Some Reviews: Dag Solstad’s T. Singer

Not that it’s helpful for anyone, even for myself, but I like gathering reviews of the books I read. Maybe it’s because it’s not really easy to easily find reviews with Google search. For films, IMDB, Rotten Tomatoes, Metacritic and Letterboxd is enough for me with their external links. But for the books, Goodreads simply doesn’t deliver it and I couldn’t find any good alternatives to good old Google search.

Gözlemcilik ve Gençlik | Solstad

Ihlamurdere’nin her şeyi satan dükkanlarından aldığım bantlarla kitaplarımın bir kısmını kolilere kıstırıp ayrılabileceklerimi -ki kitap ayırmak bana güzel bir edebiyat eğitimi gibi gelmişti- sahaflara kendi ellerimle teslim ederek vedalaştığımdan ve okumaya alıştığım dilde yeni kitaplar edinmek zorlaştığından beri fiziksel kitaplarla arama mesafe girmişti. Aylarca tek bir kitap sayfası çevirmedim, bir daha asla kütüphanem olmaz diye düşündüm, hala da yok, yanımdaki sekiz on kitabı bir komodinde tutuyorum. Biraz e-kitap okuyorum, genelde sesli kitap dinliyorum. Sonra bir gün A. çok güzel kitaplar ve Notos’un Balkış/rap sayısını gönderdi. Kendim İstiklal’de kitapçı ve sahaf dolaşıp kitaplar seçsem hiç bu kadar isabetli seçemezmişim. Onları yavaş yavaş okumaya başladım. Meğer yeni Solstad çevirisi çıkmış, kapağı Scorsese’nin gençliğinde çektiği traş mizansenli kanlı kısa filmini hatırlatıyor. İçindeyse müthiş bir gözlemci pasajı varmış. Bugün ya da dün başlamıştım, henüz ellili sayfalardayım. Singer’in kafasına taktığı geçmişteki o garip hataları ve kabaca yaşam öyküsünü öğrendikten sonra onunla tren yolculuğuna çıktık. Yemekli vagonda da oturduk, Fars’taki tiyatro ekibi arka masamızda yüksek sesle konuşuyordu.

Bu ana dilde kitap okumaktan uzaklaşma sebebiyle uzun süredir kitaptan bakarak sayfaları blog’a geçirmiyordum. T. Singer’da birden bir gözlemciyle karşılaşınca nostaljik bir heyecan duydum, bunu kopyalamak istedim.

Bunun içinde neler yoktu ki? Gençliğini, kendisinden utanma korkusuyla bir mitolojiye çevirmişti. Gençliğine değer katan şey özgür seçimlerin sonuçları değil, gizemli kaynaklardan ortaya çıkan utanç verici durumlarda yakalanmaya karşı kendisini korumak için gerekli bir önlemdi. Gençliğinde takındığı yıkıcı bir yaşam gözlemcisi pozunun tümüyle bağımsız bir seçimi olduğuna inanmıştı. Başkaları onu böyle görmüştü. Ve bu açıdan farklı olmak hoşuna gitmişti, çünkü genç adamlardan gözlemci olmalarından başka her şey beklenir. Yaşamın yürek parçalayıcı bir reddiyesi gibi görünür bu. Çünkü insan, güzelim gençlik yıllarında yaşamın katılımcısı olamazsa başka ne zaman olabilir? Bir insanın gençlik yıllarının sunduğu armağanları alıp kullanmayı reddetmesi, kendilerinden sonra gelen genliği gözleyenleri isyan ettirir. “Edilgen genç adam” itici bir manzaradır ve öyle kalır; Singer de böyle biri olmayı bilerek seçmişti. Umurunda değildi. Hiçbir şey umurunda değildi. Yaşamını gözetleyerek harcıyor, bu sırada zaman ve onunla birlikte gençlik akıp gidiyor, Singer kıskanılası gençlik anlarını yakalamak, bu anların tadını çıkarmak için kılını bile kıpırdatmıyordu. Kişiliksiz bir sorgulayıcı, benliksiz bir yaşam reddiyecisi, tümüyle olumsuz bir ruh olarak her şeyi neredeyse kendisini silerek gözlemliyordu. Bunun verebileceği rahatlatıcı bir özgürlük ya da bağımsızlık duygusunu hiç umursamadan kendisini akıntıya bırakmıştı. Yaşamın uzun yolunda kişiliksiz, eylemsiz bir gezgindi; ömrünün baharında yıllar boyunca kambur, gözleri yere çivili yürümüştü.

Ne olacağına karar vermeyi başaramamıştı ve bu kararsızlığı ona belli bir zevk veriyordu. Dış görünüşünde olduğu gibi, bir gelecek yaratma konusunda da belirsizdi. Ancak otuz bir yaşına geldiğinde bir karar verme zamanı geldiğini hissetti. O zaman onca şey arasında kütüphanecilik okuluna başladı. Gençliği geri dönülmezcesine geride kalmıştı, çünkü her geçen gün Singer’i genç bir adam olmaktan daha çok uzaklaştırıyordu; geçen her günle bir gün daha yaşlanıyordu, evet, aynada kendi yüzünü incelediğinde sakalında ince, gri bir çizgi görebiliyordu ve bir tür karar verme zamanı gelmişti, bunun üzerine kütüphanecilik okuluna başvurdu, erkek kontenjanından kabul edildi. Ondan önce şurada burada bir şeyler yapmıştı. Kuzey Norveç’te NATO askeri olarak askerliğini yapıp 20 yaşında Oslo’ya geldiğinden beri resmi olarak öğrenci statüsündeydi, üniversiteye yazılmıştı. O sonbahar hazırlık derslerini almış, kararlı bir şekilde sosyal antropolojiye başlamıştı. 1971’in ilkbaharıydı. Bu kadar geç kalmasının nedeni ’70’ler denilen yıllarda kendi zamanına duyduğu yoğun ve ateşli ilgi değildi. Böyle bir ilgisi yoktu. Politik çekişmelere kendisini kaptırmamıştı; her kesimden arkadaşı vardı, kendisi ise bir görüşe eğilim göstermiyordu. Çünkü yeterince ilgi duymuyordu. Geç kalmasının nedeni, ekonomik açıdan kendisini bağlamak ve öğrenci kredisi almak istememesiydi. Kendine özgü yaşam görüşüyle Devlet’e karşı böyle bir yükümlülüğün altına girmemesi gerektiğini biliyordu, çünkü o zaman bağımsızlığını yitirirdi. Üstelik eğitiminin bir hedefi yoktu ve Devlet’in ta kendisiyle ekonomik açıdan bağlayıcı bir sözleşmeye girmek için insanın bir hedefi olmalıydı. Bu yüzden ara sıra çalışması gerekiyordu. Hedefsiz eğitimin giderlerini karşılamak için. Her işi yapmıştı. Otelde gece bekçiliği, ardından aynı otelde resepsiyonistlik. Dagbladet gazetesinde son okuma. Uzun zaman western romanı çevirmeni olarak karnını doyurdu. Tekelde satıcılık bile yaptı ve yirmi üç yaşından otuz dört yaşına kadar haftada iki akşam Bjerke Hipodromu’nda bahis gişesinde çalıştı. Bu işleri onu işverenleriyle tanıştıran öğrenci aracılığıyla bulmuştu. Bütün bu yan işler öğrenciler arasında çok tutuluyordu ve başka öğrencilerin Singer’i önermeleri, onun çevresine yönelik -kendisini geride tutan anlamında- arkadaşça tavrıyla ilgili çok şey anlatıyor.

Solstad, D. (2021) [1999], T. Singer, Jaguar Kitap, s. 21-3.

Books on Vladimir Nabokov

After a pretty compelling reading of Pnin (1957), I hit the streets and tried to gather some information about the author. Nabokov writes passionately about classics such as Anna Karenina in Pnin. But on the other side when it comes to literary scholars in the novel he often takes a sardonic tone. Let’s see what other scholars wrote about him. The titles evoke appraisal but I’m also looking for critical remarks about the politics of his writing. I’ll take a note for the initial books I encountered on web here.

  • Księżopolska, I. & Wiśniewski, M. (2019), Vladimir Nabokov and the Fictions of Memory, Fundacja Augusta hr. Cieszkowskiego.
  • Rakhimova-Sommers, E. (2017), Nabokov’s Women: The Silent Sisterhood of Textual Nomads, Lexington Books.
  • White, D. (2017), Nabokov and his Books: Between Late Modernism and the Literary Marketplace (Oxford English Monographs), OUP Oxford.
  • Barabtarlo, G. & Nabokov, V. (2017), Insomniac Dreams: Experiments with Time, Princeton University Press.
  • Toker, L. (2016), Nabokov: The Mystery of Literary Structures, Cornell University Press.
  • Blackwell, S. H. & Johnson, K. (2016), Fine Lines: Vladimir Nabokov’s Scientific Art, Yale University Press.
  • Bozovic, M. (2016), Nabokov’s Canon: From “Onegin” to “Ada”, Northwestern University Press.
  • Roper, R. (2015), Nabokov in America: On the Road to Lolita, Bloomsbury.
  • Pifer, E. (2014), Nabokov and the Novel, Harvard University Press.
  • Couturier, M. (2014), Nabokov’s Eros and the Poetics of Desire, Palgrave Macmillan.
  • Pitzer, A. (2013), The Secret History of Vladimir Nabokov, Pegasus Books.
  • Zunshine, L. (2013), Nabokov at the Limits: Redrawing Critical Boundaries, Routledge.
  • Rampton, D. (2012), Vladimir Nabokov: A Literary Life, Palgrave Macmillan.
  • Boyd, B. (2011), Stalking Nabokov, Columbia University Press.
  • Leving, Y. (2011), Keys to The Gift: A Guide to Vladimir Nabokov’s Novel, Academic Studies Press.
  • Dragunoiu, D. (2011), Vladimir Nabokov and the Poetics of Liberalism, Northwestern University Press.
  • Wyllie, B. (2010), Vladimir Nabokov (Critical Lives), Reaktion Books.
  • Khrushcheva, N. L. (2008), Imagining Nabokov: Russia Between Art and Politics, Yale University Press.
  • Glynn, M. (2007), Vladimir Nabokov: Bergsonian and Russian Formalist Influences in His Novels, Palgrave Macmillan.
  • Connolly, J. W. (2005), The Cambridge Companion to Nabokov, Cambridge University Press.
  • Shrayer, M. (2001), The World of Nabokov’s Stories, University of Texas Press.
  • Johnson, K. (1999), Nabokov’s Blues: The Scientific Odyssey of a Literary Genius, Zoland Books.
  • Page, N. (1997), Vladimir Nabokov, Routledge.
  • Wood, M. (1997), The Magician’s Doubts: Nabokov and the Risks of Fiction, Princeton University Press.
  • Alexandrov, V. E. (1995), The Garland Companion to Vladimir Nabokov, Taylor & Francis Inc.
  • Foster, J. B. (1993), Nabokov’s Art of Memory and European Modernism, Princeton University Press.
  • Alexandrov, V. E. (1991), Nabokov’s Otherworld, Princeton University Press.
  • Parker, S. J. (1987), Understanding Vladimir Nabokov, University of South Carolina Press.

Some Reviews: Ali Smith’s Seasonal Quartet

I have this stupid habit of gathering reviews after I read a book –if it’s a book that I want to delve into. Even though I don’t have a deliberate methodology for this search process, it takes time to gather the initial resources. What I do is simply googling the search term “{authorName} {bookName} reviews” and visiting the first couple of pages. The publishers that perform well on Google are more or less fixed: The Guardian is almost always the first result –maybe their SEO also play some role in it next to their content. Due to the current political economy of the web, it’s not always easy to run into the substantial reviews. Nevertheless, the preliminary search results give an initial idea. On the road, you will close too many subscription popups, accept several dialogs that ask consent and filter several purely promotional summaries. In addition, you can only read up to three articles in some publisher websites.

Here, I wanted to share my initial wrap up of the reviews of four novels written by Ali Smith, namely, The Seasonal Quartet. I have no idea about whether it would be helpful for someone or not, but I just thought someone may find it convenient, someone who follows a similar dirty googling pattern like me. If I have some time, I can curate the links, highlight the useful reviews and cleanup the idle ones —didn’t happen.

Autumn [2016]

Winter [2017]

Spring [2019]

Summer [2020]

All

Merkez İstasyon’da Münakaşa

2008’de burada birkaç gün geçirmiştim. En güçlü hatıram çok geniş bir caddedeki uzun yürüyüşümüz sırasında televizyon kulesini kendimize nirengi noktası alışımız ve yanımdaki arkadaşımın sürekli olarak bu kulenin ve etrafının ne denli turistik bir muhit olduğunu, asıl Berlin’in ise hiç buralarla alakası olmadığını uzun uzun anlattığı anlara dair buğulu bir fotoğraftan ibaret. Belki güneşten kaçınmak için başımızı sürekli yana eğdiğimizden dolayı, bu fotoğraf eğri bir görüntüye sahip, aynı zamanda da bir gün batımı hissi var. Bu cadde imgesi (şimdi onun Karl-Marx-Allee ya da Frankfurter Allee olduğunu düşünüyorum) dışında kalan diğer iki anıysa Yahudi Anıtı ziyaretimiz ve belki de yolculukta muhtemelen bira içtiğimiz için çarpıttığım, hafızamda bir uzay istasyonu etkisi bırakan, kente vardığım tren istasyonuydu. O zaman bana çok metalik ve dijital gelmişti. Buraya geldiğimden beri o istasyonun hangisini olduğunu anlamamıştım. Görüntüleri net hatırlamıyorum, sadece bir renk ve doku hatıramda kalmış. Bugün içinde biraz vakit geçirince neresi olduğunun farkına vardım.

Hauptbahnhof’ta arkadaşlarımı beklerken tam olarak anlamasam da belki önyargılarımla beni bir yerlere götüren bir olaya tanık oldum. Onlarca kişi birlikte tanık olduk. Yarım yamalak anladığım, kalan yarısını da zihnimde bir şekilde tamamladığım bu olayı unutmamak için not etmek istedim. Belki de not ederken içine çeşitlemeler yaparım, gerçeklikten iyice uzaklaştırırım.

Bu gerçeklikten uzaklaştırma fikri az önce Ali Smith’in adlarını mevsimlerden alan roman dörtlemesinin ikinci kitabı olan Winter’ı okurken aklıma geldi. Romanda Art, ailesiyle buluşacağı bir Noel öncesinde sevgilisi Charlotte tarafından terk edildiği için başka bir kadınla (Lux) onu terk eden sevgilinin yerine geçmesi için anlaşıyor. Lux, bir süreliğine ailenin henüz görmediği fakat haberdar olduğu Charlotte rolünü oynuyor. Bir noktada Art, yazdığı doğa temalı blog yazılarından Lux’a bahsediyor. Bir deneyimin aktarımı şeklinde kayda geçirilen yazıları okuyan Lux, onu henüz tanımış olsa da, yazıdaki kişinin onun gerçekte olduğu gibi birisi olmadığını düşünüyor. Anlattığı arabayı soruyor, Art’ın hiç arabası olmamış. Köyü soruyor, Google Maps’ten bakmış. Sonuçta hiçbir deneyimi yaşamdan gelmiyor, tamamı kurulmuş. Roman olsa garipsemeyiz. Ama blog metni tamamen kişisel bir deneyim gibi yazılmış. Lux sonunda gerçekten deneyimlediği bir şeyi anlatmasını istiyor Art’tan. Art çok iyi olmasa da idare eder denebilecek bir hatırasını anlattıktan sonra Lux işte tam da bunu yazmasını istiyor. Fakat Art asla böyle bir şeyi yazamayacağını, üstüne üstlük bir de insanların erişimine kesinlikle açamayacağını söylüyor.

“Neden olmasın?”, diyor Lux.
“Fazla gerçek”, diyor Art.

İstasyonun Spree’ye bakan kapısından dışarı çıkıyorum. Hava kapalı. Bir süre içeri mi girsem dışarı mı çıksam diye gidip geliyorum. Karnım biraz aç, istasyonun içinde yemek satan yerlerin vitrinlerine bakıyorum. Seyahat mekanlarının pahalı olduğuna dair bir bilgim olduğu için vitrinlere şüpheli yaklaşıyorum. Fiyatlardan ikna olamadım, bulutların çekilmesiyle dışarı çıkmaya karar veriyorum. Çıkışın önünde orta ölçekli bir meydan var, orada bekliyorum. Kapının önünde onlarca başka insan duruyor, kimisi yemek yiyor, kimisi bir şeyler içiyor, kimisi öylece salınıyor. Yoga yapan birisi de var, sanki “birkaç dakikam var, şu trene binmeden son bir akış yapabilirim” dercesine kendiliğinden uyumsuz bir yere atmış matını, süzülüyor. Her tren istasyonunun önünde kontenjanları ayrılmış hayranlık duyduğum gündüz sarhoşları yerlerini almış. Etrafı izlerken, kulaklıklarım olmasına rağmen ya bir şeyler duyuyorum ya da görüş alanımdaki hareketin şiddetini fark ediyor ve dip dibe duran üç adama dikkat kesiliyorum.

Ellerinde yeşil bira şişeleri olan (yeşiller ayrı çöpe, kahverengi olanlar ayrı), birisi zayıf diğeri oldukça boylu poslu ve yapılı, vücutlarının yerleşiminden ve etkileşimlerinden arkadaş oldukları belli olan iki adam yanlarına sokulmuş bir başkasıyla bağırışıyorlar. Başkası, zayıf olandan bile en az yirmi santimetre kısa, sırtında çantasıyla daha çok bir yolcu izlenimi veriyor. İkiye tek ve fiziken dezavantajlı görünmesine rağmen aynı horozlanmayla cevap veriyor bağırışlara. Bağrışmalarının sebebini uzunca bir süre anlayamıyorum. Kulaklıklarımı boynuma asıp sözcükleri yakalamaya çalışıyorum. Neyse ki uzun cümlelerle değil de kısa kelime gruplarıyla iletişim kuruyorlar. “Hier” (burada) ve “bleiben” (kalmak) sözcüklerini seçebiliyorum. Bir mevcudiyet ve kendini ötekine kabul ettirme mücadelesi, diye düşünüyorum.

Sözcükleri birbiri ucuna ekleyince ancak “Ich muss hier bleiben” (Burada durmam lazım) diye bir cümle elde edebiliyorum. Aslında hala “zorunda olmak” ile “istemek” sözcüklerini karıştırdığım için ilk duyduğum anda “burada durmak istiyorum (hesap mı vereceğim)” diye yorumlamıştım. Sonradan fark ettim. Sonuçta kimin nerede duracağı üzerinden itişen küçük çocuklar gibiler. Birbirilerine dikleniyorlar. Bir yükselti var. Önce birisi oraya ayağını koyuyor, sonra öteki de bir ayağını yanına koyuyor ve diğer ayağı ittirmeye çalışıyor. Bu yakınlığa rağmen maskeleri boyunlarında, yakınlıktan dolayı uyaracak birisi gelse anında çekebilirler burunlarına. İzleyen belki 100 kişi vardır. Söz dalaşı ve itişmeler çok düşük bir ivmeyle şiddetleniyor. Çok büyümeyeceği izlenimini veriyor, çocuksuluğunu koruyor. Neden hiç kimse karışmıyor? Ben en yakında konuşlandım, tek yapabildiğim gözümü dikip bakmak, “ben buradayım, sizi izliyorum” demek, anlaşamam diye düşünerek konuşmaya girmiyorum. Kimse girmiyor. Kimse mi Almanca bilmiyor?

Sonunda bir kadın sorumluluğu alıyor. Kolunu uzatarak aralarına giriyor. İki grup birbirini işaret ederek ve tükürüklerle kadına haklı olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Kadının ardından belki liseli olabilecek iki genç çocuk da yanlarına gidiyor. Bu uzlaştırıcı profilleri bana çok Avrupai geliyor. Şaşkınlıkla kadının birkaç dakika boyunca arabulucu görevini ifa edişini izliyorum. Sonunda olayın çözülebileceğine dair inancını yitirmiş olsa gerek omuzlarını silkerek alanı terk ediyor. Gençler de “bizlik bir olay değil” diyerekten uzaklaşıyorlar. Üçlü yine baş başa kaldı.

Bir süre daha hafif hafif bağırıştıktan ve itiştikten sonra tek başına olan adam diğerlerinden uzaklaşıyor. Vazgeçmiş olmalı. Önce bir süreliğine istasyonun giriş kapılarının hemen önünde diğerlerini uzaktan gözlüyor, sonra içeri girip orada beklemeye başlıyor. Tam o anda diğer ikili sanki bir eureka anı yaşıyorlar. Art arda “polis, polis, polis” diyorlar ve Polis’i arıyorlar. O anda sebebini anlamıyorum fakat ikili içeri doğru koşup diğer adamın uzaklaşmasını engelliyorlar. Yürüyen merdivenlerin çıkışında önüne geçip “gidemezsin, Polis geliyor” diye kıstırıyorlar ötekini. Öteki bu durumdan hoşnutsuz. Yanlarından sızarak uzaklaşmaya çalışıyor fakat göbeklerini, bacaklarını ve kollarını gererek uzaklaşmasına izin vermiyorlar.

Olup biteni izleyişim garip kaçmasın diye yakınlarındaki dezenfektan makinesine gidip ellerimi temizlemeye çalışıyorum. On civarı polis geliyor, kişi başı bölüşüyorlar şüphelileri. Kimlik istiyorlar. İlaç akmıyor musluktan. Uzun uzun deniyorum, bir onlara bir musluğa bakıyorum. Bir gerilim var, neden polis çağırdıklarını merak ediyorum, önyargılarım var. O sırada arkadaşlarım geliyor, ellerime birazcık alkollü sıvı damlıyor. Ötekinin polislere bir kimlik kartı değil de üzerinde imzalar olan bir kağıt gösterdiğini görebiliyorum sadece. Hava birden açıyor. Biraz sonra yine yağmur.