Hedda Gabler üzerine metinler ve imajlar istifleyeceğim.
”
Hedda Gabler’in gerçek yaşamı. – On dokuzuncu yüzyılın estetizmi, düşünce tarihinin içsel bir konusu olarak değil, toplumsal çatışmalar içindeki gerçek temeline bakarak kavranabilir ancak. Ahlak dışılığın temelinde rahatsız bir vicdan yatıyordu. Eleştirmenler, burjuva toplumuna sadece ekonomi alanında değil, ahlak alanında da o toplumun kendi kurallarıyla karşı çıkmışlardı. Bu da yönetici tabakanın savunma seçeneklerini kısıtladı: Eğer saray şairleri ve devlet romancıları gibi iktidarsız bir yalancılığa razı olmayacaklarsa, toplumun yargılanmasını sağlayan ilkenin kendisini, demek kendi ahlakını reddetmekten başka çare yoktu. Ne var ki, radikal burjuva düşüncesinin ona saldırmak için benimsediği yeni konum, ideolojik yanılsamanın yerine kendi kendini tahrip eden ve sonunda teslim olan öfkeli bir isyanın benimsenmesinin de ötesine geçmişti. Güzelliğin burjuva “iyi” kavramına karşı ayaklanışı, iyiliğe karşı da bir ayaklanmaydı. İyilik, iyinin çarpıtılmasıdır: Ahlaki ilkeyi toplumsaldan ayırmak ve kişisel vicdan alanına kaydırmakla onu iki bakımdan kısıtlamış olur. Ahlak ilkesinin öngördüğü biçimde insanlara yakışır bir düzeni gerçekleştirme yükümlülüğünden böylece sıyrılır. İyiliğin bütün eylemlerinde belli bir kabulleniş ve acunma vardır: Hastalığın tedavisini değil de hafifletilmesini amaçlıyordur ve tedavinin imkânsızlığının bilinci de sonunda imkânsızlığın safına geçirir onu. Böylece iyilik kendi içinde de kısıtlanmış olur. Suçu, mahremiyettir. İnsanlar arasında dolaysız ilişkiler kurulabileceği sanısını yaratır ve evrenselin tecavüzlerine karşı bireyin tek savunması olan mesafeyi yok sayar. Birey, giderilmemiş farklılığın en acılı bilincini tam da en yakın ilişkiler içindeyken duyar. Yabancılaşmanın tek panzehiri, yabancılığın korunmasıdır. İyiliğin rehavetle benimsediği o pek kısa ömürlü uyum imgesi, budalaca yadsıdığı uzlaşmazlığın acısını daha da şiddetlendirir. İnce zevke ve hak gözeten düşünceliliğe saygısızlık etmeyecek hiçbir iyilik edimi yoktur; ve bu saygısızlık da o güçsüz güzellik ütopyasının karşı durmaya çalıştığı düzleşmeyi tamamlar. Böylece, kötülük öğretisi, sanayileşmiş toplumun başlarından beri, sadece barbarizmin habercisi değil, iyinin de maskesidir. İyide değerli olan ne varsa kötüye aktarılmıştır – o kötü ki, kötülüğünü tam vir gönül rahatlığıyla yapabilmek için iyiyi de kendi saflarına katmış bir düzenin bütün nefretini kendi üstüne çekiyordur şimdi. Hedda Gabler, Julle Teyze’nin generalin kızı onuruna satın aldığı gülünç şapkanın alında hizmetçiye ait olduğunu kasıtlı biçimde iddia ederek o çok iyi niyetli teyzenin kalbinde onulmaz bir yara açar; ama tatminsiz kadının böylece yaptığı, acınası evliliğinin acısını savunmasız bir kurbandan çıkarma sadistliği değildir sadece: Kendi yaşamındaki en iyi şeylere karşı da sıç işlemekte, çünkü en iyiyi iyinin alçaltılması olarak görmektedir. Beceriksiz yeğenini taparcasına seven yaşlı kadına karşı, bilinçsizce ve saçma bir biçimde, mutlakı temsil ediyordur. Hedda’dır kurban, Julle değil. Hedda’nın sabit fikri olan güzelliğin ahlaka karşı çıkışı, onu alaya alışından bile öncedir. Çünkü genel olan her şeyden uzak durur ve yalnızca varoluşun belirlediği bütün farkları –şunu değil de bunu kayırmış olan rastlantıyı– bir mutlak olarak görür. Güzellikte, inatçı ve nüfuz edilmez tikellik, norm olarak öne sürer kendini: Sadece o geneldir, çünkü normal genellik fazla saydam hale gelmiştir. Böylece meydan okur o normal genelliğe, özgür olmayan her şeyin eşitliğine. Ama bunu yaparken kendisi de suçlu durumuna düşer: Genelle ilişkisini koparırken, o olumsal varoluşu aşma imkânlarını da tümüyle bir yana atmıştır – oysa tikel varoluşun nüfuz edilmezliğinden yansıyan da aslında sadece kötü genelliğin hakikatsizliğidir. Böylece doğruya karşı yanlışın yanında bulur kendini güzellik: Doğruya karşı haklıyken bile. Güzellikte, narin gelecek, şimdinin Molok’una kendi kurbanını veriyordur: Şimdinin evreninde iyi diye bir şey olamayacağı için, kendini kötü kılar; böylece kendi yenilgisiyle yargıcı da mahkûm etmiş olur. Güzelliğin iyiye karşı isyanı, trafik kahramanların aldanışlarının laik burjuva biçimidir. Toplumun her türlü alışkanlığın berisinde kalan bugünkü hali, kendi olumsuzluğunun bilincini de engellediği için, ancak soyut olumsuzlama hakikatin yerini tutabilir. Anti-ahlak, ahlakta ahlaksız olan şeyi, baskıyı, reddederken, ahlakın en derin tasasını da devralmıştır: Her türlü sınırlanmayla birlikte bütün şiddet ve tecavüzün de ortadan kaldırılması. Ödünsüz burjuva öz-eleştirisinin itici güçlerinin materyalizminkilerle örtüşmesinin nedeni budur – birincisi kendi bilincine ancak ikincisine geçerek ulaşabilir.
” (s. 98-9)
Theodor Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, 2009 [1951], Metis.

“(12 Mart, öğleden önce)
“Sokakta koşan kişi bir dehşet havası yayar çevreye. Ayağı takılan zavallının düşmemek için yaptığı hareketler, düşerken yapacağı hareketlere benzemiştir çoktan. Dik tutulmaya çalışılan kafanın konumu, boğulmakta olan adamınkini andırır; yüz de sanki işkence altındaymış gibi buruşmuş ve kasılmıştır. İleri bakması gerekiyordur, geriye bakarsa sanki bir düşmanın gölgesine basarak donup kalacak ve düşecektir. Eskiden insanlar hiç bakmadan kaçarlardı yüzleşmeye cesaret edemedikleri tehlikelerden, otobüse yetişmeye çalışan kişi de farkında olmadan eski dehşete tanıklık ediyor. Trafik kurallarının vahşi hayvanları hesaba katması gerekmiyor artık, ama koşmayı hala ehlileştirebilmiş değil. Koşmak, burjuva yürüyüşüne yabancılaştırır bizi. Güvenlik bahsinde bir şeyin eksik olduğu ve yaşamın gemi azıya almış güçlerinden -bunlar sadece birtakım taşıtlar bile olsa- kaçılması gerektiği gerçeğini bir anda görünür kılar. Bedenin yürüyüşü normal bir şey olarak benimsemesi eski güzel günlerden kalma bir alışkanlıktır. Yol almanın burjuva biçimiydi yürüyüş: Törensel adımların, yurtsuz gezginliğin ve soluksuz kaçışların efsunundan kurtulmuş bir bedensel efsanesizleştirme. Yürüme hakkı üzerinde ısrar ediyordu insan haysiyeti; bedenden zorla alınmayan, buyruğun ve korkunun ürünü olmayan bir ritm istiyordu. Yürüyüş, dolaşma, vakit geçirmenin özel biçimleriydi, feodal gezintinin on dokuzuncu yüzyıla bıraktığı miraslar. Liberal çağla birlikte yürüyüş de geçmişe gömülüyor -insanların arabaya pek düşkün olmadıkları yerlerde bile. O şaşmaz mazohizmiyle [sic] bu eğilimleri hemen sezen Gençlik Hareketi, ailelerin Pazar gezintilerini protesto ederek onun yerine örgütlü gönüllü yürüyüşler düzenlemeye girişti; bunları ortaçağı anımsatır bir tarzda Fahrt [sefer] olarak adlandırmıştı ve Ford’un tam da bu işe uygun modeli pazara sürülmek üzereydi. Bir spor olarak teknik hız tapıncının ardında, koşmanın dehşetiyle -onu hem kişinin kendi bedeninde çelerek hem de külfetsizce aşarak- başa çıkma itisi yatıyordur belki de. Dağcıların tırmanma rekorları, kaçağın korkusunu yatıştırır. Ama bütün adımlarımızı her zaman sessizce yöneten o tarih-öncesi güç de kişiye “koş!” diye bağırıldığı anda duyulur kılar kendini -annesinin üst katta unuttuğu cüzdanı kapıp gelmek zorundaki çocuğun da polisin bir öldürme bahanesi bulmak amacıyla “hadi kaç!” diye fısıldadığı tutuklunun da çok iyi tanıdığı bir ses.”