Kitaplar Arasındaki Defter (I)

Özgüven’in Hep Yazmak İsteyenlerin Hikayeleri’nden esinle

Birkaç ay önce boş bir defter satın aldım. Evde başka boş defterler de var ama onlardan bahsetmeyeceğim. Zaten bu defter onlar gibi değil, tamamen boş. İçinde hiçbir çizgi ya da kare, isim yazma alanı, marka adı, kaç yaprak olduğu bilgisi ya da -yine çizgilerden oluşan bir- barkod yok. Kapak tasarımı yapılmamış. Böyle defterlerin olduğunu bilmiyordum, çizim yapanlar için olduğunu söyledi çalışan. Ben resim yapmıyorum ama yine de aldım. Bendeki, resimdeki defter değil elbette, onu okumayı kolaylaştırıcı ve ilgi çekme ihtimali olan bir öğe olarak yerleştirdim prolog kısmına, çünkü herkes yazdığı yazılara böyle kendi üretimi olmayan fakat resim arama becerilerini gösteren ekler yapıyor. Sebald’ın metin içi fotoğraflarından çevrimiçi yazılardaki stok imajlarına, Van Gogh’unkilerden Andy Warhol’un ayakkabılarına giden yolun ortasında ne yöne gitsem diye soruyorum kendime ve başkalarına. Defter orada duruyor tüm eylem reddiyle.

Eve gelip işsiz güçsüz tavana ve komşuların perde süslemelerine baktığım günler boyunca düşündüm, “ben bu defterle ne yapacağım” diye. Onu kendimden uzakta tuttum, yokmuş gibi davrandım. Varlığından korktum da. Bir ifadesizlik alanı olarak yanı başımda, kesik kesik fakat bir araya gelmiş gri toz parçalarından oluşan bardak altı lekeleriyle dolu masada, sakince bekliyordu: hareketsiz ve kendini yazılma fikrine dayatmadan.

Boş bakışmalar ve zoraki bir dostluğun hiç yoktan birbirine mecburiyet ekseninde yeşermesiyle, birlikte yapabileceklerimize dair niyetler kurgulamayı başardım. Onunla konuşacağız, bir şeyler anlatmalıyım, yazıyla, diye düşündüm diye demiştim bir sabah kendi kendime konuşurken. Belki sorularıma cevap verir, kalemin bedenine sürtünüşüne tepki gösterir diye umdum. Birer bira aldım ikimize, sevdiğim bir konser kaydını açtım dinleyelim diye, oturduk. O masaya, ben koltuğa. Defter bana, ben ona bakıyorum. O tepkisiz, sözsüz, göstergesiz; ben heyecanlı, beklenti dolu, tedirginim.

O akşam saatlerce yazmadım. Saatlerce oturduk, ben düşündüm düşündüm de hiçbir şey yazmayı başaramadım. Ben düşünürken o duyuyor, sayfaya bir kalemle dokunmaya yeltendiğim anlarda beni o anın doğru an olmadığına ikna etmeye çalışıyordu. O gece, içimden geçen sayısız düşünceyi taradım, evirip çevirdim, süslemeyi veya sadeleştirmeyi denedim. Hiçbirini deftere geçiremedim. Defter ağırlaştı, bütün bedeni bir anda kurşuna kesiverdi. Kuşe kağıda basılı klasikler ya da sosyetik dergiler gibi bir vaziyet aldı. Fazla üstüne gittiğimi düşünerek boş defteri elime aldım, çalıştığım yerlerde gördüğüm sürekli değiştirilen damacanalar gibi bir ağırlığa ulaştı. Suyu hiç bitmeyen, ama içinde aslında hiç su olmayan mistik bir bidon gibi ağırlaştı. Sayfalarını biraz çevirdikten sonra kapalı hâlde, ön kapağı gökyüzüne, arka kapağı yerkürenin çekirdeğine gelecek şekilde komodinin üzerine yerleştirdim. Sakinleşti, kuruldu köşesine. Huysuz bir kedinin mimiklerini taşıyordu. Toplumsal-tarihsel olarak dönüşen, değişen defter.

Bernhard, Dar Zamanlarda Kitaplar ve Müzik

Bernhard’ın sevdiğim birçok şeyden yaptığı karma metin, yine tek satır başlı. Kitabı sayfa aşırı çiziyordum, birçok noktası üzerine konuşabilmek, zaman geçtikten sonra hatırlayabiliyor olmak, Bernhard-vari bir hayata bakışla fiziksel sağlığımı yitirmeden yaşamı sürdürebilmek isterim. Fakat ben bu hıncı canlı tuttuğumda cilt hastalıklarım azıyor ne yazık ki. Kaşınmayan bir Bernhard havarisi olabilseydim keşke.

Bu pasajda da pesimizm, kitaplar, sembolik düzende aranan kurtuluş fikri, yitirme sonrası ruh hâli, bir düşünürü -Schopenhauer- kendine yontarak hayatta kalma fikri, bir anda nedensizce çukurdan çıkma anısı var. Bernhard roman boyu müziğin, edebiyatın, felsefenin, resmin vb. uğraşların büyük ustalarını sürekli sert eleştirilere mahkûm ediyor. Bana göre, bu mahkûm edişin güzelliği nesnellik iddiası içeren bir nedensellikten ziyade pür öznellikte ve kişisel yargılarda hayat buluyor oluşunda. Felsefeyle, mantık dizgeleriyle ya da bilimsel formüllerle değil retorikle, yorumcu okuyuşla, müzikal bir dille saldırıyor Bernhard tüm kalıplara, ustalara ve değerlere. Felsefe dersinde değil de, en yakınını kaybettiğinde hangi düşünürleri anarsın diye soruyor.

Kurmaca diyalog:

– En sevdiğin kitaplar hangileri Thomas?
– Esintili bir yaz gününde şu, cenazede beklerken bu.

Kendimi nasıl öldüreceğim konusunda kesin bir görüşüm yoktu ve sonunda kendimi öldürme düşüncesini, hiç değilse kısa bir süre için, kafamdan uzaklaştırabildim, dedi Reger bana. Kentte günlerce ve belki haftalarca oradan oraya gitme ya da haftalarca kapanma arasında seçim yapabilirdim, dedi Reger bana, haftalarca kapanma kararını verdim. Karısının cenazesinden sonra bir tek insan bile görmek ve başlangıçta hiçbir şey yemek istememiş, ama günlerce berrak su içmeye üç dört gün dışında hiçbir insan dayanamaz ve o da gerçekten çok çabuk zayıflamış, sabahları birden ayağa kalkacak gücü bulamadım, bu bir işaretti, dedi Reger bana ve ben gene yemek yemeye başladım, Schopenhauer’le uğraşmaya, özellikle Schopenhauer’le karım ve ben çok ilgilenmiştik, arkamda düşüp kalça kemiği denilen kemiğini kırdığı sıralarda, dedi Reger düşünceli olarak. Bu altı haftalık kapanma sırasında servetimin vârisi ile birkaç telefon konuşması yaptım ve Schopenhauer okudum, herhalde beni bu kurtardı, dedi Reger, kendimi kurtarmış olmamın doğru olup olmadığından emin olmasam da, belki de, dedi Reger, kendimi kurtarmış olmasaydım ve öldürseydim daha iyi olurdu. Ama cenaze ile ilgili olarak yaptığım onca koşuşturma da zaten bana kendimi öldürme zamanı bırakmadı. Kendimizi hemen öldürmezsek, bir daha hiç öldürmeyiz, korkunç olan bu, dedi. Tıpkı en sevdiğimiz insan gibi ölü olmak isteğini duyarız, ama kendimizi gene de öldürmeyiz, bunu düşünürüz, ama gene de yapmayız, dedi Reger. Garip bir biçimde bu altı hafta boyunca hiçbir müziğe tahammül edemedim, bir kez bile olsun piyanonun başına oturmadım, bir kez düşüncemde Wohltemperierten Klavier’den bir parçanın deneyini yaptım, ama bu deneyden hemen vazgeçtim, beni bu altı hafta içinde kurtaran müzik değildi, Schopenhauer’di, hiç durmadan birkaç satır Schopenhauer, dedi Reger. Nietzsche de değildi, yalnızca Schopenhauer’di. Yatakta dik oturdum ve birkaç satır Schopenhauer cümlesi okudum ve düşündüm okuduklarımı ve gene birkaç Schopenhauer cümlesi okudum ve bunları düşündüm, dedi Reger. Dört gün su içip Schopenhauer okuduktan sonra ilk kez bir parça ekmek yedim, öyle sertti ki onu bir et bıçağı ile ekmekten koparmak zorunda kaldım. Singer Sokağı tarafı pencere pufuna oturdum, şu iğrenç Loos-koltuğuna ve aşağıya, Singer Sokağı’na baktım. Düşünün, Mayıs sonu ve kar serpiştiriyor, dedi. İnsanlardan çekiniyordum. Onlara evden baktım, Singer Sokağı’nda bir aşağı bir yukarı koşuşmalarını gördüm, yığınla giysi ve yiyecekle dolu olarak ve onlardan iğrendim. Bu insanların yanına artık geri dönmek istemiyorum, diye düşündüm, bu insanların yanına değil, başkaları da yok ki, dedi Reger. Aşağıya, Singer Sokağı’na bakarken, şu aşağıda, Singer Sokağı’nda oradan oraya koşuşan insanlar dışında başkalarının olmadığını anladım. Aşağıya, Singer Sokağı’na baktım ve insanlardan nefret ettim ve ben artık bu insanların yanına geri dönmek istemiyorum diye düşündüm, dedi Reger. Bu hainliğe ve bu zavallılığa artık geri dönmek istemiyorum, dedim kendi kendime, dedi Reger. Komodinlerin birçok çekmecesini açtım ve içlerine baktım ve hiç durmadan karımın bazı fotoğraflarını ve yazılarını ve mektuplarını çıkardım ve hepsini teker teker masanın üzerine dizdim ve art arda hepsine baktım sevgili Atzbacher, dürüst olduğum için şunu söylemeliyim ki, bu arada ağladım. Ağlamayı birden iyice salıverdim, onyıllarca ağlamamıştım ve birden ağlamamı salıverdim, dedi Reger. Orada oturup ağlamamı salıverdim ve ağladım ve ağladım ve ağladım ve ağladım, dedi Reger. Onyıllarca ağlamamıştım, çocukluğumdan beri ve birden ağlamamı salıverdim, dedi Reger bana Ambassador’da. Saklayacak bir şeyim yok ki ve üstünü örtecek bir şeyim de yok, dedi, seksen iki yaşımda en ufak saklayacak ve üstünü örtecek bir şeyim yok, dedi Reger, böylece birdenbire katıla katıla ağladığımın ve durmadan ağladığımın, günlerce ağladığımın üstünü örtecek değilim, dedi Reger. Orada oturup karımın zaman içinde bana yazdığı mektuplara ve zaman içinde aldığı notlara baktım ve katıla katıla ağladım. Onyıllar içinde aldığı notlara baktım ve katıla katıla ağladım. Onyıllar içinde doğal olarak bir insana alışıyoruz ve onu onyıllar boyunca seviyoruz ve sonunda onu her şeyden çok seviyoruz ve ona sarılıyoruz ve onu kaybettiğimizde gerçekten de sanki her şeyi kaybetmiş gibi oluyoruz. Ben hep müziğin benim için her şey anlamına geldiğini sandım, bazen felsefe de öyleydi, özellikle de yüksek ve daha yüksek ve en yüksek yazarlığın doğrudan sanat olduğunu sandım, ama her şey, tüm sanat ve de her neyse, bu bir tek sevilen insan yanında hiçbir anlam taşımaz. Bu tek sevdiğimiz insana neler yapmadık ki, dedi Reger, binlerce ve yüzbinlerce acının için soktuk bu hiç kimseyi sevmediğimiz gibi sevdiğimiz insanı, nasıl da üzdük bu insanı ve gene de onu başkasını sevmediğimiz gibi sevdik, dedi Reger. Bizim dünyada hiç kimseyi sevmediğimiz kadar sevdiğimiz insan öldüğünde, bizi korkunç kötü bir vicdan azabıyla bırakır geride, dedi Reger, onun ölümünden sonra birlikte varlığımızı sürdürmek zorunda kalacağımız ve günün birinde onun tarafından boğulacağımız dehşet verici bir vicdan azabıyla, dedi Reger. Yaşamım boyunca topladığım ve tüm bu rafları doldurmak için Singer Sokağı evine getirdiğim bütün bu kitaplar ve yazılar sonuçta bir işe yaramadı, karım tarafından yalnız bırakılmıştım ve bütün bu kitaplar ve yazılar gülünçtüler. Biz o zaman Shakespeare ya da Kant’a yaslanırız sanıyoruz, ama bir aldatmaca bu, Shakespeare ve Kant ve tüm diğerleri, yaşamımız boyunca bizim tarafımızdan en büyükler olarak değerlendirilenlerin hepsi, tam da onlara iyice gereksinmemiz olacakken bize ihanet eder, dedi Reger, bizim için ne çözüm ne de avuntudurlar, ancak birden bize iğrenç ve yabancı görünürler, hepsi, bu büyük ve önemli denilenlerin düşünüp üstelik de sonradan yazdıklarını umursamayız, dedi Reger. Biz hep bu önemli ve büyük denilenlere tam gerektiği anda, hem de yaşamsal hem de yaşamsal önemi olan anda güvenebileceğimizi sanırız, ama bir yanılgıdır bu, biz her zaman bu önemli ve büyük denilenler tarafından, tam olarak yaşamsal önemi olan anda tüm bu önemliler ve büyükler ve deyim yerindeyse ölümsüzler tarafından yalnız bırakılırız, böylesi bir yaşamsal önemi olan anda bize, onların arasında bile yalnız olduğumuz, tamamen korkunç anlamda kendimizle baş başa kaldığımız gerçeği dışında bir şey vermezler. Bir tek Schopenhauer bana yardımcı oldu, onu yaşamda kalabilme amacım uğruna kötüye kullandığım için, dedi Reger bana Ambassador’da. Herkesten önce Goethe, Shakespeare, Kant örneğin daralttı, iğrendirdi, böylece ben doğrudan doğruya Schopenhauer’e saldırdım o umutsuzluğum içinde ve Schopenhauer’le Singer Sokağı tarafı pufuna oturdum yaşamda kalabilmek için, çünkü birden yaşamda kalmak istiyordum, ölmek istemiyordum, karımın ardından ölmek istemiyordum, burada kalmak istiyordum, bu dünyada kalmak, duyuyor musunuz Atzbacher, dedi Reger Ambassador’da. Ama doğal olarak benim Schopenhauer’le de onu kendi amaçlarım uğruna kötüye kullandığım için yaşamda kalma şansım oldu ve gerçekten de onu en haince çarpıttığım için, dedi Reger, onu doğrudan doğruya yaşamda kalma aracı durumuna soktuğum için, oysa gerçekte hiç de öyle değil, tıpkı daha önce andıklarımın da olmadıkları gibi. Ömür boyu kendimizi büyük beyinler ve eski ustalar diye anılanların eline bırakırız, dedi Reger ve sonradan ölesiye düş kırıklığına uğrarız onlardan, gerektiği anda amaçlarını yerine getiremedikleri için. Büyük beyinleri ve eski ustaları istifleriz ve gerekli olan, yaşamda kalma anında onları kendi amacımız için kullanabileceğimizi sanırız, diğer bir anlatımla, onları kendi amacımız için kötüye kullanırız, oysa ölümcül bir yanılma olarak ortaya çıkar bu. Biz beyin kasamızı bu büyük kafalarla ve eski ustalarla doldururuz ve yaşamsal önemi olan anda onlara başvururuz; ama bu beyin kasasını açtığımızda içi boştur, gerçek bu, biz bu boş kasanın önünde durur ve yalnız ve gerçekten de tamamen çaresiz olduğumuzu görürüz, dedi Reger. İnsan, her alanda ömür boyu istifler ve sonunda eli boş kalakalır, dedi Reger, düşünsel meleke için de geçerlidir bu. Ben ne büyük bir düşünce melekesi istifledim, dedi Reger Ambassador’da ve sonuçta işte tamamen eli boş duruyorum burada. Yalnızca hain bir numarayla Schopenhauer’i kendi amacım için kullanmayı başardım, dedi Reger. Birden ne demek olduğunu anlıyorsunuz boşluğun, sizi yalnız bırakan binlerce ve binlerce kitabın ve yazının arasında durduğunuzda, birden sizin için bir hiç, işte bu korkunç boşluktan başka bir şey olmayan kitapların arasında, dedi Reger. Siz en yakınınızı kaybettinizse, size her şey boş gelir, istediğiniz yöne bakın, her şey boştur ve siz bakar ve bakarsınız ve her şeyin gerçekten boş olduğunu ve her zaman öyle olacağını, ama o bir tek, ikinci bir kişiyi sevmediğiniz gibi sevdiğiniz insan olduğunu kavrarsınız. Ve bu kavrama içinde ve bu kavramayla birlikte siz yalnızsınızdır ve size hiçbir şey ve kimse yardım edemez, dedi Reger. Kendinizi evinize kapatır ve umutsuzluğa kapılırsınız, dedi Reger, ve siz gün geçtikçe daha derin umutsuzluğa kapılırsınız ve haftalar geçtikçe daha umutsuz bir umutsuzluğa dalarsınız, dedi Reger, ama birden bu umutsuzluktan çıkarsınız. Ayağa kalkarsınız ve bu ölümcül umutsuzluktan çıkarsınız, hâlâ bu en derin umutsuzluktan dışarıya çıkma gücünüz vardır, dedi Reger, ben birden bu Singer Sokağı tarafı pufundan kalktım ve aşağıya, Singer Sokağı’na indim, dedi Reger ve birkaç yüz metre sonra kent merkezine gittim; ben Singer Sokağı yanı pufundan kalktım ve evden dışarıya çıkıp kent merkezine gittim bir kez daha yaşamda kalma deneyi yapma düşüncesiyle, dedi Reger. Singer Sokağı evinden dışarıya çıktım ve tek bir yaşamda kalma deneyi daha yapayım dedim ve bu düşünceyle kent merkezine gittim, dedi Reger. Ve bu yaşamda kalma deneyi başarılı oldu, herhalde gerekli bir dakikada ve herhalde en son dakikada Singer Sokağı tarafı pufumdan kalktım ve aşağıya, Singer Sokağı’na indim ve kent merkezine gittim, dedi Reger.

Thomas Bernhard, Eski Ustalar, çev. Sezer Duru, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [1985], 5. basım, s. 137-42.

Bradbury, Kitapları Yakmadan Hemen Önce

Bu blog Fahrenheit 451’de anlatılan kısaltılmış, kırpılmış, özetlenmiş, basitleşmiş, ucuzlamış, asgariye indirgenmiş içeriğin bir örneği olduğu derecede utanç vericidir. Benjamin’in arşivci fikirlerinden heveslenip, Bradbury’nin distopyasına dönmüştür.


Beyaz Kitaplık

Mildred huzursuzlandı.

Beatty’nin kendini toplaması bir dakika aldı ve ne söylemek istediğini yeniden düşündü.

“Bütün bunlar ne zaman başladı, diye soruyordun, bizim işimiz, nasıl ortaya çıktı, nerede, ne zaman? Gerçekten, ben de sana İç Savaş denilen şey civarında başladı diyebilirim. Gerçi bizim kural kitabımız daha önce kurulduğunu öne sürüyor. Gerçek şu ki, fotoğrafçılık gelene kadar biz pek yol alamadık. Sonra, yirminci yüzyılın başlarında sinema doğdu. Radyo, televizyon. Artık kitleleri olmaya başladı.”

Montag yatağında oturdu, kımıldayamıyordu.

“Kitleleri olunca, basitleşmeye başladılar,” dedi Beatty. “Önceleri kitaplar birkaç kişiye çekici gelmişti, şurada, burada, her yerde. Onlar farklı olmayı göze alabiliyorlardı. Dünyada yer çoktu. Fakat sonra gözler, dirsekler ve ağızlarla doldu taştı dünya. Nüfus iki, üç, dört kat arttı. Filmler, radyolar, dergiler, kitaplar bir çeşit puding hazırlama yönergesi düzeyine indi, beni anlıyor musun?”

“Sanırım.”

Beatty havaya üflediği dumandan şekillere bakıyordu. “Gözünde canlandır. Ondokuzuncu yüzyıl insanı, atları, köpekleri, kedileri, ağır çekim halinde. Sonra, yirminci yüzyılda, kameranı hızlandır. Kitaplar kısaltılmış. Özetler, anahatlar, ufak resimli gazeteler. Her şey komik öykülere, kopuk sonlara dönüşüyordu.”

Mildred başıyla onaylayarak “Kopuk sonlar,” dedi.

“Klasik yapıtlar kesilip on beş dakikalık radyo oyunlarını, tekrar kesilip, iki dakikalık kitap sütununu dolduruyor, daha da kısalınca sözlük sayfasında on ya da on iki satırlık özet oluyorlardı. Şüphesiz abartıyorum. Sözlükler başvuru içindi, fakat çoğunun Hamlet ile ilgili bütün bilgileri (Montag bu adı şüphesiz bilirsin; Mrs. Montag sizin için belki de belirsiz bir ad olabilir Hamlet) dediğğim gibi Hamlet ile ilgili bütün bilgileri, şunu iddia eden bir kitaptaki bir sayfalık özetten ibaretti: artık nihayet tüm klasikleri okuyabilirsiniz; komşularınızla aşık atabilirsini. Görüyorsun, çocuk yuvasından üniversiteye, üniversiteden tekrar çocuk yuvasına; işte geçen beş yüzyıldaki entelektüel örüntünüz.”

Mildred ayağa kalktı ve odada dolaşmaya başladı, birşeyleri toplayıp, yerine koyuyordu. Beatty ona aldırmadı ve devam etti:
“Filmi hızlandır, Montag, çabuk. Tıkla? Resim, Bak, Göz, Şimdi, Fiske, Burada, Orada, Çabuk, Adım, Çık, İn, İçeri, Dışarı, Niçin, Nasıl, Kim, Ne, Nerede, Ee? Ya! Pat! Şak! Şaplak, Bing, Bong, Bum! Özetin özeti, özetin özetinin özeti. Politika mı? Bir sütun, iki cümle, bir başlık! Sonra, orta yerde, her şey kaybolur! Yayıncıların, sömürücülerin, radyo-televizyoncuların ellerinde adamın beyni öyle hızlı döndürülür ki, sanki bir santrifüj tüm vakit kaybettiren düşünceleri savurup atar.”

Mildred yatak örtüsünü düzeltti. Mildred yastığına hafif hafif vururken Montag yüreğinin ağzına geldiğini hissetti. Şimdi de yastığı alıp güzelce düzeltip yerine koyabilmek için Mildred, omzunu çekiştiriyordu. Belki bağıracak, bakacak ya da eliyle tutup, “Bu nedir?” diye sorup, saf saf kitabı havaya kaldıracaktı.

“Okullar kısaltıldı, disiplin gevşedi, felsefe, tarih, dil dersleri kalktı, İngilizce ve imla gitgide ihmal edilmeye başlandı, en sonunda tümüyle yok sayıldı. Yaşam dolaysız, iş az, eğlence çalışmaktan, anahtarı döndürmekten, somunları ve civataları sıkmaktan başka bir şeyi öğrenmeye ne gerek var?”

Ray Bradbury, Fahrenheit 451, çev. Zerrin Kalaylıoğlu & Korkut Kalaylıoğlu, İthaki Yayınları, 2012 [1953-1981 (gözden geçirilme)], s. 89-92.

Peter Stamm – Yedi Yıl (Okuma Notları)

(Yine dandik bir okuma notu yazma hevesini bile tamamlayamadım, asla tamamlayamayacağımı fark edince, yarım olarak bırakayım dedim.)

Kitabın kapak fotoğrafı: tertemiz, ütülü, beyaz yatak örtüsü ve yastığın üzerinde belli bir ağırlıkla çöküntü oluşturan kırmızı elma. Kusursuz gibi görünen düzenli bir yatak odasına sızan “ilk günah”ı imliyor olmalı. Dini ve mitik referanslarla örülü olmasa da, kitaba adını veren “Yedi Yıl” hikâyesi de, romanda da anıldığı üzere (s. 132), Yaratılış bölümünde Yakup’un Rahel ve Lea ile evliliklerine gönderiyor: Yakup Rahel’e aşık olur, Rahel’in babası Lavan bunun karşılığında Yakup’un yedi yıl kendisine hizmet etmesini ister. Yedi yılın sonunda Yakup’u, Rahel yerine, küçük kardeşi Lea ile evlendirir. Yakup’un itirazı üzerine, kendisine yedi yıl daha hizmet etmesi karşılığında Rahel’i de Yakup’a verir. Rahel uzun yıllar boyunca bir türlü çocuk sahibi olmaz fakat Lea’nın birçok çocuğu (doğru saydıysam, 7 çocuk) olur. İncil’deki şu cümleler, Stamm’ın romanının alt yapısını kurarken, üslup olarak da yazarın büyük olayları veya duyguları birkaç cümlede mesafeli ve soğuk bir şekilde anıp geçen üslubunu hatırlatıyor:

RAB Lea’nın sevilmediğini görünce, çocuk sahibi olmasını sağladı. Oysa Rahel kısırdı. Lea hamile kalıp bir erkek çocuk doğurdu. Adını Ruben koydu. “Çünkü RAB mutsuzluğumu gördü” dedi, “Kuşkusuz artık kocam beni sever.”

(Yaratılış 29:31-32)

Lea doğan her yeni çocuğu, sevilmemesi karşılığında Tanrı’nın ona verdiği bir hediye olarak görürken bu karakterin romandaki karşılığı Iwona oluyor. Yakup’un yerine Alexander, Rahel’in yerineyse Sonja yerleşiyor. İncil’in Yaratılış bölümünü okuyunca ve genel kutsal kitap hikâye anlatıcılığını düşününce, Stamm’ın üslup açısından bu metinlerden de ilhâm almış olma ihtimâli kafamı kurcaladı. İleride Camus bahsinde bu benzerliği tekrarlayacağım. Duygusal yoğunluğu yüksek pek çok deneyim, romanda birkaç cümleyle geçiştirilirken, deneyimin kişi üzerindeki etkileri o hızlı geçiş içinde kendini okurun zihnine dile dökülmesi güç bir şekilde bir his olarak işletmeyi başarıyor. Stamm’ın adaşı Handke de bana hep öyle gelir, oradan doğru da severim romanlarını.

ben bu romanı neden okudum

Hatırladığım kadarıyla ana temanın ikili ilişkiler olduğu romanları hele ki aşk üçgenlerini sevmiyor, okumuyordum. Bu romanı neden merak edip okudum? İyi bir tanıtım stratejisi uyguladı Nebula Kitap. Başta “İsviçre’nin yaşayan en büyük romancısı”, arka kapakta Zadie Smith ve Alain de Botton övgüleri, sosyal medya paylaşımları olmak üzere… Stamm’ın hâli hazırda “Böylesi Bir Günde” (roman) ve “Uçuyoruz” (öykü) kitapları 2009 ve 2010’da İthaki’den çevrilmiş, duymamışım. Bu romanla tanıdım. Böylesi Bir Günde’yi öylesine bir günde okuyup sevdim, sıra uçuşta.

 

Buna ek olarak, ilk yorumları okuyunca, Stamm’ın üslubuyla ve roman konularıyla ilgili olarak “varoluşçu, soğuk, mesafeli, duyguları eksiltili anlatan, okuması yanıltıcı derecede kolay, sıradanlıktan filizlenen” minvalindeki yorumlar merakımı uyandırdı. Son olarak da, günümüz gündelik yaşamına -elbet daha çok Avrupa’da, kısmen de Batılılaşmış ülkelerin orta sınıflarında yaşandığı kadarıyla- dair sezgilerinin olduğunu ya okudum ya da hissettim tanıtımlardan. Okudum, pişman değilim, devam ediyorum diğer romanlarına.

Romanlardan bir şeyler öğrenmeyi, beni ciddi bir biçimde dönüştürmelerini, okur hâlimi hayal bile edemediğim olaylarla karşılaştırmalarını, zekice kurgulanmış plot-twist’ler kurmalarını beklemiyorum. Büyük ihtimalle trajik bir hata sonucu edindiğim sorunlu ve kısıtlı edebiyat zevkim uyarınca, sahip olduğum düşünceleri, karşılaştığım ya da gözlemlediğim hisleri “edebi” üsluplarıyla bana tekrar anlatmalarını, hatırlatmalarını, altını çizmelerini, düşüncelerimden sapmalar yaptıklarında bu sapmaları fark etmeyi, yerkürede olup bitene dair ilgi alanıma yakın meselelere, çeşitli perspektiflerle, olaylarla ve karakterlerle bakmalarını bekliyorum. Belki de o yüzden bir gün belki kurtuluşum olur diye bir heyecanla açıp okuduğum romanlar hiçbir zaman kurtuluşum olamadı, her seferinde beni ya daha dibe çekti, ya da dibe yakınlığımın çok da fena olmadığını, o seviyede başka pek çok insanın da olduğunu bana göstererek bulunduğum eksi rakımı çok da dert etmememi sağladı.

Romanın evrenine bir giriş ya da kitap arkasından kopya

Yedi Yıl: yaşadığı günden geçmişteki önemli anılarına geri dönüşlerle ilerleyen roman, evli ve bir çocuklu mimar Alexander’ın üniversite yıllarından geç yetişkinlik yıllarına doğru ilerlerken, karakterin eşi Sonja ve garip-aşkı Iwona arasındaki gel-gitlerini kat ediyor. Kitap arkası tanıtımda yeterince iyi ifade edilmiş: “Bir yanda üniversitede tanıştığı, üst sınıf bir aileden gelen, güzel, iyi eğitimli, hırslı Sonja; diğer yanda silik, neredeyse çirkin, sessiz sedasız, ‘kendini birilerine, hatta kendine bile beğendirmeye dair her türlü umudunu yitirmiş’ gibi görünen Katolik, Polonyalı göçmen Iwona”. Bu tasvirdeki Iwona, büyük ölçüde Alexander’ın ağzından ve (o) kadına bakışından yapılmış, hemen romanın temel sorularından, böyle birisi neden Iwona’ya tutulur tartışmasını açıyor. Stamm bunun net yanıtını verebilecek durumda olmasa da bu problematik üzerine yaptığı çeşitlemeler roman boyunca çok çeşitli bağlamlarda yaşamı anlamaya, anlayamamaya, anlamaya çalışmadan yaşamaya, yaşamdan atılmaya, yaşama tutunmaya dair sorgulamalara dönüşüyor. Bunları kendimce ifade etmeye çalışmadan önce, roman hakkında çıkan popüler eleştiri/tanıtım metinlerinden bana ufuk açanlarını bir not etmek istiyorum.

Eleştirmenlerden doğru

Toby Litt’in (1) alt başlığı “mimarın kusursuzluk ile mücadelesini resmetmek” olan değerlendirmesi, mesleki olarak güzeli arayan Alexander’ın güzel ve çirkin arasındaki gerilimlerine ve iki ilişkilenme biçimi arasındaki farka odaklanıyor. Sonja için güzelden uzaklaşma gibi bir niyet yokken, Alexander hem tüm bu güzellik içinde bocalıyor hem de bu güzel eş-ev-yaşam çemberinin dışında kalan Iwona’ya tam da böylesi bir zıtlıktan beslenerek ilgi duymaya başlıyor. Iwona’ya dair ilk görüşmelerindeki düşünceleri “[ç]irkinliği ve zavallılığı beni tahrik ediyordu, onun aramıza katılma çabası bizi kışkırtıyor ve gülünç duruma düşürüyordu.” (s. 20) olarak anılıyor. Alexander ve Sonja’nın mesleği olarak mimarlık metaforu güzellik ve estetik tartışmalarına açılabiliyor.

Yedi Yıl’ın prolog cümlesi Le Corbusier’den: “Gölgeler ve ışık biçimleri ortaya çıkarır”. Le Corbusier aynı zamanda Sonja’nın çok sevdiği ve esinlendiği, Alexander’ın ise mesafeli olduğu bir mimar. Üniversite yıllarının sonunda, Sonja’nın Marsilya’daki Cité Radieuse binasını görme niyetiyle çıktığı kısa seyahatte yakınlaşıyorlar, Le Corbusier ise ikisinin yaşam görüşleri için açıklayıcı olarak kullanılıyor:

Gerçekten keyifli bir yolculuktu. Daha önce hiç bu kadar uzun süre bir arada olmamıştık ve çok iyi anlaşıyorduk. Sonja, Le Corbusier’yi anlatıyor, o ve eserleri hakkında her şeyi biliyordu. Onunla ne alıp veremediğin var, diye sordu. Hiç, dedim, hoşlanmıyorum, hepsi bu. Binalarında ukalaca bir hava var. Sanki benden ideal insan yaratmak istiyorlarmış hissine kapılıyorum. Binalarından birine girdin mi hiç? Hayır, dedim, ama yığınla fotoğraf gördüm. Sonja, fotoğrafların yetmediğini söyledi, çünkü Le Corbusier’nin niteliği dış cepheden ziyade iç mekândan anlaşılırdı. Ayrıca bir binanın, içinde yaşayanları olumlu yönde değiştirmesi kötü bir şey sayılmazdı. İnsanların dikkate alınması gereken hikâyeleri olduğunu belirttim. Yeni bir insan yaratma yolundaki bütün çabalar başarısızlığa uğramış, hatta tarifsiz sorunlara yol açtığı olmuştu. Le Corbusier savaşta ne yaptı ki? Sonja, bunun açıkça bilinmediğini ama Le Corbusier’nin kesinlikle faşist olmadığını söyledi. Yirmi yıl sonra kimse dekonstrüktivizmden söz etmeyecek, dedi, ama Le Corbusier hep var olacak.

(s. 52-3)

Alexander planlanmış hayatı yaşarken tökezliyor, Sonja ise onu sürdürmek için elinden geleni yapıyor.

Iwona karakteri için Stamm, röportajında ilettiği üzere (2), Witold Gombrowicz’in ‘Yvonne, the Princess of Burgundy’ oyunundan esinlenmiş, Türkçe çevirisi sanırım yok. “Gombrowicz’in absürdist oyununda, prens neredeyse dilsiz ve sıradan bir kadınla evleniyor ve kadının diğer insanlarda saldırganlık ve utanma duygularını tahrik ettiğini fark ediyor”muş (3). Stamm’ın romana dair problematiği:

İlgimi çeken soru, ben beni seven bir kadının ben onu sevmesem bile benim üzerimde bir gücü olup olmadığıydı. Sonuç olarak kitap her türlü şey hakkındaydı. Alex ve Sonja arasındaki kusursuz ilişkiyi bir noktada temelsiz bir evle karşılaştırdım. Her şeyin görünür, güzel ve sakin olduğu temiz, iyi ışıklandırılmış mekanlar. Iwona, çirkin kadın, Alex için bir mağara gibiydi, içinde saklanabileceği bir yer. Onun aşkı koşulsuzdu. Bir yanda, çekici olmadığı için, Alex’i sinirlendiriyordu, diğer yanda Alex onunlayken, rol yapması gerekmediğinden, Sonja’yla olduğunda göre daha çok evinde hissediyordu. Arzu ve iğrenmenin aynı madalyonun iki yüzü olup olmadığından emin değilim, ama şurası kesin ki, birinden diğerine geçmek işten bile değil. Seks, hayatta hayvani tarafımızın bize hükmettiği nadir anlardan birisi. Yemek yerken olduğu gibi diğer alanlarda bizi daha medeni hâle getirmeye çalışan kurallarımız var. Yemeğimizi tabaklara koyuyor, süslüyor ve çatal bıçak takımlarıyla yiyoruz, ellerimizle yemenin çok daha kolay olduğu zamanlarda bile. Seks yaptığımızda, bu kadar çok kural yok, çok özel bir an, kontrolü kaybediyoruz ve bu aynı zamanda hem çok güzel hem de biraz ürkütücü. [4]

Çeşitli yatak kitap kapakları (ortadakinden emin değilim)

Romanın çifti Alexander ve Sonja mimar: mimarlığa bakışlarında farklar olsa da mesleğin kendisi güzellik ve estetik odaklı tartışmaların altını çiziyor. Sonja Le Corbusier gibi daha modernist ve plancı mimarlara ilgi duyarken Alexander “planlanmış mekan ve hayat”a karşı biraz daha mesafeli. Zaten özyaşamöyküsü de bu planlanamayan ücralarda seyrediyor


Stamm’ın, Alexander’ın alkolizme düşüş aşamasını küçücük gibi ifade edilen olaylar ve karakterin kendisine adeta objektif bir perspektiften bakarak anlattığı değişimler üzerinden ifade ettiği kısa paragraf:

Bu arada alkol tüketimim artmıştı. Öğle tatillerimi uzatıyor, uyku bastırıp çalışamayacak duruma gelinceye kadar bira ve bazen de şarap içiyordum. Aptalca davrandığımı biliyordum ama alkol gerginliğimi alıyordu. İçki içince durumumuzun çaresizliği gözüme daha hafif görünüyor ve moralim biraz düzeliyordu. Paydostan sonra içmeye devam ediyordum. Bir gün Sophie otomobildeyken trafik ışıklarını görmediğim için az kalsın başka bir otomobile çarpıyordum. Ondan sonra gündüzleri içmeyi bırakmış ama akşamları daha çok içmeye başlamıştım. Bir süre sonra içmeden uyuyamaz oldum.

(s. 196-7)

Bu yorum hatrıma Şule Gürbüz’e her röportajda sorulan “antik saat uzmanı olmanız, romanınızdaki zaman algısını nasıl etkiliyor/etkiliyor mu/kurmada kurucu öğe mi?” minvalindeki soruları getirdi. Gürbüz her ropörtajda “yeter, hayır, tamam belki biraz!” diyordu, gözlerini deviriyordur belki bu sırada. Peter Stamm da muhasebecilik yapmış. O yüzden diyorlar ki “[h]er ne kadar kariyerini geride bırakmış olsa da, roman ve öykülerindeki karakterleri muhasebeci gibi hareket ediyor ve düşünüyorlar, deneyimlerinin hepsini oranlar ve maliyetler, kazanç ve kayıplar üzerinden hesaplıyorlar” [5].


Stamm’ı bana çeken yanlardan birisi de Türkiye’deki okuduğum yazarlarda da gördüğüm, hayattaki küçük anlar (İletişim ve Can Yayınları’ndan böyle epey kitap okumuş olmalıyım) ilgisi oldu. Roman boyu olup bitenler, gündelik ve sıradan yaşamın en temel meseleleri: arkadaşlar, birisiyle tanışma, aşık olma, evlenme, çocuk sahibi olma, aldatma, iflas etme, bağımlılık, ayrılma, tatile gitme, hava almaya çıkma, müze gezme, bir dostla dertleşme… Elbette herkesin her daim yaşadığı anlar olma raddesinde gündelik değil fakat bir tanıdığınızın size gelip anlattığında “birini öldürme, dedektif olma, büyü öğrenme, şizofren olma” gibi örneklere göre daha az şaşıracağınız, hayatın gidişatında olası tökezlemeler ve karşılaşmaları ifade eden anlar. Benim on cümleyle anlatamayacağım şekilde, bir eleştirmenin izahı: “Stamm katastrofik olaylara ilgili değil, bunun yerine, küçük incinmeler ve ihanetler, kaçılamaz güçsüzlükler ve derme çatma onarımlara ilgili” [6].

Bir “proje” olarak Alexander ve Sonja’nın evliliği:

Fay [7], Alexander’ın güzel ve hırslı mimar arkadaşı Sonja ile sakince yakınlaşıp evlenmesini bir proje olarak okuyor. Sonja’nin ideal bir eş olması ve Alexander’ın onunla evlenme niyetini temelde gereksinimleri ve amaçları ortaya konmuş bir proje gibi: iyi bir araba daha almak, her ne kadar mimariyle bakışları farklı yönlerde de olsa (Le Corbusier’e karşı Aldo Rossi) birlikte başarılı bir meslek hayatına yelken açmak, birkaç çocuk büyütmek…

Sonja, Iwona’nın tam tersiydi. Güzel ve zekiydi, söyleyecek çok sözü ve doğal bir özgüveni vardı, alımlıydı. Onun yanındayken cesaretim kırılırdı, olduğumdan daha iyi olmak zorunda hissederdim kendimi. Iwona’nın yanındayken ise zaman çok ağır ilerlemişti, aramızdaki sessizlikten rahatsızlık duymuştum. Sorularıma tek kelimelik yanıtlar vermişti, konuşmanın tıkanmaması için sürekli çabalamak zorunda kalmıştım. Sonja ise kusursuz bir arkadaştı. Varlıklı bir aileden geliyordu, davranışlarında ve sözlerinde bayağılık söz konusu olmazdı. Kariyer merdivenlerini hızla tırmanacaktı mutlaka. Muhtemelen sosyal konut tasarımına yönelir, encümenlerde yer alır, yanı sıra da kendisi gibi temiz, bakımlı ve iyi terbiye almış iki, üç çocuk büyütürdü. Ama Sonja bir erkeğe asla -Iwona’nın sanki başka bir seçeneği yokmuş gibi bana söylediği tarzda- onu sevdiğini söylemezdi. Iwona’nın ilanı aşkı beni rahatsız etmişti, aynı şekilde onunla birlikte görülme fikrinden de sıkıntı duymuştum ama onun sevgisini düşünmekte bile yüceltici bir şey vardı. Iwona beni ciddiye alan, kendisine bir şey ifade ettiğim tek insandı.

(s. 28-9)

Robson (8), Stamm’ın üslubunda, başka metinlerde de karşılaştığım, Camus esintilerinden söz ediyor. Bu esintileri, “kendine has bir soğukluk”, “takıntılı derecede bir eksiltili bir nesir olmamasına rağmen, çok fazla şeyi hızlıca geçen” ve Camus’de de olan fakat Stamm’da imza mahiyetinde olan “masum betimleyici cümlelerle zihinsel atmosferi veren” özelliklerle ifade ediyor. Yine Robson’un romanın ana karakteri üzerine söyledikleriyle bitiriş (bunu çevirmeye çalışmadım):


“In his own account of things, Alex emerges as part narcissist, part stick-in-the-mud – a man so joyless he can find nothing to like in either Rain Man or The Lives of Others. There can be no question of him truly loving either Sonia or Ivona since both relationships, though founded on a kind of trade, lack all trace of mutuality. His role is that of punisher in the lives of women who are looking for pain. (Sonia only started showing interest in him after hearing from his ex-girlfriend “what a son of a bitch I was”). In some ways, it’s an ideal set-up and one that Stamm renders with almost geometric precision. Alex can luxuriate in regret at the road not taken: the girl who wanted to be hurt, or at least knew she stood a chance of being hurt, ends up in a loveless marriage; and the girl lacking pride and self-respect is used, abandoned and then, seven years later, used again.”

Referanslar

1 https://www.theguardian.com/books/2012/may/04/seven-years-peter-stamm-review

2 http://www.thewhitereview.org/feature/interview-peter-stamm/

3 https://www.theguardian.com/books/2012/may/04/seven-years-peter-stamm-review1

4 http://www.thewhitereview.org/feature/interview-peter-stamm/

5 https://www.nytimes.com/2011/03/27/books/review/book-review-seven-years-by-peter-stamm.html

6 http://necessaryfiction.com/reviews/SevenYearsbyPeterStamm

7 https://www.nytimes.com/2011/03/27/books/review/book-review-seven-years-by-peter-stamm.html

8 https://www.newstatesman.com/culture/culture/2012/05/review-seven-years-peter-stamm

Céline, Kentin Çeperlerinde Gezinti

“… Annemle birlikte hastane yakınlarındaki sokaklarda büyük bir tur attık, bir öğleden sonramızı aylak aylak yürüyerek geçirdik o civarlardaki sokak müsveddelerinde, henüz boyanmamış sokak lambalı sokaklar, su sızdıran cepheler, sarkan yüzlerce küçük kumaş parçasıyla alacalanmış pencereler, yoksulların gömlekleri, bir yandan da öğle vaktinde cızırdayan yanık yağların çıkardığı hafif sesleri dinliyorduk, o kötü yağ fırtınasını. Kenti çevreleyen o koca laçkalığın bakımsızlığında, o şatafatının sahteliğinin dökülmeye başlayıp çürümüşlük olarak sona erdiği noktada, kent, görmesini bilenlere çöp kutusuna dönmüş poposunu gösterir. Dolaşırken uzak durduğunuz fabrikalar vardır, her tür kokuyu yayarlar, hatta kimileri öylesine inanılmazdır ki, çevredeki hava bundan daha pis kokmayı reddeder. Hemen yanı başında, eşit boyda olmayan iki yüksek baca arasına sıkışmış küçük panayır yeri küflenmektedir, boyası dökülmüş o atlıkarıncalar, onlara binmek için, hem de çoğu kez haftalar boyunca can o atan o iskelete dönmüş, terkedilmişlerinin, sefalet ve müziğin hem çektiği, hem ittiği, hem de alıkoyduğu, tüm parmaklarını burunlarına sokmuş sümüklü veletlerin ödeyemeyecekleri kadar pahalıdır.

Her şey, gerçeği bu yerlerden uzak tutma çabaları içinde sürüp gidiyor; oysa o yine bir yolunu bulup tek tek herkes için ağlamak üzere geri geliyor; yani ne yaparsak yapalım, içki de içsek, hem de hâlâ mürekkep kadar koyu kırmızı şarap bile içsek, gökyüzü orada hâlâ aynı gökyüzü, kenar mahallelerin dumanlarının üstüne bir büyük bataklık gibi iyice kapanmış.

Yerde, çamur yorgunluğunuzu çekiştirir, yaşamın yan yolları da oteller ve yine fabrikalar tarafından iyice kapatılmıştır. Bu tarafın duvarları daha şimdiden tabut gibidir. Lola, çekti gitti, Musyne de, kimsem kalmamıştı. İşte bu nedenle sonunda anama mektup yazmıştım, hiç olmazsa birilerini göreyim diye. Daha yirmi yaşındayken geçmişimden başka bir şeyim kalmamıştı. Annemle birlikte Pazar gününün sokaklarında dolanıp durduk. Bana işiyle ilgili sıradan şeyler anlatıyordu, onun çevresinde, kentte, savaşla ilgili söylenenleri, savaşın üzücü olduğunu, hatta “korkunç” olduğunu, ancak çok cesur olmak kaydıyla hepimizin er geç bunun üstesinden geleceğimizi; onun gözünde öldürülenler basit birer kazaydı, at yarışında olduğu gibi, sıkı tutunsalardı, düşmeyeceklerdi. Annem açısından savaş, fazla da kurcalamak istemediği yeni bir büyük üzüntü kaynağından ibaretti; bu üzüntü onu sanki korkutuyor gibiydi; anlayamadığı ürkütücü şeylerle doluydu. Aslında o, kendisi gibi sıradan insanların her şeyden acı çekmek için yaratıldıklarına inanıyordu, yeryüzündeki işlevlerinin bu olduğunu düşünüyordu, eğer işler son zamanlarda bu kadar kötüye gidiyorsa, bu yine, büyük ölçüde, sıradan insanların işlemiş oldukları birikmiş nice günahtan kaynaklanıyordu… Budalaca şeyler yapmış olsalar gerek, farkına varmadan, elbette, ancak bu yine de onları suçlu olmaktan kurtarmazdı, aslında şükretmeliydiler, çünkü onlara bu şekilde acı çekerek utanç verici davranışlarının kefaretini ödeme fırsatı verilmişti… Annem tam bir “parya”ydı.

Bu trajik ve kaderci iyimserlik onun için bir inanç işlevi görüyor, doğasının özünü oluşturuyordu.

Yağmur altında, ikimiz birlikte parsellenmeyi bekleyen sokaklarda ilerliyorduk; o tarafların kaldırımları gömülüp ayağın altından kayarlar, kışın, kenardaki dişbudaklar, rüzgârda sallanıp, su damlacıklarını dallarında uzun süre tutarlar, narin bir hoşluk. Hastanenin yolu bir dizi yeni inşa edilmiş pansiyonun önünden geçiyordu, kimisinin adları konmuştu, kimisi içinse bu zahmete bile katlanılmamıştı. “Haftalıktı” onlar, o kadar. Savaş, damdan düşer gibi, barındırdıkları taşeronlardan ve işçilerden mahrum bırakmıştı onları. Artık ölmeye yatmaya bile dönmüyordu kiracılar. Ölmek de başlı başına bir iştir, ama artık o işi dışarıda görmeleri gerekiyordu.

Annem beni hastaneye ağlaya ağlaya götürdü, bir kaza olarak ölümümü kabullenmişti, hatta buna razı olmakla kalmayıp, benim de onun gibi kaderime boyun eğip eğmediğimi merak ediyordu. Arts et Métiers’nin* o güzelim metresine inandığı kadar kadere de inanıyordu, o metreden de bana hep saygıyla söz ederdi, çünkü tuhafiyecilik mesleğinde kullandığı metrenin, bu muhteşem resmi ölçünün tıpatıp aynısı olduğunu öğrenmişti gençliğinde.

Bu düşkün kırsal bölgenin parselleri arasında hâlâ, orda burda, birkaç tarla ve ekin vardı, hatta yeni evlerin arasına sıkışmış, bu kalıntılara sıkıca sarılmış bir iki yaşlı köylü de vardı. Akşam dönüş saatinden önce zamanımız kalmışsa, annemle birlikte gidip bu tuhaf köylülerin, bir yandan ölülerin çürümeye atıldığı ama yine de ekmek veren, adına da toprak denen şu gevşek, kesekli nesneyi bir demir parçasıyla kurcalayışlarını izliyorduk. “Bayağı sert olsa gerek şu toprak!” diyordu annem her seferinde onları tedirginlikle izlerken. Sefaletin yalnızca kendisininkine benzeyen biçimini, yani kentli olanını biliyordu, kırdakinin nasıl olabileceğini düşlemeye çabalıyordu. Bildiğim kadarıyla tek merak konusu buydu, annemin, bir Parar günü oyalanmak için de bu ona yetiyordu. Bunu alıp kente dönüyordu.

Ne Lola’dan, ne de Musyne’den hiç ama hiç haber alamıyordum. Anlaşılan işin iyi tarafında, yani biz kurbanlık koyunlara yönelik, güler yüzlü olduğu kadar acımasız bir yok etme talimatının hüküm sürdüğü tarafta kalmıştı, kaltaklar. İkidir rehinelerin tıkıştırıldığı yerlere yönlendirilmiş oluyordum, böylece. Zaman ve sabır meselesi. Kaderimiz belliydi.”

(*) Arts et Métiers: Paris’teki bilim ve ölçüm müzesi, aynı zamanda meslek okulu. 1961’e kadar Fransa’nın resmi ölçüm şablonu platin metre bu müzede saklanırdı.

Louis-Ferdinand Céline, Gecenin Sonuna Yolculuk, çev. Yiğit Bener, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [1932], 20. basım, s. 118-20.