Benjamin, Robert Walser

Walser’den henüz sadece Jakob von Gunten’i okudum. İkinci romanın ortalarındayım. Yazarın etrafındaki haleye beslediğim aşinalık beni bir anda hakkında yazanların metinlerine götürdü. Jakob von Gunten’in arka kapağında adam asmaca misali boş alıntılarda geçit yapan Alman ekolü yazarlar, Ben Lerner, Ferit Edgü ve Coetzee de bir halo etkisi yapmış olsa gerek.

Benjamin’in aslen Illuminationen’de yer alan Walser pasajını kitapçı gezmelerime rağmen Türkçede bulamamıştım, belki vardır bir derlemede -Walter Benjamin Kitabı’nda belki, onu göremedim kitapçılarda. İngilizcede Selected Writings 2/1’de bulup okudum. Türkçede umudumu kestikten sonra ikinci Walser romanını okumaya hazır olduğumu hissettiğim bir gün Tanner Kardeşler’i elime aldım. Kapağı açınca, birden Benjamin ortaya çıktı ve şöyle dedi: “Robert Walser’den çok şey okunabilir, ne var ki onun hakkında okunabilecek hiçbir şey yoktur”.

Robert Walser [1]

Robert Walser’den çok şey okunabilir, ne var ki onun hakkında okunabilecek hiçbir şey yoktur. Mevcut yorum formunu doğru şekilde kullanmayı bilen, onu kendine doğru “çekerek” yüceltmek isteyen kalemşörler gibi değil de, ona canlandırıcılık ve arındırıcılık katmak amacıyla onun küçük, gösterişsiz gönüllülüğünden yararlanabilen aramızdaki nadir insanlar hakkında ne biliyoruz ki? Alfred Polgar’ın deyişiyle bu “küçük form”un neyi içerdiğini ve büyük olduğu söylenegelen edebiyatın küstah kayalıklarından kaç ümit kelebeğinin kaçıp onun mütevazı goncalarına konduğunu, işte sadece bu az sayıdakiler biliyor. Diğerleriyse bir Polgar’a, bir Hessel’e, bir Walser’e bu kuru yapraklar ormanındaki narin ya da dikenli çiçekler için neler borçlu olduklarının farkında bile değil. Kaldı ki Robert Walser böyleleri için herhalde en son sırada gelir. Çünkü yetersiz eğitim bilgileriyle verdikleri ilk tepki, ki edebiyata ilişkin şeyler söz konusu olduğunda tek bildikleri de budur zaten, onlara, içeriğin önemsizliği diye adlandırdıkları şeyin acısını “seçkin”, “asil” biçimden çıkarmalarını tavsiye eder. İşte bu noktada, özellikle de Robert Walser’de her şeyden önce hiç alışılmadık, tarifi güç bir aldırmazlık dikkat çeker. Nihayetinde bu önemsizliğin ağırlık, dağınıklığınsa dayanıklılık olduğu, Walser’in çalışmalarına ancak dikkatle bakıldığında anlaşılır.

Kolay değildir bu. Ne de olsa bizler üsluba ilişkin muammayı, az çok, karşılaştığımız biçimi yetkin, amacı belli sanat yapıtlarından hareketle görmeye alışmışken burada en azından görünüşte amaçtan büsbütün yoksun, ama yine de çekici ve büyüleyici dilsel bir başıboşlukla karşı karşıya kalırız. Zarafetten haşinliğe varıncaya değin bütün biçimleri gösteren bir kendini koyuveriştir bu. Görünüşte bunun amaçtan yoksun olduğunu zaman zaman söylemiştik. Bunun gerçekten böyle olup olmadığı zaman zaman tartışılmıştır. Ancak Walser’in, kendi çalışmalarının tek bir satırını bile asla değiştirmediği yönündeki itirafı akla getirildiğinde, bunun kısır bir tartışma olduğu anlaşılır. Şüphesiz, bu konuda ona inanmak zorunda değiliz ama inanmakta fayda var. Zira o zaman insan şuna ikna olarak rahatlayacaktır: Yazmak ve yazılanı hiç düzeltmemek, en uç noktasındaki amaçtan yoksunluk ile en tepe noktadaki amacın tam da mükemmel bir şekilde iç içe geçmesi.

Peki. Ama bu, şüphesiz, bu aldırmazlığın asıl sebeplerini araştırmaya hiç de engel değil. Demiştik ki: Walser’in çalışmaları aldırmazlığın bütün biçimlerini barındırır. O halde şunu da ekleyelim: Tek bir istisnayla. Bu da, başka hiçbir şeye değil de içeriğe önem veren en yaygın aldırışsızlıktır. Walser için çalışmanın “nasıl”ı o denli önem taşır ki, söyleyeceği her şey, yazma ediminin anlamı karşısında büsbütün geri çekilir. Söyleyeceklerinin daha yazarken tükendiği söylenebilir. Bunun açıklanması gerekir. Bununla ilgili olarak bu yazarda çokça İsviçre’ye özgü bir şeye rastlanır: ar duygusuna. Arnold Böcklin, oğlu Carlo ve Gottfried Keller hakkında şöyle bir hikâye anlatılır: Sık sık olduğu gibi, üçü yine bir gün meyhanede oturuyorlarmış. Müdavimi oldukları masa ketum, içine kapalı tarzıyla âlemciler arasında nicedir meşhurmuş. Topluluk bu defa da yine öyle suskun, beraberce oturmaktaymış. Aradan uzun bir süre geçtikten sonra genç Böcklin, “Hava sıcak,” demiş, bir çeyrek saat geçtikten sonraysa yaşlı olanı eklemiş: “Üstelik yaprak bile kıpırdamıyor.” Keller’se bir süre bekledikten sonra şu sözlerle yerinden doğrulmuş: “Gevezelerle içmek istemem.” Burada eksantrik bir espriyle buluşan köylülüğe has bu dilsel utangaçlık, Walser’in meselesidir. Daha kalemi eline alır almaz Walser ümitsizliğe kapılır. Her şey ona boşunaymış gibi gelir, her cümlenin görevinin bir öncekini unutturmak olduğu bir kelimeler yığını boşanır. Bir başyapıttaki “Bu dar yoldan gelecek,” [2] monoloğunu düzyazıya dökerken, [3] o klasik “Bu dar yoldan…” sözleriyle başlar; ancak Walser’in Tell’i daha o anda ümitsizliğe kapılır, dengesini kaybetmiş, küçülmüş, kaybolmuş gibi olur ve şöyle devam eder: “Bu dar yoldan, sanıyorum ki, gelecek.”

Benzerleri vardı mutlaka. Dile dair bütün şeylerdeki bu çekingen, ustalıklı hantallık, deliliğin mirasından alınan paydır. Laf ebeliğinin timsali Polonius [4] bir jonglörken Walser, Bacchus misali, boynuna geçirdiği dilin sarmaşık çelenkleri yüzünden yere kapaklanır. Sarmaşık çelenk gerçekten de onun cümlelerine ilişkin imgedir. Oysa bu cümlelerin içinde tökezleyen düşünce, tıpkı Walser’in düzyazılarının kahramanları gibi avare, serseri ve dâhidir. Üstelik Walser “kahramanlar”dan başka hiçbir şeyi tasvir edemez, ana karakterlerden uzaklaşamaz, kaldı ki, sonraları sadece çok sevdiği yüzlerce serseriyle kardeşlik yaşamak üzere, erken dönemde yazdığı üç romanla yetinmiştir.

Bilindiği gibi, güvenilmez, hiçbir işe yaramaz, avare ve sefil kahramanların tam da Germen edebiyatında bazı büyük örnekleri vardır. Bu türden karakterlerin ustalarından biri olan Knut Hamsun daha kısa bir süre önce onurlandırıldı. “Aylak”ı [5] yaratan Eichendorff, Zundelfrieder’i [6] yaratan Hebel ise diğerleridir. Peki Walser’in karakterleri bu toplumda kendilerini nasıl var ederler? Nereden gelmektedirler? “Aylak”ın nereden geldiğini biliyoruz. Romantik Almanya’nın ormanlarından ve vadilerinden. Zundelfrieder de yüzyıl dönümü Ren Nehri kentlerinin asi, aydınlanmış küçük burjuvazisinden. Hamsun’un karakterleri ise fiyortların ilken dünyasından – yuva özlemlerini yanlarında taşıyan insanlardır bunlar. Peki Walser’inkiler? Glarus Dağları’ndan mı? Walser’in de geldiği Appenzell’in Matten’inden mi? Alakası yok. Gecenin içinden gelir onlar, gecenin zifirî karanlık olduğu yerden, dilerseniz, Venedik’inkisi kadar koyu bir gecenin içinden deyin siz, gözde bıraktıkları sabit bir pırıltıyla umudun yırtık kâğıt fenerlerinin aydınlattığı bir gecenin içinden; fakat sarsılmış ve ağlayasıya hüzünlüdürler. Döktükleri gözyaşı, düzyazıdır. Çünkü hıçkırıklar, Walser’in gevezeliğinin melodisidir. Bu hıçkırıklar, Walser’in sevdiklerinin nereden geldiğini ele verir. Delilikten gelir öyle onlar, başka hiçbir yerden değil. Deliliği geride bırakmış, dolayısıyla da bu denli hırpalayıcı, bu denli insanlıkdışı, sapmaz bir yüzeysellikteki karakterlerdir. Bu karakterlerde sezinlenen keyif verici ya da tekinsiz şey tek kelimeyle anlatılmak istenirse o zaman şöyle denmelidir: Hepsi iyileşmiştir. Ne var ki biz bu iyileşme sürecini asla öğrenemeyiz, tüm yazarların görünüşte bu en oyuncusunun, amansız Franz Kafka’nın niçin en sevdiği yazarlardan biri olduğunu anlamaya başlı başına yetecek “Schneewittchen”ı [7] (Pamuk Prenses) -modern edebiyatın en derin anlamlı ürünlerinden biri- ele alma cesaretini gösteremedikçe tabii.

Hiç alışılmadık şekilde duyguludur bu öyküler, bunu herkes kavrar. Bu öykülerde, dekadan bir hayatın sinir geriliminin değil, nekahatteki bir yaşamın saf ve diri ruh halinin yattığını ise herkes görmez. Franz Moor’un [8], “Dünyada başarılı olabileceğim düşüncesi beni dehşete düşürüyor,” şekildeki diyaloğunu kullanır Walser bir yerde. Onun bütün kahramanları, işte bu dehşet duygusunu paylaşırlar. Peki ama neden? Kesinlikle dünyadan tiksinmekten, ahlaki hınçtan ya da pathos‘tan değil, bilakis son derece Epikurosçu nedenlerden ötürü. Kendi kendilerinden keyif almak ister onlar. Bunun için hiç alışılmadık bir becerileri vardır. Kaldı ki bu hususta hiç alışılmadık bir hakları da vardır. Çünkü hiç kimse, nekahatteki biri kadar keyif alamaz. Sefahat ona uzaktır: Damarlarındaki yenilenmiş kanın uğultusu derelerden, dudaklarındaki temizlenen soluksa yüce ağaçların zirvelerindenmiş gibi gelir. Walser’in insanları bu çocuksu asaleti işte geceden ve delilikten, yani mitosun deliliğinden çıkagelen masal kahramanlarıyla paylaşırlar. Bu uyanışın genellikle pozitif dinlerde gerçekleştiği düşünülür. Bu doğruysa bile, o zaman kesinlikle çok yalın ve tekanlamlı bir yoldan olmaz bu. Bunun yolunu, mitosla girişilen ve masalı ortaya çıkaran büyük dünyevi tartışmalarda aramak gerekir. Masal kahramanlarının Walser’e özgü olanla elbette öyle dolambaçsız bir benzerliği yoktur. Onlar kendilerini acıdan kurtarmak için mücadele ederler. Walser masalın bittiği yerde devreye girer. “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.” Walser onların “nasıl” yaşadıklarını gösterir. Walser’in çalışmaları demek öykü, inceleme, kurmaca, kısa düzyazı ve benzeri demektir, diyerek sözlerimi onun başladığı yerde noktalıyorum.”

Walter Benjamin, Illuminationen’den çeviren Şebnem Sunar, Tanner Kardeşler, Can Yayınları, 2011, s. 9-13.

[1] Walter Benjamin’in Robert Walser hakkında yazdığı 1929 tarihli bu yazı şu kaynaktan alınmıştır: Walter Benjamin. Illuminationen. Ausgewählte Schriften 1. Suhrkamp Verlag: Frankfurt a.M. 1977. 349 ve devamı. (Ç.N.)

[2] Friedrich Schiller’in 1804 tarihli Wilhelm Tell adlı dramından (IV,3). Wilhelm Tell, zalim Vali Gessler’e Küssnacht’a çıkan dar yolda pusu kurar ve kendi kendisiyle vicdan muhasebesine giriştiğinde bu sözleri söyler. (Ç.N.)

[3] Robert Walser, İsviçreli ulusal kahraman Wilhelm Tell’in öyküsünü farklı yerlerde yeniden işlemiştir. Motifin burada sözü edilen biçimi için, bkz. Robert Walser’in 1907 tarihli “Tell in Prosa” adlı metni; karş. Robert Walser. Das Gesamtwerk. Cilt 1. Suhrkamp Verlag: Frankfurt a.M. 1978. 258-260. Schiller’in şiir biçimindeki yapıtının aksine “Tell in Prosa”, daha başlığıyla bile bize gelenekten ayrılacağını haber verir. Kaldı ki Walser’in Tell’i çekinceleri ve şüpheleriyle karakter olarak da bir antikahraman görünümü çizer. (Ç.N.)

[4] Shakespeare’in Hamlet‘indeki saray nazırı. (Ç.N.)

[5] Almancası Taugenichts; Josef von Eichendorff’un 1826 tarihli Aus dem Leben eines Taugenichts novellasının ünlü karakteri. Bir aylağın baba evinden kovulduktan sonra, gelecek kaygısı duymadan bilinmeyene doğru başladığı yolculuklarının anlatıldığı yapıt, geç dönem Alman Romantik edebiyatının temel taşlarındandır. (Ç.N.)

[6] Johan Peter Hebel’in 1810 tarihli Die drei Diebe: Eine Geschichte vom Zundelfrieder adlı öyküsünün hırsız kahramanı. (Ç.N.)

[7] Benjamin burada Robert Walser’in 1901’de Die Insel dergisinde yayımladığı “Schneewittchen”a göndermede bulunuyor. Walser yeniden yazımını yaptığı masalın odağına bağışlama temasını koyar ve masaldaki üvey annenin mutlak kötülüğünün ancak babayla karşılaşmak suretiyle aşılabileceğini vurgular. (Ç.N.)

[8] Friedrich Schiller’in iki kardeşin rekabeti üzerinden yasa ve özgürlük çatışmasını işlediği 1781 tarihli Haydutlar dramında, baba sevgisinden yoksun kaldığı için ağabeyi Karl’a duyduğu kıskançlık gitgide nefrete dönüşen karakter. (Ç.N.)

Walser, Jakob von Gunten Dolaşıyor

Epeydir yürüme metinleri taşımıyordum buraya. Yürüme edebiyatına ilgimi de iyiden yitirmişken Walser geri çağırdı. Tramvay, otobüsler, itiş kakış… Metrobüs öncesi kent kurgusu ve bakan insanlar.

Sık sık tek başıma sokaklarda dolaşmaya çıkıyorum ve çok vahşi olduğu izlenimi uyandıran bir peri masalının içinde yaşadığımızı düşünüyorum. Nasıl bir itiş kakış, nasıl bir gürültü. Bağırış çağırışlar, sesler, tangırtılar, gümbürtüler. Ve her şey o kadar iç içe geçmiş halde ki. İnsanlar, çocuklar, genç kızlar, adamlar ve asil kadınlar arabaların tekerlekleri dibinde yürüyorlar. Kalabalığın içinde yaşlı adamlar, sakatlar ve başı örtülü insanlar da var. Sürekli yenilenen bir insan ve araç silsilesi… Tramvayın vagonları insan figürleriyle doldurulmuş kutulara benziyor. Otobüsler kocaman hantal bir böcek gibi hareket ediyor. Sonra bir de gözetleme kuleleri gibi görünen arabalar var. İnsanlar yüksek sürücü koltuğuna oturup yürüyen, zıplayan ne varsa altlarına alıp yollarına devam ediyorlar. Kalabalığın arasından yenileri çıkıyor, yaklaşıyor, geçiyor ve bu böyle hiç aralıksız devam ediyor. Atlar yürüyor. Hızla geçen resmî arabaların açık camlarından kuş tüyleriyle süslenmiş güzel şapkalar görünüyor. Buraya Avrupa’nın dört yanından insan örnekleri gönderiliyor. Asilleri, düşkün ve acizlerin yanında görmek mümkün. Nereye gittiğini bilmediğiniz insanlar görüyorsunuz ve nereden geldiğini bilmedikleriniz alıyor onların yerini. İnsan nereden gelip nereye gittiklerini tahmin etmeye çalışıyor. Az da olsa çözebildiği zaman seviniyor. Ve güneş hâlâ herkesi aydınlatıyor. Birinin burnuna, diğerinin ayakucuna vuruyor. Ayakuçları parıltılı ve algıları yanıltan bir şekilde eteğin altından çıkıyor. Köpekçikler saygın hanımefendilerin kucağında arabalarda geziyorlar. Göğüsler çıkıyor insanın karşısına; elbiselerin, dekoltelerin içine sıkışmış dişil göğüsler. Bir sürü aptal sigara, o aptal adamların ağızlarında. Ve insanın aklına, akla hayale gelmeyen sokaklar, görünmez, yeni ve yeni olduğu kadar da insan kaynayan bölgeler geliyor. Akşamları saat altı ile sekiz arası caddelerin en kalabalık zamanı. Bu saatlerde toplumun en üst tabakası yürüyüşe çıkıyor. Peki bu kalabalık arasında; bu renkli, bitmek bilmeyen insan seli arasında nedir insan? Bazen tüm bu renkli yüzler kızıla dönüyor, batan akşam güneşinin rengine boyanıyor. Peki ya hava kapalıysa ve yağmur varsa? O zaman benim de dâhil olduğum, bir şeyler arayan ve görünüşe göre güzel ve doğru hiçbir şey bulamayan bu insan kalabalığı, hayali figürler gibi karanlık tülün altında kayboluyor. Herkes zenginlik ve akla hayale sığmayacak lüks ürünler peşinde. Çok hızlı yürüyorlar. Hayır, herkes otokontrol sahibi ancak telaş, hırs, baskı ve huzursuzluk arzuyla parlayan gözlerden dışarı taşıyor. Sonra her şey yine sıcak öğle güneşine teslim oluyor. Her şey uyuyormuş gibi görünüyor; arabalar, atlar, tekerlekler, sesler… Ve insanlar öyle anlamsız bakıyorlar ki. Yıkılacakmış izlenimi uyandıran yüksek evler rüyaya dalmış gibiler. Genç kızlar ellerinde paketlerle o evlere doğru koşturuyor. İnsanın küfredesi geliyor. Geri döndüğümde Kraus oturduğu yerden benimle dalga geçiyor. Ona insanın biraz da dünyayı tanıması gerektiğini söylüyorum. “Dünyayı tanımak mı?” diyor bana, derin derin düşünür gibi. Ve yüzüne küçümseyen bir gülümseme yerleşiyor.

Robert Walser, Jakob von Gunten, çev. Gül Gürtunca, Jaguar Yayınları, 2019 [1909], s. 32-4.

Özlü, Walser’le Tanışma

Bu mektuplarda yeni bir yazarla tanışma, ondan etkilenme, onu Türkçeye çevirip yayımlamaya dair samimi (“içten duyduğum bir yazar”), entelektüel (“okur için daha iyi olur”) ve profesyonel (“kaça mâl olur”) ifadeler var.

“Bilmem Robert Walser’i tanır mısın? İsviçre edebiyatının bence en önemli yazarı. Tam bir Kafkaesk korku ve Dostoyevski yüreği ve zaman zaman Gogol acı humoru taşıyan bir yazar. 12 cilt yapıtı arasında romanları, mektupları, küçük prosa metinleri, şiirleri… 1878 doğumlu. Sekiz yıl Berlin’de yaşıyor. 1919-1933 yılları arasında Bern yakınında Waldau kliniğine konuyor, şizofreni diyorlar… 23 yıl ne pek konuşuyor, ne yazıyor, ne yaşıyor… Yalnız, uzun uzun yürüyüşlere çıkıyor. Kendi çağdaşları Musil, Kafka, W. Benjamin ve diğer yazarlar Walser’i okumuş…

Büyük yoksulluk çekmiş, uşaklık bile yapmış. Belki sen Walser’i okudun… Ben sana boşuna anlatıyorum. Benim önerim Walser’i çevirmek. Çeviri giderlerini Pro Helvetia karşılayacak… Ama bir yıl sonra bir kitap kaça mâl olur? Onlar baskı için para vermezlerse, sen ne kadar destek istersin?

Sonra Robert Walser’den bir roman mı, yoksa çeşitli prosa metinleri, roman bölümleri, fotoğraflar, mektuplar ve şiirler mi basmayı yeğlersin?

Bu öneriyi Pro Helvetia’ya Eylül ayında sunmam gerekiyor. Ancak adamlar, çevirinin basılacağına dair yayınevinden garanti mektubu istiyorlar. (İsviçre’de garantisiz iş olmuyor.)

Bu konuda bana yardımcı olabilir misin?

Walser, çok içten duyduğum bir yazar olduğundan, gerçekten iyi ve temiz bir çeviri olacağından emin olabilirsin. Böyle bir garanti mektubunu “Fransızca” olarak bana yollayabilir misin? Bu işlerde senden başka kimsenin titizliğine güvenmediğim için bugün hemen sana yazıyorum. Ben Walser’in tüm eserlerinden seçmeler yapmayı yeğlerim. Okur için daha elverişli, daha hareketli bir kitap olur.” (s. 71-2)

“Walser’e gelince… kentten kente yürümüş, çevreye uymadığı için son 23 yılını tımarhanede geçirmiş, parasını da uşaklıkla kazanmış biraz Dostoyevski’vari bir yazar… yer yer çok güçlü, yer yer… Özellikle kadınlar konusunda yazmak istediğinde biraz naif, çünkü romanlarından birinde bir erkekle yattığını söylüyor… Bilmiyorum, zaman zaman düşünüyorum da, homoseksüelliğin bugünkü kadar açılamamış olması mı Kafka’ya, Pavese’ye, Walser’e bu denli acı çektirdi diyorum?” (s. 74)

“Dün Robert Walser’in Jacob von Gunten romanını bir oturuşta okudum. Bu denli güzel bir edebiyat tadını insan ancak Gogol, Dostoyevski ve Kafka’dan alır. Bu kitabı -kimse para vermese bile- mutlaka çevireceğim. Belki yalnız sen okuyabilesin diye. Yeter.” (s. 91)

Tezer Özlü & Ferit Edgü, “Her Şeyin Sonundayım”: Tezer Özlü Ferit Edgü Mektupları (1966-1985), Alfa Yayınları, 2019, 2. basım.

 

Sebald, Walser’in Uçuculuğu

Robert Walser’in hayat hikâyesinde bıraktığı izler öyle silikti ki rüzgâr onları az kalsın alıp götürecekti. En azından 1913 baharında İsviçre’ye döndüğünden beri, gerçekteyse elbette başından itibaren, dünyaya pamuk ipliğiyle bağlıydı. Hiçbir yere yerleşemedi, en ufak malı mülkü dahi hiç olmadı. Ne evi vardı ne uzun süreli bir dairesi, tek bir mobilyası olmadığı gibi kıyafet namına da olsa olsa bir günlük bir de yabanlık elbiseye sahipti. Yazarların zanaatlarını icra etmek için gerek gördüğü şeylerden bir tanesine bile benimdir, demedi. Kitaplara gelince, sanıyorum kendi yazdıklarına bile sahip değildi. Okudukları çoğunlukla ödünç alınmıştı. Kullandığı yazma kâğıdı bile ikinci eldi. Nasıl ömrü boyunca hiç mal mülk sahibi olmadıysa, insanlardan da aynı şekilde uzak kaldı. Başta en yakınları olan kardeşleri ressam Karl ile güzel okul hocası Lisa’dan bile gitgide uzaklaştı, ta ki, hakkında Martin Walser’in dediği gibi, bütün kimsesiz yazarların en kimsesizi olana dek. Kadınlarla birliktelik belli ki onun için imkânsızdan öteydi. Çatı katındaki meskeninin duvarına açtığı delikten baktığı Zum Blauen Kreuz Oteli hizmetçileri, Bern’deki salon kızları, Ren Bölgesi’nden, uzun zaman yazıştığı Fräulein Resy Breitbach; bütün bu kimseler, tıpkı edebî fantezilerinde özlemle etraflarında pervane olduğu kadınlar gibi, başka gezegenden gelen varlıklardı. Çok çocuklu ailelerin henüz çoğunlukta olduğu bir zamanda -babası Adolf Walser on beş nüfuslu bir aileden geliyordu- sonraki kuşakta ve sekiz kardeşten hiçbiri, gariptir ki dünyaya çocuk getirmedi ve beraberce soyları tükenen Walser’ler arasında belki de hiçbiri ailenin devamı için gereken şartları, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz, daima bakir kalan Robert kadar az karşılamadı. Hiçbir şeye ve kimseye bağlı olmayan bu insanın ölümü, hele de şahsının uzun yıllar akıl hastanesinde kalmasıyla anonimleşmesinden sonra, ömrü boyunca hemen her zaman olduğu gibi fark edilmeden gerçekleşebilirdi. Robert Walser’in bugün kayıp yazarlardan olmamasını en başta Carl Seelig’in onunla ilgilenmesine borçluyuz. Walser’le yaptığı gezintiler hakkında anlattıkları, biyografik önçalışmaları ve yayımladığı seçkiler olmasa, Seelig, Walser’in milyonlarca okunaksız harften ibaret mirasını zor zahmet emniyete almış olmasaydı Walser’in rehabilitasyonu vuku bulmaz, hatırası belki de yok olup giderdi. Bununla birlikte Walser’in, öldükten sonra yaşadığı kurtuluşla büyüyen şöhreti mesela Benjamin ve Kafka’nınkiyle kıyas kabul etmez. Walser eskisi gibi şimdi de yalnız ve açıklanamamış biridir. Walser kendisini okurlarından bizzat esirgemiştir. Elias Canetti’nin görüşüne göre Walser’in özelliği, yazarken gönlünün derinliklerindeki endişeyi daima inkâr etmesinde, kendinin bir parçasını sürekli dışlamasında yatar. O tuhaf ve tekinsiz yönü, diyordu Canetti, bu yokluk halindendir.”

W. G. Sebald, Kır Evinde İkamet, çev. Sami Türk, Can Yayınları, 2016 [1998], s. 125-7.

 

Huws, Gündelik Hayattan Dört Tekno-Pesimist Kare

Akademik bir emek analiz metninin tasvirlere alan açan giriş bölümünde, sevdiğim öykülerde bulduğum bir yakınlığı buldum. Etrafıma baktığımda yer yer düşündüğüm şeyleri öyküleştirerek anlatan bir yazarı yani. Huws’un karanlık dijital anları, Erykah Badu’nun “Phone Down” şarkısını hatırlattı. Problemi sadece telefon ya da dolayımlayan üçüncü parti araçlar değil tabii ki, her bir eylemden altyapıyı ve organizasyonu kuran şirketlerin kar ettiği iletişim araçlarına gömülmüş ve onların dolayımı olmadan iletişim kurmayı unutmuş bir bireyler toplamı görüyor kafasını kaldırıp baktığında. Buradan doğru da sermayenin dijital ürünlerinin toplumsal ilişkilerin içine sızmaktaki kuvvetinin altını çizmek istiyor. Her ne kadar kamusal alanlarda insanların kendilerini bu denli yabancıya veya yakınına kapatmasını, kendi ekranına hapsolmasını onlar adına da değil, kendi adıma, onlarla iletişim kurmak konusunda yoksunlaştırıldığım için üzücü buluyor olsam da bağlantılılık halinin bu dört kareyle karakterize edildiğini düşünmüyorum, yazar da düşünmüyordur. O cihazlara gömülen bizlerin zaman zaman otobüslerde, konferans salonlarında, ilkokul bahçesinde, partilerde, barlarda, parklarda, çay bahçelerinde, aile içerisinde kurabilecekleri iletişim ihtimallerinin daha ötesinde karşılaşmalar yaşayabildiklerini, yaşayabildiğimi, biliyorum. Dolayısıyla, ücretsiz yüz yüze muhabbet bir şey, aylık ya da kullanım bazlı internet ücretini ödedikten sonra o iletişim teknolojileri olmasaydı asla karşılaşamayacağın biriyle, bir objeyle ya da sanal veya hayali bir kamuyla bir şeyler paylaşabilmek, paylaştıklarını deneyimleyebilmek başka bir şey. Yazar burada daha çok dijitalleşen yaşamın gündelik anları nasıl sömürdüğünün altını çiziyor, olumlu etkilerini konu etmiyor. Dijital olana gömülmüşlüğü ifade ederken bastığı birkaç tahta ve detaylara olan hakimiyeti hoşuma gitti. Çağırdığı “doğrudan temas” ise bir varmış bir yokmuş gibi.

Şimdi yakın zamandaki kişisel gözlemlerimden az çok gelişigüzel seçilmiş dört fotoğraf karesine bakalım:

İlki, sokakta birlikte yürüyen, birbirleriyle değil de orada olmayan insanlarla neşeli bir şekilde yüksek sesle konuşan okul çağında bir çocuk grubu. Bir cep telefonu şirketinin, doğrudan birbirleriyle konuşmayı tercih etseler bedava olacak iletişimlerinin her dakikasından para kazandığı çok aşikâr. Kuşkusuz başka şirketler de şüphesiz onların çevrimiçi faaliyetlerinden kazanç sağlıyor; sözgelimi sosyal medya şirketleri ve buralarda reklam yapan şirketler. Ama bir de donanım sorunu var. Son çıkan akıllı telefona sahip çocuk, bu toplumsal konum göstergesiyle hava atabiliyor. Ötekilerse (işsizlerin, ayrılmış ana-babaların, yeni gelmiş göçmenlerin, bunları alamayan ya da almak da istemeyenlerin çocukları), ileri tüketici kapitalizmi altında (yanlış marka ayakkabı ya da kıyafete sahip olmak gibi) zaten var olana eklenen yetersizlik ve dışlanmışlık duygusuna açık hale getiriliyor. Sosyalliklerinin piyasa tarafından sömürgeleştirilmesi, yalnızca yeni bir kâr kaynağı olmakla kalmayıp toplumsal hayatlarının dokusuna hasar vererek gelecekteki dayanışmanın temellerini baltalamıştır.

İkinci kare, bir kafede aynı masada beraber oturan beş kişi. İkisi ustaca mesajlaşıyor, biri telefon sinyalinin zayıflığından yakınıyor, diğeri telefonuyla çevresini fotoğraflıyor, beşincisi kızgın biçimde menüye bakıyor. Hiçbiri mutlu görünmüyor. Doğrudan kişilerarası temasın zengin ve incelikli, çoklu duyusal olanaklarını kullanmak yerine, iletişimleri için sınırlı mecraları tercih ediyorlar: SMS mesajlarının steno gibi kısaltılmış yazısı, bağırılan kelimelerin boğuk sinyalleri. Kişilerarası sosyal etkileşim kalitesinin bozulmasıyla birlikte bir kez daha ticari kârlar elde ediliyor.

Üçüncü kare, çeşitli dillerde telefon konuşmasının kulakları tırmaladığı bir Londra otobüsünden. Bazısı yüksek sesli, didişken, bazısı içini döker gibi samimi, bazısı da sanki tamamen gereksiz görünecek kadar bayağı, neredeyse kaygılı bir tike sahip, bir an bile boş kalmaya dayanamıyor, iletişimde kalarak etkinlik yanılsaması veriyor: ‘Otobüsteyim. Evet, 73 numara. İşten 15 dakika önce çıktım. Evet, 20 dakikaya ordayım. Hayır, özel bir şey yok.’ Telefonlarıyla konuşma yapmayanların birçoğu parmaklarıyla kurcaladıkları elektronik cihazlara bağlı kulaklıkları takmış oturuyor. Bu, baş hizalarındaki işaretlere göre yerlerini vermeleri gereken insanlarla iletişimden kaçınmalarına olanak tanıyor. Otobüs artık, geçmişte olduğu gibi beklenmedik karşılaşmaların, yabancılarla şakalaşmanın ya da o günkü tek toplumsal bağı bu olabilecek yalnız bir kişinin moralini yükseltecek bir iletişim yeri değil. Bir yandan yatak odasının ya da mutfağın özel mahremiyeti hiç ayrım gözetmeden dünyaya haykırılırken, öte yandan aynı sosyal alanı paylaşan yabancılar doğrudan göz ardı ediliyor, ters ters bakılıyor ya da iletişim paydaşı olarak reddediliyor. Kişiselle genelin arasındaki ilişki tersyüz edilmiş görünüyor. Ama her zaman küresel iletişim şirketlerine gelir akışı yaratılıyor.

Dördüncü ve son kare, bir konferansta sahnedeki dört insana ait. Biri başkanlık ediyor, biri konuşuyor, diğer ikisi ise dizüstü bilgisayarlarına ya da iPad’lerine bakıyor. İzleyicilerin çoğu da aynı şeyi yapıyor; birçoğu bizzat beraber olmak için (bu süreçte sürüsüne bereket jet yakıtı kullanarak) hatırı sayılır mesafeler kat etmiş olmalarına rağmen hemen hemen sıfır göz temasıyla, besbelli e-postalarını inceliyor. Her durumda, doğrudan ses, dokunma yahut bakışla bedava iletişimin reddedilip, aracılığı elektronik olarak sağlanmış sohbet söz konusu. Saat farkından kuşkusuz rahatsız konuşmacılar, hazırladıkları yazıları boğuk sesle okuyor; bunları her izleyici başka bir yerde kâğıttan veya bir dizi farklı aygıttan okuyabilirdi. Hatta bazıları, konuşmacı sözünü bitirdiğinde uygun bir müdahaleye hazırlanmak için tam da bunu yapıyor olabilir. Orada olmanın amacı gerçek iletişim için herhangi bir arzudan ziyade, gelecek iş başvurularında kullanacakları bir yayının sunulduğuna dair belge almak gibi görünüyor. Bu pahalı maskaralık, doğrudan etkileşim açısından pek az şey üretir gibi gözüküyor, tabii bu e-postalarına yetişmek, cefakâr ailelerini aramak ya da bir sonraki konferans sunumunu yazmak için otel odalarına çekilecek kadar zaman fakiri olmayanlarca daha sonra barda gerçekleştirilebilir.

Ursula Huws, Küresel Dijital Ekonomide Emek, çev. Cemre Şenesen, Yordam Kitap, 2018 [kitapta 2015 yazıyor, Monthly Review Press baskısında 2014]. s. 14-6.