Coetzee, Cuma’nın Deneyim(sizliğ)i

“Ah Cuma, bizim gibi sözcükler dünyasında yaşayanların sorularının yanıtlanması için duydukları isteğin şiddetini nasıl anlayabilirsin sen? Birini öptüğümüz zaman, öptüğümüz kişinin dudaklarının bize yanıt vermesini arzuladığımız gibi bir arzu duyarız. Böyle olmasaydı, kralların, kraliçelerin, tanrıçaların heykellerini öpmekle de tatmin olabilirdik. Sence neden heykelleri öpmüyoruz veya yatağımıza heykelleri almıyoruz. Erkekler kadın heykelleri, kadınlar erkek heykelleri ile tatmin olmuyorlar? Tutkunun biçimleri verilmiş heykeller neden yetmiyor bize? Sence bunun nedeni mermerin soğuk olması mı yalnızca? Yatağında bir heykelle uzun süre yatarsan, senin sıcaklığın ikinizi birden kavrar ve bir süre sonra mermer de ısınır. Hayır soğuk olduğu için değil, ama ölü olduğu için, hiç yaşamadığı için ve hiç yaşayamayacağı için.

“İçin rahat olsun Cuma, yatağının başucuna oturarak sana tutkudan ve öpüşlerden bahsettiğim için sana kur yapıyorum sanma. Bu her sözcüğün bir ikinci anlam taşıdığı bir oyun değil. “Heykeller soğuktur,” derken, Vücutlar sıcaktır”; ya da “Bir yanıt için yanıp tutuşuyorum” derken, “Bir kucaklayış için yanıp tutuşuyorum” demek istemiyorum. Veya şimdi yaptığım gibi bir inkâr ediş, İngiltere’de iffetli görünmenın icaplarına uygun (Senin ülkende hangi adetlere uyulduğunu bilmiyorum) davranmamın bir sonucu değil. Emin ol, eğer sana kur yapsaydım bunu dolaysız bir biçimde yapardım. Ama sana kur yapmıyorum. Bildiğim kadarıyla hayatında bir tek kelime bile söylememiş ve hiçbir zaman da söyleyemeyecek olan sana, gün be gün hiç bir yanıt almadan boşluğa konuşmanın ne demek olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ve bir benzerlik kuruyorum: Söylediğin söze bir yanıt bekleme tutkusunun, kucakladığın birisinin, senin kucaklayışına bir tepki vermesi isteğine benzediğini söylüyorum. Söylemek istediğim anlaşılıyor mu? Sen bir bakire gibisin Cuma. Belki cinselliğini bile tanımıyorsun. Ama kuşkusuz sen bile, tam açık olmasa bile seni bir maymun ya da bir balığa değil de kendi cinsinden bir kadına doğru çeken bir şeyler olduğunu hissediyorsundur. Ama kadınla ne yapmak istediğin, kadın seni yönlendirip yardımcı olmadıkça, senin için bir bilmece olarak kalacaktır. İşte benim elde etmek istediğim de bu. Bunu, bir öpücükle karşılık vermeye benzetmem de bu anlama geliyor.

“Bütün hayatı boyunca bir kere bile öpülmemiş olmak ne korkunç bir talihsizlik! Ancak İngiltere’de kalacak olursan senin de kaderin olacak bu. Kendi ırkından bir kadınla nasıl karşılaşabilirsin ki? Biz köleler bakımından zengin bir ulus değiliz. İlgi ile büyüyen ama doğumundan itibaren kilit altında tutulan bir bekçi köpeğini düşünüyorum. Sonunda bir gün kapıyı açık bulan bu köpek kaçtığında, dünya ona o kadar büyük, o kadar yabancı, ürkütücü görüntü ve kokularla o kadar dolu gelir ki, karşısına çıkan ilk yaratığa hırlar ve boğazına atılır. Bu olaydan sonra da vahşi damgasını yiyerek hayatının sonuna kadar bir kazığa zincirlenir. Senin kötü olduğunu söylemiyorum Cuma. Zincire vurulacağını da söylemiyorum, öykümün ana fikri bu değil. Yalnız bir köpek ya da başka bir yaratığın kendi cinsinden ayrı tutularak yaşamaya zorlanmasını nasıl gayri tabii bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ayrıca, bizi kendi cinsimize doğru iten sevgi dürtüsünün, boyunduruk altında kaldığımızda nasıl yitirildiğini ya da ifade yollarının tıkandığını da göstermek istiyorum. Ne yazık ki, öykülerim her zaman amaçladığımdan daha fazla anlam taşıyor. Bu yüzden yeni baştan öyküye dönüp yanlış anlaşılmaları düzeltmek ve söylemek istediğimi yeniden biçimlemek ve yanlış anlamalar için özür dilemek zorunda kalıyorum. Bazı insanlar doğuştan öykü anlatıcılarıdır. Görünüşe göre ben bunlardan biri değilim.

John Maxwell Coetzee, Düşman [Foe], Adam Yayınları, çev. Nihâl Geyran Koldaş, 1990 [1986], s. 64-5.

Baker, Gündelik Hayatın İmajları (Simmel, Benjamin, Vertov)

Her sosyoloji, bir zamanlar bir toplumsal tip tanımlanırken o tipin toplumsal çevresinin önem taşıması anlamında, gündelik hayatın sosyolojisidir. Bir sosyolog geçmişi incelemeye kalkıştığında, gündelik hayatla bağı olan bir moment halen mevcuttur. Gündelik hayata ne kadar çok nüfuz edilirse, yapılan çalışma tarihsel olmak yerine o kadar çok “sosyolojik” olacaktır. Duygu doğuran imajların Simmel’e özgü kavranılışının canlılığı ve derinliğinin benzeri görülmemiştir; bununla birlikte onu, moderniteyi yine imajlar ve ayrıntıların görünüşü olarak anlayan projesiyle Walter Benjamin gibi başka bir figür izlemiştir. Gündelik hayatın nesnelerini felsefe alanına taşımaya olan ilgisi Marksizme dönüşünden sonra da onun yöntemini anlamanın anahtarıdır. Onun hakkında Ernst Bloch şöyle yazar:

Benjamin, Lukács’da eksik olan çok olağanüstü bir niteliğe sahipti. Özellikle bir kenara itilmiş duran önemli ayrıntıları, düşünceyi ve dünyayı zorla açan yeni bir unsuru, önceden düşünülmüş bir amaca uymayan alışılmadık ve şeması olmaksızın ayrı duran bir tekilliği görebilen benzersiz bir göze sahipti ve bunun sonucu olarak da içsel olana dönük tamamıyla hususi bir dikkat edinmiştir (Ernst Bloch, 1997: 17).

Böylesi bir içsellik Benjamin’in sadece toplumsal tiplere değil, aynı zamanda fotoğraf ve kitle kültürünün konuları gibi şeylere de referans vererek gündelik hayatın ayrıntılarını yakalama yeteneğinin arka cephesini oluşturur. Üstelik bu Benjamin’in modern imajların etkisini, onların “mikroskopik” işleyişini ve çok yönlülüğünü kavramsallaştırma tarzıdır:

Şey … evrensel bir özün basit bir enstantanesi gibi ele alınmamalıdır; bunun yerine, düşünce bir takım direngen özgül kavramları sağa sola yaymak zorundadır, öyle ki Kübist stilde nesnenin ışınları sayısız yönde kırılmalı ya da nesneye yaygın açılı bir kapsamdan nüfuz etmelidir. Bu yolla, mikroskopik bakışın gündelik olandan dikkate değer olana doğru uzaklaşması gibi, fenomenal alanın (phenomenal sphere) kendisi bir tür numenal hakikat (noumenal truth) üretmeye izin verir (Eagleton, 1990: 328).

Bir imaj kesinlikle tek yönlü değildir: basit bir “yüzeye” indirgenemez, buna rağmen biz ondaki bütün yayılımları, örüntüleri ve boyutları kavramak zorundayız. Bizler “seçici” varlıklar olmamıza rağmen, bir imaj bize asla bütün cephelerini ve ilişkilerini göstermediğinden seçimimizi “aktif” şekilde yapmak zorundayızdır (bu ilk başta önemli ölçüde bir algı meselesidir), ve buna bağlı olarak, Walter Benjamin’in çok derin gözleminde örneklendirdiği üzere, imajlar inceden inceye “fikirler” olmaya yönelirler:

Takımyıldızlar yıldızlar için neyse fikirler de nesneler için odur. Bu, ilk elde, onların ne kavramlar ne de yasalar oldukları anlamına gelir. Fenomenleri birarada gruplandırmak kavramların işlevidir, diğer taraftan aklın ayırt edici gücüne şükürler olsun ki, fenomenleri içlerinde ayırması çok daha fazla önemli olup bununla bir taşla iki kuş vurur: fenomenlerin dağınık algılanmaktan kurtarılması ve fikirlerin temsil edilebilir olması sağlanır (Benjamin, 1977: 34).

Metaforlar dünyanın biricikliğini (oneness) şiirsel olarak meydana getiren araçlardır. Benjamin’i anlamaktaki en zor şey, şair olmadığı halde şairane düşünmesi, bunun sonucu olarak metaforu dilin en büyük armağanı gibi kabul etmesidir (Arendt, 1982: 164), öyle ki, kalıntılar nesneler için neyse alegori de dil için odur (Benjamin, 1977: 178 vd.). Hafızayı güçlü kılar ve içinde verili ortamın aşılmasının mümkün olacağı “ufku” yaratır.

Alegori her zaman, Özne-nesne mesafesinin belirli bir açıdan reddedildiği (aufgehoben), nesnel-dünyanın kendi anlamı dahilinde dönüştürüldüğü, belirli bir özne vasıtasıyla işlenmiş bulunan bir semptomdur… Bundan ötürü, onu sadece dilin esasının derinliklerinde yatan bir ihtimal olarak teşhis edebildiğimiz zaman alegorinin özüne yaklaşırız (Benjamin, 1977: 77).

Bütün bunlar yalnızca imaj figürleri veya bir tahayyül edimi sayesinde türetilebilecek figürler değildirler, tersine, aynı zamanda “yüksek sanatlar” alanına ait olan en edebi, anlambilimsel ve dilbilimsel fenomenleri sıradan hayatlarımız içinde tattığımız vasıtalardır. En “popüler” sanatlar, fotoğraf ve özellikle sinema bile; teknik boyutları ve örgütlenişleri, çoğunlukla gelenek, habitus, öznellik ve maharete dayalı geleneksel sanatsal araçlar ve tekniklerden çok uzak olan “yüksek sanatlar” modelinde yapılandırılmak zorundadırlar.

Popüler sanatların figüratif öğeleri aynı zamanda “yüksek sanat” denilen şeyin geleneksel klişelerine ait olmakla birlikte, Eisenstein sinemanın köklerini önemli ölçüde melodrama dayandırmaktaydı: en çarpıcı ve evrensel tarihî anlardan birini gösteren Potemkin gibi bir film bile “melodramatik bir stile” uyarlanmıştı (Eisenstein, 1991: 182). Potemkin‘in melodram olması sinematografinin dramatik kullanımına karşı çıkan Dziga Vertov’un da fikriydi: sinemadaki en dikkate değer polemiklerden biri, Lenin’in, “profesyonel” bir aktör olmadığı halde sinemada “aktöre” dönüştürülmüş olan bir “işçi” tarafından temsil edildiği Eisenstein’ın October [Ekim] filmi yüzünden meydana gelmiştir. Oysa Vertov, böylesi bir dramatik öğeyi bertaraf edecek, Lenin’e ait birçok gerçek film parçacığı olduğunu hatırlatır. Sovyetler Birliği’nde başlangıçta mevcut olan bu tartışma -sadece sinemayla değil, aynı zamanda, tartışmaya diğerlerinin yanı sıra Mayakovski, Meyerhold ve Sklovsky’de müdahale ettiğinden, farklı bakış açılarından, Bolşevik, avangard edebiyat ve şiirle de ilgiliydi- sinematografik sanata, “yedinci” sanata dair en büyük soruşturmaydı. Bu, gündelik hayatın gerçekliğinin imajları (belgesel) ile dramatize edilmiş gerçekliğin (kurgusal-film) dramatik simülakrı arasındaki nihaî ayrımdır.

İmajın, “gündelik hayat” dediğimiz şeye ait olması zorunlu değildir. Bir monarkın, bir çocuğun doğumunun yahut gene ani bir ölümün sıradan imajları olabilir. Bütün bunlar gündelik hayata aittirler, ama artık alışıldık ya da sıradan değildirler. Jinekolog açısından çocuk doğumu hastanenin gündelik hayatının bir parçası olsa da aile açısından öyle değildir. Sinema bütün bu değişkeleri ve bakış açılarının değişme derecelerini dikkate almak zorundadır. Bu “hususi” anların “olağanüstü” olması da gerekmez, zira alışıldık, sıradan olanların içinde bunlar alışılmadık anlardır. Metaforlar ve alegorilerin yine de gündelik hayatın görünümünün parçası oldukları Benjamin tarafından vurgulanmıştır. Vertov’un “hayatı olduğu haliyle yakalamak” (zhizn’ kak ona ‘iest) için en karmaşık montaj ve çekim tekniklerini kullanmayı başarabilmesinin nedeni de budur. Ancak sinemada “farkında olunmaksızın yakalanan” hayat, genellikle ve kaçınılmaz şekilde tehlikeler ve öngörülmez olaylara yol açtığından, bakış açılarının çoğulluğunu geliştirebilmek için “tahayyülün” güçlerine başvurulmalıdır. Bu anlamda bir sinema “monadolojisi”ne ihtiyaç duyuyoruz.

Kaynakça:
Arendt, H. (1983) La condition de l’homme moderne, Calmann-Lévy, Paris. [İnsanlık Durumu Seçme Eserler I, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.]

Benjamin, W., (1977) “On Language as Such and on the Language of Man” (içinde) Reflections, Cambridge, MIT Press.
Bloch, E., (1995) The Principle of Hope, Mass. MIT Press. [Umut İlkesi, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007.]

Eagleton, T. (1990) The Ideology of the Aesthetic, Cambridge. [Estetiğin İdeolojisi, çev. Ela Akman, Türker Armaner, Nur Ateş, Ayhan Çitil, Neşe Nur Domaniç, Ayfer Dost, Bülent Gözkan, Hakkı Hünler, Engin Kılıç, Banu Kıroğlu, İstanbul: Doruk Yayınları, 2002.]

Ulus Baker, Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru, Birikim Yayınları, 2010, s. 213-6.

Valéry, Kötü Düşünceler ve Başkaları

Bizim düşüncemize kendi düşüncemiz olduğu için inanmamayı öğrenmeliyiz. Tersine, kendi düşüncemiz olduğu için onu dizginlemek ve büyük kuşku ile karşılamak gerekir.

Bizim” – pek açık anlamlı bir şey mi bu?

Bizim dediğimiz şey, bize zor aydınlanan ve zor tutulan bir yoldan, yolların en karanlığından gelen şeydir.

Bizim dediğimiz şey, bizde olduğu bahanesiyle her şeyi göze alan, bizimle her istediğini yapan birisine bağlıdır.


Klasisizm, romantizm, realizm, hümanizm gibi sözlerle ciddî olarak düşünmek mümkün değildir. Şişeler üstündeki etiketlerle insan ne sarhoş olur, ne de susuzluğunu giderir.


“Beni sev” demeyin her zaman, bir şeye yaramaz bu. Ama Tanrı öyle diyor.


BİLGELİKLER

Bir bilgelik aşktan kaçar
Hayvan nasıl ateşten kaçarsa
Yutulmaktan korkar
Yanmaktan korkar

Bir bilgelik aşkı arar
Ve düşünen yaratık gibi
Kaçmaz, üfler ateşi
Onunla güçlenir, eritir demiri

Aşkın güçleri ona geçer böylece


Kimi insanların bizi çok kötü bilmeleri hoşumuza gitmeli. Çünkü yamru yumru bir aynada çirkin görünmek iyi bir şeydir.


Bütün düşmanlarımız ölümlüdür.


BENZEŞME

Meleklerin en güzeli Tanrılarla eşit
……………………………….olmak istedi.
İnsanlar Tanrılara benzemek
……………………………istediler.
Tanrı insan kılığına girdi.
Tanrı insanlara, küçük çocuklara
……………..benzemelerini öğütler.
Böylece, kimse benzeşmeden
……………………..kurtulamıyor.


Erdemlilerde kötülük iyiliğin tuzu biberidir. Erdemsizlerde ise tam tersi.


Umut yaşatır ama gergin ip üstünde.


“Derdini kâğıda dökmek” tuhaf bir heves. birçok kitabın kaynağı, hem de en kötülerinin.


Düşünenlerin değeri, istediklerine göredir.
Neyi istiyorsam, değerim odur.


Hiç bir şeye benzemeyen yoktur.


En aydınlık düşüncelerimiz, karanlık bir çabanın kızlarıdır.


Dâhi insan bana biraz dehasından verendir.


Her tartışmada insanın savunduğu bir tez değil, kendisidir.


Ressam gördüğünü değil, görülecek olanı yapmalı.


Bir şef, başkalarına ihtiyacı olan insandır.


Bir devlet, yaşayan ve kendine karşı çıkanı ne kadar koruyabiliyorsa, o kadar güçlüdür.


Tanrı her şeyi hiçten yarattı. Ama hiç, kendini belli ediyor.


Bütün dünya bir tohuma soluk verir ve bir ağaç yapar ondan.


Yaşamak istiyorsan, ölmek de istiyorsun demektir. Yoksa yaşamanın ne olduğunu kavramıyorsundur.


Herkes bir başkasından bir şeyi saklar ve herkes kendinden bir şeyi saklar.
Demek ki, içtenliğin iki yamacı var.

Paul Valéry, Bugünkü Dünyaya [Dünyamıza] Bakış, çev. Sabahattin Eyuboğlu & Vedat Günyol, Çan Yayınları, 1972, s. 75-8.
Not: Çeviriye kaynak metinler: Regard Sur Le Monde Actuel (1931), Mélanges (1931), Mauvaises Pensées et Autres (1942)

Auster, Kaçak Gençlik ve Solculuk Bahsi

Aslı, “Hand to Mouth: A Chronicle of Early Failure” imiş. Auster 50 yaşında, büyük ölçüde 20’li yaşlarını seçici bir biçimde tarayarak yazmış. Maceraperestlik ve bugün de edebiyat/sanat ile uğraşmaya çalışan çoğu gencin benzer şekillerde karşı karşıya kaldığı “para problemi” otobiyografinin (ya da romanın) çatısını kuruyor. Yerinde duramayan, bulduğu üç beş kuruş parayla hemen yeni bir yolculuk planlayan bir yazar adayı… Auster öyle bir anlatıyor ki, sonunda asla o “yazar” figürüne ulaşamayacakmışız gibi ilerliyor kahramanın hikâyesi. Tam da o yüz binler, milyonlar satan yazara ulaşamadığımızda, görüyoruz belki Cebi Delik’in, Auster’in otantikliğini. Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ni de gençliğinde severek okumuş olan Auster, Künstlerroman geleneğinin sonunda varılan “sanatçının olgunlaşması”na ulaşıyor mu ulaşmıyor mu belirsiz. Romanın sonlarında, yaşamanın acıklı bir kara mizaha döndüğü pasajlarda, Auster iskambil kartlarından yaptığı beyzbol oyununu sermayedarları dolaşa dolaşa pazarlamaya çalışıyor. Bir noktada, para kazanma niyetinin de kendini ispatlamaya devrolduğu inatçı mücadelesi kişinin yapmak istediği ile istediğini yapmak için içine düştüğü çarkların eziciliğini, neredeyse metaforik olarak anlatıyor. Benim için, yazarın her daim biraz gizli kalan, seyirlik olmayan öyküsü Cebi Delik. Aynı zamanda da yazarın çevresinin, karşılaştıklarının, gördüğü kentlerin, yaptığı işlerin, girdiği evlerin, izlediği filmlerin kurucu etkisinin anlaşılması için de ilhâm verici.

İlk alıntılamak istediğim pasaj ise, üniversiteye yeni kayıt olmuşken, benden epeyce büyük bir başka öğrencinin o rahatsızlık verici “Örgütlü müsün?” sorusuyla ilk irkilişimde sezdiğim yersizlik duygusuyla, Auster’in DY’ci arkadaşlarına katıl(a)mayışının kesiştiği noktadan çağrışım yaptı. Özellikle toplumla ve siyasetle okurluk üzerinden ilişkilenen kişilerin özyaşam öykülerini anlatırken, ille de yazıya dökülmesine gerek yok, aktif siyasetle ilişki(sizlik)lerini anlatışları, gerekçelendirişleri hep çok ilgimi çeker. Auster de adeta 1980 sonrası Türkiyesi’nde kendisine geçmişi sorulmuş gibi anlatıyor. Örgütlenemeyen kitleden çıkan özel yazar olarak… Bu kişiler “birkaç eyleme gitmiştim”, “birkaç kere gözaltına alınmıştım”, “arkadaşlarım imza verdi, içeri girdiler” vb. cümlelerle anlatıyorlar hep geçmişi. Örgütlü oluşun bireyselliği yok ettiğini, kendi hayalleri için uğraşmasına engel olduğunu düşünenler… Hep haklılar mı, haklı mıydım, yanıldım mı, yanılıyorlar mı diye düşünürüm de bilemem. Deleuze de “L’Abécédaire de Gilles Deleuze” söyleşisinde ’68 olaylarına ya da genel olarak öğrenci hareketine aktif olarak katılmadığını anlatıyordu, çok parlak gençlerin o broşürleri yazmak ve dağıtmakla uğraşarak ciddi bir enerjiyi ve emeği boşa sarf ettiklerini söylüyordu.

“Odamda ya da sinemada olmadığım zamanlar, kitapçıları dolaşıyor, ucuz lokantalarda yemek yiyor, çeşitli insanlarla tanışıyor, bu arada bir de bel soğukluğu geçiriyor (çok acı çektirmişti) ve genellikle de her yaptığım seçimden büyük hoşnutluk duyuyordum. Kendimi hiç o aylardaki kadar iyi hissetmedim desem, abartmış sayılmam. Kendi kendimle barışıktım ve bu minik cennetimin bir gün mutlaka sona ereceğini bilmeme karşın bunu uzatmak, o bitiş saatini olabildiğince ertelemek için elimden geleni yapıyordum.

Kasımın ortalarına kadar idare ettim. New York’a döndüğümde sonbahar sömestri yarılanmıştı. Öğrenci kaydımı yenileyebileceğimi hiç sanmıyordum; ama üniversiteye gidip bu konuyu görüşürüm diye aileme söz vermiştim. Ne de olsa benim için kaygılanıyorlardı, ben de bu sözümü yerine getirmeyi onlara karşı bir borç olarak görüyordum. O görevi yerine getirdikten sonra Paris’e dönüp iş aramak niyetindeydim. Askerliğin canı cehenneme, diyordum. Sonunda “asker kaçağı” muamelesi görsem de umrumda değildi.

Ama hiçbir şey sandığım gibi olmadı. Columbia’daki dekanlardan birinden randevu aldım. Adam öylesine sempatik, öylesine benim tarafımı tutan bir tavır içindeydi ki, birkaç dakikada elim kolum bağlandı, savunmasız kaldım. Hayır, dedi. Aptallık ettiğim görüşünde olmadığını söyledi. Ne yapmak istediğimi çok iyi anlıyor ve bu girişimimi hayranlıkla karşılıyordu. Öte yandan, bir de savaş konusu olduğundan söz etti. Columbia, istemediğim halde beni askere göndermeyi de, askere gitmediğim için hapse düşmemi de istemiyordu. Eğer üniversiteye dönmek istiyorsam, kapılar açıktı. Hemen yarın derse gitmeye başlayabilirdim ve kayıtlarda da devamsızlık ettiğim hiç görülmeyecekti.

Böyle bir adamla nasıl tartışılabilir? Yalnızca işini yapan bir görevli gibi davranmıyordu. Fazlasıyla sakindi; dediklerimi can kulağıyla dinliyordu. Çok geçmeden, dekanı ilgilendiren tek şeyin, yirmi yaşında bir çocuğu yanlışa düşmekten korumak, hiç gereği yokken yaşamını mahvetmesini engellemek olduğun ve bunu içtenlikle istediğini anladım. Üstelik, ileride yaşamımı mahvetmek, yanlış adımlar atmak için nasılsa fırsat olacaktı, n’est-ce pas? Kendisi de pek yaşlı değildi, olsa olsa otuz otuz beşindeydi. Onunla bir daha karşılaşmadığım halde, adı bugün bile aklımda. Dekan Platt. O ilkbaharda öğrenci grevi yüzünden üniversite kapandığı zaman, yönetimin tutumunu protesto etmek için Dekan da görevinden istifa etti. Sonradan Birleşmiş Milletler’de işe girdiğini duydum.

Columbia’daki olaylar 1968 başlarından bizim sınıfın mezun olduğu ertesi hazirana kadar sürdü. O süre içinde normal çalışmalar tamamen durdu. Kampüs, gösterilerin, oturma grevlerinin, yavaşlatma eylemlerinin yer aldığı bir savaş alanına döndü. Ayaklanmalar, polis baskınları, açlık grevleri ve fraksiyon çatışmaları gırla gidiyordu. Nutuklar çekiliyor, ideolojik bölünmeler oluyor, her yandan öfke fışkırıyordu. Ortalık biraz yatışır gibi olunca, hemen yeni bir sorun gündeme getiriliyor ve olaylar yeniden patlak veriyordu. Uzun vadede bakılacak olursa, herhangi bir önemli kazanım sağlandığı yoktu. Spor salonu için önerilen yer değiştirildi; okul bazı isteklerini geri çekti, başkan istifa etti, yerine bir başkası geldi. Hepsi o kadar. Binlerce kişinin çabalamasına karşın, fildişi kule yıkılmadı. Ama yine de, bir süre sallandı, birkaç taşı yerinden oynayıp düştü.

Ben eylemlerden bir kısmına katıldım, bir kısmından ise uzak durdum. Kampüs binalarından birinin işgaline katıldım, polis tarafından hırpalandım, bir gece nezarette kaldım; ama çoğunlukla olayları dışarıdan izleyen, eylemcilere sempati duyan bir turist gibiydim. Katılmak istesem de, yapım grup eylemlerine uygun değildi. Yalnızlık duygusu iliklerime işlemişti ve hiçbir zaman “Dayanışma” gemisine binmeyi beceremiyordum. Ne olursa olsun, ben minik sandalımda kürek çekmeye devam ediyordum; belki eskisine oranla biraz daha umutsuzdum, belki nereye gittiğimi bilmiyordum, yine de kayığımdan inmemekte direniyordum. Zaten istesem de, belki kayıktan inmeme fırsat olmayacaktı. Akıntıya kapılmış sürükleniyordum ve küreklere tutunabilmek için var gücümü sarf ediyordum. Kürekleri bırakacak olsam, boğulup giderdim.

Kimileri boğuldu. Kimileri kendi dürüstlüklerinin ve soylu amaçlarının kurbanı oldu, çok can kaybedildi… Benden bir üst sınıftaki Ted Gold, West Village’daki taş binalardan birinde yaptığı bombanın kazayla patlaması sonucunda paramparça oldu. Çocukluk arkadaşım ve Columbia yurdunda yatak komşum olan Mark Rudd, Yeraltı Havası adlı örgüte katıldı ve on yıldan uzun bir süre kaçak yaşadı. Konuşmaları benim gözümde birer zekâ ve uzak görüşlülük örneği olan Öğrenci Derneği sözcüsü Dave Gilbert, Brinks soygununa katıldığı için yediği yetmiş beş yıllık cezasını çekmek üzere halen hapishanede gün sayıyor. 1969 yazında, Batı Massachusetts’de bir kız arkadaşımla mektup atmak için postaneye gittik. Kız kuyrukta sıra beklerken, ben de FBI’ın aradığı on kişiyi gösteren afişe baktım. O on kişiden yedisi tanıdık çıktı.”

Paul Auster, Cebi Delik, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2015 [1997], 6. basım, s. 38-41.

Özgüven, Son Hikâye

Fatih Özgüven’in öykü kitabının bu finalini, sonsuz ertelemenin bir hikâyesi olarak düşünüyorum hep. Kitabın açılışındaki Kafka alıntısı “Menziller ve yollar yoktur; yol dediğimiz şey, tereddütlerdir.” savının hakkını vererek kapatıyor burada. Kitabın başlığı da aynı tamamlanamamışlık, varamamışlık, varmak istemezlik hissini çağırıyor. Sinema yazılarında da benzer tipolojiler kurardı Özgüven: yetişkin olamayan çocuklar ve yaşlandığını fark etmeyen gençler, eyleme geçemeyen politik düşünceler (Entre les murs (2008) eleştirisi)… Yazınsal üretimi sorun ettiğini hep hissederim, o yüzden yazdığı her metni bir heyecanla okurum. Film eleştirileri başkalarınkilere benzemiyor, öyküleri de. Bir de bir “hafiflik”. Düşünsel yoğunluğunu üslubundaki hafiflikle dile getirebilmesi beni büyüler. Dört öykü kitabını gördüğüm gibi okuyup, “Türkiye Öykü Dünyası”nda yerinin olmamasını hep yadırgardım, sonra Birikim’deki bir sayıya tepeden girdiğini görüp sevinmiştim. Borges, Wilde, Kundera ve Nabokov okudum onun zihninden ama Auster başkasına kısmet oldu. Radikal yazılarının kaybolduğuna üzüldüm, onları neden derlemedi diye düşündüm. Sonra Ekranella’da tekrar beliriverdi, sinemayı deşmeye devam ediyor.

“ÖLDÜĞÜNDE, kendini duvarların çepeçevre kitapla dolu karanlık, kuytu, sıcak ama çok da sıcak olmayan bir apartman dairesinde buldu. Arkasında bir kapının hafif bir çıt sesi çıkararak kapandığını duydu. Korkmadı. Dönüp baktı hatta. Öyle büyük bir hafifleme olmuştu hayatın bitmesi.

Bulunduğu antre gibi yerden iki basamakla oturma odasına indi.

Yerden tavana kadar, gölgelere karışmış kitap sırtlarından meydana gelen bir fon önünde karşılıklı iki berjer duruyordu. Kendi kendine berjer diye fısıldadı, canlı hayatı boyunca kulağına tatlı ama utanç verici biçimde yabancı gelen kelimenin nihayet tadını çıkararak.

Koltuklar eski, güzel bir kadifeyle kaplıydı, minderleri oturmaktan ezilmişti. Hatta, son oturanın izi mi vardı soldakinin, ona daha yakın olanın üzerinde?

Neyse işte, o koltuk daha profesyonel görünüşlüydü. Yanı başında eski, ayaklı bir lamba duruyordu. Lambanın ipek kumaşla kaplı eski tarz şapkası hafifçe sararmıştı ama mindere düşen ışığa bakılırsa gene de o koltukta oturup kitap okuyana kusursuz bir okuma ışığı sağlıyordu. Bu eski lambalar en iyi halojenlerden daha iyi, diye aklından geçirdi, maddesel dünyanın çok ötesindeki bu noktada, alakasızca. Koltuk, oturanın ayaklarını altına almasına yetecek kadar geniş, gerektiğinde elini yana indirip okuduğu kitabı parke döşemenin üzerine koymaya izin verecek kadar alçaktı.

Gözleriyle masa aradı. Bir masa olmalıydı.

Başucunda ışık yanan koltuğunda karşısında duran, yarı kanalığa karışmış eşinin tam arkasında bir yazı masası gördü. Üzerinde kâğıt destesi mi, daktilo mu, dizüstü bilgisayarı mı olduğunu hemen çıkaramadığı dikdörtgen karaltılar vardı. Sonra bakacaktı.

Dışarıdan, yere kadar inen koyu renk perdelerin ardından, odadaki, hiçkimseyi hiçbir zaman ıslatmayacağı belli olan, hafif, kesintisiz yağmurun hışırtısı geliyordu.

Artık yazacaktı. Oturacak yazacaktı. İçi bu düşünceden duyduğu sevinçle doldu. Ölmüş olması fark etmiyordu. Hatta belki -öbür dünya hakkında ne biliyoruz?- ölmüş olması bir şeydi.

Bir gün oturup yazmaya başlayacağım deyince aklına gelen, beynine damgalanmış duran anlar birer birer yeniden aklından geçtiler. Çok gençliğinde, çamurlu bir dağ yolundan yukarıya tırmanırken karşıdaki sisler içinde tepeye baktığı an, bir keresinde aynanın önünde gömleğinin en üst düğmesini iliklerken parmaklarının beceriksizce birbirine dolandığı ve kendi kendiyle göz göze geldiği an, şarap açacağı aramak için karıştırırken mutfak çekmecesinde oluşan desene dalıp gittiği an.

Oturup yazacaktı.

Öne doğru bir-iki adım attı. Koltuğunun yanına vardı.

Elleriyle kol dayayacak yerlerine tutunarak kendini yavaşça koltuğa bıraktı. Vücudu, canlılığında her zaman kavgasız gürültüsüz birlikte yaşadığı bu makine, ona zorluk çıkarmadı. Belki biraz yağlanmaya ihtiyacı vardı.

Gömüldü koltuğa. Bacakları tam durmaları gereken yükseklikte durdular. Bacak bacak üzerine attı. Elini yumruk yapıp çenesine dayadı. Evet, ışık kusursuzdu.

Şurada oturayım biraz.

Karşısında, karanlığın içindeki öbür koltuğa baktı. Orada kimin oturmuş olabileceğini düşünmeye çalıştı. Merak etmediğini fark etti. Kendi kendisiyle, ölmüş olmasına rağmen şakaklarında uğuldayan nabzıyla, havadaki bacağının belli belirsiz titreyişiyle dopdoluydu. Çok tatlı bir histi bu.

Çok, çook zamanı vardı.”

Fatih Özgüven, Hep Yazmak İsteyenlerin Hikâyeleri, Metis Yayınları, 2010, s. 91-3.