Loe, Doppler Hayat Nehrini Tefekkürle Seyrediyor

Doppler kent, iş ve aile yaşamını terk edip birkaç yıl ormanda yaşamıştı. Bu pasajın açılışında, tekrardan eski hayatına dönüyor ve önceleri çalıştığı iş yerinde tekrar mülakata girmeyi planlıyor -yok-hâyâl. Fakat eski ofisini gören banklarda eski hayatını izlerken romanın anlatıcısı, Loe’nin Doppler serisinde sıkça tercih etmediği bazı gözlemlerde bulunuyor. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda Doppler’e göre bu gözlemler hatırı sayılır derecede fazla aslında yine de romanın akışında azınlıkta kalır. Bir örnek olarak not ediyorum.

Doppler’in bütün bu yaşamını neden bu denli sevdiğime dair en kısa sözcük herhalde “çelişkiler”. Günümüz romancısı, hele ki Norveçliyse, peygamber yazarlıktan çok uzak duruyor. Ormana kaçmalı demenin yanlış olduğunu biliyor. Dolayısıyla, dünyanın büyük çoğunluğundan çok daha yüksek bir kalitede sürdüğü hayatı terk edip ormana yerleşen figürle yetinemiyor, onu kente geri döndürmekle yükümlü hissediyor. Ormandaki yaşam bir noktaya kadar iç açıcı görünse de kahramanı geri dönmeye ve çelişkileri ikinci elden değerlendirmeye mahkûm bırakıyor.


Ertesi gün Doppler, cesaretinden dolayı şaşkın bir halde, kendini şehir merkezinde, eski işyerinin kapısının önünde buldu. Eski meslektaşlarından pek çoğunun hiç şüphesiz hâlâ çalıştığı binanın pencerelerine baktı; uzun süre orada öylece dikildi. Girişin önünde bir saat kadar durmasına rağmen hâlâ içeri girememiş olmasının yarattığı hayal kırıklığıyla caddeyi geçip yıllarca kendi ofisinden gördüğü bir banka oturdu. Ormanda geçirdiği süre içerisinde bu bank bir kez olsun aklına gelmemişti ama şimdi, bilgisayar ekranındaki Excel sayfasından başını kaldırıp kelimenin hem düz hem de mecazi anlamıyla aşağıya baktığını hatırlıyordu; başkaları örneğin Doppler ve onun tanıdığı tüm yetişkinler yoğun bir günde toplumun çarklarını döndürürken, oturma fırsatı bulan işe yaramaz kaytarıcılara bakıyordu tepeden. Şimdi bu bankta kendisi oturuyordu ve çevresinde akıp giden hayata bakıyordu. Daha önce bunu hiç yapmamıştı. Dağıtıma çıkmış araçlar, belli ki çok acil olan paketler ve mektuplar taşıyordu. Taksi şoförleri köşeleri sinyal vermeden dönüyorlardı her zamanki gibi ve bisikletliler onlara parmaklarını gösteriyordu. Her şey her zamanki gibiydi. Dükkânlar bir yük kamyonu ordusundan mallar teslim alıyordu. Ve Doppler malların o gün erkenden ya da bir gün önceden tırlarla güneyden, ya İsveç üzerinden karayoluyla veya Almanya ya da Danimarka üzerinden feribotlarla geldiğini biliyordu; bazıları uçakla da gelmiş olabilir, diye düşündü Doppler bankta otururken, mesela iyi restoranlarda bulunan taze ve egzotik ürünler. Malların bir kısmının, hatta muhtemelen pek çoğunun büyük konteynerler içinde yük gemileriyle geldiği ve limanda boşaltılıp gümrüklendiği, daha sonra da kamyonlara konulup götürüldüğü aklına geldi bir müddet sonra. Böyle olmalıydı. O bankta oturdukça, düzenin mal ve hizmet akışını sağlamak için kurulduğunu daha iyi anlıyordu. Tüm ürünler, satılabilecekleri ve kullanılabilecekleri yerlere çabucak yetiştirilmeli, tüketilmeli, atılmalı, toplanmalı, geri dönüştürülmeli ya da imha edilmeliydi; kâğıtlar içeri, kâğıtlar dışarı, plastik, lastik, metal, içeri, dışarı, yukarı ve aşağı, mallar içeri, atıklar dışarı; daha fazla tüketimi, daha çok ihtiyacı, yeni ürünleri, daha fazla ürünü üretmek için yapılan reklamların çağrısına uyumlu bir biçimde. Her şey ustaca, büyük bir hızla tüketilmeye yönlendirilmişti. İnsanların da kesinlikle bu yüzden sokaklarda dolandıklarını şimdi anlıyordu Doppler; işe gidiyorlardı, işten geliyorlardı, zamanı geldiğinde onları bir işe yönlendirecek eğitim kurumlarına girip çıkıyorlardı ki, bir gün gelip nakit para ödemeden edindikleri evlerin, dairelerin, arabaların, malların borcunu ödeyebilsinler; pek çoğunun ölene kadar kurtulamayacakları borç batağını bir an olsun unutabilmek ve biraz da kafayı dağıtmak için bir yerlerde geçirecekleri tatillerin parasını ödeyebilsinler. Sanayi Devrimi’nden önceki bin yıl süresince büyüme yılda 0.01 oranındaymış, diye okumuştu Doppler bir gazetede. Ancak yaşam standardı on yedinci yüzyılın ortalarından itibaren, elli yılda bir ikiye katlandı. Böylesine bir artış, Sanayi Devrimi’nden önce altı bin yılda gerçekleşiyordu. Sahip olmaya alıştıklarımıza, sahip olmaya alışılması manyakça yani. Pek çok kişinin bu bankın önünden aceleyle geçmesinin nedeni muhtemelen, güçlerinin yettiğinden daha pahalı bir sürü şey almış olmaları, diye düşündü Doppler. Sistem şu şekilde işliyordu: Tüketmek için para kazanmayı beklemeyelim diye bankalar borç vermek için sıraya girmişlerdi. Tüketim genç yaşlarda başlıyor ve asla sonu gelmiyordu. İnsanlar, borç almak için ödedikleri ekstra kronları memnuniyetle çıkarıp veriyorlardı çünkü öbür türlüsü dışlanmak anlamına geliyordu, bu da istenmiyordu, tatsızdı, hatta ve hatta tehlikeliydi.

Doppler, oturduğu bankın azgın bir nehrin ortasındaki, güneşin ısıttığı huzurlu bir kaya olduğunu fark etti. Kayanın üstüne çıkıp kendini kurtarmıştı, orada oturmuş, etrafından akıp gidenleri seyrediyordu. Doğru cankurtaran malzemeleriniz varsa, iyi talimatlar aldıysanız, tecrübeliyseniz ya da sadece talihliyseniz, nehirde pekâlâ hayatta kalabilirsiniz, Doppler’in senelerce yaptığı gibi; başını su üstünde tutmuştu ve ayakları önde, düzgün bir biçimde oturmuştu, suyun yüzeyinde görünmeyen ama nehrin dibinden haince fırlayan taşları tekmelemeye hazır bir biçimde. İnsanın buna alıştığını şimdi görebiliyordu. Daha doğrusu, insan çocukluğundan bu yana bu duruma alışıkmış, böyle olması gerektiğine inanmıştı. Mesele yetenek meselesiydi, ancak mesele öncelikle, kişiye vaftiz armağanı olarak ne türden cankurtaran malzemeleri verildiğiyle ilgiliydi. Bazıları ne can yeleğine sahipti ne de yüzme biliyorlardı. Onlar hemen battılar. Bazıları üzerinde küçük delikler olan kolluklar almıştı; onlar birkaç yıl dayandı. Bazılarının tekne büyüklüğünde can yelekleri vardı. Tuttuğunu koparanlar, bir yandan debelenip bir yandan kendi yeleklerini kendileri yaptılar, başkalarına yelek satıp bundan iyi para kazandılar. Bazıları diğerlerinden daha hızlı ilerledi suda, belki biraz daha yavaş ama ne olursa olsun hep nehrin içindeydiler, hep birlikteydiler ve burası güvenliydi. İnsan hoş bir biçimde sırılsıklam, uyuşuk, bitkin ve umarsız oluyordu; her allahın günü aynı insanları görüyordu. Nehrin bazı yerlerinde batmadan daha rahat yüzülüyordu; akıntı daha hızlıydı, dipten çıkan taşlar daha azdı, buraları kapmış olanlar dibe batarlarsa, birileri onların yerini alıp akıntıya kapılmış mallarla ve ürünlerle yan yana, eskisinden daha iyi süzülüp yol alabilirdi suda. Yeterince becerikliyseler tabii, diye düşündü Doppler. Zamanla sahip olabilmeyi şiddet ve arzuyla hayal ettikleri mallar ve ürünler de akıntıda sürüklenip duruyordu. Bankta otururken, işlerin böyle yürüdüğünü aniden kavrayıverdi Doppler. Bu son derece banal yapıyı olduğu gibi göremeden yıllarca akıntıda sürüklenmesine şaştı kaldı ve buna canı sıkıldı. Her şey, konumlar, yüzme yeteneği, cankurtaran malzemeleri için verilen bir kavgadan ibaretti. Her şey bir konumlar ve nesneler panayırından ibaretti. Nehrin suyu neredeyse ayak bileklerine geliyor, onu serinletiyordu. Şimdi böylece oturuyordu orada. Arkaya doğru kaykıldı ve etrafını saran binlerce ofis penceresine baktı. Orada, bir zamanlar onun da aralarında bulunduğu, yüksek eğitimli çalışanlar bulunmaktaydı ve bunlar sunumları, taslakları, notları, duyuruları, incelemeleri, stratejileri, bütçeleri, modelleri -önümüzdeki elli yıl içerisinde ekonomiyi ikiye katlamayı hedefleyen araçları- netleştirirken diğer çalışanlar, takvim programlarının onlara, katılmak zorunda oldukları bir toplantıyı unuttuklarını hatırlatabileceğinden korkuyorlardı. Büyük toplantı salonu eski işyerinin yedinci katındaydı. Doppler pencerelere baktı. Şu anda orada kesinlikle bir toplantı vardı. Her zaman toplantı yapılırdı. Orada çalıştığı günlerde, toplantı salonunun en geç bir buçuk iki hafta öncesinden rezerve edilmesi gerekiyordu. Kurum içi ağın takviminin bir parçasıydı bu; kimin, ne için odayı ayırttığı takvimde görülebiliyordu ve boş olan saatler, kareli alanda yanan yeşil renkle belli oluyordu. Doppler toplantı odasında yüzlerce saat geçirmişti. Toplantılara katılmıştı, sunum yapmıştı ve kendi seslerini duymaktan bir an bile bıkmayan insanları dinlemiş, dinlemişti, onlara bol bol küfür sallamıştı, kafasının içinde tabii. Bu, ilk saatte pek olmazdı ama ikinci saate girildiğinde her zaman dağılıyordu gözü dönüyordu ve toplantı canavarlarına ağıza alınmayacak şeyler söylemeye başlıyordu, kendi kendine, kafasının içinde. Örneğin, amcık suratlı, ilk aklına gelen sözcüktü. Orospunun önde gideni ise bir diğeri. Doppler, konuşanın acayip nefret edilesi biri olduğuna karar verir, o kadına ya da adama bu lafları söylerdi; bir vantrilok gibi yavaşça, yoğunca ve tekrar tekrar söylerdi. Ama yine de toplantılar bitmek bilmezdi. Öfkeden kudurur, dişlerini sıkar, önündeki kâğıda bir şeyler karalardı. Sıkıntının ve dışa vurulmamış öfkenin enerjisini işleyen bir makine çizmişti; böylece petrole dayalı ekonominin hızlı çöküşüne katkıda bulunuyordu. Fizik dalında Nobel Ödülü alıyor ve ödül parasını yelkenliyle dünyayı dolaşmak için harcıyordu; sevilmesi zor kişileri sevmeye çalışıp bir hamakta okuyacak başka hiçbir şeyi kalmayana kadar kitap okuyordu. Ancak makine hiç üretilmedi ve toplantılar, Doppler kendini ormanda bulana kadar bitmek bilmedi.

Eski tas, eski hamam diye düşündü Doppler nehirdeki bankın üstünde.

Erlend Loe, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, çev. Dilek Başak, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [2015] , 3. basım, s. 70-3.

Vila-Matas, Montano Hastalığı’nda Sebald Referansları

Montano Hastalığı, odağında Sebald metinleri olan bir roman değil. Odağında -ki referans verdiği metinler söz konusu olduğunda bir referans odağı yok aslında- pek çok edebi metin var. Sebald ilk on aday listesini ancak zorlar fakat seçici geçirgenlik ve baader-meinhof fenomeni uyarınca ben onu seçip taşıdım. Referansları buraya çekilse telif sorunu yaşatacak kadar sık vurgulanan yazarlar da vardı, birisini hiç okumadım henüz, listeme dâhil ettim: Robert Walser. Gezinti’ye bakacağım ilkin. Diğerlerini hatırladığım kadarıyla yazarsam: günlükleri ve özel anlarıyla Kafka, alter-ego’suyla Valery (aslen Monsieur Teste), metni başından son sayfasına kadar kat eden Musil ve başka onlarcası… Rahatsız edici bir rastlantı olarak hatrımda kalan: bu romandan sonra Niteliksiz Adam’ı okuma planımdı, bu romanın Niteliksiz Adam’a dair tonlarca cümleyle bitişi ve ürkerek bu şiirsel adaleti geçersiz kılma niyetiyle Musil’i erteleyişim oldu. Onun yerine, daha naif karşılaşmaları yeğlerim. Tek bir alıntıyla anılan sevgili Handke bile boy gösteriyordu bir sayfada.

Hep roman alıntılayan, alıntılarınsa aralarına anlamlı bir şeyler yazmaktan aciz birisi olarak Vila-Matas’ın alıntılardan iyi bir roman yapabiliyor oluşu sinirlerimi bozdu.

Edebiyatı seven birisi ne zaman okuyacak çok fazla kitap ve az zaman olduğundan dert yansa ona bu romanı önereceğim. Her hastalık kötü müdür, bir bedensel/ruhsal durumu ve semptom dizisini hastalık kılan şey nedir diye düşünüyorum okuduğumdan beri. “Organizmanın yapı ve işleyişinde ortaya çıkan bozukluk” demek bozulmamışlığa dair bir tahayyülle geliyor. Bozukluğu tartışırım.

Sebald ne kadar sakince ve zihni bütün bir şekilde toparlıyorsa bütün bu geçmişi, belleği, yürünmekle bitmez yolları, parıldayan anıları; Vila-Matas’ın kahramanı da o denli heyecanlı, ip cambazı, netleşmez, tedirgin, kitapsız seyahat edemeyen, bağımlı bir okur-yazar.

Aklım ve fikrim yeterse hoşnutsuz bir eleştiriyi de buraya taşıyacağım, belki gözyaşlarıyla.

“Yeniden edebiyat eleştirmenliğine dönmeye karar verdim, hakkında bir yazı kaleme almam için bana ilk gönderdikleri kitap W.G. Sebald’ın Satürn’ün Halkaları oldu. Sanki gazetenin editörleri bu kitabı, insanın kanını donduran bir güzelliğe sahip biçemi beni büsbütün yere sersin diye seçmişti. Bunu biliyordum, bana söylemişlerdi fakat kitabı okurken ayrıca doğrulamış oldum: Anlatıcı, sanki hepimiz dünyaya çift kat camın ardından bakıyormuşuzcasına dünyayı tuhaf ve yapay bir sessizlik içinde tasvir ediyordu. Bu anlatıcı yer yer, “hâlâ yaşayanların diyarında mıydı yoksa çoktan başka bir âleme geçmiş miydi” emin olamıyordu. Tanrım, ne keder ama! Anlatıcı, “uzun süren önemli bir çalışmanın bitmesinin ardından içini kaplayan boşluk duygusundan kurtulmak amacıyla” İngiltere’nin doğusundaki Suffolk Kontluğu’nu yürüyerek dolaşıyordu. Tek tük evlerle, ıssız manzaralar ve harabelerle dolu küçük yerleşim bölgelerinde yaptığı gezintiler esnasında tüm dünyayı kapsayan bir geçmişin izleriyle karşılaşıyordu. Sahilde yaptığı bu kutsal yolculuk içinde neşe, ışık ve canlılık barındırmıyordu. Ölü bir adam için, diyordu sanki anlatıcı, tüm dünya büyük bir cenazeden ibaret.” (s. 39-40)


“Yaşamım! Okuru düşünerek, beni daha yakından tanıma hakkına sahip olduğunu düşünerek kaleme alacağım kısa bir sözlüğe indirgenmesi iyi olacaktır eminim. Kurmacayla otobiyografiyi iç içe geçirdikten, böylece kurmaca metinler yarattıktan sonra şimdi okurların yaşamım ve benim hakkımda daha fazla bilgi sahibi olmasını istiyorum yalnızca; kendi yarattığım metinlerin arkasına saklanmak istemiyorum artık. Kurmaca metin yazarının kartlarını açık oynaması, yani kendisi hakkında bilgi vermesi, kendi imgesine yansıtması gerektiğini söyleyen W.G. Sebald’a katılıyorum.” (s. 105-6)


“Eprimiş kumaş belki de başka bir dünyanın ışığının düştüğü bir gün, sözel kumaşın hayata anlam veren mantık dokusunun öldüğü bir cennettedir. Güzel günlerdi. Yine de o cennetteki biri dilin yaratıcısını delirtti, kumaş epridikçe epridi ve eski düzeninden, eski anlamından yoksun kalan hayatlarımız saçma sapan bir hal aldı. Bugün tanınmaz hale gelen bu kumaş, eprimiş de olsa, Sebald’ın varlığını sezinlediği kumaş olabilir pekâlâ; ancak bir anlık ama büyüleyici parıltısını algılayabildiğimiz halde vardır ve bu kumaş -tabii algılarsak- ve bu parıltılar, belki de aslında neler olabileceğini de, yanlış anlaşılmanın ne olduğunu da bilmediğimizi de, yanlış anlaşılmanın ne olduğunu da bilmediğimizi ama cennette silah sesleri duyulduğunu ya da en azından -kendisine hayatlarımızdaki tuhaf bir tesadüfü, dolayısıyla da eprimiş kumaştaki başka bir parıltıyı gözler önüne seren belgeleri gösterdiğimde Sergio Pitol’un bana dediği gibi- “muhakkak bir şey olmuş olması gerektiğini, bu kadarının kesin olduğunu” doğruluyordur.” (s. 195-6)

“Kırk beş yıl önce bugün, 1956 yılında, W.G. Sebald’ın karda dolaşmaya çıkan dedesi öldü; gezintiye çıkan başka biriyle, benzer bir gezintide yine karların üstüne devriliveren Robert Walser’le neredeyse aynı saatte karların üstüne yığıldı kaldı.

Tek bir Noel günü için iki ölü.

On bir gün önce, 14 Aralık Cuma günü yazar W.G. Sebald arabasının direksiyonu başında öldü. Hep sanki başka bir çağdan fırlamış gibi bir hali vardı: ıssız bölgelerden ta geçmişe değin uzanan, dünyanın bütünlüğünü işaret eden, yok oluşun ve yıkımın tarihteki izini süren hafif antika bir adam.” (s. 294-5)


“Ağladım, gözyaşlarıma engel olamadım. Geçmişin bu beklenmedik dönüşüne ağladım. Sebald’ın Vertigo‘sunda çok benzer bir şey olur: “All’estero” bölümünün anlatıcısı kitaptaki öykülerden birinde arkadaşı Olga’yla seyahat eder ve Olga çocukken gittiği okula girmekten kendini alamaz: “Ellili yılların başlarında sıralarında oturduğu sınıfta, aradan neredeyse otuz sene geçmişken, aynı öğretmen aynı ses tonuyla ders anlatıyor ve tıpkı o zamanlardaki gibi fısıldaşmayı bırakıp dikkatlerini derste toplamaları için uyarıyordu çocukları. Büyük holde, etrafı bir zamanlar ona devasa görünen kapalı kapılarla çevirili, tek başınayken bir ağlama krizine tutulmuştu Olga. Daha sonra anlatmıştı bunu bana (…). Olga, ne bütün yol boyunca ne de gecenin devamında, geçmişin beklenmedik bir şekilde tekrar ortaya çıkışının getirdiği huzursuzluktan kurtarabilmişti yakasını.”

Burada Sebald sanki geçmiş, tüm geçmiş, hâlâ yaşanmaya, olmaya ve yüzeye çıkmaya, kendince var olmaya devam eder, der. Ziyaretçi kartı göstermeden, bizim kendisini çağırmamızı bile beklemeden geçmiş, geçmişimiz devam eder şimdiki zamanda vuku bulmaya. Nefes kesicidir bu, korkutucudur. “Beni burada, aşağıda bırakma bir başıma, Tanrım” diye yakaran Emily Dickinson’ı anımsatıyor bu bana. Sanırım Dickinson ilelebet içine tıkıldığımız karanlık bir bodrum katından ibaret bu dünyada yapayalnız ve kimsesiz olduğumuzu biliyordu.” (s. 297-8)

p.s. Her ne kadar kitabı iki sefer taramış olsam da “Sebald” isimlerini bulmak için, birçok alıntıyı kaçırdığıma eminim.

Enrique Vila-Matas, Montano Hastalığı, çev. Seda Ersavcı, Jaguar Yayınları, 2017 [2002].

 

Barthes, Kapaktaki (Meşhur) Asker Üzerine

Hayata 21 günlük bedelli askerlik molasını, dün gittiğim -haklılıkla alaycı- berberden sonra hangi alıntıyla ifade edebilirim? Aslan Asker Şvayk (Hašek) ya da Adam Adamdır (Brecht) belki. En yakınlara bakarsam, Barthes’ın berberde bir dergi kapağındaki siyah asker fotoğrafıyla karşılaşması ve bununla ilgili yazdığı, sonradan içinden çok sular akacak geniş dere yatağına dair kurucu fikirlerini alıntılayabilirim.


Şimdi de başka bir örnek: Berberdeyim, Paris-Match‘ın bir sayısını uzatıyorlar. Kapakta, Fransız üniforması giymiş genç bir zenci, gözleri yukarıda, hiç kuşkusuz üç renkli bayrağın bir kıvrımına dikili, asker selamı veriyor. Resmin anlamı bu. Ama, bönce olsun, olmasın, bana neyi belirttiğini görüyorum: Fransa büyük bir imparatorluktur, renkli renksiz tüm oğulları bayrağının altında bağlılıkla hizmet eder, sözde sömürgecilik suçlayıcılarına bu zencinin sözde sömürücülerine hizmet etme çabasından daha iyi bir yanıt olamaz. Böylece, burada da, büyütülmüş bir göstergesel dizge karşısındayım: daha önce bir ön dizgeden oluşmuş bir gösteren var (bir zenci asker Fransız selamı veri­yor); bir gösterilen var (bu da amaçlanmış bir fransızsallık ve asker­sellik karışımı); son olarak da gösteren içinde gösterilenin varlığı var.

Söylensel dizgeyi terim terim çözümlemeye geçmeden önce, te­rimler konusunda anlaşmak uygun olacak. Şimdi, biliyoruz, gösteren söylende iki görüş açısından ele alınabilir: dilsel dizgenin son terimi olarak ya da söylensel dizgenin ilk terimi olarak: öyleyse burada iki ad gerekiyor: dil düzleminde, yani ilk dizgenin son terimi olarak gös­tereni anlam (adım arslandır, bir zenci Fransız asker selamı veriyor) diye adlandıracağım; söylen düzleminde de biçim diyeceğim ona. Gösterilene gelince, bulanıklık söz konusu değil: kavram adını alıko­yacağız. Üçüncü terim ilk ikisinin karşılıklı bağıntısı: dil dizgesinde gösterge‘dir bu; ama bu terimi yeniden ele alıp da çift anlamlılığa düş­memeye olanak yoktur, çünkü söylende (baş özelliği de budur) göste­ren daha önceden dilin göstergelerinden oluşmuştur. Söylenin üçün­cü terimine anlamlama diyeceğim: söylenin gerçekten bir çifte işlevi bulunduğu için, sözcük tam yerindedir: gösterir ve bildirir, anlatır ve benimsetir.

Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, Metis Yayınları, çev. Tahsin Yücel, 2014 [1957], 4. basım, s. 185-6.

Pamuk, Sinemadan Çıkınca Bir Başkası

Kara Kitap’tan bu kısa pasaj, buraya alıntı istiflerken beni çağıran birçok temayı içinde taşıyor. Pamuk’un aralarına zamansal mesafe koyarak okumaya çalıştığım romanları her seferinde birkaç sayfada bir arşivleme dürtülerimi tetikliyor zaten, bu kez temkinli davranmaya çalışıyorum.

Çağıranlar: Taksim ve İstanbul, sinema ve kurgu, insanları gözlemleme, kişisel hüznün devredilişi, ötekini yorumlama ve tüm bu yorucu sürecin bir yere varamayışı.

Bir film izleyip sokağa çıkınca gelen ilk hislerden birisi, elbet filmle ilgili olarak çeşitlense de, kendi duygularımının ötekinin duygularıyla yer değiştirmesi oluyor. Başkasının -hem de kurgu karakterin- dertlerini dert edinmek çok korunaklı çünkü sorumluluk hissi taşıtmıyor. Kendim dahil olmak üzere, gerçek insanlardan çok sinema -yahut roman- karakterlerini kafaya takıyor, dönder aktar düşünüyor ve onlarla ilgili hisleniyor olmam belki de kaçışçı ruh halimin bir parçasıdır. Yaşayan varlıklar hakkındaki tefekkür başka gerilimler taşıyor, harekete geçmek gibi. Tabi böylesi bir bakış sinemayı -edebiyatı ve genel olarak sanatı- sağaltıcı bir işleve hapsediyor. Belki de sağaltıcılığını kabul ederek olumlu yanları üzerine düşünmek işe yarar.

Atılgan’ın dağarcığımıza soktuğu sinemadan çıkmış insan imgesini 30 yıl sonra Pamuk yeniden anıyor, diğer pek çok şeyi, mesela Vesikalı Yarim üzerinden bu kez “sinemaya girmiş insan”ı, yeniden andığı gibi. “Romanı bitirmiş insan” fiziksel bir mekandan çıkmak ve kalabalığa karışmak gibi bir eyleyişte bulunmadığından olsa gerek güçlü bir imge olamamış. Orada da bir şeyler var ama, arka kapağı çevirdikten sonra zihindeki elektrokimyasalların ebleh bir gülümseme veya -yine- hüznü tetiklediği, daha sıklıkla özel alanda gerçekleşen bir durum. Toplu taşımada kitap okuyanlardan kitabın sonuna yaklaşan birileri varsa durağı kaçırmak pahasına o bitirişi nasıl yaşadıklarını, bedenleriyle neleri ifade ettiklerini görmek için bekliyorum: bir garip zafer.


Taksim yakınlarında birdenbire kendini boşalan bir sinemanın kalabalığı içinde buldu. Dalgın dalgın önlerine bakarak, elleri ceplerinde ya da kol kola yürüyerek merdivenlerden sokağa çıkan insanların yüzleri öyle bir anlamla yüklüydü ki, Galip içinde yaşadığı kendi kâbusumsu hikâyesinin bile önemli olmadığını düşündü. Sinemadan çıkan kalabalığın yüzünde bir hikâyeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların huzuru vardı. Hem burada, bu sefil sokaktaydılar, hem de orada, içinde olmayı hemen isteyiverdikleri o hikâyenin içinde. Çok daha önceden yenilgi ve acılarla boşaltılmış bellekleri, şimdi, bütün hüznü ve hatırayı yatıştıran derin bir hikâyeyle doldurulmuştu: “Başka biri olduklarına inanabiliyorlar!” diye düşündü Galip özlemle. Kalabalığın az önce seyrettiği o filmi görüp, o hikâyenin içinde kaybolup bir başkası olabilmek istedi bir an. Sokaklara dağılan insanların sıradan dükkân vitrinlerine baka baka bildik tanıdık eşyaların o bezdirici dünyasına geri döndüklerini görüyordu. “Kendilerini koyuveriyorlar!” diye düşündü Galip.

Oysa, bir başkası olabilmek için, insan bütün gücünü kullanmalıydı. Taksim Meydanı’nda çıktığında Galip, içinde bu amaçla bütün iradesini harekete geçirebilecek bir kararlılık hissetti. “Ben bir başkasıyım!” dedi kendi kendine. Hoş bir duyguydu bu, yalnız ayaklarının altındaki buzlu kaldırımların, Coca-Cola ve konserve ilanlarıyla çevrili bütün meydanın değil, kendi kişiliğinin de tepeden tırnağa değiştiğini hissettiriyordu. Kararlılıkla bu cümleyi tekrarlaya tekrarlaya bütün dünyanın değiştiğine de inanabilirdi insan, ama o kadar ileri gitmeye gerek de yoktu: “Ben bir başkasıyım,” dedi Galip kendi kendine. Adlandırmak istemediği bu başka kişinin anıları ve kederiyle yüklü bir müziğin, içinde yeni bir hayat gibi yükseldiğini keyifle hissetti. Bütün hayatının coğrafyasını belirleyen temel merkezlerden biri, Taksim Meydanı, iri hindiler gibi dolanan otobüsleri ve dalgın ıstakozlar gibi ağır ağır hareket eden troleybüsleri ve her zaman karanlıkta kalmaya kararlı belirsiz köşeleriyle bu müziğin içinde ağır ağır değişti ve Galip’in ilk defa adım attığı fakir düşmüş umutsuz bir ülkenin allanıp pullanmış ‘modern’ bir meydanına dönüştü. Karlarla kaplı Cumhuriyet Heykeli de, hiçbir yere çıkmayan o geniş Yunan merdivenleri ve Galip’in on yıl önce cayır cayır yanışını seyrettiği ‘Opera’ binası da, böylece, işareti olmak istedikleri hayali ülkenin gerçek parçaları haline dönüştüler. Galip, otobüs duraklarının önündeki telaşlı kalabalığın içinde, itişerek araçlara binen insanların arasında ne esrarlı bir yüz görebildi, ne de örtüler arasındaki ikinci dünyanın işareti olabilecek plastik bir torba.

” (s. 203-4)

Orhan Pamuk, Kara Kitap, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [1990], 10. basım, s. 203-4.

Sönmez, Belleksizin Kent Yürüyüşü

Otomatik kapılar açılıp kapanıyor. Geniş bir meydana giriyorum. Kentin içinde başka bir kent mi burası? Alışveriş merkezindeki bütün koridorlar meydana bağlanıyor, insanlar burada buluşup, buradan dağılıyor. Her koridor uzadıkça bir sokağa dönüşüyor, kıvrılıp derinleşiyor. Buraya daha önce gelmişsem etrafa yine böyle şaşarak bakmışımdır. Dışarıdaki İstanbul’a benzemiyor. Serin. Sakin. Ayak seslerim mermer zeminde su gibi akıyor. Ardımda bir gölge hissetmiyorum. Burada herkes gölgesiz sanki. Kendi kendilerine yetiyorlar. Benim gibi. Bazen baş ağrısı veya uykusuzluk çekerlerse, ilaçlar imdada yetişiyor. Her köşe başında bir eczane. Gündüz yetmez, gecelere de birer eczane. Kentin dört bir yanındaki kıyafet mağazaları, ayakkabıcılar, lokantalar, kafeler, marketler, kitapçılar, çilingirler, bankalar, sinemalar ve çocuk oyun salonları buraya toplanmış. Alışveriş merkezi değil, kat kat yükselen duvarlarıyla yeni bir kale. Geniş ekranlı televizyonlar. Kahve kokusu. Acıkma hissi. Parktan çıkıp buraya neden geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Karınca yok. Trafik yok. Polis otolarının sireni duyulmuyor. Koridorları her yandan kameralar izliyor. Çocuklar sağa sola koşturuyor. Bir ağacın yanındaki banka oturuyorum. Ağaçlar ve banklar, parkı andırıyor. Ağır adımlarla yürüyen yaşlılara bakıyorum. İçlerinde geçmişimi getirecek biri var mı diye yüzlerini süzüyorum. Kaygılanmayın, demişti doktor, geçmişiniz size eninde sonunda gelecek. Doktorum sanırım fazla televizyon dizisi izliyor, veciz sözlerle konuşmayı seviyor. Geçmişim bana beklediğim değil beklemediğim bir anda gelecekmiş. Deminden beri düşündüklerim, aklımda dolananlar, bana ait değil. Kafamın içi doktorun kelimeleriyle dolu. Zihnimin ne kadarı gerçekten benim, bilmiyorum. En iyisi yürümek. Kimseye çarpmadan yürüyebiliyorum burada. Bir vitrinin önünde durup cansız mankenlere bakıyorum. Yan taraftaki vitrine geçip geniş bir akvaryumu seyrediyorum. Balıklara benziyorum. Aynı yerde yüzüp, aynı sınırlarda dolanan. Denizden korksam da akvaryumu ve balıkları seviyorum. Yeterince uzun yaşarsam, öteki günleri de görebilirim: Gelecekte alışveriş merkezlerinin bir ucuna doğumevi, diğer ucuna mezarlık yapılır. Burada doğulur, yaşanır ve nihayet burada ölünür. Belki benim diğer hayatım da öyledir, diğer bir hayatım varsa. Güneş burada kimseyi yakmaz, kar kimseyi üşütmez. Gökyüzü dahildir bu dünyaya. Yürüyen merdivenlerden çıkarken, başımı kaldırıp yukarı bakıyorum. Camla kaplı tavandan içeri gün ışığı doluyor. Geniş kubbeli camilerin ve gotik kiliselerin görkemi. Budist bir tapınağın çın çın ezgileri dökülüyor yukarıdan. Yanımdan geçenlere bakıyorum. Yüzleri dingin. Aynı ayarda, aynı niyette aranıyorlar. Ben nereye gittiğimi bilmeden bir sağa bir sola dolanıyorum. Çocuklara ayrılan bir köşede palyaço gösterisi izliyorum. Gösteride söylenen şarkıları dinliyorum. İzleyiciler arasında Serka’yı fark ediyorum. Meraklı gözlerle etrafı süzüyor. Ya nişanlısını arıyor ya da sohbet etmek için yanaşacağı yeni birini. Ona bakarken, insanların bambaşka dertlere düşebileceğini anlıyorum. Bana tercih sunsalar, kendi derdimde kalmayı mı yoksa Serka gibi olmayı mı seçerdim, bilemiyorum. Ona görünmeden uzaklaşıyorum. Kendimi tekrar akvaryumun önünde buluyorum. Bir anlığına dünyayı bu alışveriş merkezinden ibaret sayıyorum. Dışarısı diye bir yer yok. Vitrinler nehir gibi durmaksızın akıyor ve ben akvaryumun parçası olmayı hayal ediyorum. Camın içinde cam. Suyun içinde su. Bir başıma, aynı yerde.

Burhan Sönmez, Labirent, İletişim Yayınları, 2018, s. 48-9.