Kitaplar Arasındaki Defter (I)

Özgüven’in Hep Yazmak İsteyenlerin Hikayeleri’nden esinle

Birkaç ay önce boş bir defter satın aldım. Evde başka boş defterler de var ama onlardan bahsetmeyeceğim. Zaten bu defter onlar gibi değil, tamamen boş. İçinde hiçbir çizgi ya da kare, isim yazma alanı, marka adı, kaç yaprak olduğu bilgisi ya da -yine çizgilerden oluşan bir- barkod yok. Kapak tasarımı yapılmamış. Böyle defterlerin olduğunu bilmiyordum, çizim yapanlar için olduğunu söyledi çalışan. Ben resim yapmıyorum ama yine de aldım. Bendeki, resimdeki defter değil elbette, onu okumayı kolaylaştırıcı ve ilgi çekme ihtimali olan bir öğe olarak yerleştirdim prolog kısmına, çünkü herkes yazdığı yazılara böyle kendi üretimi olmayan fakat resim arama becerilerini gösteren ekler yapıyor. Sebald’ın metin içi fotoğraflarından çevrimiçi yazılardaki stok imajlarına, Van Gogh’unkilerden Andy Warhol’un ayakkabılarına giden yolun ortasında ne yöne gitsem diye soruyorum kendime ve başkalarına. Defter orada duruyor tüm eylem reddiyle.

Eve gelip işsiz güçsüz tavana ve komşuların perde süslemelerine baktığım günler boyunca düşündüm, “ben bu defterle ne yapacağım” diye. Onu kendimden uzakta tuttum, yokmuş gibi davrandım. Varlığından korktum da. Bir ifadesizlik alanı olarak yanı başımda, kesik kesik fakat bir araya gelmiş gri toz parçalarından oluşan bardak altı lekeleriyle dolu masada, sakince bekliyordu: hareketsiz ve kendini yazılma fikrine dayatmadan.

Boş bakışmalar ve zoraki bir dostluğun hiç yoktan birbirine mecburiyet ekseninde yeşermesiyle, birlikte yapabileceklerimize dair niyetler kurgulamayı başardım. Onunla konuşacağız, bir şeyler anlatmalıyım, yazıyla, diye düşündüm diye demiştim bir sabah kendi kendime konuşurken. Belki sorularıma cevap verir, kalemin bedenine sürtünüşüne tepki gösterir diye umdum. Birer bira aldım ikimize, sevdiğim bir konser kaydını açtım dinleyelim diye, oturduk. O masaya, ben koltuğa. Defter bana, ben ona bakıyorum. O tepkisiz, sözsüz, göstergesiz; ben heyecanlı, beklenti dolu, tedirginim.

O akşam saatlerce yazmadım. Saatlerce oturduk, ben düşündüm düşündüm de hiçbir şey yazmayı başaramadım. Ben düşünürken o duyuyor, sayfaya bir kalemle dokunmaya yeltendiğim anlarda beni o anın doğru an olmadığına ikna etmeye çalışıyordu. O gece, içimden geçen sayısız düşünceyi taradım, evirip çevirdim, süslemeyi veya sadeleştirmeyi denedim. Hiçbirini deftere geçiremedim. Defter ağırlaştı, bütün bedeni bir anda kurşuna kesiverdi. Kuşe kağıda basılı klasikler ya da sosyetik dergiler gibi bir vaziyet aldı. Fazla üstüne gittiğimi düşünerek boş defteri elime aldım, çalıştığım yerlerde gördüğüm sürekli değiştirilen damacanalar gibi bir ağırlığa ulaştı. Suyu hiç bitmeyen, ama içinde aslında hiç su olmayan mistik bir bidon gibi ağırlaştı. Sayfalarını biraz çevirdikten sonra kapalı hâlde, ön kapağı gökyüzüne, arka kapağı yerkürenin çekirdeğine gelecek şekilde komodinin üzerine yerleştirdim. Sakinleşti, kuruldu köşesine. Huysuz bir kedinin mimiklerini taşıyordu. Toplumsal-tarihsel olarak dönüşen, değişen defter.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *