, başarısız reklamcı, yazar tıkanması yaşayan bir kadın, sol görüşlü ama inanç krizi yaşayan bir diğeri, pedofili eğilimleri olan bir rahip, aşkı arayan gey bir öğretmen, terapiyle sorunlarını aşarsa kitap yazacak.

Sollers, kırılmaların yazarı olmayı arzuluyor. Süreklilik izlenimi veren dünyada örtülü bir paradigma değişiminin, toplumsal kopuşların sözcülüğüne aday oluyor. Yazın ve bilim tarihinden benimsediği başlıca referanslar böyle kaşifler ve şairler: Dante, Rimbaud, Baudelaire gibi yazarlar ya da Freud, Kopernik gibi yazarlardan bahsederken onların yapıtlarına yaklaşımı da genelde tespit ettikleri sıçramaların övgüsüyle başlıyor. 2001 yılında Kitap-lık dergisi için Levent Yılmaz’la yaptığı, Türkçede erişebildiğim tek söyleşisinde, kavramı direkt kullanmasa da postmodernist söylemi Dante’yle birleştiriyor: “Modern zamanların son düşünürleri size, isterlerse, bütün dünyayı saran ekonomik hesapların karşısında tarihin tükendiğini, isterlerse bir kıyamet öngörüsüyle, dünyanın sonunu yaşadığımızı söyleyebilirler. Hayır. Bir çağdan bir diğerine geçiyoruz. Ve Dante bunu modern çağın başından beri belirtiyordu.”[11] 1965’e dönersek, orada bir söyleşide “kuşkusuz hiçbir alanın, en çok da dilin asla yabancı kalamayacağı, genel yorum çağına girdik. Bu da beklendik bir durum, dilin dikkatimiz üzerinde kurduğu ısrarlı hak talebi, sahip olduğumuz bilginin küresel anlamda gözden geçirilmesinin ihtiyacını doğurmakta”[12] diyor. Öncelikle küreselleşme, şimdilerdeyse dijitalleşme üzerine yazılan metinlerde benzer ifadelere rastlamak işten bile değil. Son olarak bu bağlamda Merkez’e dönersek bu kez bilginin dönüşümüne dair güncel ve yaygın bir kavram karşımızda: “hakikat-sonrası çağda hiçbir şey hayrete düşürmüyor. Gerçek yanlışın bir anı, yanlış da başka bir yanlışın anı”[13]. Burada, başka noktalarda da yaptığı gibi, Debord’un Gösteri Toplumu’na yine atıfsız bir göndermede mi bulunuyor? Böyle sorular üretmeyi seviyor olmalı. Aynı zamanda, tüm bu dönüşümler içinde edebi, bilimsel ve toplumsal buluşlara inanması ve aşk, tutku ve dostluğa bağlı romantik tarafı, Sollers’in anlatıcısını iyimser kılıyor: “genel tahribata rağmen Nora’yla, insan zekâsının ilerlemesine her zamankinden daha fazla inanıyorum”[14].

Referanslar

[1] Cem İleri, Okurun Belleği, İstanbul: Everest Yayınları, 2016, s. 31.

[2] Roland Barthes, Eleştiri ve Hakikat, çev. Elif Bildirici, Melike Işık Durmaz, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016 [1966], s. 41.

[3] Esin Talu Çelikkan’ın çevirdiği Kadınlar (1993), Stüdyo (1999); Pınar Yasemin Alkan’ın çevirdiği Sabit Tutku (2004); Aysel Bora’nın çevirdiği Venedik Karnavalı (2007) ve Medyum (2016) YKY’den çıkmış. Serdar Rifat Kırkoğlu’nun çevirisi Hayran Olunası Casanova (2002) Ayrıntı Yayınları, Ender Bedisel çevirisi Tanrısal Hayat (2006) ise Agora Yayınları tarafından basılmış.

[4] Philippe Sollers, Merkez, çev. Nilgün Tutal, İstanbul: Alfa Yayınları, s. 7.

[5] Forest’ten aktaran Armine Kotin Mortimer, “Philippe Sollers, Secret Agent”, Journal of Modern Literature, 23:2, Kış 1999-2000, s. 313.

[6] Necmiye Alpay, “‘İsim geçirmek’ ile ‘ortak kültür’ arasında”, K24, Mart 2019, https://t24.com.tr/k24/yazi/isim-gecirmek-ile-ortak-kultur-arasinda,2213, Erişim tarihi: 11 Şubat 2020.

[7] Sollers, Merkez, a.g.y., s. 85.

[8] A.g.y., s. 40.

[9] A.g.y., s. 21.

[10] A.g.y., s. 40.

[11] Philippe Sollers, “Planeter Bir Dünyaya Doğru”, Söyleşiyi yapan: Levent Yılmaz, Kitap-lık, 45, Ocak-Şubat 2001, s. 118.

[12] Philippe Sollers’ten aktaran, Daniel Brewer, “Writing and the Experience of Limits”, Modern Philology, 84, Ağustos 1986, s. 112.

[13] Sollers, Merkez, a.g.y., s 64.

[14] A.g.y., s. 30.