Canetti, Robert Walser (I)

Elias Canetti’nin Walser üzerine bir yorumuyla Coetzee’nin bir yazısında karşılaşmıştım. O alıntının yer aldığı metni arıyordum aslında, henüz bulamadım. Coetzee şöyle anlatıyor: Walser 1956’da, 78 yaşındayken Herisau’da kaldığı akıl hastanesinden çıktığı bir kır yürüyüşü sırasında vefat etmiş. Kara gömülü cesedini çocuklar bulmuş. Coetzee, yazarın cesedinin fotoğraflanması, dağıtıma sokulması ve bu ses getiren -yazarın yalnız ölümü- olayla birlikte 1960’larda Walser’e dair biriken edebiyat eleştirisi külliyatını utanç verici buluyor. Gençlik yıllarında parlayan fakat yaşamının son 25 yıllık döneminde üretimi duran, akıl hastanesinde yaşayıp yalnız ölen, ölümünden sonra Mikrogram’ları ortaya çıktığında çalışılmaya başlayan bir yazar üzerinde biriken ilgi patlamasına 1973’ten bir Canetti alıntısıyla işaret ediyor: “Kendi kendime düşünüyorum; sakin, güvenli, cansız ve nizami akademik hayatlarını perişanlık ve keder içinde yaşamış bir yazar üzerine kuranlara bakıyorum, burada kendinden utanması gereken yalnız bir taraf var”.

Canetti’nin başka kitaplarında da Walser anmaları var, hatta İnsanın Taşrası kitabında aşağıdaki pasajla kesişen bölümlerin de olduğu bir kısım var, orada Ahmet Cemal çevirmiş, ‘pırıltı’ yerine ‘parıltı’ demesinin yanı sıra başka farklar var. Sözcüklerin Bilinci’nde de Kafka üzerindeki etkisini anıyor Canetti. Kurtarılmış Dil’de ise Şemsa Yeğin’in orada Yürüyüş diye çevirdiği, Türkçeye Gezinti olarak çevrilen kitabın üzerinde yarattığı tutulmadan bahsediyor.

Burada ilgimi çeken noktalar: dünyaya beliren kökensiz bir hayranlık, yazarın ve karakterlerinin kendilerini sürekli dışarıda hissetmeleri, imkansız kısır döngüde bir inkarcılık, her tür büyüklükten kaçış çizgileri, bir akıl hastanesi benzetmesi olarak ‘modern manastır’, kahramanlarının sık anılan eşsizliği ve yeniliği, Canetti’nin içten öykünmeleri ve Walser’in küçüklüğe dair çelişkileri.

Robert Walser’e tosladım, birçokları, başka yüz kişi arasında: En canlı olanı.
     Kafka solmakta.

Robert Walser’in edebiyatçı olarak özelliği, motiflerini asla telâffuz etmeyişidir. O, bütün edebiyatçıların en örtülüsüdür. Hayatından hep memnundur, hep her şeye hayrandır. Ama hayali soğuktur, kişiliğinin bir bölümünü dışladığı için, ve bu nedenle de tekin değildir. Her şey ona dış doğadır ve bu doğanın aslını, en özünü, korkuyu, hayatı boyunca inkâr eder.
     Gizlenmiş her şey için ondan öç alan sesler ancak sonra ortaya çıkar.
     Eserleri, korkuyu ele vermemek konusunda sürekli bir çabadır. İçinde fazla korku oluşmadan önce her yerden kaçar —teğet geçer hayatı— ve değişir, kurtulur, çoğu zaman hizmete ve küçüğe kaçarak. Her “yüksek” olana, her önde gelen ve iddialı şeye karşı o derin ve içgüdüsel antipatisi, onu iktidardan boğulan çağımızın önemli bir edebiyatçısı yapar. Ona geleneksel anlamda “büyük” bir edebiyatçı demeye çekinir insan; “büyük” sözcüğü kadar ona ters gelen bir şey yoktur. Onun kendini verdiği şey, büyüklüğün yalnızca pırıltısıdır. Pırıltıyı, seyretmekten zevk alır, ona katılmaz. Bir insana dış hayatta nelerin önemli olduğundan utanmaksızın okuyamazsınız onu, böylece kendine özgü bir azizdir o, yaşanmış ve içi boşaltılmış ilkelere göre değil.
     Onun “hayat mücadelesi” deneyimi, bu mücadelenin artık var olmadığı tek alana, akıl hastanesine, modern manastıra götürür.

“Ben yalnızca aşağı bölgelerde nefes alabiliyorum.” Robert Walser’in bu cümlesi, edebiyatçıların kader sözü olabilirdi. Ama kibarlar bu cümleyi söylemez ve ün kazanmış olanlar ise bunu düşünmeye artık cesaret edemez. “Ünlü olduğunuzu birazcık unutamaz mısınız?” demişti Hofmannsthal’a ve büyüklerdeki çirkinliği hiç kimse daha güçlü belirtmemiştir.

Walser gibi ilginç bir figür yaratamazdı hiç kimse. O olmasa ortaya çıkamazdı Kafka; Kafka’yı birlikte yaratan oydu ve Kafka’dan daha sivriydi.
     Kafka’nın karmaşaları, bakış açısından gelmedi. Onun katılığı, bağımlılık katılığıdır. Kendini uzaklaştırmak için Taoist olur.
     Walser’in şansı, başarısız bir babaydı. O, doğası gereği Taoistti, Kafka gibi sonradan böyle olması gerekmedi.
     Onun asıl kaderi, güzel el yazısıdır. Bu yazıyla belli şeyler yazılmaz. Gerçeklik, yazının güzelliğine uyar. Bu, ona şans getirdiği sürece yazarak yaşayabilir.
     Bu yazı başarısız olduğunda Walser işi bırakır. Herisau’daki yıllarında bundan korkmuş olması olasıdır.

Robert Walser beni gittikçe sarıyor, özellikle de hayatı. O, benim olmadığım her şey: Çaresiz, suçsuz ve çocuksu içtenlikli.

Hakikatin üstüne gitmeksizin; hakikatin etrafında dolaşmakla hakikatin kendisi olur.
     Bu, ne kastettiğini daima bilen ama görünürde etrafında dönen Thomas Mann’ın üstün ve anlaşılır süslemelerinden farklıdır. Walser, anlaşılır olmayı arzular, ama olamaz.
     Küçük olmayı ister, ama küçüklükle suçlanmaya dayanamaz.

Yaşın gereği pek az saygı hissediyor da değilsin. Güneş, Musil, Robert Walser için büyümüyor musun henüz?

Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınları, 2007, s. 87-9.

Camus, Romana Başlamak (Veba)

Vebanın çöktüğü kentin salgın öncesi tasviri, hikayenin mekanının kuruluşu. Camus yazdığı az sayıda romana ne güzel başlıyor, ne güzel bitiriyor. Romancı kimliği daha gündelik ya da anlık olanın betimlemelerinde ya da tali duyguları yakalamada ne kadar -belki istemli olarak- eksikse, genel atmosferi kurmada, düşüncelerin ifadesinde o kadar güçlü. Bir eleştirmen, yazdıklarında “yalın bir kabusun niteliğini” bulmuş. Oran bir Orta Anadolu Şehri mi, Orta Çağ Kenti mi, Vichy Fransası mı, Nazi dönemi Avrupası mı, bugünün Türkiyesi mi, hiçbir yer mi, her yer mi?

Bu güncenin konusunu oluşturan ilginç olaylar 194…’te Oran’da meydana geldi. Genel düşünceye göre biraz sıra dışı olduğundan bu olayların geçebileceği yer burası değildi. İlk bakışta Oran gerçekten de sıradan bir kent, Cezayir’in bir Fransız ilinden başka bir şey değildi.

Kentin kendisi de, itiraf etmek gerekir, çirkindir. Dingin görünümlü bu kenti başka onca ticaret kentinden farklı kılan şeyin ne olduğunu ayırt etmek için biraz zaman gerekir. Örneğin, ne bir kanat çırpışın ne de bir yaprak hışırtısının duyulduğu, güvercini olmayan, ağaçsız ve bahçesiz bir kent, tam anlamıyla yansız bir yer nasıl düşünülür? Mevsimlerin değişimi ancak göğe bakılarak anlaşılır. İlkbahar yalnızca havanın niteliğinin değişmesinden ya da sokak satıcılarının banliyölerinden getirdikleri çiçek sepetleriyle kendini duyurur; çarşı pazarda satılan bir ilkbahardır bu. Yazın, güneş fazla kuru evleri kavurur ve duvarları gri bir külle örter; o zaman artık kapalı kepenklerin gölgesinden başka yerde yaşanmaz. Sonbaharda, tersine çamur tufanı olur. Güzel günler yalnızca kışın yaşanır.

Bir kenti tanımanın en bildik yollarından biri de insanların orada nasıl çalıştığına, orada birbirlerini sevdiğine ve nasıl öldüğüne bakmaktır. Bizim küçük kentimizde de, iklimden belki de, bunları tümü bir arada yapılır, aynı tutkulu ve belirsiz havayla. Yani burada insanın canı sıkılır ve alışkanlıklar edinmeye özen gösterir. Burada yaşayanlar çok çalışırlar, ancak hep zengin olmak amacıyla değil. Özellikle ticarete ilgi duyarlar ve onların deyişiyle, önce iş yapmakla ilgilenirler. Doğal olarak basit keyiflerden de zevk alırlar; kadınlardan, sinemadan ve deniz banyolarından hoşlanırlar. Ancak, çok mantıklı olarak bu zevkleri cumartesi akşamları ve pazar günlerine saklarlar; çünkü haftanın tüm öteki günlerinde çok para kazanmaya çalışırlar. Akşam, bürolarından çıktıklarında belli bir saatte kafelerde buluşurlar, aynı bulvarda gezinti yaparlar ya da kendi balkonlarına çıkarlar. Daha genç olanların zevkleri şiddetli ve kısadır; oysa daha yaşlıların kötü huyları işkolik toplantıları, eş dost davetleri ve kâğıt oynanan çevrelerle sınırlıdır.

Kuşkusuz bunun yalnız bizim kente özgü bir şey olmadığı ve sonuçta tüm çağdaşlarımızın böyle olduğu söylenecektir. Kuşkusuz, bugün, insanların sabahtan akşama çalışıp sonra da yaşamak için geri kalan zamanlarını kâğıt oynayarak, kafelerde ve çene çalarak harcamayı yeğlemeleri kadar doğal hiçbir şey yoktur. Ancak bazı kentler ve ülkeler vardır, orada insanlar arada sırada başka şeyden kuşku duyarlar. Genelde bu, onların yaşamını değiştirmez. Yalnız kuşku ortaya çıkmıştır ve bu da her zaman bir kazançtır. Tersine Oran, kuşkuları olmayan bir kenttir; yani tümüyle modern bir kent. Buna bağlı olarak, bizim burada insanların birbirlerini nasıl sevdiklerini belirtmeye gerek yoktur. Erkekler ve kadınlar aşk edimi denen şeyde çabucak birbirlerini yutarlar ya da iki kişilik uzun bir alışkanlık geliştirirler. Bu uçlar arasında çoğunlukla bir orta nokta yoktur. Bu da özgün bir şey değil. Her yerde olduğu gibi Oran’da da zamansızlıktan ve düşünmemekten insanlar bilmeden birbirini sevmek zorundadır.

Kentimizde daha özgün olan, burada ölmenin güçlüğüdür. Aslında güçlük doğru sözcük değil, rahatsızlık demek daha doğru olacak. Hasta olmak hoş bir şey değildir, ancak size hastalıkta destek olan kentler ve ülkeler vardır ve buralarda bir bakıma insan kendini bırakabilir. Bir hastanın şefkate gereksinimi vardır, bir şeye yaslanmaktan hoşlanır, çok doğaldır bu. Ancak Oran’da iklimin aşırılıkları, burada yürütülen işlerin önemi, dekorun belirsizliği, şafağın çabuk sökmesi ve zevklerin niteliği, her şey sağlıklı olmayı gerektirir. Bir hasta kendini yapayalnız buluverir. Nüfusun tümünün telefonda ya da kafelerde poliçelerden, konşimentolardan ve indirimlerden söz ettiği aynı dakikalarda, sıcaktan çıtırdayan yüzlerce duvarın ardında kapana kıstırılmış ölmek üzere olan birini düşünelim. Modern bile olsa ölümdeki rahatsızlık böyle, kurak bir yerde meydana geldiğinde anlaşılacaktır.

Bu birkaç bilgi belki kentimizle ilgili yeterli bir fikir verir. Hem sonra hiçbir şeyi abartmamak gerekir. Altı çizilmesi gereken, kentin ve yaşamın sıradan görünümüdür. İnsan, alışkanlıklarını edindikten sonra günlerini kolay geçirir. Kentimiz tam da alışkanlıklar için uygun bir yer olduğuna göre, burada bundan iyisi can sağlığı denebilir. Bu açıdan bakınca, kuşkusuz yaşamın çok tutku verici olmadığı görülür. En azından bizde karmaşa nedir bilinmez. Ve bizim içten, sempatik ve hareketli nüfusumuz buraya yolu düşmüş kişilerde her zaman belli ölçüde saygı uyandırmıştır. Renkten, bitkiden ve ruhtan yoksun kentimiz, sonunda dinlendirici bir yer gibi durmaya başladı, sonunda burada uyunabiliyor. Ancak kentin, mükemmel çizilmiş bir koyun önünde, çıplak bir yaylanın ortasında, ışıklı tepelerle çevrili eşsiz bir manzaraya iliştirilmiş olduğunu da eklemek yerinde olacaktır. Yalnızca bu koya sırtını çevirmiş olması ve bundan dolayı, insanın hep arayıp bulmak zorunda kaldığı denizi görmenin olanaksız olması üzücü olabilir.

O yılın ilkbaharında meydana gelen ve burada güncesini aktarmaya karar verdiğimiz ciddi olaylar dizisinin ilk göstergeleri olan -bunu sonradan anladık- olayları hiçbir biçimde kentlilerin düşünemeyeceğini, bu noktada herkes kolayca kabul edecektir. Bu olaylar kimilerine iyice doğal gelecektir, kimilerine de tersine, inanılması güç. Ancak, her şey bir yana, bir vakanüvis bu çelişkileri göz önüne alamaz. Onun görevi yalnızca, “Şunlar meydana geldi,” demektir, eğer bunların gerçekten de meydana geldiğini ve tüm bir halkın yaşamını ilgilendirdiğini biliyorsa ve böylece söylediklerinin doğruluğunu içtenlikle onaylayacak binlerce tanık varsa.

Kaldı ki, kaderin cilvesiyle belli sayıda tanıklıkları derleme olanağı bulmasaydı ve anlattığını ileri sürdüğü şeylere ister istemez karışmasaydı, zamanla tanıyacağınız anlatıcı bu tür bir girişim içinde bir değerlendirmede bulunma sıfatını pek kazanamazdı. İşte ona bir tarihçi yapıtı ortaya koyma hakkı tanıyan da budur. Tabii ki, amatör de olsa, bir tarihçinin her zaman belgeleri vardır. Bu öykünün anlatıcısının da kendi belgeleri var: öncelikle kendi tanıklığı, sonra başkalarının tanıklığı. Bunun nedeni de rolü gereği, bu güncedeki tüm kişilerin anlattığını derlemek zorunda olmasıydı, son olarak da, sonunda eline geçen metinler. Uygun olduğu kanısına vardığında bunlardan dilediğince yararlanmak istemektedir. Bir şey daha istemektedir… Ancak sıranın anlatıya gelmesi için belki de artık bu yorumları ve dilsel önlemleri bırakmanın zamanıdır. İlk günlerin anlatılması biraz özen istiyor.

Albert Camus, Veba, çev. Nedret Tanyolaç Öztokat, Can Yayınları, 2019 [1947], 35. basım, s. 13-6.

Kitabı okuduktan sonra Fargo izlerken birden bu kurmaca The Plague Monkeys kitabıyla karşılaştım.

Walser, Simon Tanner Dolaşıyor

Walser birçok noktada kendinden sonra gelenlere fikirler, cümleler, karakterler miras bırakmış gibi. Geçmişten de devralmıştır epeycesini elbette fakat ona doğru akan metinleri pek bilmiyorum. Devraldıklarından, benim aşina olduğum ilk temas, karakterin zarlarıyla ilgili. Kendini dipte muhatabını gökte kuran, yine de tamamen ezik olmayan, dünyayı aşağıdan küçümseyen veya hafife alan, öyle ya da böyle, kuvvetli özneliğinin farkında, kişilik sahibi bir kahraman. Yeraltı adamı bu karaktere en yakın tanıdığım olmuştu, elbet başkaları da vardır. Walser’in kahramanları itaat etme arzusu ile birlikte kendini rezil etmek pahasına hakikati söyleme tercihleriyle yeraltı adamına yakınlaşıp uzaklaşıyor. Asla birebir örtüşmüyor. Hiçbir karakterle ya da fikirle birebir örtüşmüyor oluşları Walser kahramanlarının özgünlüğünde kurucu olabilir. Walser gibi havai roman kişileri de.

Bu pasajda, sevdiğim bir çağdaş romancıya esin kaynağı olduğunu ya da başka bir zamandan ve diyardan onu muştuladığını düşündüğüm yükselmeler, alçalmalar, gürleyip geri çekilmeler buldum. Yaşam dediğin nedir ki? sorusunu sormaya çalışan, anlamı sürekli elinden kaçıran bir anlatıcı ve onun sevgili karakteri. İlgili ifadeleri eğilterek işaretledim.

Türkiye’de edebiyatta ve sanatta, bir yandan sürekli üretimin olduğu bir yandansa alay konusu haline gelmiş kent ve taşra ikiliği Tanner Kardeşler’de sıkça yüzeye çıkıyor. Bu kısımlarda, sonradan geldiğimi(zi), gecikmişliğimi(zi), derinden hissettim okurken. Ne mutlu ki onu, zamanında, buradan doğru köşeye sıkıştırmamışlar.

Bir acının arayışı ve ifadesi, yürüyüşün ve bedensel yorgunluğun farklı biçimleri, çocuklukta bir umut bulma hevesi ve “yoktu” ya da “anlaşılırdı” gibi kipler var pasajda.

“şehrin dışındaki kayranda, o yemyeşil meydanda, birbirlerini vuranların kendilerini alıştırdıkları, ellerini, gözlerini çalıştırdıkları söylenemez.”
bilge karasu, gece, s. 52. (kayran kelimesinin anlamını arayınca, en başta, ekşisözlük’ten)

Hava giderek ısınıyordu artık ve toprak bereketleniyordu, otlardan oluşan kalın, çiçekli bir halı serilmişti üzerine, arazilerden ve tarlalardan oluşan duman tütüyordu, ormanlar, güzel, taze, zengin yeşillikleri içinde büyüleyici bir manzara sergiliyordu. Tüm doğa kendini sergiliyordu, geriniyor, esniyor, eğiliyor, kabarıyordu, hışırdıyor, vızıldıyor ve uğulduyordu, mis gibi kokuyor ve güzel, renkli bir rüya gibi kıpırdanmadan yatıyordu. Toprak iyice şişmiş, yağlanmış, şeffaflığını yitirmiş ve doymuştu. Bereketli doygunluğu içinde uzanıyordu adeta. Toprak yeşilimtraktı, koyu kahverengi, siyah lekeli, beyaz, sarı ve kırmızıydı ve sıcak bir solukla çiçekleniyor, çiçeklenmekten neredeyse ölüyordu. Eklemleri seğirerek ve mis gibi kokularını saçarak tembellik eden peçeli bir kadın gibi hareketsiz yatıyordu. Bahçelerin güzel kokuları caddelere, erkeklerin ve kadınların çalıştığı dışarıdaki tarlalara kadar ulaşıyordu; meyve ağaçları ferah, cıvıltılı bir şarkıydı ve yakın, tombul, kubbeli orman da delikanlıların oluşturduğu bir koro; aydınlık yollar bu yeşilin içinden güçlükle geçiyordu. İnsan kayranlarda seyrine daldığı beyaz, hülyalı, miskin gökyüzünü sanki alçalırken gördüğünü ve kuşlar gibi şakırken işittiğini sanıyordu, asla görünmeyen ve doğaya alabildiğine doğallıkla uyan küçük kuşlar gibi. Anılar geliyordu akla, ama bunları kesip biçmek ve derinlere inmek istemiyordu insan, bu elden gelmiyordu, tatlı bir hüzne kapılıyor, ama bir acıyı tam manasıyla hissedemeyecek kadar uyuşmuş oluyordu. Öylesine yürüyordu ve yine öylesine duruyor, olduğu yerde dört bir yana dönüyor, uzaklara, yukarıya, ileriye aşağıya, ötelere ve yere bakıyor ve doğadaki bu uyanışın yorgunluğundan etkileniyordu. Ormandaki vızıltı, daha çıplakça kayrandaki vızıltı gibi değildi, farklıydı ve yine yeni hayallere yönelik yeni bir tavır gerektiriyordu. Bunlarla durmadan mücadele etmek, karşı koymak, nazikçe geri çevirmek, kafa yormak ve bocalamak zorunda kalıyordu insan. Çünkü her şey bir bocalamaydı, bir çabalama ve kendini-zayıf-bulmaydı. Ama tatlıydı böylesi, sadece tatlı, bir parça zor ve sonra yine biraz hasis, sonra ikiyüzlü, sonra düzenbaz, sonra hiçbir şey, sonra tamamen aptalca; en nihayetinde herhangi bir şeyi güzel bulmak çok zorlaşıyordu, insan hiçbir neden göremiyordu bunun için, öylesine oturuyor, yürüyor, salınıyor, sürükleniyor, koşuyor ve duraksıyordu, bir parça bahara dönüşmüş oluyordu. İnsan kendi vızıltısından, gurultusundan ve şakımasından büyülenebilir mi? Kendi güzel salınımlarını izlemek bahşedilmiş midir otlara? Bir kayın ağacının kendi görüntüsüne sevdalanması mümkün müdür? İnsan yorulmuyor ve körelmiyordu ama her şeyi olduğu gibi bırakıyordu, öylece yürüyor, bir o yana, bir bu yana öylece savruluyordu. Bu göründüğü haliyle tüm doğa bir kararsızdı, bir sabırdı ve salınmaktı havada. Havada güzel kokular salınıyordu ve tüm toprak sabrediyor ve bekliyordu. Renkler bahtiyar ifadesiydi bunun. Çiçek açan bir çalılıkta vaktinden erken çökmüş yorgunluğa ve önsezilere dair bir şeyler bulabilirdi insan. Bu bir tür, artık-daha-fazlasını-istememekti, tepeden tırnağa bir tebessüm. Ormanla kaplı, mor, esintili dağlar uzaklardan, çok uzaklardan duyulan borazan sesleri gibiydi, insan manzarayı biraz İngilizvari buluyordu, dolgun bir İngiliz bahçesi gibiydi, seslerin bu debdebesi, örüntü ve çalkantısı duyulara bu yakınlığı hatırlatıyordu. Manzaranın şu anda falanca ve filanca yerde de tıpkı şimdi burada olduğu gibi olabileceğini düşünüyordu insan, yöre, insanın gönlüne tüm diğer yöreleri çağırıyordu. Komikti bu ve uzaklara taşıyan, alıp götüren ve yakına getiren bir şeydi: Küçük oğlanların getirdikleri gibi bir getirme, çocukların verdikleri gibi bir verme, bir söz dinleme ve kulak kesilme. İnsan istediğini söyleyebilir ve düşünebilirdi, hep o aynı söylenmemişlik, düşünülmemişlik kalıyordu daima! Kolay ve zordu, muhteşemdi ve acı vericiydi, şiirsel ve doğaldı. İnsan şairleri anlıyordu, hayır, aslında anlamıyordu, çünkü böyle yürürken, şairleri anladığını düşünmek için fazlasıyla tembelleşiyordu. Herhangi bir şeyi anlamaya ihtiyaç yoktu, insan asla anlamazdı, öte yandan her şey, bir sese kulak vermeye veya uzaklara bakmaya dönüşerek kendiliğinden anlaşılırdı, ya da artık eve gitmenin ve çok önemsiz de olsa bir görevi yerine getirmenin vakti geldiğini hatırlayarak, çünkü görevler ilkbaharda da yerine getirilmeyi bekliyorlardı.

Robert Walser, Tanner Kardeşler, çev. Cemal Ener, Can Yayınları, 2011 [1907], s. 146-8.

Houellebecq, Sollers’e Yazılarını Göstermek

Ertesi hafta yazdıklarını bir meslektaşına göstermeye karar verdi -elli yaşlarında, Marksist, çok zarif ve eşcinsel olarak bilinen bir edebiyat öğretmeniydi.- Fajardie için hoş bir sürpriz olmuştu. “Claudel etkisi… ya da belki daha çok Péguy, serbest dizelerin Péguy’si… Ama tümüyle de özgün, artık pek rastlanılmayan bir şey.” Atılması gereken adımlar konusunda hiç kuşkusu yoktu: “L’Infini. Günümüzde edebiyat orada yapılıyor. Yazılarınızı Sollers’e göndermeniz gerek.” Biraz şaşıran Bruno adı yineletti, bir yatak markasıyla karıştırdığının farkına vardı, ardından yazılarını yolladı. Üç hafta sonra Denoël’e telefon etti; Sollers’in cevap vermesine çok şaşırdı. Sollers bir buluşma önerdi. Çarşambaları dersi yoktu, günübirlik gidip gelmek kolaydı. Trende, Une curieuse solitude’e dalmayı denedi, çabucak vazgeçti, her şeye karşın Femmes’den birkaç sayfa özellikle de baldır bacak bölümlerini okumayı başardı. Üniversite Sokağı’ndaki bir kafede buluşacaklardı. Yayıncı ününe ün katan ağızlığını sallayarak on dakika gecikmeyle geldi. “Taşrada mısınız? Kötü bu. Hemen Paris’e gelmek lazım. Yeteneklisiniz.” Bruno’ya, II. Johannes Paulus’la ilgili yazısını, L’Infini’nin gelecek sayısında yayımlayacağını söyledi. Bruno şaşırıp kaldı; Sollers’in “Katolik karşı reformu” döneminin tam ortasında olduğundan habersizdi ve Papa lehine coşkulu açıklamalarını sürdürüyordu. “Péguy beni çatlatıyor!” dedi yayımcı coşkuyla. “Ya Sade! Sade! Özellikle Sade okuyun!…”

“Aileler üzerine yazdıklarım…”

“Evet, o da güzel. Tutucusunuz, çok iyi. Bütün büyük yazarlar tutucudur. Balzac, Flaubert, Baudelaire, Dostoyevski: yalnızca tutucular. Ama düzmek de gerek, hı? Toplu düzüşler yapmak gerek. Bu önemli.”

Sollers beş dakika sonunda, Bruno’yu hafif bir narsis sarhoşluğu içinde bırakıp ayrıldı. Dönüş yolunda, yavaş yavaş sakinleşti. Philippe Sollers ünlü bir yazara benziyordu; oysa Femmes’i okuyunca belli oluyordu, Sollers yalnızca kültürel çevrelerdeki yaşlı orospular için başarılıydı; körpe kızlar açıkça şarkıcıları yeğliyordu. Bu koşullarda, boktan bir dergide amsalakça şiirler yayımlamak neye yarar?

“Yine de yayımlanınca,” diye sürdürdü Bruno, “L’Infini’den beş tane birden aldım. Neyseki, II. Johannes Paulus üstüne yazdıklarımı yayımlamamışlar.” İç geçirdi. “Gerçekten kötü bir yazı… Şarabın kaldı mı?”

Michel Houellebecq, Temel Parçacıklar, çev. Osman Senemoğlu, Can Yayınları, 2013 [1998], s. 179-80.

Sollers, Merkez’deki Houellebecq

TAŞRALILAR

Psikanalize karşı düşmanlık normal, ama bazen tuhaf boyutlara ulaşıyor. Aralarındaki bağlar artık kopmuş bile olsa entelektüeller sınıfı, özellikle de filozoflar, bu konuda hâlâ sinir krizleri geçiriyor. Örneğin Peruk’u ele alalım. Babasının tarım işçisini olduğunu anlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan iyi bir çocuk. Katolik rahip öğretmenlere karşı kesin bir tiksinti duymaya çok erken yaşta başlamış. Bu saplantılı tiksinme onun Freud’dan nefret etmesine ve Sade’dan da kusmasına neden olmuş. Özellikle Freud burjuva bir sahtekâr ve dolandırıcı. Viyana’da ilginç herhangi bir şey olmuş olamaz. Tek büyük filozof Proudhon’dur, şu Marx’ın alçakça saldırdığı, sefaletin anarşist düşünürü. Dergiler onu onurlandırıyor ve reklemların ortasında fotoğraflarla ona tam sayfa yer veriyorlar. Ah Taşra! Devasa Peruk’un nereli olduğunu bilmiyorum. Orne’lu mu Yvonne’lu mu, en azından Somme’lu değil. Asla okyanus görmemiş. Bu kesin.

Bu Peruk Fransa’daki 68 Mayısı direnişini ve başkalarıyla birlikte “altmış sekizliler” diye adlandırdıklarını eleştiren ilk kişi değil. Peruk’a göre bu öfkeli elitler halka ihanet edip liberal hiper-kapitalizmin teşvikçileri olarak iktidarı ele geçirmek için zamanın tüm yalanlarına başvurdular. Haksız değil: Alçak Mao’nun damıttığı zehir zaten bu radikal ihanetten başka bir şeye yol açamazdı. Tuhaf bir biçimde Peruk’u öfkelendiren yine de Freud. Aslına bakılacak olursa Marksist delilik yok oldu, ama cinsel bunalım devam ediyor ve bunalımı yatıştıracak olan da İslamcı baskı değil. Sonuçta, aşırı derecede kokuşmuş Katoliklikten daha ziyade İslam’ın saflığı neden olmasın? Tutarlı bir akıl yürütme.

Peruk’un uluslararası üne sahip yaşayan en büyük Fransız yazarı keşfetmesi zaman aldı: Michel Houellebecq. Houellebecq de haritalı ve topraklı tam bir taşralı, bilimkurgu uzmanı ve yaygınlaşan cinsel sefaleti gören bir vizyoner. Peruk “kâhin” olarak onu Rimbaud ile karşılaştırıyor ve Houellebecq’e peygamberlere özgü şamanik özellikler atfediyor. Kuşkusuz Houellebecq nihilist, Schopenhauer ve Auguste Comte’un müridi, aslında Peruk’un benimsediği Nietzscheciliği rahatsız edecek türden. Ama bakın Nietzsche artık moda değil, gittikçe antisemitist ve faşist bir mizojin olarak anılıyor. Nietzsche “popüler” mi? Gülmek istiyorsunuz. Gerçeklik nihilist olduğu için Houellebecq gerçekliğe aynasını tutuyor, hepsi bu.

Peruk vagonunu aynı reklamcı dergilerin hiç durmadan övdüğü (ebedi olarak sürme riski yok) Houellebecq trenine bağlamakta haklı. Ama Fransız annenin frijitliği hakkındaki en büyük sırrı Houellebecq biyografisi okurken öğreniyoruz.

“Ben bebekken, annem beni yeterince kucağında sallamadı, okşamadı, pohpohlamadı, basitçe yeteri kadar yumuşak değildi, hepsi bu ve bu geri kalan her şeyi açıklıyor, kişiliğimin neredeyse tamamını, her halükârda en çok acıyan yerlerini. Bugün de bir kadın bana dokunmayı, beni okşamayı istemediğinde, bundan çok büyük bir acı duyuyorum, paramparça oluyorum, yıkılıyorum, bu öylesine ürkütücü geliyor ki risk almaktansa herhangi bir baştan çıkarma girişiminden vazgeçmeyi hep yeğliyorum. Bu anlarda ağrı o kadar şiddetli ki tam olarak betimleyemem bile, başka şekillerde öğrendiğim ahlaki acıların ve fiziki acıların hepsini geride bırakıyor; bu anlarda gerçekten ölmüşüm, yok olmuşum gibi geliyor bana. Fenomen basit hiçbir şeyin açıklanması ve yorumlanması bana daha basit gelmiyor, bunun iyileştirilemez bir ağrı olduğuna da inanıyorum. Denedim. Psikanaliz böylesine köklü patolojilere karşı mücadele etmekte ne kadar güçsüz olduğunu hep söyledi, ama rebirthe ve ilk çığlığa umut bağladığım bir zaman oldu. Hiçbir şeye yaramadı. Şimdi şunu biliyorum: Ölünceye kadar terk edilmiş, korkudan ve soğuktan dolayı bağıran, okşanmaya aç küçücük bir çocuk olarak kalacağım.”

Bu metin beni gözyaşlarına boğdu. Başka bir şekilde duygulanmış görünmeyen Nora üzerinde aynı yöntemi deniyorum. Nora’ya psikanalizin böylesine derin bir acıyı iyileştirip iyileştiremeyeceğini ya da en azından yatıştırıp yatıştıramayacağını soruyorum, başka bir şekilde söylenecek olursa bir seans sırasında bir an ayağa kalkıp, Houellebecq’in yanağına dokunup onu okşayıp okşamayacağını soruyorum. Transferde annesine dönüşmüş oluyor ya. Nazikçe gülümsüyor ve konuyu değiştiriyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra frijitleşmiş Fransız anne kendileri de yaygın olarak frijitleşmeyi devam ettiren bir sürü frijit kız çocuğu doğurdu. Görünen o ki Houellebecq epey Tayland masajı yaptırmış, ama baştan çıkarmayla müşteri olunmuyor. Doğrusu zamanla tuhaf bir tipe sahip oldu ama onu çok da kötü bulmayan hatta “sevimli” bulan arkadaşlarım var. Bir kadın bir erkek için “sevimli” diyorsa, teskin edici gelecek yolu açıktır. Hiçbir kadın beni “sevimli” bulmuyor.

Philippe Sollers, Merkez, çev. Nilgün Tutal, Alfa Yayınları, 2019 [2018], s. 56-8.