Sebald, Casement ve Sömürü ile Mücadele

“Kongo’nun ticarete açılması çerçevesinde yerli halka uygulanan zorbalıkların tarzı ve boyutlarıyla ilgili haberler kamuoyuna ilk kez 1903 yılında, o sıralarda Boma’daki İngiliz Konsolosluğu’na atanan Roger Casement tarafından duyuruldu. Dışişleri Bakanlığı Sekreteri Lord Landsdowne’a sunduğu raporda Casement, -Korzeniovski Londralı bir tanıdığına, kendisinin uzun zamandır unutmaya çalıştığı şeyleri Casement’ın anlatabileceğini söylemişti- siyahların acımasızca sömürülmesi hakkında kesin bilgiler veriyordu. Sömürgedeki çeşitli inşaatlarda hiçbir ücret almadan, sırf boğaz tokluğuna çalışmaya zorlanıyorlardı; çoğunlukla birbirlerine zincirlenmiş oluyor ve aynı tempoyla sabahtan akşama kadar, kelimenin tam anlamıyla ölene dek çalıştırılıyorlardı. Gözünü para hırsı bürümemiş biri Kongo’nun yukarı havzasından geçerse, diye yazıyordu Casement, bütün bir halkın, İsa’nın çektiği çileleri bile gölgede bırakan eziyetler yüzünden nasıl yürek parçalayıcı bir biçimde can çekiştiğini görecektir. Her yıl çalışmaya zorlanan yüz binlerce kölenin, kendilerine gözcülük yapan beyazlar tarafından ölüme sürüklendiğine ve Kongo’da disiplini sağlamak adına her gün insanların sakat bırakıldığına, elleri ve ayaklarının baltayla kesildiğine ve vurulduklarına dair hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu Casement. Kral Léopold, Casement’ın ortaya çıkan durumu yumuşatmaya ve Casement’ın kışkırtmaları yüzünden Belçika’nın Kongo’yu sömürgeleştirme girişiminin karşı karşıya kaldığı tehlikeleri değerlendirmeye faydası olabilir düşüncesiyle, özel bir görüşme yapmak üzere onu Brüksel’e çağırdı. Ben, diyordu Léopold, siyahların yaptığı işi, tamamen yasal bir vergi ödeme yolu olarak görüyorum, siyahların gözetiminden sorumlu beyazlar zaman zaman kaygı uyandırıcı müdahalelerde bulunuyor -gerçi bundan bile söz etmek istemiyordu; bu üzücü fakat değiştirilmesi mümkün olmayan gerçeğin nedenleri, Kongo ikliminin bazı beyazlarda bir tür bunaklığa yol açmasında aranmalıdır ki, maalesef zamanında önleyemediğimiz durumlar da olabiliyor. Casement öne sürülen bu nedenlerle ikna olmayınca, Léopold Londra’daki ayrıcalıklarını kullandı ve oynanan diplomatik oyunlar sonucunda, Casement’ın raporu bir yandan örnek gösterilip övüldü, raporun yazarına da Saint Michael and Saint George Tarikatı’nın Commander unvanı verildi; ama diğer yandan Belçika’nın çıkarlarına zarar verilebilecek hiçbir girişimde bulunulmadı. Birkaç yıl sonra Casement -herhalde sürekli huzursuzluk yaratan bu insanı bir süreliğine uzaklaştırmak gibi gizli bir niyetle- Güney Amerika’ya gönderildi ve Peru, Kolombiya ve Brezilya’nın ormanlık bölgelerinde de koşulların pek çok açıdan Kongo’ya benzediğini keşfetti. Tek fark, burada Belçikalı ticari şirketlerin değil, merkezi Londra’da olan Amazon Company’nin (Amazon Şirketi) faaliyette olmasıydı. Aynı dönemde Güney Amerika’daki kabilelerin de kökü kurutulmuş ve bütün bölge yakılıp kül edilmişti. Casement’ın raporu ve onun her türlü haktan mahrum olan bu insanları koşulsuzca savunması Dışişleri Bakanlığı’nda saygı uyandırmasına uyandırdı, ama bir yandan da bu hevesli Don Kişot’un yaptıklarının onun aslında gelecek vaat eden kariyeri açısından hiç de iyi olmayacağını düşünen üst düzey yetkililer de kaygıyla başlarını salladılar. Sonra Casement’a, dünyadaki köleleştirilmiş halklar için yaptığı yararlı çalışmalar karşılığında asiller sınıfına girebileceği söylenerek bu sorun çözülmek istendi. Ama Casement iktidarın tarafına geçmeye niyetli değildi; aksine doğa ve bu iktidarın kaynağı ve de bu iktidardan kaynaklanan emperyalist anlayış onu gittikçe daha da çok ilgilendirir olmuştu. Tüm bunların sonucunda İrlandalılığı, dolayısıyla kendisini sorunsallaştırması da son derece doğaldır. Casement, County Antrim’de Protestan bir baba ile Katolik bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi ve bütün eğitim dönemi boyunca, İrlanda üzerindeki İngiliz hâkimiyetini korumayı yaşamının en önemli ödevi olarak görenler arasında yer aldı. Ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde İrlanda sorunu patlak verdiğinde, Casement “İrlanda’nın beyaz Kızılderilileri” meselesiyle ilgilenmeye başladı. Yüzyıllardır İrlandalılara yapılan haksızlık, vicdanını giderek her şeyden daha çok rahatsız eder hale gelmişti. İrlanda halkının neredeyse yarısının Cromwell’in askerleri tarafından öldürülmüş olması, binlerce kadın ve erkeğin beyaz köleler olarak Batı Hint Adaları’na gönderilmesi, yakın zamanda bir milyondan fazla İrlandalının açlıktan ölmesi ve yeni nesil gençlerin büyük çoğunluğunun kendi vatanlarından göç etmeye zorlanması, tüm bunlar aklından bir türlü çıkmıyordu. 1914 yılında, liberal yönetimin İrlanda sorununa çözüm olarak önerdiği Home Rule sistemi, çeşitli İngiliz çıkar gruplarının açıkça ya da gizliden gizliye desteklediği fanatik Kuzey İrlandalı Protestanların karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karar ânı gelmiş oldu. İngiliz Milletler Topluluğu şiddetle şiddetle sarsılsa bile, İrlanda için Home Rule uğruna, Ulster’ın direnişinden ödün vermeyeceğiz, diye ilan etti Protestan azınlığın önde gelen temsilcilerinden olan Frederick Smith; Protestan azınlık, hükümetin askerî birlikliklerine karşı gerekirse silah yoluyla mücadele ederek ayrıcalıklarını korumaya hazırdı. Yüz bin insan gücündeki Ulster Gönüllüleri kuruldu ve güneyde de bir gönüllüler ordusu oluşturuldu. Casement asker toplama ve silahlandırma çalışmalarında da rol oynadı. Nişanlarını Londra’ya geri gönderdi. Kendisine teklif edilen emekli maaşını reddetti. 1915’in başında gizli bir görev için Berlin’e gitti. Amacı, Alman İmparatorluğu’nun İrlanda’nın bağımsızlık ordusuna silah temin etmesini sağlamak ve Almanya’daki İrlandalı savaş tutsaklarını bir tugay oluşturmaya ikna etmekti. Ancak iki girişim de sonuçsuz kaldı ve Casement bir Alman denizaltısıyla İrlanda’ya geri götürüldü. Casement, ölesiye yorgun ve buz gibi su yüzünden neredeyse donmuş bir halde, Tralee Koyu’nda, Banna sahilinde karaya çıktı. Artık elli bir yaşındaydı. Kısa bir süre içinde tutuklanacaktı. Yine de bir rahibe, “Almanlar yardıma hazır değil” mesajını göndermeyi başararak, 1916 Paskalya Yortusu’nda başlatılması tasarlanan ayaklanmayı engelledi; çünkü tüm İrlanda için düşünülen ayaklanmanın bu durumda başarısız olacağı zaten belliydi. Buna karşın idealistlerin, yazarlar, sendikacılar ve Dublin’deki sorumlu öğretmenlerin kendilerini ve kendilerine kulak verenleri yedi günlük bir sokak kavgasına kurban etmeleri ise ayrı bir konudur. Ayaklanma bastırıldığı sırada Casement hâlâ Londra Kulesi’ndeki hücredeydi. Avukatı yoktu. O sıralarda başsavcılığa yükselen Frederick Smith savcı olarak atanınca, davanın seyri de aşağı yukarı belli oldu. Etkili makamlardan gelebilecek her türlü af dilekçesini engellemek amacıyla, Casement’ın evinde yapılan aramada bulunan ve suçluların eşcinsel kaydını içeren “Kara Günlük”, İngiltere kralına, Birleşmiş Milletler başkanına ve Papa’ya gönderildi. Yakın zamana kadar Londra’nın güneybatısındaki Kew’da, İngiliz Devlet Arşivi’nde kilit altında tutulan Casement’ın “Kara Günlük”ünün gerçek olup olmadığından uzun süre kuşku duyuldu. Bunun en önemli nedenlerinden biri, sözde İrlandalı teröristlere karşı yürütülen davada, kanıtların toplanması ve iddianamenin hazırlanmasıyla ilgilenen yürütme ve yargı organlarının yakın zamana kadar tahmin ve suçlamalarında defalarca ihmalkâr davranmış, dahası gerçekleri kasten de değiştirerek suç işlemiş olmasıydı. İrlanda özgürlük hareketinin eski muharipleri için, şehitlerinden birinin İngiltere tarafından ahlaksızlık suçlamasıyla tutuklanmış olduğunu düşünmek bile imkânsızdı. Buna karşılık 1994 baharında günlüklerin üzerindeki yasağın kalkmasıyla birlikte, bunların bizzat Casement’ın elinden çıktığına da hiç kuşku kalmadı. Buradan çıkarılabilecek tek sonuç şuydu: Casement’ın iktidar odaklarına en uzak olan insanlara uygulanan ve toplumsal sınıflar ve ırkların sınırlarını aşan baskı, sömürü, köleleştirme hareketinin farkına varmasını sağlayan, tam da onun eşcinselliğiydi belki de. Tahmin edilebileceği üzere, Casement, Old Bailey’de görülen davalar sonucunda vatana ihanetten suçlu bulundu. Mahkemeye başkanlık eden Yargıç Lord Reading, eski adıyla Rufus Isaacs, mahkemenin kararını açıkladı. Önce hapishaneye, sonra da idam edileceğiniz yere gideceksiniz, dedi, ve orada da asılarak idam edileceksiniz. Roger Casement’ın Pentonville Hapishanesi’nin avlusundaki kireç kuyusuna atılan cesedi artık kimliği belirlenmeyecek hale gelmişti ve İngiltere yönetimi cesedin oradan çıkarılmasına ancak 1965’de izin verdi.”

W. G. Sebald, Satürn’ün Halkaları: İngiltere’de bir Hac Yolculuğu, çev. Yeşim Tükel Kılıç, Can Yayınları, 2006 [1992], s. 122-8.

Pamuk, Kendi Hikâyesi Üzerine Düşünen Yazar

“Hikâyemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıyımışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş; bunu, hep aynı şeylerin tekrarlandığı o çocukluk ve okul yıllarından beri bildiği için, hayatta dört duvar arasına kapanmayı aklına bile getirmemiş; bu yüzden bütün ömrünü gezilerde, bitip tükenmeyen yollarda hikâyeler arayarak geçirmiş. Ama, tuhaf ve şaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri. Benim hikâyemde insanların başına gelen de buymuş işte: Bu yüzden kahramanlar kendileri olmaya bir türlü katlanamıyor, bu yüzden hep bir başkası olmak istiyorlarmış. Sonra, sordu bana: “Bu hikâyede olup bitenin gerçek olduğunu düşünelim,” dedi. “Birbirlerinin yerine geçen o insanların yeni hayatlarında mutlu olabileceklerine, ben, inanıyor muymuşum? Sustum. Sonra, nedense bana hikâyemdeki bir ayrıntıyı hatırlattı: Kolu kopuk bir İspanyol kölesinin umutlarına kendimizi fazla kaptırmamalıymışız! O zaman, o tür hikâyeleri yaza yaza, tuhaflığı kendi içimizde araya araya, bizler de başka biri olurmuşuz, Allah korusun, okuyucularımız da. İnsanların hep kendilerinden, kendi tuhaflıklarından söz ettiği, kitapların ve hikâyelerin de hep bunu anlattığı o korkunç dünyayı düşünmek bile istemiyormuş.

Ben istiyordum! Bu yüzden, bir günde seviverdiğim bu ufak tefek ihtiyar, Mekke’ye gitmek için, gün doğarken adamlarını toplayıp, tüy gibi, yola çıkınca, hemen oturup kitabımı yazdım. Belki de, geleceğin o korkunç dünyasının insanlarını daha iyi düşleyebilmek için, kitabıma kendimi ve kendimden ayıramadığım O’nu elimden geldiği kadar çok koydum. Ama elimden çok da gelmediğini, on altı yıl önce bir kenara atıverdiğim bu kitabı, bugünlerde yeniden okurken düşündüm. Bunun için, insanın kendisinden -hele duygu taşkınlıklarına kapılarak- söz etmesinden hoşlanmayan okuyucularımdan özür dileyerek bu sayfayı kitabıma ekliyorum:

Seviyordum O’nu, O’nu rüyamda gördüğüm kendi çaresiz, acınası görüntümü sevdiğim gibi, bu görüntünün utancı, öfkesi, suçu ve hüznüyle boğulur gibi kederle ölen yabani bir hayvan karşısında utanca kapılır gibi, kendi oğlumun arsızlığına öfkelenir gibi, kendimi aptalca bir tiksinti ve aptalca bir sevinçle tanır gibi seviyordum; belki de, en çok böyle: Elimin kolumun bir böcek gibi boşu boşuna kıpırdanışına alıştığım, aklımın duvarlarında her gün yankılanarak sönen düşüncelerimi bildiğim, acınası gövdemden çıkan nemin benzersiz kokusunu, bitkin saçlarımı, çirkin ağzımı, kalemimi tutan pembe elimi tanıdığım gibi: Bunun için aldatamadılar beni. Kitabımı yazıp O’nu unutmak için bir kenara attıktan sonra, çıkan bütün o söylentilere, ünümüzü duyup, bundan yararlanmak isteyenlerin oyunlarına kanmadım hiç! Kahire’de bir paşanın koruyucu kanatları altında yeni bir silahın tasarılarını yapıyormuş! Viyana bozgununda şehrin içindeymiş, bir an önce yenilmemiz için düşmana akıl veriyormuş! Edirne’de dilenci kılığı içinde görmüşler O’nu, kendi kışkırttığı bir esnaf kavgasında bir yorgancıyı bıçaklayıp kayıplara karışmış! Uzak bir Anadolu kasabasında mahalle camiinde imamlık yapıyormuş, bir muvakkithane kurmuş, bunu anlatan yeminler ediyordu; bir de saat kulesi için para toplamaya başlamış! Vebanın peşinden gittiği İspanya’da kitaplar yazarak zengin olmuş! Zavallı Padişahımızı tahttan indiren siyasi dolapları O’nun çevirdiğini bile söylediler! Slav köylerinde, en sonunda ulaşabildiği gerçek itirafları dinleye dinleye, saralı efsane bir papaz gibi el üstünde tutularak bunalımlı kitaplar yazıyormuş! Anadolu’da geziyormuş, budala padişahları alaşağı edeceğini söyleyerek, kehanetleri ve şiirleriyle büyülediği bir güruhu peşinden sürüklüyor, yanına beni de çağırıyormuş! O’nu unutmak, gelecekteki o korkunç insanların, o korkunç dünyalarıyla oyalanabilmek, hayallerimin tadını çıkarmak için hikâyeler yazdığım o on altı yılda bu söylentilerin daha başkalarını da duydum, ama hiçbirine inanmadım. Bilmiyorum, başkalarına da oluyor mu: Bazan, Haliç sırtlarındaki o dört duvarı birbirimize zindan ederken, bazan, bir konaktan, ya da saraydan bir türlü gelmeyen bir çağrıyı beklerken, bazan birbirimizden keyifle nefret ederken, bazan da karşılıklı gülüşerek Padişahımız için bir risale daha yazarken, günlük hayat içinde, bir an, ikimiz de, bir küçük ayrıntıya takılıverirdik. Sabah birlikte gördüğümüz ıslak bir köpek, iki ağaç arasına asılmış çamaşır dizisinin renk ve biçimlerindeki gizli geometri, hayatın simetrisini ortaya çıkarıveren bir dil sürçmesi! Şimdi en çok bunları özlüyorum işte! Ölümünden yıllar, belki de yüzyıllar sonra bir meraklının bizden çok kendi hayatını düşleyerek okuyacağını sandığım, aslında, kimse okumasa da pek fazla aldırmayacağım ve bunun için de O’nun adını çok da derine olmasa da gizleyerek gömdüğüm gölgemin kitabına bunun için döndüm: Veba gecelerini, Edirne’deki çocukluğumu, Padişah’ın bahçelerinde geçirdiğim güzel saatleri, O’nu o sakalsız haliyle Paşa’nın kapısında ilk gördüğüm zaman sırtımda duyduğumu sandığım ürpertiyi yeniden düşlemek için. Kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: Ben hikâyeme inandım!”

Orhan Pamuk, Beyaz Kale, İletişim Yayınları, 2012 [1985], 39. Baskı, s. 173-6.

İçkinin hayatımı teslim almasına nasıl izin verdim – William Leith (Çeviri)

Guardian Long Reads’in podcast’inde dinledim, çevireyim dedim. Çeviri bilgim yok o yüzden yalan yanlış cümleler ve altından kalkılamamış ifadeler içerebilir oldukça kolay bir dili olmasına rağmen. İzin de almadım tabi, izin alıp çeviren olursa, küfredebilir, kaldırırım. (Metnin aslı)


İçkinin hayatımı teslim almasına nasıl izin verdim – William Leith

Son yudumundan beş yıl sonra, William Leith, alkolün güçlü büyüsünü anlamaya çalışıyor

Son içkimi beş yıl önce, 1 Ocak 2013 sabahının erken saatlerinde içtim. Sanırım saat 2 civarlarındaydı. Kendimi sarhoş olarak tarif etmezdim. Birkaç içki içtiğimi söylerdim. Ama sarhoştum. Araba sürmeye, yazmaya ya da herkesin önünde konuşmaya çalışsam bunları beceremezdim. Ne mutlu ne de üzgün hissederken, bardağı kaldırdım ve kafaya diktim. Bir çeşit meyve punch’ıydı.

O zaman, bunun son içkim olduğunu düşünmemiştim. Doğum günüm olan 30 Nisan’a kadarki son içkim olacağını sanıyordum. 10 yıl boyunca, her yılın ilk dört ayını ağzıma içki sürmeden geçiriyordum. İki kere istisna olmuştu. Bir seferinde içmeye 27 Nisan’da başladım çünkü limanda bir yüzen-ev teknesindeydim ve bir bardak şarap ikram etmişlerdi. O üç gün boyunca kendimden nefret ettim. Diğer seferinde, Mart’a kadar içmeyi bırakmadım, ama bu sapmadan dolayı kendimi dört ay yerine sekiz aylık bir ayık olma süresiyle cezalandırdım.

Ama belki de, sık sık düşünüyordum, ayık olmak tamamen bir cezalandırma değildi. Ayık olmayı seviyordum. Daha iyi uyuyordum. Kilo veriyordum. Tenim berraklaşıyordu. Kesinlikle daha zinde hissediyordum. Konsantrasyonum iyileşiyordu, bir kitabı birkaç saat içinde okuyabilir hâle geliyordum. Zihnim keskinleşiyordu. Daha hafif ve mutlu oluyordum. Randevulara artık geç, terlemiş ve alkol kokarak gitmiyordum. Daha çok zamanım oluyordu. 15 haftalık ayıklık süresinden sonrasındaki bir konuşmayı hatırlıyorum; konuştuğum adam ne kadar genç göründüğüme inanamadığını söylüyordu. Söylediğinde ciddiydi. Ayık olmak sizi diğer her şeyden fazla gençleştiriyor.

Sonra doğum günüm, içki günüm, tekrardan gelirdi. Gergin bir bekleme hâlim olurdu, tatsız bir tekrardan içki içmeye başlamama isteği ile birlikte tatsız bir tekrar başlama isteği. Her hâlükârda, tekrar içmeye başlamaya mecbur hissederdim; kendimle yaptığım anlaşmanın koşuluydu bu, çünkü gerçekten içki içmek istiyordum. İçmek isteme sebebim, içmek istememe sebebim ile tamamen aynıydı -çünkü içki problemim vardı. İçkinin üzerimde garip, beynimi emen bir gücü vardı. Doğum günümün sabahında, bir buluşma veya parti öncesinde hissedilene benzer bir gerginlik hissiyle uyanırdım. Tekrardan içki içmeye başlayacaktım. O gece, başka bir dünyada olacaktım.

İçki problemimi açıklamaya çalıştığımda hep şöyle olur: kafamda, makul bir içiciydim, ama bir kere içtikten sonra, artık öyle değildim. Daha çok içtikçe, daha çok içmek istiyordum. İçmek, iştahımı arttırıyordu. İkinciyi birinciden, beşinciyi dördüncüden daha çok istiyordum. Akşam ilerledikçe, susamışlığım daima artıyordu. Fakat, daha ince bir noktadan da artıyordu, ay boyunca, yıl boyunca, on yıl boyunca. İçki bir şey ekliyordu, ama her zaman eklediğinden fazlasını çıkarıyordu, ve her şeyi normale döndürmenin tek yolu daha çok içmekti, tüm bu içkiler de aklımı mahvediyordu. Sonra duruyordu, 120 gün boyunca ayık oluyordum. Ayık olmak harika hissettiriyordu. O halde neden daime içkiye geri dönüyordum?

Ayıklığın ilk birkaç günü bir ipucu veriyordu. İlk günde, akşamdan kalma uyanırdım. Sonraki gün hayali bir akşamdan kalmalıkla uyanırdım. Bir gün sonra uyandığımda, başımı yorganın altına sokar, acı ve rahatsızlığın gelmesini beklerdim. Birkaç saniye boyunca, zihnim hızla çalışmaya başlardı. Dün gece ne içtim? Ne kadar ileri gittim? Sonradan hatırlardım: hiçbir şey. Hiçbir şey içmedim. Ve akşamdan kalmalığın yokluğunda, zihnim garip bir şekilde savunmasız hâle gelirdi; herhangi bir duygu davetsizce gelip saatlerce dolaşabilirdi. Bu anlarda, içkinin benim için neden bir problem olduğuna dair bir şeyler sezerdim.

İçmediğim zamanlarda, içki içme isteğimin farkında olmazdım. Canım istemezdi ya da gizlice içki içmenin yollarını aramazdım. Ayık olmak bana uzun uçuşlarda sigara içmek için aşırı istek duymayan (1) tiryakileri düşündürdü. Onlar da eğer sigara içmelerinin mümkün olmadığını bilirlerse, bütün bu sigara içme düşüncesini akıllarından çıkarabiliyorlar.

Bir nörobilimci ve bağımlılık uzmanı olan Marc Lewis bana bunun bir parça eti dolaba koyduğunda, köpeğin patilerini kapıya dayaması, sızlanması ve kapıyı açmaya çalışmasıyla aynı şey olduğunu söylüyor. Eğer köpeği kapının kilitli olduğuna ikna edersen, köpek sızlanmayı bırakıp uzaklaşıyor.

Her yıl, sızlanmayı bıraktım ve uzaklaştım. Pub’lara ve bar’lara gidip soda içtim. Akşamları çay içtim. İnsanların, aslında neredeyse hiç kimsenin, partilerinde içip içmememi önemsemediğini fark ettim. Bazıları fark etmedi bile. Bir keresinde “Ben içki kullanmıyorum” dedi. İnsanlar sadece “Havalı” dediler. Uçaklarda küçük şişelerdeki şarapları içmemekten mutluydum. Az alkollü içkileri içmiyordum. Şundan bundan küçük birer yudum falan almıyordum. İçmeyeceğimi biliyordum, bu bilgi içki içme isteği duymamamı sağlıyordu. Kontrolün bende olduğunu hissediyordum. Biliyordum ki, doğumgünümde tekrar içecektim. İçki içmeye başladığım bir sonraki seferde, işlerin daha iyi gideceğine dair sürekli bir hayalim vardı.

Asla daha iyiye gitmedi. Asla makul bir şekilde içemedim. Asla bir ya da birkaç tane içemedim. Hep daha fazlasını istiyordum. İçtiğim miktarın asla tam olarak kontrolünde değildim, sanki beynim hasar görmüş gibi. Bir şeyler yanlış gidiyordu, bu yanlış gitme hissi yıl ilerledikçe daha kötüleşiyordu -yaz ilkbahardan daha kötü, sonbahar yazdan daha kötü. İçki içtiğim zamanlar, sık sık birden aklımda beliriveren bir diğer sürekli hayalim vardı: büyük, devasa, yuvarlak su bardağında (“round tumbler”) süper sert votka, buz katmanının ardında parlayan, o kadar sert ki, benzin gibi kokan… Kusursuz içki. İçerken ki hayalim buydu, 1 Ocak 2013’ün erken saatlerindeki meyve punch’ından son yudumumu aldığım gün de hâlâ hayalim buydu, bu büyük, devasa votka, şık ve minimalist bir barda, beni bekliyordu.

O andan beri geçen beş yıldan sonra, içkiye dokunmadım, dokunmak da istemedim. İçkili günlerim çok geride kalmış görünüyor, sanki başka birisi tarafından yaşanmış gibi. İçki içmek -salt düşüncesi bile- rahatsız edici geliyor. Kendini aptallaştırmak için ekşi ve kekre sıvıları kafaya dikmek? Akıl almaz! Alkole dair şu anki hisleri , 10 yaşındaykenkilerle aynı. Tehlikeli; mide bulandırıcı, kansere sebep oluyor; karaciğerinizi çürütüyor ve daha yaşlı ve hasta birisi gibi görünmenize ve kokmanıza yol açıyor. Yine de, beni neden bu kadar sıkıca, bu kadar uzun süre kendine bağladığını, neden hayatımın, asla geri gelmeyecek kısımlarını mahvetmesine izin verdiğimi merak etmekten hiç vazgeçmedim. İçki bana ayık olmaktan çok daha iyi olan neyi sunuyordu? Tam olarak büyüsü neydi?

Başlarda, kaygılı olduğum için içiyordum, ve yatılı okulda olduğum için. Kendime anlattığım hikâye buydu, King’s College London’da Ulusal Bağımlılık Merkezi’ndeki danışman psikiyatrist Colin Drummond’a anlattığım hikâye de buydu. King’s College’in Denmark Hill kampüsünde, ofisinde oturuyorduk. Ona hikâyemi anlatırken beni dinledi ve notlar aldı. Yatılı okulda, diye anlattım, düzensiz bir şekilde denetlenirsin; bazen bazen hiç kimse farkına varmadan tüyebilirsin. Ben 15 yaşımdan beri içiyorum. Kutularda ekstra-alkollü biralar; tuvaletlerin su depolarında saklanmış çeyreklik şişelerde votka; birahanelerde açık renkli lager bira. Daima kaçmak istiyordum. İçmek gerçek bir kaçış değildi ama bir çeşit kaçıştı.

Okulda, kapana kısılmış ve savunmasız hissederdim; içmek ruh halimi bir süreliğine iyileştirirdi. Zihnimde bir model oluşmaya başlamıştı, bir çeşit öğrenme. Tam olarak okulda yapmanız gereken öğrenme gibi değil ama yine de öğrenme. İçmek aynı zamanda bana kötü hissettirirdi -sonrasında hastalık ve baş ağrısı hissi. Ama iyi yanları kötü yanlarına ağır basıyordu. Ekstra-güçlü lager’in malt tadını hatırlıyorum, elimde kutunun hissi, burnuma kabarcıkların hücum edişi, ve de pub’lardaki biranın altın rengini hatırlıyorum, ilk yudumu aldığımda ne kadar soğuk olduğunu, içmemle bana nasıl bir saflık ve keyif verdiğini. Bir keresinde pub’daydım, 16 yaşındaydım, bira bardağındaki lager’den bir yudum aldım, ve kusursuzdu, ve o kusursuzluk zihnime damgasını vurdu, sonra on yıllarca bardakta lager alıp, yudumlarken, bazen bu zincirdeki bir kıpırtı(2) beni o daha genç hâlime bağlardı.

Bir süre sonra, dedim Drummond’a, bir model belirdi -o ana kadar fark etmediğim bir model. İçki içmem düzensiz bir şekilde yükselmişti. Okulda çok fazla. Sonra boş yılımda yine çok fazla. Üniversitedeyken o kadar değil. Sonra serbest gazeteci olarak çalışmak için Londra’ya taşındım, daha ağır bir şekilde içmeye başladım. Üç yıl sonra, Londra’dan taşındığımda, çok daha az içmeye başladım; altı yıl sonra tekrar döndüm, çok daha fazla içiyordum. Bütün sosyal ilişkilerim pub’lar, bar’lar, pub ve bar’larda içmeyi seven insanlar, evde içmeyi seven insanlar tarafından kuşatılmıştı. İçki, kendini yaşamımın merkezine yerleşmiştirmişti. Sanki içki içmeyen kimseyi tanımıyorum gibi geliyordu. Bırakmaya o zaman karar verdim.

Drummond ile konuşmak beni modeli düşünmeye yöneltti. Ağır içki içmemin üç dönemi vardı, her biri bir öncekinden daha ciddiydi. İlk iki dönemde, gençliğimde ve sonrasında 20’lerimin ortalarında, strese bir cevap olarak -okulun stresi, işin stresi- alkol alıyordum. Üçüncü dönemde, içki içmem dramatik bir şekilde arttığında, sanki alkolün kendisi strest kaynağı hâline gelmişti.

Bazı insanlar içer, sonra daha fazla içer, ve belli bir noktada, içkiyi saplantı hâline getirirler. Şişeleri hep fark ederdim, şişelerin şekillerini, etiketleri ve renkli camı. Sadece şişelere bakmak bir arzu hücumunu hissetmeme yol açardı. Ne olur ne olmaz diye, hangi pub’ların en güçlü biraları ve cider’ları stokladığını bilirdim. İçki dükkanlarını dolaşmayı, şişeleri seçmeyi ve tutmayı severdim. Bazen, günün ortasında, bir içki dükkanına gider ve kasadaki kişiyle birkaç dakika şarap veya viski üzerine konuşurdum. Bir yıl boyunca, şarap kursuna gittim, çünkü şarap içmek düzeylilik olarak görünüyordu. Haftanın bir günü, sınıfta oturur, şarap üzerine konuşur şarap içer ve notlar alırdık. Sonrasında, sınıfta bir veya iki kişiyle dışarı çıkar, birkaç şişe daha içerdik. Hayatım boyunca etrafımda hep şişeler oldu, şişeler her yerdeydi, inanamadığım kadar çok şişe.

Bu süre boyunca bir ilişkim vardı, ikimiz de sarhoştuk. Ben ondan fazla içiyordum. Arkadaşlarımız sarhoştu. Arkadaşlarımız geldiğinde, mutfakta bir şarap açardım, bir şişeyi dört kadehe doldururdum. İlk üç (3) bardağı alıp misafirlere ikram ederdim. Sonra mutfağa gidip, kadehlerden birini olabildiğince hızlı bir şekide içerdim. Zamana karşı yarışarak, yeni bir şişe açar, bardağımı tekrar doldurur, içkilerine yumulan diğer üç kişiye katılırdım. Ama içmek daima içki içme arzumu artırırdı, bu yüzden ikinci kadehimi diğerleri ilk kadehlerini bitirmeden bitirirdim. Sonra ilk “resmi” tekrar doldurmam için mutfağa giderdim. Herkes üç tane içtiğinde, dört şişe bitmiş olurdu. Bunun bir çözümü vardı elbette -beş şişe almak. İçki söz konusu olduğunda, daima bir çözüm oluyor.

“Farkına varmadan geliyor,” dedi Drummond. “Sinsice. Geç olduğunu düşünmeyi asla sevmem, ama dizginleri ele aldıkça insanlar için bir şey yapmak gittikçe daha zor hale geliyor”. Drummond ailemle ilgili sorular sordu. Ailemde alkolizm var mıydı? Bazen bunları cevaplaması zor olabiliyor, çünkü alkol, bütün bir kültür olarak, bir gizlilik bulutundan oluşuyor. Ailemi düşündüm. Büyükbabam, annemin babası, en kibar şekliyle, sağlam içerdi. Erkek kardeşim sağlam içer. Annem çok az içer. Arada sırada bir bardak şarap. Babam orta yaşlarına kadar çok az içmişti. Sonra hafif hafif içmeye başladı. Ben içkiyi bıraktığımda, o 80’lerindeydi ve her gün içiyordu. Onu hiç sarhoş görmedim, o da hiç sarhoş olmadığını söylüyordu. Ama brendi, rom ve cin beni endişelendiriyordu. Rolleri değiştirmiştik, şimdi ben onu alkol konusunda uyarıyordum. Ben onun uyarılarını hiç önemsememiştim, onun da benimkileri önemsediğini sanmıyorum. İçki içtiğinizde, içki içmeniz üzerine açık bir biçimde düşünmeniz imkânsız hâle geliyor.

Alkol, benim 16 yaşındaki, babamınsa 86 yaşındaki kişiliğinin seçtiği uyuşturucuydu: bu bir şeyler anlatıyor. Drummond alkolün neden bu kadar cezbedici olduğuna dair bazı nedenler sıraladı: “rahat hissetmeni sağlıyor, seni daha girişken yapıyor, sosyal ortamlarda kendine güvenini artırıyor, stresi azaltıyor, kendini kötü hissettiğin bazı durumlarda, başlangıç etkisi olarak gerçekten neşelendiriyor -böyle, tüm bu özelliklere sahip”. Söylediklerini bir süre düşündü ve şöyle dedi: “Kimyasal olarak, her alanda başarılı”.

Alkol nasıl oluyor da tüm bu yaptıklarını yapabiliyor? Etanol, mideye girmesiyle nasıl bana kusursuz kaçış anları sağlayabiliyor? Ve neden benim bu kusursuz anlara dair arayışım habis bir saplantıya dönüşüverdi? Hollanda’nın Nijmegen kentinde Radboud Üniversitesi’nde nörobilim profesörü olan Marc Lewis’e sordum. Lewis, alkolle, uyuşturucu ilaçlar ve başka pek çok uyuşturucu üzerine kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak ustaca bir kitap, Bağımlı bir Zihnin Anıları, yazmıştı.

Altın lager ve parıldayan votka boğazımdan geçip zihnime aktığında, diye açıkladı Lewis, ruh halimi çeşitli nörostransmiterleri etkileyerek değiştiriyordu- nöronları ve beyin hücrelerinin iletişimini tetikleyen kimyasallar. Bir şeyi düşündüğünüzde ya da hissettiğinizde, bunun sebebi, nörotransmiter’ler vasıtasıyla beyindeki nöronların etkileşime geçmesi ve belli patikalar oluşturması. Nörotransmiter’ler beynin trafiğini yönetiyorlar. Bunların en önemli iki tanesi, glutamate ve gamma-aminobutryic asid, ya da Gaba. Glutamate beyin aktivitesini düzenliyor; Gaba ise kısıtlıyor. İçki, glutamate için kırmızı, Gaba için yeşil ışık yakıyor.

Bir anlığına düşünün. Gaba iletişimi engelliyor, glutamate yardımcı oluyor. İçki engelleyiciye yardım ediyor, yardımcıyı engelliyor. Bağımlı bir Zihnin Anıları’nda, Lewis ilk defa sarhoş olduğu zamanı şöyle anlatıyor: “Glutamate iletiminin olduğu bölgeler hissizleşti ve işlevini yitirdi, enformasyon akışı ağırlaştı, büyük sinyaller yerine ulaşabiliken, küçük sinyaller durağanlığın içinde kayboldu”. Dahası: “Düşünme ve algının ince ayarını yapmak Gaba’nın işi, olup biteni açıklığa kavuşturma işi, ama şu anda şeyler en fazla bir karikatür kadar net… Başka bir deyişle, çok az şey hakkında düşünüyorum, ama düşündüklerimi de muhteşem bir saflıkla düşünüyorum”.

Alkol, o hâlde, çok fazla düşünmenizi önlüyor. Huzursuzluğun hamster tekerini yavaşlatıyor. Basitleştiriyor. İndirgiyor. Elbette, tüm yaptığı bu değil. Aynı zamanda beynin ödül verme devresini karıştırıyor. İçki içtiğinizde, diğer bir nörotransmiter, dopamin, beyne iletiliyor. Dopamin, beklentinin, heyecanın, daha fazla istemenin nörotransmiter’i. Dopamin beyne bir çeşit heyecanlı açlıkla birlikte akıyor, bir şeye köle olmanın hissiyatıyla birlikte. Amerikalı yazar Elizabeth Wurtzel kendi bağımlılıklarıyla ilgili Daha Fazla, Şimdi, Tekrar diye bir kitap yazdı: bu saf arzu, dopaminin dalgalanmasının nasıl hissettirdiğine dair iyi bir tasvir. Ünlü içici Kingsley Amis bir keresinde şöyle demişti, mesele sarhoşluk hali değil, sarhoş oluş süreci. Başka bir yere doğru gidişteki büyülü esrime anı. En etkili nokta -beklenti ve ödülün kusursuz tam bir dengede olduğu o nokta.

Kusursuz denge ile ilgili bir şey fark ettim. Gittikçe daha yakalanması zor hâle geliyordu. Bir içkinin sunabildiği coşku ve heyecan, yoğunluk ve zaman bazında ölçüldüğünde, gittikçe azalıyordu. Bunun sebebi, beyni karıştırdığınızda beynin daima bu karışıklığı geri almaya çabalaması. Onu kandırdığınızda, daha zekileşiyor. Onu kimyasallara boğup, ödüllendirilmiş hissettirdiğinizde, ödülleri daha az yoğun hissetmeye başlıyor. Kısa vadede, diye açıkladı Lewis, arzu ödül yaklaştıkça artar. Ama uzun vadede, dopamine artışıyla gelen arzu asla “ikinci artış” ile eşitlenemez, gerçekten içkiyi içtiğiniz andaki artışla. Tatmin azalırken arzu artar, ödül daha az ödüllendirici hâle gelirken beklenti de başının etini yemeye devam eder.

Prefrontal korteks’de, beynin karar-verme merkezinde bir şeyler oluyor. Sahip olabileceğiniz tüm düşünceleri dar bir patika olarak düşünün. Şimdi saplantılı, dopamin yüklü bir düşüncenin art arda oluşuverdiğini hayal edin. Patika önce ana yola, sonunda otobana dönüşüyor. Başka da bir yol yok. Kendinizi zor bir durumda buluyorsunuz. İçmek istiyorsunuz ama içmek sizi hasta gibi hissettiriyor. Hasta gibi hissediyorsunuz ama içmek istiyorsunuz. İstekle dolusunuz. O yüzden içiyorsunuz. Ama eskiden yaptığı etkiyi yapmıyor.

Hatıratı olan İçki: Bir Aşk Hikâyesi’nde, Amerikalı yazar Caroline Knapp içki sorunu ve tam alkolizm arasında net bir çizgi olduğunu söylemişti, ama bu çizgiyi, içen birisi olarak, asla göremezsiniz. Geçtiğinizi bilmeden bu çizgiyi geçersiniz. Çizgiyi geçmek üzere olan ya da geçmiş olan kişileri tanıdım. Onlarla içki içmelerine dair konuştum. Bana çok fazla içmediklerini, azaltmakta olduklarını, baskıyı azalttıklarını, kendilerini bir ya da iki taneyle sınırladıklarını söylediler. Doğruyu söylemediklerini görebiliyordum. Bana yalan söylüyorlardı, kendilerine yalan söylüyorlardı. Bu konuşmalar benim sinirimi bozdu, yani o zamanki hâlimin sinirini.

Bazen ne zaman kendime yalan söylemeye başladığımı düşünüyorum. Okuldayken değil. Okul cesaret gösterisiydi: “Votka içtim, sonra bir kutu Breaker, sonra da bir barda Kronenbourg…”, 20’lerimde de değildi. 20’lerimde cesaret gösterisi hâlâ sürüyordu; içki içmek henüz bir statü göstergesiydi. Yalan söyleme, aldatma, 30’larımda başlamış olmalı. Dört yerine beş şişe şarap aldığım zamanlarda. Şişeleri eve zulaladığım zamanlarda. Başkasının evindeki viskiden biraz içip, biraz daha içip, yeni bir şişe almam gerektiğini fark edip, sonra da bu işten yırtmayı umduğum zamanlarda. Caroline Knapp başkasının içkisini içip, sonra yeni bir şişe alıp, doğru miktarda sıvıyı yeni şişeden boşaltarak içmemiş gibi yapmaya nasıl çabaladığını anlatıyor.

Kendine yalan söylemeye başladığında sınırı geçersin. Ama sınırın nerede olduğunu asla bilmezsin. Colin Drummon bazı kişilerin iş çıkışında iş arkadaşlarıyla bir tek atmak için dışarı çıktığını, sonra eve dip akşamın kalanını tek başına içerek geçirdiklerini anlattı. Ben de aynısını yapardım, ama bir adım eksiğini. İş yerinde içmeyi sevenlerle biraz içmek için çıkardık, sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde, kendimi mesai-çıkışı (“after-hours”) bar’lardan birinde gecenin sonuna kadar içenlerle bulurdum. Bizi uyanık tutmasını sağlayacak birkaç çizgi kokain çekerdik, daha fazla içebilelim diye. Mesai-çıkışı bar’ından ayrıldığımı, zemin kata doğru merdivenlerde çıktığımı ve havanın aydınlandığını görüşümü hatırlıyorum. Sadece aydınlık değil, güneşli olduğunu. Bu karanlık bir andı. Be bu an, tekrarlamaya devam etti.

İçmeyi bırakmadım. Tam o sırada değil. Devam ettim, bir şey yapmam gerektiğini bilerek. Ama içki beni rutinime kıstırmıştı. Beynimin karar alma bölgesi tek çeşit bir karar almakta ustalaşmıştı: iç! Gölgelerde saklanmaya çalışarak sokaklarda dolaştım. Taksi çağırdım, eve gittim, sızdım.

Belli bir noktada, o etkili nokta kaybolmaya başlar. Onu ararsın. Daha fazla içerek ararsın. Akşamdan kalmalıklar daha kötüye gider. Günün yarısını akşamdan kalmalığınla mücadele ederek geçirirsin. Son olası noktaya kadar yatakta uzanırsın. Gözlerinde keskin bir acı olur. Paranoyak ve endişeli hissedersin. Terlersin. İçkinin sinen kokusuyla terlersin. Kendini git gide daha az seversin. O yüzden içersin. İşe yarar, biraz. Sonra biraz daha az.

Sonra, 15 yıl önce, sonun başlangıcına ulaştım. İçki sorunu olup bırakmaya çalışan herkesin böyle bir hikâyesi vardır. Dışarıda içiyordum, sarhoştum. Yeterince içmemiş olduğumu, daha fazla istediğimi, hissediyordum, eve geldim ve mutfağa gittim. Buzlukta yarısı dolu bir votka şişesi vardı. Bardağa biraz doldurdum, portakal suyu ekledim ve içtim. Sonra votkanın kalanını bardağa doldurdum, portakal suyu ekledim, içtim ve votka bitti. Çok kuvvetli bir içme dürtüsüyle dolmuştum, en güzel noktadaydım. Tek yapmam gereken yolun karşısındaki dükkana gitmekti. Pencereden baktım -dükkan kapanmıştı. Beş dakikayla kaçırmıştım. Zorunluluk birden yok oldu, gidip yattım.

Bunu haftalarca, hatta aylarca düşünmedim. Ama Ocak ayı yaklaşırken hatırladım. “Bırakacağım” diye düşündüm. Ve “Gerçekten bırakacağım”. Ve “Doğum günüme kadar”. On yıl sonra son içkimi içecektim.

“Son noktanda ne kadar içiyordun”?” diye sordu Colin Drummond. Cevabım gecikmedi: günde iki şişe şarap. Kendime hep bu kadar içtiğimi söylüyordum. Bir günde sekiz büyük içki. Haftada elli altı içki. Birisinin önerilen miktarın 28 birim olduğunu söylediğini hatırlıyorum. “Bu doğru olamaz” demiştim. “Ben günde 28 birim içmiyorum -25 birim falan içiyorum”. Elbette, önerilen miktar haftalık 28 birimdi. Şimdi ise 14. Ve bu üst limit. İki şişe şarap çok kötü görünmüyordu. Ama bu limitten çok fazla içiyordum, 10 kat kadar fazla.

10 yılı sınırsızca içki içerek, 10 yıl da bırakmaya çalışmakla geçirdim.

Neden içiyordum? Tedirgin olduğum için, insanlarla konuşmama yardımcı olduğu için, içki içmeyi dert etmek diğer şeyleri dert etmemi önlediği için, diğer şeyler bana stres kaynağı olduğu için, mesela yazmak. İçmek stresi alıyor, sonra strese sebep oluyor, ama içmekten kaynaklanan stres, en azından bir süreliğine, asıl endişelerinizi perdeleyebiliyor. Sonra asıl endişe içki içmenin kendisi oluyor. Sınırı aşıyorsunuz, ama bunu görmüyorsunuz, devam ediyorsunuz.

“Benzer bir hikâye”, dedi Colin Drummond, ona her şeyi anlattıktan sonra. Gençlik yıllarımda biraz mutsuzdum. Yatılı okuldaydım. İçmeye erken başladım. Aileme baktığımda, genetik bir yanı olabilir. Akademisyen olmayı istiyordum ama sonunda gazeteci oldum, genelde içki problemine sebebiyet veren bir meslek. Buna elverişli bir beyin ateş hattına yerleşti. Müthiş bir fırtına. Dava kapandı.

Neden bıraktım? Birçok insan bana bu soruyu soruyor. Bir sürü cevabım var. Sağlık nedenleriyle. Zihinsel sağlık nedenleriyle. Çünkü buna değmiyordu. Çünkü vadesini doldurmuştu. Çünkü sürekli hasta gibi hissetmek istemiyordum. Çünkü sadece bir tane içemiyordum. Ya da iki tane. Ya da üç tane. Takıntı hâline getirmiştim. Mutlu bir son göremiyordum. Uzun bir zaman önce, beni iyi hissettirirdi, ama sonra bir şeyler değişti. İnsanlar bana bırakmanın zor olduğunu söylüyorlardı. Benim için nasıl kolay olduğunu soruyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bilmiyorum. Yoksunluğa bir şans vermek istedim. Yoksunluk kazandı.

Şu an beş yıl oldu. Ayık olmak harika. Beynim buna gerçekten inanıyor. Ayık olmak beş yıl önce düşündüğümden çok daha iyi, 1 Ocak’ın erken saatlerinde. Ama asıl dönüm noktası bu değildi. Asıl dönüm noktası 120 gün sonra, doğum günümde, tekrar içmeye başlayacağım günde geldi. Restoranda kız arkadaşımla oturuyordum. Bana şarap isteyip istemediğimi sordum. O ana kadar, istediğimi düşünüyordum. Sonra beynimde bir şeyler oldu, beklenmedik bir karar. “Hayır,” dedim, “sanırım istemiyorum”.

(1)“Crave” için iyi bir çeviri bulamadım. Metinlerde sık karşıma çıkıyor. “Aşırı istek duymak” olarak çevirdim burada.
(2)“twitch on a thread” için düzgün bir çeviri bulamadım.
(3) Burada “iki” diyor ama hikâyenin tutarlılığı açısından aslında “üç” demesi lazım diye düşünerek, doğrusunu çevirdim. Vay canına, çeviri yaparken [sic] demek yerine metni düzeltmek.

Sayın, Aydınlanmacılık Mitosundan Kesik Başa

“Aydınlanmacılığın bir mitos, mitosun da bir Aydınlanmacılık olduğunu, diğer canlılarla karşılaştırılınca insanın başına bela olan dikilme cinneti yüzünden Aydınlanmacılığın da mitosun da doğal mekân karşısında duyulan korkudan kaynaklandığını yazıyor Adorno ve Horkheimer. Aydınlanmacılık mekânı ele geçirmeye çalışırken, mitos onunla uyum sağlamaya, ona benzemeye, ona dönüşmeye çalışıyor. Korkudan, korktuğuna egemen olmak isteyen bir başkanlık, bir temellendirme, bir zemin, bir köken, iktidar, erk, arche mitosu oluşturmak yerine tam da ürktüğü için ürktüğüne öykünen, kendini aradan çekmeye, ölmeden önce ölmeye, ürktüğüne benzemeye, onun mekânına dönüşmeye çalışan bir baş-sızlık, bir temel-sizlik, bir zemin-sizlik, bir iktidar-sızlık, bir erk-sizlik, bir an-arche mitosunu canlandırmayı ve onun sayesinde aydınlanmayı arzuluyor Bataille. Korktuğu mekâna, örneğin ormanı keserek yok etmeye, ormanı ortadan kaldırmaya benzeyen bir egemen-oluş yerine, mekânın koordinatlarına dönüşmeyi isteyen, kendi korkusunu, kendi direncini kırmaktan, kendisi orman olmaktan geçen bir mitos arzusu bu. Doğa bilgeliklerine, artı-değer üretmeyen, bu nedenle üretim fazlalığını savaş sayesinde tüketmeye çalışmayan öğretilere benziyor biraz da. Ölüm mekanizmasına dönüşmeyen enerji fazlası… Her türlü aidiyeti ve kimlik koşulunu, kendine bile ait olmayı reddeden bu türden bir başsızlığın, tanınma savaşı vereceği yerde kendini barışçıl bir talepsizlik içerisinde kamusal alanda, sokakta ve basında görünür kıldığı anda, sahneye tankların da gireceği aşikâr. Artı-ürün sonucu olan ekonomi motoru silah sanayii geri durmayacak böyle bir tehdit karşısında: işte örneğin 1982 senesinde seher ile alacakaranlık renklerinde Ömer Uluç -hangisi olduğu tartışıldığı üzere- ister Körfez Savaşı’nı, ister 12 Eylül darbesini kastetmiş olsun, savaş ile darbe, dünya açma ile dünya kapama, silah ile insan arasındaki ayrımları açığa çıkaran tablonun arka planında ağaran savaş tanı, önünde tankın ezdiği canlı, tuval üzerine yağlıboya… Sonlu ve tekbaşlı/tekbaşkanlı bir kemikleşmeye/savaşa hizmet eden bir buyurganlık yerine sonsuz ve başsız bir dalgalanma…

Ömer Uluç, Tank, 1982

İmkânsız olduğunu bile bile, fani olurken, ölmeden önce ölürken, yere kapaklanırken, can çekişirken, gassalın elinde cesede dönüşürken, yine aynı iktidara talip olmak ve muhalefet yapmak yerine sırtını sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe, bir başlangıcın, bir olayın, ayniyet ve anlam bahşeden herhangi bir kökene yaslayacağına ve bu kökene biar edeceğine baş-sız ve başkan-sız, hüküm-süz ve hükümran-sız bir sarsılmaya teslim olanların, başsızların bir araya geldiğinde oluşturduğu bir cemaat mitosu… Yolda Buda ile karşılaşırsan, Buda’yı öldür diyen öğreti gibi hiçbir tanrıya, hiçbir öndere, hiçbir akla, hiçbir puta tapmayan, bu dünyayı bir yukarıdakine, bir ötesine teslim ederek varoluşu kendi içinde değersiz kılmayan bir mitos… Kişinin kendi buradalığının, kendi yetersizliğinin, ölümlülüğünün, bedenselliğinin ve sonluluğunun bilincinde olan, kendi olabilmek için bir ötekine ihtiyaç duyan, ancak bu muhtaçlığı ne kendisiyle ne bir başkasıyla doldurmaya kalkışmayan, içindeki yetersizlik ilkesine kâfi gelecek bir şey olamayacağının farkında olan insanların biat ettikleri, tutundukları hiç kimse ve hiçbir cemaatleri olmadığının ve olamayacağının ayırdında olanların bir aradalığından oluşan bir cemaat mitosu… Feci olan yoksunluk ya da yetersizlik değil Baudrillard’ın dediği gibi; öldürücü olan doygunluk arzusu, yetersizliği doldurma arzusu her zaman…(2) Hiçbir şeyin önderi, özgürlüğün bile önderi olmak istemeyen bir mitos arzusu Acéphale’inki… Zaaflı, zaafiyetli, başarısızlığa uğramaya mahkûm bir mitos, Alfred Rosenberg’in Alman başlangıcı mitosuna karşı, (3) dikeylik sıtmasından ve başın egemenliğinden sıyrılmış antifaşist bir direniş stratejisi olarak konumlandı… Konum ve pozisyon almaktan, kimlik ve kanaat sahibi olmaktan imtina ettiği için ise, konumlandırmayan, konumlandırılamayan bir mitos olarak kaldı: kesik baş mitosu.”

(2) Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı, 1995, s. 34.
(3) Alfred Rosenberg, Der Mythus des 20. Jahrhundrets, Münih: Hoheneichen, 1930.

Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi, Metis Yayınları, s. 30-2.

Nurdan Gürbilek: Ayhan Geçgin ve Olumsuz Yaşam Üzerine

Not: Sanırım bu post internette paylaşılmış, ziyaret edenler olmuş. Eski başlıktaki virgüllerden dolayı, başkasının yazdığı bir metin olduğu düşünülmüş olabilir. Tepeye de not düşeyim dedim, aşağıdaki bölüm Nurdan Gürbilek’in Express’te (Yaz 2016, sayı 144) yayımlanan “Uzun Yürüyüş, Eksik Halk” adlı uzun ve derin denemesinden “kaçış çizgisi” kavramını odağına alan bir alıntı.

“‘Kaçış çizgisi’ kavramının ardında, devrimci olanağın kapitalist çelişkilerinden çok, herşeyi kendi içine çeken bir denetim aygıtından, despotik bir özdeşlik düzeninden, donup kalmış bir temsil sisteminden hep daha uzağa yönelen yaratıcı kaçış hareketlerinde saklı olduğu düşüncesi vardı. “Kaçış” derken dünyadan vazgeçmekten ya da bir sığınak arayışından değil (“Bir kaçış çizgisi, evet, ama kesinlikle bir sığınak değil”), etkin bir eylemden (“kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz”), yeni dünyalar yaratan olumlu bir eylemden (“Yalnızca kırık uzun bir çizgiyle dünyalar bulunabilir”), yeni silahlar yaratmak üzere gerçekleştirilen bir arayıştan (“Yeni silahlar kaçış çizgilerinde yaratılır”), yerleşik imparatorluklar karşısında göçebelerin yaptığı gibi bazen olduğu yerde hiç kımıldamadan çizilen canlı kaçış çizgilerinden söz ediyordu Deleuze (10).

Katı bölünmeler arasındaki yekpare karşıtlıklardan çok, boruda sızıntıya yol açabilecek moleküler çatlaklardan, kodu çözülmüş arzu akışlarından, sonun önceden kestirilemediği bir firari hattan söz ediyordu: Düşünceyi başka dünyalara açmak için evin konforlu çatısını terk et. Sırf istemediğinden kurtulmak için değil, istediğine sahip olmak için de seni geçmişe çivileyen ne varsa geride bırakıp bir kaçış çizgisi boyunca ilerle. Geçmişin ölü kabuğuna saplanıp kalmak yerine etkin bir unutma gücünü, belleğin yerine deneyi geçir. (11) Verili bir yer işgal etmektense bir yer yaratmayı dene. Köstebek gibi tüneller kaz; daha iyisi yeni bir ufka doğru yılankavi bir kaçışla uzaklaş. (12)

“Kaçış çizgisi” tepkinin tarihinin (Nietzsche’nin “olumsuz yaşam”ının) uzağına doğru bir çizgi çizmeyi içeriyordu. Bir kavganın etkin değil, tepkisel bir eyleme dönüşmesinde bir nöbet değiştirme arzusu, yerleşik değerleri, iktidarı, parayı bu kez kendisi için isteyenleri görüyordu Nietzsche. “İnsan yalnızca dünyanın üzücü tarafında oturur,” der Nietzsche ve Felsefe‘de Deleuze, “dünyaya dair yalnızca kendisini kateden ve oluşturan tepkisel-oluşu anlar. Bu yüzden insanın tarihi aynı zamanda nihilizmin, olumsuzlamanın ve tepkinin tarihidir.” Etkin bir kaçış çizgisi çizmek mutsuz tutkuların, içselleştirilmiş acının, tahammülün, hıncın ve vicdan azabının dokuduğu o zehirli Nietzsche bölgesinin uzağına doğru canlı bir çizgi çizmektir: “Olumlama güçlerine dek yükselmeyen, kendini yalnızca olumsuzun çalışmasına bırakan bir etkinlik başarısızlığa mahkûmdur.” (13)

Kara bataklık

Ayhan Geçgin okurları “olumsuz yaşam”ın, “yaşam yokluğu”nun, geçmişin “ölü kabuk”unun, “hiçlik”in Geçgin’in romanlarında da sık sık karşımıza çıktığını fark etmişlerdir. “Belki tüm bu olumsuz yaşam dediğim, beni oyup duran bu yaşam yokluğunda” der Gençlik Düşü’nde, “bu çalkalanıp duran kara parçası, bu yamyamca didişmenin şiddeti, binlerce duygudan, nefretten, öfkeden, hınçtan, kaygıdan, umuttan, düşlemelerden oluşmuş aç duygular yumağı”ndan söz eder, “insan artığı yaşamlar, canlı ölülerin mezar çukuru, ölüyü diri tutan tutkularıyla -nefret, hınç, korku- canavarlarını büyüten, birbirleri üstüne salan, birbirlerini boğazlamalarını isteyen, izleyen, onların kanları, teri, ahları, çığlıkları, akılları, ruhları, yalvarmalarıyla beslenen kara bataklık.”

“Kara bataklık”ın dışına doğru bir çizgi çizme isteği daha ilk kitapta, Kenarda‘da belirir: “Gitmek istiyordu. Cümle haline gelen buydu. Gitmek, terk etmek, bırakmak istiyordu. Bu bir çağrıydı, kendisine ait olmayan güçlü bir arzuydu. Her yerden yükseliyordu, topraktan, otlardan, yapraklardan, ağaç gövdelerinden yükseliyordu, polenlerle üzerine dökülüyordu, sanki onların arzusu şimdi, burada onda dile geliyordu, rüzgârın esişi gitmeyi fısıldıyordu ama neden rüzgâr böyle essin, bir ot neden gitmek istesin, bir ağaç gövdesi neden bu arzuyla yarılsın bilmiyordu, onu çağıran neydi, bu çağrı nereden geliyordu bilmiyordu, neden gitmek istediğini de bilmiyordu ama gitmek, çekip gitmek istiyordu. Bu bir arzu olduğu kadar bir buyruk gibiydi de, sanki bir şey ona buyuruyordu, içinden arzu olarak yükseldiği gibi dışından da ona bir buyruk olarak geliyordu; yalnızca gitmeyi arzulamıyordu ama aynı zamanda gitmeliydi de. Bu bir zorunluluktu. Bir şeyi görür gibi oluyor, bir şeye yaklaşıyordu. Otların hafif hafif salınışında bir şey beliriyor, kuşların ötüşünde bir şey çınlıyordu. Kentin uğultulu ufkunda ince bir çatlak belirmişti, ezme, öğütme makinesinin kabloları boyunca uzuyor, büyüyordu. Buzdaki bir çatlak gibi kentin belirsiz, sisli, kara zemininde yayılıyor, şimdi tam buradan geçip öteye sürüp gidiyordu.”

Dört romanda da tekrarlanan bir düşünce var Geçgin’de. Yaşam bir “ölü kabuk”a (Kenarda), bir “boş kabuk”a (Gençlik Düşü), “aşınmış bir kabuk, içi boş bir kavkı”ya (Son Adım) dönüşmüştür. Ama ölü kabuğun içinde “inatçı, süregelen, arayan, koklayan, tırnaklarıyla eşeleyen” yaşam olanakları kımıldıyordur. Romanlarını bu kımıldayan şeyi, insanın yeryüzüne diktiği ikinci doğanın (“taş kesilmiş çöl”) içinde nefes almaya devam eden canlı doğayı ortaya çıkarmaya adamış gibidir Geçgin. Bunun bir etkin unutma (“belleğin ölü kabuğunda bir tünel açma”) çabası olduğu fikri de yine ilk kitapta karşımıza çıkar:

“Ama gitmek sıyrılmak, geride bırakmaktır. Savunmasız, çıplak, yaşayan varlığını ölü kabuktan sıyırmaktır. Ölü kabuğu atmak, geride bırakmaktır […] Ölü kabuk geçmiş değildir. Geçmişin de bir ölü kabuğu vardır, üstelik bu ölü kabuk da gelişir, kalınlaşır, tıpkı yaşayan her şey gibi büyür. Geçmiş kabuğun içinde canlıdır, nefes alır, bitmiş değildir, olmayı sürdürür, durmaksızın yeniden olur. Her anımsama ölü kabuğu soyma girişimidir, orada canlı olanı, yaşayanı, nefes alanı ele geçirme girişimi, hapsolmuş olanı salıverme çabasıdır. Belleğin kalınlaşan ölü kabuğunda bir tünel açmaya çalışmaktır. Böylece yalnız geçmiş değil zamanın kendisi de orada öz varlığını serebilsin; kendini ölü olandan, ölü bir yılan gibi katılaşandan kurtarsın, her şeyi bir kez daha geri çağırsın, böylece orada yeniden yenileyici gücüne, özü olan unutuşun, durmaksızın kendini kendi üzerinde katlayışının sonsuz oyununa katabilsin…”

Denizin çağrısı

Boş kabuğun içinde direnen şeyi, insanın içinde bir buyruk gibi yükselen inatçı çağrıyı tek bir kelimeyle ifade etsek belki “arzu” diyebilirdik. Ama Geçgin’de arzu aile romansına özgü bir ikinci doğa olayından çok, bir “ay tedirginliği”yle (Kenarda) tanımlanmış, med-ceziri andıran bir birinci doğa olayıdır. İnsanı yeryüzünden ayıran değil, tersine yeryüzüne yerleştiren, ona yeryüzüne fırlatılmış olduğunu değil, yeryüzünün bir parçası olduğunu hatırlatan bir dirimsellik. Deniz nasıl kabarırsa öyle kabaran, bir su kütlesi gibi kımıldayan, kabuna sığamayan şey.

“Taş kesilmiş çöl”ün içinde birden beliren “denizin çağrısı”. Yokluğun içinde “damarları zorlayarak, toprağı zorlayarak, havayı tutuşturarak” (Gençlik Düşü) beliren şey. “Bu akan, kabaran, çekilen, titreyen, salınan deniz” (Gençlik Düşü). “Kımıldayan, elektriklenen, kıvılcımlar çıkaran yoğun sıvı” (Kenarda). “Damarlarındaki kanın sana aktığını, sana varolduğunu duyuran o tuhaf, gizemli güç” (Gençlik Düşü). “Bedeninde kan gibi dolaşan, çeperlere baskı yapan bir şey” (Son Adım). “Kuyruk sokumundan ensene kadar yükselen bir titremeyle kendini hissettiren bir güç” (Son Adım). “Karanlıkta bir nabız gibi atan şey, bir titreşim, evrenin başlangıcı da olabilecek, tüm sonlarla tüm başları iç içe geçiren küçük, ölümsüz tohum, bir incir çekirdeği” (Son Adım). “Kendi ölü rahmi içinde kıpırdayan, yavaşça kabuğa doğru yol alan henüz varolmamış yaban varlık” (Kenarda). “Gelip beni dolduran, kabartan, zorlayan, inat eden, direnen” şey (Kenarda). Geçgin yazmanın kendisini de bu geniş yeryüzü arzusunun, buzun üzerinde ince çatlaklar oluşturan bu taşkınlığın, onca kayıptan sonra insana yeniden başlama gücü veren bu ilksel denizin, “sudan karaya, karadan kağıdın sayfasına doğru katlanan [bu] dalga”nın (Gençlik Düşü) bir parçası olarak görmek ister.

İlk iki kitap –Kenarda ve Gençlik Düşü– bir med-cezir ritmiyle yazılmıştı. Su yatağına sığamayıp kabarıyor, çepere baskı yapıyor, toprağı aşındırıyor, bendini yıkmak istiyor, sonra yitik yatağına geri çekiliyordu. Yay durmadan gerilip boşalıyor, Geçgin’in gezgini “kaçınılması olanaksız bir döngü boyunca” yürüyor, adımlar “bitimsiz bir kovalamaca” içinde silinip yeniden çiziliyordu. Uzun Yürüyüş sanki bu “dairesel hareket”i kırma (14), bu kez düz bir çizgi boyunca dosdoğru ilerleme arzusunun ürünü gibidir: “Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen, geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim artık başlıyor.”

Bir “tepetaklak ilerleme”: “Ama geriye bakmak yok, geride kalmış şeyleri düşünmek yok artık, dedi yeniden, bir amacım var benim, dosdoğru gitmek. Tek düşünmem gereken bu, ileriye doğru gitmek, çizginin sonuna varmak, belki çizginin sonundan, eğer varsa, öteki tarafa çıkmak.”

(10) Parantez içindeki alıntılar sırasıyla Kafka, s. 61, Diyaloglar, s. 59 ve Gilles Deleuze-Felix Guattari, A Thousand Plateaus, çev. Brian Massumi, Bloomsbury, 1998, s. 239.
(11) Bir “bellek kültürü”nün yerine “etkin bir unutma”yı öneriyordur Deleuze: “Etkin kuvvet olarak unutma, kendi hesabına herhangi bir şeyle işini bitirme gücüdür. O halde bu tür unutma, bizi bağlayan geçmişe, bizi bu geçmişe bağlayan şeye, onu geliştirmek için bile olsa, daha ileri götürmek için bile olsa saplanıp kalmanın karşısında yer alır. Öyleyse, biri bir çeşit tepkisel hareketsizlik kuvveti, diğeri ise olumlu bir unutma kuvveti olan iki unutma biçimi ayırt ettiğimizde, devrimci unutmanın, yani sözünü ettiğim unutmanın ikinci unutma olduğu açık, gerçek bir etkinliği kuran ya da gerçek politik etkinliklerin parçası olabilecek şey odur”, Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler, yay. haz. David Laboujade, çev. Ferhat Taylan-Hakan Yücefer, Bağlam, 2009, s. 427-28. Benzer bir Nietzsche’ci unutuşu Foucault’da da görürüz: “Düşünüm değil, ama unutma, çelişki değil, silen itiraz; uyanık, aklı başında bir unutma -henüz gelmemiş bir güne saf açılış.” Michel Foucault-Maurice Blanchot, Dışarının Düşüncesi-Hayalimdeki Michel Foucault, çev. Ayşe Meral, Kabalcı, s. 21-55.
(12) Toprağı kazan, aşındıran, tüneller açan köstebeği “kapatma toplumları”nın, kayıp giden yılanı “denetim toplumları”nın hayvanı olarak nitelendirir Deleuze. “İçinde yaşadığımız rejimde […] bir hayvandan diğerine, köstebekten yılana geçtik.” “Bir yılanın kıvrımları bir köstebeğin açtığı deliklerden çok daha karmaşıktır”, Müzakereler, çev. İnci Uysal, Norgunk, 2006, s. 190-193.
(13) Bir baskıcı kuvvetin dışarı çıkmasını engellediği içgüdülerin içeriye dönmesinden, “içselleştirilerek” vicdan azabına dönüştürülmesinden söz ediyordur Deleuze. Nietzsche ve Felsefe, çev. Ferhat Taylan, Norgunk, 2010, s. 248 ve 215 ve 165.
(14) Orhan Koçak “Bloch ve Lukacs’ta ‘Sanatçı Romanı’: Aylak Adam ve Ayhan Geçgin’in Romanlarına Giriş” adlı yazısında aylağın arayışının “döngüsel, dairevi niteliği”nden söz eder. Lukacs ve Bloch’un sundukları kuramsal çerçevenin arayış romanlarını anlamakta yetersiz kalmasını da buna bağlar. İki kuramcı da romanı “arayış” fikriyle tanımlamalarına rağmen, arayışı tarihsel yönü olan bir yolculuk olarak ele aldıklarından, roman kahramanının hedeften sürekli kayan arzusunu (“arzunun dolambaçları”), ne hedeflerin ne de yolların belirlenmiş olduğu bir dünyadaki bu aylak arayışı anlamakta yetersiz kalır. Duvar, sayı 8, Mayıs-Haziran 2013, s. 1-9.

Nurdan Gürbilek, Uzun Yürüyüş, Eksik Halk, Express Yaz 2016, sayı 144, s. 76-80.