greg in succession s04e08

The written dialogue couldn’t carry the weight of the actual scene but at least highlighted the heavy usage of the empty filling words in the conversations. I loved watching it and wanted to note it somehow. A loyal evil performance by Greg. It was the moment I discerned the monstrosity of the family decision. Jess’ reaction was also brilliant.


T: Hello.
R: Hey, Tom.
T: Hey.
R: So, call it. You can call it.
S: No!
T: We’re calling it?
R: Yeah. We called Wisconsin, now we’re gonna call Arizona, so we call the election. We call the election?
K: Call it.
R: Call it.
S: No. No, Tom. No. You’re making a terrible mistake. Please don’t.
T: Hey, guys, it’s not my call. It’s not my call.
R: Okay?
T: It’s your call. It’s up to you. If you say so.
R: I say so. Call it. I say so.
S: Fucking Pontius Pilate.
R: No one cares. No one… no one cares.
G: Hey, yeah. Okay.
T: Hey. Tell ’em I’m coming down.
G: Ok.
T: Yes. We’re gonna call it. Yeah, we’re calling for Mencken.
R: All right.
G: Oh.
T: Okay. Tell ’em I’m coming. All right. Okay.
R: Great work, Tom.
T: Thank you
R: Good stuff. Great night.

G: (sighs) Fuck.
J: You okay?
G: Yeah, yeah, yeah. I, uh… I… I… I have to go, um… tell them, I think… we’re calling it. For Mencken.
J: Whoa.
G: Yeah. So… I should… I should…
J: Right.
G: I should go. I’ll get in trouble if I don’t go.
J: Okay, dude. I mean…
G: Yeah. I mean, it’s not really my choice, right? So…
J: Sure. I mean, right. Yeah.
G: Yeah. I’m just… I’m pressing the button. Or I’m not even pressing
the button, I’m just… I’m asking them to prepare to press the button.
J: Right, and all that does is just, like, launch a nuclear attack. So…
G: It’s not gonna change anything if I don’t go. So…
J: Couple minutes. So, I mean…
G: Right, right.
J: You…
G: But realistically… Wow. Crazy.
J: Yeah.
G: Crazy. crazy one.

Hisar, ayakkabılar, anlatıcı | Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği

Romanda anlatıcının ilk sarsılışı, geçmişteki farkına varışı hatırlayışı. Zabel Yesayan’ın Son Kadeh’inden bir pasajı hatırlattı bana, benzer duygular hissettim bu bölümü okurken. Belki romanın içinde denemenin kendine yer açtığını fark ettiğim ilk an olduğu içindir. Sonunda yürüyüşe bağlaması da müthiş.

Fakat hatırlıyorum ki bu manzaraya en çok gülen ben değildim. Bilakis, bu geniş ve uzun esvap dolabının alt rafında sıralanan bütün bu ayakkabıları görmek ilk önce bana bir durgunluk ve dargınlık vermişti. Gözlerim önünde ilk defa açılan bu ayakkabı kargaşalığını, sürüsünü, kafilesini, halkını görmek bana derin bir surette ilk tesir eden manzaralardan biri olduğunu ve zihnimde müstesna bir intibah husule getirdiğini iyice hatırlıyorum.

Onları hep birden görünce gülen arkadaşlarım gibi ben de bu manzaraya sade güleceğime acaba niçin ve hangi bir düşünceyle bir an için olsun böyle dalgın kalmıştım? İçimde hâlâ çözülmemiş bu duygumu belki hâlâ tefsire muhtaç bulmakta olduğumu duyuyorum. Bu anda zihnimin büyük bir uyanışla düşünüp apaydın kaldığı müstesna dakikalardan biri geçmişti.

Zihnin hassaları acayiptir: Bazan yavaş yavaş ta içimize toplanan derin sebeplerle, bazan da sebepsiz yere yahut hatır ve hayale gelmez bir sebep yani bir vesile ile veyahut bazı büyük hadiselerin tesiri karşısında birdenbire öyle harikulade bir küşayişle açılır ki, bunların haricinde geçen zamanlarımızın faaliyeti bu uyanıklığa nispetle bir uyuklama gibi kalır. Acaba neden bu güneşler bazan bize böyle doğar ve parlar? Bir insanın kafası bütün ömrü boyunca belki ancak beş on defa böyle tamamen uyanır, aydınlanır ve her şeyi anlar ve her şey hakkında hükmünü evvelinden vermiş olur.

Galiba bu dolap karşımda, hiç beklemediğim bir anda ilk defa böyle açılınca ve bu yan yana, baş başa hazırlanmış duran potinlerle iskarpinler, çizmelerle terlikler gözlerime hep birden gözükünce o zamana kadar hatırıma gelmeyen ve düşünemediğim bir hakikat gözlerime şiddetle çarpmış oldu. Bu manzara bana duyabileceğim bir filozofu bulmak ve dinlemek gibi kuvvetle tesir etti, zira bu bekleyiş, şimdi bir müddet için duraklamış bütün bu ayakkabıların bir müddet sonra, içlerinde kaynaştığı gizli gizli duyulan bir kuvvetin yardımıyla yine yollarına devama başlayacakları kanaatini ilham ediyor ve benim, baş döndürücü bu manzarayı göreceğimi de felsefî ve remzî bir surette duyurmuş oluyordu. Derinlerin hem gizli, hem amansız ikna kuvvetiyle iman ediyordum ki, şehir ve hayat yollarının sonsuz bir taaddüdü vardır. Ve insan adımlarının tenevvüü müthiştir. Gözlerime nice farklarda, hep birden çarpan bu yolların çokluğuna, bu hususiyetlerin tenevvüüne hayran oluyordum. Bana bu heyecanı veren de işte bu toplu görünüş ve bu intizarın bir gün inkılap edeceği davranıştı. Dünyanın birbirinden ayrılan ve uzaklaşan yollarını hep birden önüme serer gibi duran bu manzarayla, sanki birdenbire dünya kargaşalığını, kalabalığını, ihtilaflarını, azametini görmüş, hem de katî bir intihabın zorluğunu, zira tutulan yolun bizi diğer yolları terk etmeye cebrettiğinden bize vereceği tereddütleri, acıları, nedameti, zahmeti ve daüssılayı hep birden duymuş ve anlamış gibi olmuştum.

Dünya sahasında daha bilmediğim aşikâr veya gizli, yakın veya uzak, fakat üstlerinde yürünecek, gezilecek, geçilecek, sürünülecek, tırmanılacak ve belki de ucunda kaybolup içinden çıkılamayacak, bir daha geri dönülemeyecek yolların çokluğunu ve her yiğidin bir yolu ve bir yol yürüyüşü bulunacağını bu manzara güya bir remizle anlatır ve temsil eder gibi görünmüştü.

Bir bakıma da bu hep cazibeli ve davetli yollara, hep çıldırtan zevklere ve hep yükselten gayelere doğru adım atmaya hazır ve muntazır vaziyetleriyle bu kırk çift ayakkabıyı güya gözlere görünmez manevi şahsiyetler giymişler de bunların her biri başka bir istikamete doğru yürüyeceklermiş gibi geliyordu. Öyle ki, onları görmekle âdeta hususiyetleri başka başka olan kırk kişi, kırk ahbap, dost, akraba ve yabancıyla karşılaşmış ve tanışmış gibi oluyordum.

Bu manzara, bu kırk çift ayakkabı insana bir ayaklanma, bir gidiş, bir yürüyüş, bir yollanış ve bir varış arzusu veriyordu. Fakat kim bilir, belki dikkatle bakılsa, yine insana gelecekte dünya yollarında atılacak adımlarımızın boşluğunu, hiçliğini de acaba söylemiyor, işaret ve ifşa etmiyor, temsil etmiyor muydu? Hep boş adımlar atmaya, hep neticesiz duraklara varmaya, sonra yine bir türlü erişilmez, yetişilmez yollarda, hep nafile ve boş adımlarla sürünmeye mahkum olduğumuzu da, kim bilir, belki de yeni bir remizle göstermiyor muydu?

Ali Nizamî Bey’in kendisi de acaba bu kırk çift ayakkabıdan bir çiftini giydiği zaman hangi hayırlı veya hayırsız, hangi mutlu veya ümitsiz yollarda yürüyerek acaba hangi hayat cilvelerine varıyor ve hangi selamet noktalarına erişiyordu? Ve acaba böyle bir halas noktasına erişebiliyor muydu? Böyle bir kurtuluş noktasına eriştiği var mıydı?

Hisar, A. Ş. (2022) [1952]. Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği. Everest Yayınları. s. 54-7.

 

Solstad, Genç Armand ve arkadaşlarının film ve kitapları

Özel isimler, kişiler ve mekanlar epeyce farklı olmasına rağmen kendi üniversite deneyimime tuhaf yakınlıklar buldum bu paragrafta. Üzerime o yıllarda hücum eden aceleci, çapından habersiz ve başarısızlığa mahkum bir bilme isteğini hatırladım. Antonioni, Ibsen, ve Kafka. Hoh. “Gerçekten de aslında senin sandığından çok daha karmaşık bir şey, dedi Armand havalı bir tavırla.” Şule Gürbüz’ün Coşkuyla Ölmek kitabından buraya taşıdığım, Kendini Anlatan Birisi adını verdiğim pasajda da bir noktada kardeş tartışma var sanki: “Bazen üniversite yıllarımda filmlerden etkilenen ve onları kendi hayatına aplike eden arkadaşlarım vardı. Ben de kendimi bir şeye iliştirmek ve tek başıma bir şey olmamak istiyorum. Kötü bir film görsem içine dalmak, bir köhne eve girip yatmak istiyorum.”

Armand’ın da çenesi güçlüydü, hep öyle olmuştu ama şimdi ait olduğu yere geldiği söylenebilirdi ve onu iyi karşılamışlardı. Armand filoloji öğrencileri arasında, özellikle de Paul’e baş başayken itiraf ettiği gibi gibi, en gözdeleri olan Fransızca öğrencileri ve sanat tarihi öğrencileri arasında kendisini cennete düşmüş hissediyordu. Niye? diye sordu Paul. Çünkü eğitimlerini düşündüklerinden çok kendi güzelliklerini düşünüyorlar. Tam olarak bu yanıt Paul Buer’e bir yanıyla çok çekici, evet, kışkırtıcı geldi ve bir an için doğa bilimleri yerine filoloji okumayı seçmediği için kendine kızdı. Başka şeylerin yanı sıra Armand eğitimli insanlar gibi davranmayı öğrenmişti. Bu yüzden birlikte sinemaya gideceklerinde izleyecekleri filmin seçimini hep Armand’a bırakıyordu ve oldukça sık sinemaya gidiyorlardı. Bu yüzden Gimle’ye gidip en yeni Fransız, İtalyan ya da Polonya filmlerini izliyorlardı. Geçen Yıl Marienbad’da filmini izleyip Gimle Sineması’ndan çıktıklarında, …

… Bunu dördüncü izleyişim, dedi Armand, ve her seferinde daha da güzelleşiyor. Öyle olmasını umalım, dedi Paul Buer; çünkü dürüst olmak gerekirse Ibsen’in bir oyununu sahneledikleri yer dışında çok sıkıcı bulmuştu filmi. O oyun Rosmerholm’dü, diyen Armand filmi parça parça açıklamaya girişti. O zaman Paul Blow Up filminden daha fazla hoşlandığını söyledi, özellikle hayalî toplarla tenis maçı yaptıkları yeri beğenmişti ama her şeyden önce, Herkesin ne düşündüğü ortada işte, dedi Armand’a daha sonra. Gimle Sineması’na cinsel olarak uyarılmak için gittiğini itiraf etmek aptalca, diye yanıtladı, bu sadece ters teper. Ama ben Blow Up filmini beğendim, …

… dedi Paul inatla, 8½’tan çok daha iyi, o film çok durağandı. Öyla [sic] ama ne parlak bir filmdi, diye haykırdı Armand. Paul’ün gelişiminden korkuya kapılıyor, sık sık ona okuması gereken kitaplar öneriyordu. Kafka okumalısın, dedi bir keresinde. Okudum onu. İyiydi, diye yanıtladı Paul. Hangisini okudun peki? Dava, anladım o kitabı. Demek anladın, o zaman kafan iyi çalışıyor, çünkü çok az kişi anladığını itiraf eder, diye yanıtladı Armand, filoloji öğrencisi havası takınarak. Nasıl anladın peki? Biliyorsun, insanlar Dava derin, metafizik bir eser mi yoksa şakacı biri tarafından mı yazılmış diye kafa yoruyorlar. Bence metafizik bir eser, diye yanıtladı Paul. Ah, böyle diyorsun çünkü bir şakanın aslında ne olduğunu bilmiyorsun. Gerçekten de aslında senin sandığından çok daha karmaşık bir şey, dedi Armand havalı bir tavırla.

Solstad, D. (2002) [2006]. Armand V: Gün yüzüne çıkmamış bir romanın dipnotları, (çev. Deniz Canefe), Jaguar Kitap, s. 36-7.

üç arkadaşımız

Mart ayının sonlarına doğru bir perşembe akşamı saat sekizde üç arkadaş bir büfede buluştu. Yarın iş var. Her zaman olduğu gibi L. muhabbeti toparladı, siparişleri aldı, siparişleri getirenlere “o bu arkadaşın” diye yol gösterdi, hesabı ödedi, çay istedi. Grubun ebeveyni. Ama o gün döküldü, arkadaşlıklarını bir arada tutmaya çalışmaktan yorulduğunu duyurdu. Yemekleri gelesiye sessizleştiler, yerken de sadece tabaklarına baktılar. Sonrasında temiz hava kendilerine getirdi. S. başka bir konu açtı, trende tanıştığı biriyle ettikleri muhabbete dair çok uzun süren bir anısını anlattı. O sırada yürüyüş yaptılar, minibüsle beş altı durak gittiler, sonra tekrar bir yürüyüş, merdivenlerden çıkış derken bir saati geçti. Yer yer başka konulara saptılar, dallandı budaklandı ama bir şekilde sonu geldi, komik bir hikaye olabilir. Bir daha sessizleşmediler o akşam.

Yaz geçti, Eylül’de L. yaşadıkları şehirden ayrıldı. Diğerleri araba kiralayıp bu gidişi bir hafta sonu seyahatine çevirdiler. Yolda Agatha Christie’nin briç masası başında geçen cinayetleri tartışan, meşhur oyuncuların seslendirdiği radyo tiyatrosunu dinlediler, neden daha sık radyo tiyatrosu dinlemiyoruz diye konuştular, ama metni sürekli durdurup sekteye uğrattıklarından katil ortaya çıkmadan vardılar. O gece yatağa yatınca hepsi merak etti Bay Shaitana’yı kimin bıçakladığını. Ertesi gün kahvaltıda tartıştılar, iddialarını ortaya attılar, her biri bir Hercule Poirot kesildi. Öğleden sonra üçü de koltuklardan bacaklarını sarkıtarak uzanıp hikayenin sonunu dinlediler. Hiçbirinin bilemediği ortaya çıktı, hepsi kazanmış gibi hissetti, birazcık mutlu oldular. Sonra ayrılık vakti geldi, üç kişi birbirilerine sarıldılar. Filmlerdeki üç kişilik sarılma sahnelerini yeniden oynadılar kafalarında.

Geçen hafta L. şehre ziyarete geldi birkaç günlüğüne. İki yıldır pek sesi soluğu çıkmamıştı. Bu kez mevsim yaz, her şey olduğundan daha hafif. Bir gece kalmalı bir tatil ayarlamışlar deniz kıyısına yakın bir yerde. S.’nin plandan bir gün önce iptal edemeyeceğini söylediği bir işi çıktı, gelemedi. Öyle olunca adını unuttuğum üçüncü arkadaşla birlikte dolaştılar. İlk defa S.’nin yokluğunda muhabbet ediyorlar, vakit geçiriyorlardı. L. vegan olmuş; kabak, patlıcan, patates, biber ve kapanış için mısır alıp sahilde mangal yaktılar. Ayrılık günlerinden sonra ikisi de birkaç radyo tiyatrosu dinlemişler, ama ortak dinledikleri bir kayıt çıkmadı soruşturunca. Gece boyunca nostaljiye kaydılar sık sık, birlikte yaşadıkları anıları birbirilerine anlatıp durdular. Gülüp ağladılar, ara ara da öksürdüler. İki kere görüntülü aramayla S.’ye ulaşmaya çalıştılar ama açmadı. Onun yokluğu hem bir hüzün ve eksiklik yaratmış, hem de daha önce keşfetmedikleri bir alana doğru yol almalarını sağlamış, onları özgürleştirmişti. Farklı anlarda, “bu da güzel oldu aslında, baş başa muhabbet etmek” diye düşünüp, sonra utandılar, mısırlarla fotoğraf çekilip S.’ye yolladılar. Biri ötekine değersizlik hissini, diğeri de dayanılmaz bel ağrılarını açtı. Doktor numaraları değiş tokuş edildi. Ertesi gün otogarda güneşin altında bu kez abartılı neşeli tatilci sarılması yapıp ayrıldılar.

on headphones I | This is Your Brain on Music, Daniel Levitin

The opening sentences of Daniel Levitin’s book This is Your Brain on Music: Understanding a Human Obsession.

In the summer of 1969, when I was eleven, I bought a stereo system at the local hi-fi shop. It cost all of the hundred dollars I had earned weeding neighbors’ gardens that spring at seventy-five cents an hour. I spent long afternoons in my room, listening to records: Cream, the Rolling Stones, Chicago, Simon and Garfunkel, Bizet, Tchaikovsky, George Shearing, and the saxophonist Boots Randolph. I didn’t listen particularly loud, at least not compared to my college days when I actually set my loudspeakers on fire by cranking up the volume too high, but the noise was evidently too much for my parents. My mother is a novelist; she wrote every day in the den just down the hall and played the piano for an hour every night before dinner. My father was a businessman; he worked eighty-hour weeks, forty of those hours in his office at home on evenings and weekends. Being the businessman that he was, my father made me a proposition: He would buy me a pair of headphones if I would promise to use them when he was home. Those headphones forever changed the way I listened to music.

The new artists that I was listening to were all exploring stereo mixing for the first time. Because the speakers that came with my hundreddollar all-in-one stereo system weren’t very good, I had never before heard the depth that I could hear in the headphones—the placement of instruments both in the left-right field and in the front-back (reverberant) space. To me, records were no longer just about the songs anymore, but about the sound. Headphones opened up a world of sonic colors, a palette of nuances and details that went far beyond the chords and melody, the lyrics, or a particular singer’s voice. The swampy Deep South ambience of “Green River” by Creedence, or the pastoral, open-space beauty of the Beatles’ “Mother Nature’s Son”; the oboes in Beethoven’s Sixth (conducted by Karajan), faint and drenched in the atmosphere of a large wood-and-stone church; the sound was an enveloping experience. Headphones also made the music more personal for me; it was suddenly coming from inside my head, not out there in the world. This personal connection is ultimately what drove me to become a recording engineer and producer.

Many years later, Paul Simon told me that the sound is always what he was after too. “The way that I listen to my own records is for the sound of them; not the chords or the lyrics—my first impression is of the overall sound.”