Aşırı Sağ’ın Kahini (Çeviri)

Martin Gelin’in Boston Review’da 14 Mayıs 2020’de yayımlanan The Prophet of the Far Right makalesini çevirdim. Yazıda Michel Houellebecq’in düşünsel köklerini Fransa’dan alan ve yakın zamanda ABD’de ön plana çıktığını iddia ettiği güncel muhafazakarlıkla ilişkisini ele alıyor. Entelektüel ortamlarda paye verilmesi zor bu pozisyona rağmen Houellebecq’in edebiyat dünyasında değer görmesini hem kendisinin hem de genel anlamda bu ideolojinin içerdiği anti-kapitalist unsurlara bağlıyor. Referansları daha çok Sérotonine romanından ve ABD bağlamından. Epeydir yazarın sağcılığına dair bir metin okumak istiyordum, şimdilik çevirip rahatladım.

Houellebecq’in okuduğum ilk romanı Harita ve Topraklar, Zincirlikuyu’dan Yenibosna’ya gittiğim karanlık sabahlarda Metrobüs’ü kafamda bir rüya mekanına çevirmişti. Sonra Kuşatılmış Yaşamlar ve Temel Parçacıklar‘ı okudum. Soumission’u İthaki 2021’de yayımlamış, İtaat (gecikmeli olarak bunu da okudum). Can Yayınları Houellebecq basmayı bıraktığında bu İslamofobik yazar artık Türkiye’de çevrilmeyecek diye düşünmüştüm. Sérotonine’i okuyunca tekrardan yazar hakkındaki metinlere bakmak istemiştim.

Bu blog’a ara ara kendi yazdığı metinlerden kısa parçalar ya da başkalarının onun hakkında yazdıklarını iliştiriyordum. Yazıyı çevirirken aklıma Nevzat Kaya’nın sağcı/muhafazakar yazarlar romanda daha iyidir argümanı geldi. Thomas Mann’ı ve Gottfried Benn’i örnekliyor orada, tam da bu yazıda da bahsedilen “yitirdiğimiz cennetler”den bahsediyordu fakat Gelin’in aksine bir samimiyet buluyordu bu yazarlarda. Houellebecq de Temel Parçacıklar’da ’68’den günümüze kalan nadir yazarlardan Sollers’in ağzından alter-ego karakterine “Tutucusunuz, çok iyi. Bütün büyük yazarlar tutucudur. Balzac, Flaubert, Baudelaire, Dostoyevski: yalnızca tutucular.” dedirtiyordu.


Geçtiğimiz yıllarda Fransız yazar Michel Houellebecq yalnızca bir romancı olarak edebi ustalığıyla değil, daha sıklıkla, sözde bir siyasi kahin olmaktaki başarısıyla övüldü. Hakkında yazılan incelemeler onun insel kültürünün doğuşu, Fransız Sarı Yelekliler hareketi ve Avrupa’nın demografik dönüşümüne dair panik uyandıran tepkiler gibi konularda öngörülerde bulduğunu iddia etti. Bunalımda bir Fransız ziraat uzmanı hakkındaki son romanı Serotonin, 2019’da Avrupa’da yayımlandığında UK Sunday Times ve birçok başka kaynak onu sanki bir kurmaca dışı eser yazmışçasına tarif etti, romanı “Fransız kırsalında çoktandır süregelen öfkeye dikkat çekişi”nden dolayı övdü. O sırada Telegraph “Batı uygarlığının trajik kaderini öngörmek”teki büyülü yeteneğinden bahsetti. Muhafazakar National Review daha ileri gitti, bunu bir “Houellebecqçi uğrak” olarak adlanırdı ve zafer kazanmışçasına Fransız yazarın düşüncelerine “toplumun yeni yeni yetişmekte olduğu”nu ilan etti.

Geçen hafta, Radio France’a yazdığı açık mektupta, Houellebecq COVID-19 pandemi tartışmalarına dahil oldu. Fransız solundan gelen, pandeminin mevcut iktidar yapılarını anlamlı bir şekilde yeniden değerlendirilmesine yol açabileceğini öngören fikirleri reddetti. Aksine, Houellebecq pandeminin yıllardır Batı uygarlığının insanlıktan çıkarıcı ve çürümüş yanları olarak değerlendirdiği teknolojik akımları —seç-izle platformlarından temassız ödemeye— tümüyle şiddetlendirmesinin daha olası olduğunu düşününüyordu. “Sokağa çıkma yasaklarından sonra yeni bir dünyaya uyanmayacağız. Aynısına uyanacağız, sadece biraz daha kötüsüne,” diye yazdı. Mektuba kendine has içtenliğiyle, pandeminin “aynı anda hem ürpertici hem de sıkıcı olmaktaki etkileyici başarısı”yla son verdi.

Açıkça politik romanlar yazan ve mektubunda cesur iddialardan çekinmeyen birisi olarak Houellebecq, yazdıklarıyla desteklediği tartışmalı siyasi pozisyonlara kamusal olarak angaje olma hususunda şaşırtıcı derecede çekingen bir tavır sergiliyor. Örneğin, Fransız hükümetinin İslamcılar tarafından ele geçirilmesini betimleyen romanı Submission 2015 yılında yayımlandığında, Paris Review’da çıkan uzun söyleşide, yazar Sylvain Bourmeau, Houellebecq’e romanda ifade ettiği provokatif düşüncelerle ilgili sorular sormuştu. Fakat Houellebecq bu soruları bir kamusal entelektüelden ziyade Kellyanne Conway [1] gibilerle daha çok ilişkilendirebileceğim bir kaçınma yeteneğiyle atlattı.

Yine de onun siyasi görüşlerine dair spekülasyon yapmamıza gerek yok. Biriken külliyatı ve yıllar içindeki söyleşileriyle, “muhtemelen” İslamofobik olduğunu iddia eden, gururlu bir bağnaz anti-feminist profil beliriverdi. Geçen yıl Harper’s için Donald Trump’ın “şimdiye dek gördüğü” en iyi ABD başkanlarından olduğu övgüsünü içeren bir deneme yazdı, Brexit savunucularının “cesaretlerinin yadsınamayacağını” söyledi. Geçen yaz Danimarka’daki Louisiana Edebiyat Festivali’nde sahneye çıktığında Fransız aşırı-sağından yazarlara olan hayranlığını detaylıca anlattı.

Bütün bu görüşlerine rağmen, Avrupa’da ve ABD’de soldaki birçok yazar ve düşünür tarafından tolere edilmekle kalmayıp geniş ölçüde hayranlık beslenen biri olarak kalmayı başardı. Bunun bir sebebi Houellebecq’in sadece gerici değil, aynı zamanda modern kapitalizme eleştirel olmasından kaynaklanıyor olabilir. 1990’lardaki erken dönem şiirlerinden güncel romanlarına, bütün eserlerinde süregelen bir güncel neoliberal toplum, serbest ticaret kapitalizmi ve radikal bireycilik eleştirisi var. Houellebecq’in kahramanları sosyal liberalizmin serbestisinden nefret ederken aynı zamanda modern tüketim kültürünün homojenliğinden, Carrefour Express süpermarketlerindeki otomasyona bağlanmış ödeme kasalarından ve alelade iş otellerinin orta ölçekli kasabaların park yerlerine yukarıdan bakışından da nefret ediyorlar.

Houellebecq’e insellerin, sarı yeleklilerin ve İslamofobinin yükselişini öngörmek konusunda haddinden fazla önem atfedilmiş olsa da, yeşermekte olan anti-kapitalist muhafazakarlığı önceden görmesi konusunda yeterli takdir verilmedi. Bu hususta Pat Buchanan [2] gibi Amerikan paleomuhafazakarların ideolojik kaygılarını paylaşıyor. Aynı zamanda, küreselleşen serbest piyasanın ve çok uluslu sermayenin tahrip ettiği ve “banliyöleştirdiği” kentsel peyzajı yüksek sesle eleştiren beyaz milliyetçi entelektüellerle de ortaklıkları var. Şimdilerde Tucker Carlson [3], küreselleşmenin ikiz kabusu diye adlandırdığı göç ve küresel kapitalizme her gece saldırıyor.

Bu kaygılar kendilerine “ulusal muhafazakarlar” diyen, aşırı-sağcı Cumhuriyetçiler ve popülistlerden oluşan yakın zamanda ortaya çıkmış bir grubu tanımlıyor. Washington D.C.’de, 2019’daki konferanslarının açılış töreninde, hakaretleri sadece sağın geleneksel hedeflerine değil, aynı zamanda da büyük şirketlere, kentsel homojenleşmeye, tüketimciliğe ve serbest piyasa kapitalizminin kendisine dönmüştü. Konferanstan sonra Jennifer Schuessler’in New York Times’ta yazdığı üzere:

Muhafazakarlar hep ideallerden yola çıkmakla övündüler, buradaki büyük fikirse, yıllarca egemen olan serbest piyasaya dayalı muhafazakarlığın, libertaryen ekonominin ve askeri müdahaleciliğin enerjisini tüketmesiyle, milliyetçiliğin —daha karanlık birlikteliklerinden kırpılarak—bir entelektüel sancak sunabileceğiydi.

Kurumsal kapitalizmle arası açık bir muhafazakarlık ABD’de yeni bir olgu fakat Fransa’daki kökleri derinlerde yatıyor. 1968’in sol isyanlarını takiben yeni sağ Fransa’da bir karşı devrimci kuvvet olarak ortaya çıktı. Hareketin ana düşünürü Alain de Benoist serbest piyasa kapitalizmine, çokkültürcülüğe ve Fransız ile Amerikan devrimlerini birbirine bağlayan hümanizme karşıttı. Diğer taraftan milliyetçiliği ve milli birliği, bağımsız bölgesel kültürleri ve etnik ayrılıkçılığı şiddetle savunuyordu. Yakınlarda, de Benoist artık kendini sağdan çok sol ile tanımladığını ve 2016 ABD seçimlerinde Donald Trump yerine Bernie Sanders’ı desteklemeyi tercih ettiğini açıkladı ama etki alanı genelde beyaz milliyetçiler ve aşırı sağ çevreleriyle kısıtlı kalmaya devam ediyor. Sıklıkla aşırı sağ web siteleriyle söyleşiler yapıyor. 2013’te beyaz milliyetçi bir organizasyon olan National Policy Institute’un Washington D.C.’deki bir konferansında açılış konuşmacısı olmuştu. Steve Bannon, de Benoist’yı kendi dünya görüşünü şekillendirdiği için övgüyle andı.

De Benoist için, Houellebecq’te olduğu gibi, 1968’de Fransa’da çöküş başladı. Geçen yıl bir aşırı sağ web sitesi olan Counter Currents’a verdiği söyleşide şöyle diyor:

Aynı anda iki ’68 olduğunu gözlemlemeliyiz. Bunu iki büyük ideoloji tanımladı. ’68 hareketinde benim de değer verdiğim bir kanat vardı: Sitüasyonistler, Guy Debord gibi, Henri Lefebvre ve Jean Baudrillard’ın öğrencileri… Bunlar kapitalizmin, gösteri toplumunun ve tüketim mantığının radikal bir eleştirisini sundular. Ne yazıkki, harekete egemen olan bu tabaka değildi. Aksine, temel karakteristikleri otorite reddi olan liberal, bireyci ve hazcı unsurlar etkinlik kazandı. Arzuya dayalı ideolojilerinin gerçekleştirilmesi için tüketim toplumunun en iyi ortamı sunduğunu çabucak fark edip kolayca sistemin içine yerleştiler. Fakat hoşgörüsüzlüklerini ve otorite karşıtlığı zihniyetlerini korudular. Bu da birincil olarak ölçülemez hasarı eğitim sistemine verdi. Eğitim, ’68’in ideolojisiyle adeta yok edildi.

De Benoist’nın serbest piyasa kapitalizmine olan nefreti temelde onun ulusal kimliği ve bölgesel kültürü yok edeceğine dair korkusundan temelleniyordu. Fransız bir şekilde, kabus toplumuna dair fikirlerini “herkesin Brooklyn’de hamburger yediği” bir yer olarak tasvir ediyordu. Milliyetçilere göre elbette bütün sorunlar dışarıdan gelir. Fransa’nın yeni sağının anti-Amerikancılığı küresel serbest piyasa kapitalizmini, sanki küresel ticaretin kendisi Atlantiğin öte yanından gelen bir virüsmüşçesine, ABD şirketleriyle eşledi. ABD’de ulusal muhafazakarlar ise bir yanda fabrikaların, kömür madenlerinin ve küçük işletmelerin saf ABD girişimci kapitalizmi; öte yandaysa belli belirsiz “küreselciler” olarak tanımlanan Çinli oligarklar ve yandaşlarının ya da o anda hangi anti-Semit klişe daha elverişliyse onların yönettiği bir müdahaleci uluslararası kapitalizmin olduğu benzer bir anlatı oluşturuyora benziyor.

Houellebecq bu fikirlere bağlanan nadir birkaç ana akım çağdaş romancıdan biri. Aynı zamanda kurmaca edebiyatta kitapları küresel politik tartışmalara dair bilgiler içeren birkaç yazardan birisi. Radikal ve sıklıkla gerici fikirlerini ana akım söyleme sıkıştırmaktaki gücünü göz ardı etmek edebiyatın gücünü hafife almak anlamına gelir.

Houellebecq’in Serotonin’indeki bunalımda ve iktidarsız kırk altı yaşındaki kahraman Florent-Claude Labrouste, geçmişte Monsanto ve Fransız ziraat bakanlığında çalışmış. Şimdiyse, acımasız küresel kurumsal ekonominin hem bir parçası hem de eleştirmeni. Noel zamanı çaresiz yalnızlığından kaçmak için Normandiya kırsalına, soyu geçen bin yıldan aristokrasiye dayanan otel sahibi dostu Aymeric d’Harcourt-Olonde ile görüşmeye gidiyor. Şimdilerde faturalarını zorla ödüyor, geceleriniyse ucuz votkayla sarhoş olarak, bir yandan da Avrupa Birliği’nin ticaret politikasına dair atıp tutarak geçiriyor. İşi ve evliliği sonunda başarısızlığa uğradığında, eleştirmenlerin Houellebecq’i kahinvari bir şekilde kurmaca Sarı Yelekliler öngörüsünde bulunduğu popülist bir ayaklanmaya katılıyor. Aslında d’Harcourt-Olonde çok açık bir şekilde, Charlemagne zamanlarına giden bir miras devralmış bir adam olarak tasvir ediliyor. Onun mülksüzleşme korkusunu Sarı Yelekliler’e güç veren işçi sınıfı öfkesiyle karıştırmamak gerekir. Bu sınıf ayrımları, her türlü kırsal öfkesini doğası gereği işçi sınıfına yoran bazı Amerikalı eleştirmenlerce yanlış anlaşılmış gibi görünüyor.

Romanda aynı zamanda Florent-Claude’un, arkadaşının Fransa kırsalındaki çiftçileri kurtarmak için önerdiği korumacı ticaret politikalarını paylaştığına ve bir ziraat danışmanı olarak başka bir toplum fikrini savunma çabalarına da tanık oluyoruz.

Daima makul koruma önlemleri ve ekonomik olarak uygulanabilir kısa devre gerçekçi rakamlar sunuyordum, fakat ben sadece bir tarım uzmanı, bir teknisyendim, ve günün sonunda daima hatalı olduğumu söylüyorlardı, günün sonunda daima her şey gelip serbest piyasanın zaferine ve daha yüksek bir üretkenlik için bir yarışa dayandırılıyordu.

İtalik ifadeler yazara ait, başka bir ekonomiye dair beyhude bir mücadeleye dair bir karamsarlığın yanı sıra siyasal çaresizlik ve güçsüzlüğe dair derinden bir duyguyu açığa vuruyor. Sonuç olarak, Florent-Claude yıkılıyor ve haykırıyor: “Ben kimim ki dünyanın gidişatını değiştirebileceğimi hayal ettim?” Houellebecq’in anlatıcıları mesafeli sinizmleriyle bilinirler fakat Florent-Claude aynı zamanda daha iyi bir dünyayı düşleyen ağırbaşlı bir idealist.

Aynı zamanda, kız arkadaşı Yuzu’dan ayrıldıktan sonra çaresizce yalnız. Yuzu başka erkeklerle orjiler kaydederken Florent-Claude kitap boyunca benzin istasyonunda karşılaştığı kot şortlu genç kadına dair hayaller kuruyor. Gündelik mizojinisi bu noktada tahmin edilebilir düzeyde fakat verdiği detaylar bize bugün altmış üç yaşında olan Houellebecq’in cinsel fantezilerini 1990’ların başlarında MTV’de izlediği ZZ Top [4] videolarından topladığını düşündürüyor.

Houellebecq’in romanlarındaki mizojinist seks sahneleri öteden beri kasten provokatif kurgulanmış gibi görünür, fakat Serotonin’de çocukça abartılıydı. Fakat hikayenin politik bağlamında daha büyük bir amaca hizmet ediyor. Houellebecq, kahramanlarının çaresizce yalnız oluşunun kadınların artık bağlılığa, geleneğe ve aileye inançlarının kalmayışından ileri geldiği sonucuna varıyor. Tıpkı de Benoist gibi, Houellebecq de 1968’de ikili bir trajedi görüyor: küresel pazarın açılışı ve toplumsal geleneklerin ölümü —ekonominin ve yatak odasının liberalleşmesi.

İşte bu yüzden yapayalnız kalmış kahramanları kendilerini gecenin bir yarısında mahallelerindeki süpermarketlerin donmuş yemek bölümlerinde fiyatı uygun bir atıştırmalık ararken buluyorlar. Houellebecq karakterinin esas özelliği seks için değil, Carrefour Express’te TV karşısında yenecek bir akşam yemeği için para ödemesidir. Süpermarket franchise’ları  şimdi namevcut olan eşin artık sağlayamayacağı konforu ve yemeği sağlar. Bunu açarcasına, Houellebecq’in yakın tarihli iki romanında, Submission ve Serotonin, bu süpermarketler ve bakkallar —Monoprix, Carrefour ve Paris’te her yerde hazır ve nazır bulunan Lidl— genelde kadın karakterlerden çok daha renkli, nüanslı ve hassasiyetle tasvir edilirler. Houellebecq’in poetikasında Monoprix, Carrefour ve FNAC uzun süredir yinelenen karakterler olageliyorlar, öyle ki, Fransız eleştirmenler ona “süpermarketin Baudelaire’i” ünvanını verdiler.

2017’de Houellebecq’in birincil ABD yayıncısı Farrar, Strauss and Giroux yazarın yirmi iki yıllık şiir küllayatından derlenen iki dilli Unreconciled kitabını yayımladı. Eğer Houellebecq’in yanılmaz bir yazar olduğu kanaati gibi dertleriniz varsa, şiirleri bir panzehir işlevi görebilir. Ama aynı zamanda bu şiirler Houellebecq’i bir yazar olarak kavrayışımıza dair de fikir verebilir. Romanlarındaki gibi, Unreconciled‘ın merkezinde de yinelenen tema atomize edilmiş bireylerin neoliberal kentteki yaşamı. Koleksiyon etkileyici bir şekilde, soğuk ve bunaltıcı bir süpermarkette sinir krizi geçiren genç adamın tasvir edildiği “Hypermarché” (Fransızca’da süpermarket anlamına gelen supermarché kelimesinden bir harf oyunu) adlı şiirle açılıyor. Birçok başka şiir (tamamı başlıksız) bu sahneye geri dönüyor, örneğin:

Artık umut yoktu.
Az ileride, bazı kadınlar birbirilerini aşağılıyorlardı
Aralıktan beri kapalı olan Monoprix’nin yanı başında.

Şiirlerin çoğu 1990’ların başlarında yazılmış, Fransa’nın Euro’ya geçişinden ve ruhlarını sözümona Brüksel’deki bürokratlara satışından çok daha önce. Yine de düşman hali hazırda isimsizleştirilmiş, uluslararasılaşmış ticaret. Marketler ve perakende zincirleri neoliberal kentin boşluğunun kısaltması haline gelmiş. Öyleyse Houellebecq bu soğuk, kalpsiz şehirde neye özlem duyuyor? Kent hayatının derin yalnızlığının ötesine geçen bir aşka, elbette, ama daha da büyük bir şeye, çok daha görkemli bir şeye: saf Fransa’ya, saf ulusa, geleneksel değerlere, hiyerarşik saygıya, ulusal kimliğe, kadere ve manaya dönüşe.

Serotonin’de Florent-Claude hayali bir geçmişin, sözümona feministler, çevreciler, seküler liberaller ve Avrupa Birliği’nin bürokratları tarafından paramparça edilmemiş başka türlü bir Fransa’ya dönmeyi arzulayan bir azap duyuyor. Elbette Houellebecq ve etrafındaki muhafazakarların hayali olan bu idealleştirilmiş bu geçmiş gerçekte asla var olmadı. Bizzat yazarın kendisinin Submission’daki anılmaya değer pasajında yazdığı gibi:

Bir yere sırf orada yaşadığımız için bir nostalji duyarız, iyi ya da kötü yaşamamız nadiren bir şey ifade eder. Geçmiş daima güzeldir. O halde, bu yüzden, gelecek de. Sadece şu an acı verir, onu da yanımızda mutluluk ve huzurun sonsuzluğuna eşlik eden bir çıbanın ıstırabı gibi taşırız.

Bunu kırmızı bir beyzbol şapkasına sığdırmayı deneyin.

Notlar

[1] Donald Trump’ın kazandığı 2016 ABD başkanlık seçimi kampanyasını yöneten ve 2017-2020 arasında Trump’ın başdanışmanlığı yapmış Amerikalı siyasal danışman. (ç.n.)

[2] Nixon, Ford ve Reagan’ın asistanlığını ve başdanışmanlığını yapmış olan Amerikalı paleo muhafazakar siyaset yorumcusu, köşe yazarı, siyasetçi ve televizyoncu. (ç.n.)

[3] Fox News’te 2016 yılından bugüne Tucker Carlson Tonight talk show’unu sürdüren muhafazakar televizyoncu. (ç.n.)

[4] ZZ Top, 1969’da Houston, Texas’ta kurulmuş ABD’li rock grubu. 3 defa MTV Video Müzik Ödülü almış, dünya genelinde tahmini 50 milyon satışı yakalamışlar. (ç.n.)

Some Article Abstracts on Houellebecq’s Serotonin

It’s been some time since I read Houellebecq’s earlier novels. A week ago, I read Serotonin (2019) with bewilderment and discomfort. While trying to gather my senses, I thought I can store some ideas about his literature here, maybe to come back in the future. His interview after the publication of the novel in Denmark was also interesting. I was unable to notice the weight of the agricultural crisis in France in the novel before encountering the interview. Also, the story of the initial disappearance from one’s own life overlapped with the villain of the documentary I recently watched, Don’t F**K with Cats: Hunting An Internet Killer (2019).

Random keywords: depression, sexuality, capitalism, agriculture, commodification, memory, Europe


Article: Gut feelings: depression as an embodied and affective phenomenon in Houellebecq’s Serotonin
Author(s): Jenny Slatman, Inge van de Ven
Abstract:
Current debates about the possible causes of depression reinforce the age-old body–mind dualism: while some claim that depression is caused by psychological or societal stress, others underline that it results from a shortage of the neurotransmitter serotonin in the central nervous system. This paper shows that Michel Houellebecq’s latest novel Serotonin can be read as an account of depression that goes beyond this body–mind dualism. Moreover, we will argue that his way of narrating invites us to reconsider the restorative power of narrative in ‘pathography,’ a genre that is a primary focus within medical humanities. The first section of the paper discusses, while drawing on Wilson’s work on new materialism, that although the title of the novel Serotonin may suggest that Houellebecq takes sides with those who believe that depression is a brain disease, the protagonist of the novel suffers mainly from his gut feelings, which affects his entire embodied existence. Against the background of Merleau-Ponty’s philosophy, the second section specifies this existential disruption in terms of an embodied ‘I cannot.’ In the third section, we make clear how Houellebecq’s way of narrating—plotless and episodic—reinforces these embodied feelings of incapacity. The final section, then, traces how Houellebecq, by means of his style of writing and his choice of themes, succeeds in transferring gut feelings onto the reader. If illness narratives aim at sharing experiences of illness, the ‘narrative’ of depression, so we argue, had better take the form of an anti-narrative or a chaos story. Indeed, Houellebecq’s anti-narrative succeeds in passing on to the reader the experience of a debilitating gut feeling, and a gradual loss of grip that manifests itself as a temporal and spatial disorientation.

Article: À la recherche de l’amour perdu : Sérotonine de Michel Houellebecq
Author(s): Eva Voldřichová Beránková
Abstract: Serotonin (2019) undoubtedly represents Michel Houellebecq’s most “Proustian” novel. His narrator, a forty-six-year-old agricultural engineer, who became desperately impotent by a regular absorption of “new-generation anti-depressants”, scrutinizes his “phallocentric memory” to revisit all his missed appointments with the great Romantic Love that could have saved him. Our analysis proves that Serotonin is not just a “prefiguration of the Yellow vests movement”, an “illustration of European agricultural crisis” or a “conservative flirt with Christianism” (which commentators are accustomed to identify in Houellebecq’s work) but also a somewhat astonishing reflection on the functioning of memory and the mechanisms of love.

Article: Sérotonine ou la quête du bonheur selon Michel Houellebecq
Author(s): Ruth Amar
Abstract: In this article I will analyze the quest of happiness in Serotonin, the latest book by Michel Houellebecq. But first, it will be necessary to consider the aspects of happiness as they appear in his work. Being an avid and intellectual reader, Houellebecq summons many authors in his novels, which he quotes more or less literally. Two of them, namely Auguste Comte, the father of positivism, and Schopenhauer, the spiritual master of Houellebecq, are seemingly the major influences of the conception of happiness in the work. Apparently, these two philosophers have nothing in common, but it is possible to identify some similarities in relation with the idea of happiness expressed in Houellebecq’s novels. In his latest book Serotonin, the interest in happiness is even more precise, but this time, it is no longer a question of philosophy: the scientific title emerges in the form of a hormone: a neurotransmitter influencing our mood, used in antidepressants for better mental health. Does this mean that Houellebecq has given up? Or is it, on the contrary, a new effort of resistance? In this article I will try to answer the question and understand if the quest for happiness persists in his latest novel.

Article: Get Hard or Die Trying: Impotence and the Displacement of the White Male in Michel Houellebecq’s Sérotonine
Author(s): André Pettman
Abstract: Taking up Paul Preciado’s theories in his book Testo Junkie (2013) concerning contemporary biocapitalism, this essay argues that Michel Houellebecq’s latest novel, Sérotonine (2019), represents a radical move away from the hegemony of the white cis-male, heterosexual body depicted in his earlier literary corpus. The narrator of Sérotonine is stripped of his sexual capacity by an antidepressant that makes him impotent. Once unable to escape the stimuli and commodities designed to incite pleasure, thus leaving the body in a constant state of arousal, Houellebecq’s male subject is now unequivocally portrayed as being flaccid. Rather than disclose a sense of reconciliation or resignation with the market, the novel reveals an expulsion from it entirely. The narrator’s futile attempts to reinstate his male dominance further demonstrate the totalizing presence of sex, pleasure, and pharmaceutical drugs in Houellebecq’s novels and attest to the notion that the once-hegemonic male body of his literary universe is now simply hanging on to life itself as contemporary biocapitalism careens forward on its never-ending quest to maximize pleasure and desire.

Article: A Matter of Life and Death: Michel Houellebecq’s Vibrant Materialism
Author(s): Gai Farchi
Abstract: Michel Houellebecq’s fiction is often perceived as essentially materialistic, in the sense that it follows the decline of humanity in the loss of transcendence, while every human interaction, including love and sex, is reduced to the logic of the capitalist market. Taking on a new materialistic approach, this article aims to challenge this presumption with readings that emphasize the vibrant, subversive nature of materiality in Houellebecq’s fiction, particularly in the novels La carte et le territoire and Sérotonine. Drawing on recent new materialistic thought, I show that the shared destiny Houellebecq ascribes to both humans and objects under the logic of late capitalism makes, at times, this interdependence challenging to political economy. Vibrant matter, or the ex-nihilo rise of the “thing” from within the “object”, becomes the ultimate rescue of both the human and the non-human in his novels. This perspective enables us to conceive of Houellebecq not merely as a pessimistic voice lamenting the decline of the human, but one that presents affirmative posthuman ethics, undermining the circulation of commodities, and of people as commodities, from the margins of the system itself.

Houellebecq, Sollers’e Yazılarını Göstermek

Ertesi hafta yazdıklarını bir meslektaşına göstermeye karar verdi -elli yaşlarında, Marksist, çok zarif ve eşcinsel olarak bilinen bir edebiyat öğretmeniydi.- Fajardie için hoş bir sürpriz olmuştu. “Claudel etkisi… ya da belki daha çok Péguy, serbest dizelerin Péguy’si… Ama tümüyle de özgün, artık pek rastlanılmayan bir şey.” Atılması gereken adımlar konusunda hiç kuşkusu yoktu: “L’Infini. Günümüzde edebiyat orada yapılıyor. Yazılarınızı Sollers’e göndermeniz gerek.” Biraz şaşıran Bruno adı yineletti, bir yatak markasıyla karıştırdığının farkına vardı, ardından yazılarını yolladı. Üç hafta sonra Denoël’e telefon etti; Sollers’in cevap vermesine çok şaşırdı. Sollers bir buluşma önerdi. Çarşambaları dersi yoktu, günübirlik gidip gelmek kolaydı. Trende, Une curieuse solitude’e dalmayı denedi, çabucak vazgeçti, her şeye karşın Femmes’den birkaç sayfa özellikle de baldır bacak bölümlerini okumayı başardı. Üniversite Sokağı’ndaki bir kafede buluşacaklardı. Yayıncı ününe ün katan ağızlığını sallayarak on dakika gecikmeyle geldi. “Taşrada mısınız? Kötü bu. Hemen Paris’e gelmek lazım. Yeteneklisiniz.” Bruno’ya, II. Johannes Paulus’la ilgili yazısını, L’Infini’nin gelecek sayısında yayımlayacağını söyledi. Bruno şaşırıp kaldı; Sollers’in “Katolik karşı reformu” döneminin tam ortasında olduğundan habersizdi ve Papa lehine coşkulu açıklamalarını sürdürüyordu. “Péguy beni çatlatıyor!” dedi yayımcı coşkuyla. “Ya Sade! Sade! Özellikle Sade okuyun!…”

“Aileler üzerine yazdıklarım…”

“Evet, o da güzel. Tutucusunuz, çok iyi. Bütün büyük yazarlar tutucudur. Balzac, Flaubert, Baudelaire, Dostoyevski: yalnızca tutucular. Ama düzmek de gerek, hı? Toplu düzüşler yapmak gerek. Bu önemli.”

Sollers beş dakika sonunda, Bruno’yu hafif bir narsis sarhoşluğu içinde bırakıp ayrıldı. Dönüş yolunda, yavaş yavaş sakinleşti. Philippe Sollers ünlü bir yazara benziyordu; oysa Femmes’i okuyunca belli oluyordu, Sollers yalnızca kültürel çevrelerdeki yaşlı orospular için başarılıydı; körpe kızlar açıkça şarkıcıları yeğliyordu. Bu koşullarda, boktan bir dergide amsalakça şiirler yayımlamak neye yarar?

“Yine de yayımlanınca,” diye sürdürdü Bruno, “L’Infini’den beş tane birden aldım. Neyseki, II. Johannes Paulus üstüne yazdıklarımı yayımlamamışlar.” İç geçirdi. “Gerçekten kötü bir yazı… Şarabın kaldı mı?”

Michel Houellebecq, Temel Parçacıklar, çev. Osman Senemoğlu, Can Yayınları, 2013 [1998], s. 179-80.

Sollers, Merkez’deki Houellebecq

TAŞRALILAR

Psikanalize karşı düşmanlık normal, ama bazen tuhaf boyutlara ulaşıyor. Aralarındaki bağlar artık kopmuş bile olsa entelektüeller sınıfı, özellikle de filozoflar, bu konuda hâlâ sinir krizleri geçiriyor. Örneğin Peruk’u ele alalım. Babasının tarım işçisini olduğunu anlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan iyi bir çocuk. Katolik rahip öğretmenlere karşı kesin bir tiksinti duymaya çok erken yaşta başlamış. Bu saplantılı tiksinme onun Freud’dan nefret etmesine ve Sade’dan da kusmasına neden olmuş. Özellikle Freud burjuva bir sahtekâr ve dolandırıcı. Viyana’da ilginç herhangi bir şey olmuş olamaz. Tek büyük filozof Proudhon’dur, şu Marx’ın alçakça saldırdığı, sefaletin anarşist düşünürü. Dergiler onu onurlandırıyor ve reklemların ortasında fotoğraflarla ona tam sayfa yer veriyorlar. Ah Taşra! Devasa Peruk’un nereli olduğunu bilmiyorum. Orne’lu mu Yvonne’lu mu, en azından Somme’lu değil. Asla okyanus görmemiş. Bu kesin.

Bu Peruk Fransa’daki 68 Mayısı direnişini ve başkalarıyla birlikte “altmış sekizliler” diye adlandırdıklarını eleştiren ilk kişi değil. Peruk’a göre bu öfkeli elitler halka ihanet edip liberal hiper-kapitalizmin teşvikçileri olarak iktidarı ele geçirmek için zamanın tüm yalanlarına başvurdular. Haksız değil: Alçak Mao’nun damıttığı zehir zaten bu radikal ihanetten başka bir şeye yol açamazdı. Tuhaf bir biçimde Peruk’u öfkelendiren yine de Freud. Aslına bakılacak olursa Marksist delilik yok oldu, ama cinsel bunalım devam ediyor ve bunalımı yatıştıracak olan da İslamcı baskı değil. Sonuçta, aşırı derecede kokuşmuş Katoliklikten daha ziyade İslam’ın saflığı neden olmasın? Tutarlı bir akıl yürütme.

Peruk’un uluslararası üne sahip yaşayan en büyük Fransız yazarı keşfetmesi zaman aldı: Michel Houellebecq. Houellebecq de haritalı ve topraklı tam bir taşralı, bilimkurgu uzmanı ve yaygınlaşan cinsel sefaleti gören bir vizyoner. Peruk “kâhin” olarak onu Rimbaud ile karşılaştırıyor ve Houellebecq’e peygamberlere özgü şamanik özellikler atfediyor. Kuşkusuz Houellebecq nihilist, Schopenhauer ve Auguste Comte’un müridi, aslında Peruk’un benimsediği Nietzscheciliği rahatsız edecek türden. Ama bakın Nietzsche artık moda değil, gittikçe antisemitist ve faşist bir mizojin olarak anılıyor. Nietzsche “popüler” mi? Gülmek istiyorsunuz. Gerçeklik nihilist olduğu için Houellebecq gerçekliğe aynasını tutuyor, hepsi bu.

Peruk vagonunu aynı reklamcı dergilerin hiç durmadan övdüğü (ebedi olarak sürme riski yok) Houellebecq trenine bağlamakta haklı. Ama Fransız annenin frijitliği hakkındaki en büyük sırrı Houellebecq biyografisi okurken öğreniyoruz.

“Ben bebekken, annem beni yeterince kucağında sallamadı, okşamadı, pohpohlamadı, basitçe yeteri kadar yumuşak değildi, hepsi bu ve bu geri kalan her şeyi açıklıyor, kişiliğimin neredeyse tamamını, her halükârda en çok acıyan yerlerini. Bugün de bir kadın bana dokunmayı, beni okşamayı istemediğinde, bundan çok büyük bir acı duyuyorum, paramparça oluyorum, yıkılıyorum, bu öylesine ürkütücü geliyor ki risk almaktansa herhangi bir baştan çıkarma girişiminden vazgeçmeyi hep yeğliyorum. Bu anlarda ağrı o kadar şiddetli ki tam olarak betimleyemem bile, başka şekillerde öğrendiğim ahlaki acıların ve fiziki acıların hepsini geride bırakıyor; bu anlarda gerçekten ölmüşüm, yok olmuşum gibi geliyor bana. Fenomen basit hiçbir şeyin açıklanması ve yorumlanması bana daha basit gelmiyor, bunun iyileştirilemez bir ağrı olduğuna da inanıyorum. Denedim. Psikanaliz böylesine köklü patolojilere karşı mücadele etmekte ne kadar güçsüz olduğunu hep söyledi, ama rebirthe ve ilk çığlığa umut bağladığım bir zaman oldu. Hiçbir şeye yaramadı. Şimdi şunu biliyorum: Ölünceye kadar terk edilmiş, korkudan ve soğuktan dolayı bağıran, okşanmaya aç küçücük bir çocuk olarak kalacağım.”

Bu metin beni gözyaşlarına boğdu. Başka bir şekilde duygulanmış görünmeyen Nora üzerinde aynı yöntemi deniyorum. Nora’ya psikanalizin böylesine derin bir acıyı iyileştirip iyileştiremeyeceğini ya da en azından yatıştırıp yatıştıramayacağını soruyorum, başka bir şekilde söylenecek olursa bir seans sırasında bir an ayağa kalkıp, Houellebecq’in yanağına dokunup onu okşayıp okşamayacağını soruyorum. Transferde annesine dönüşmüş oluyor ya. Nazikçe gülümsüyor ve konuyu değiştiriyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra frijitleşmiş Fransız anne kendileri de yaygın olarak frijitleşmeyi devam ettiren bir sürü frijit kız çocuğu doğurdu. Görünen o ki Houellebecq epey Tayland masajı yaptırmış, ama baştan çıkarmayla müşteri olunmuyor. Doğrusu zamanla tuhaf bir tipe sahip oldu ama onu çok da kötü bulmayan hatta “sevimli” bulan arkadaşlarım var. Bir kadın bir erkek için “sevimli” diyorsa, teskin edici gelecek yolu açıktır. Hiçbir kadın beni “sevimli” bulmuyor.

Philippe Sollers, Merkez, çev. Nilgün Tutal, Alfa Yayınları, 2019 [2018], s. 56-8.

Diken, Houellebecq’de Hınç ve Kinizm

Bülent Diken Nihilizm okumasıyla, kendine benzer niyetlerle bir okurluk ve seyirciliği deneyimleyen bir avuç insanın seyrettiği yörüngede dolaşıyor. Önce Nietzsche sonra Deleuze ve Žižek, bu çerçevede zengin bir referans listesini sırtına alarak perde aralarında Nuri Bilge Ceylan’a da Houellebecq’e de uğruyor. Bu pasajda Bernstein’ın “Zelil Kahraman” (abject hero) tahlili ve Agamben’in İstisna Hâli’nin Houellebecq karnavalına uygulanışı ilgimi çekti. 

.

KARNALAVESK -VE ACI

Haydi, Aralık geldi; babalarımızın buyurduğu özgürlüğün keyfini sür ve ne istersen söyle (Horatius, 2005, s. 67).

Kabul etmek gerekir ki Houellebecq’in metinleri belgesel niteliği taşımaktan ya da bir dünya görüşüne dair güvenili önermeler olmaktan ziyade, edebi metinlerdir. Houellebecq, Fransız edebiyatının, geçmişi Roma’ya, Juvenalis’le başlayan kadın düşmanı toplum hicvine kadar uzanan geleneğin son temsilcisidir. Bernstein’ın (1992) gösterdiği gibi, “zelil kahraman”, modernitenin romantize edilmiş tutunamayanı, aslında zaten efendi ve köle rollerinin yer değiştirdiği karnavallarda, Saturnalia diyaloglarında doğmuş bir karakterdir. İlginçtir, yapısında son derece keskin ve negatif bir yan bulunan bu diyaloglar modern zamanları atlatıp hayatta kalabilmiştir. Çağdaş kültürde zelil kahraman, kıymet vermediği topluma uyum sağlamayı reddeden merkezi bir figürdür. Bu anlamda Houellebecq’in bütün karakterleri zelil kahramanın, karnavaldaki kölenin söylemini benimser. Ve Houellebecq de Fransız edebiyatının enfant terrible‘ı olarak tanınır hale gelir; çünkü sahip olduğu paradoksal, “izin verilmiş özgürlük”le bütün normatif hiyerarşileri tersyüz edip kendini kötüleyerek, toplumu, “efendi”sini de kötüleyebilir. Bu açıdan bakıldığında Houellebecq’de Horatius’un karnavalla ilgili satirlerinin bir yankısı kolaylıkla duyulabilir:

Evet, kabul ediyorum, mideme pek düşkünüm. Güzel bir koku duyunca burun deliklerim seğirir, zayıfım, omurgasızım, üstelik oburluğum da cabası; ama sen de tıpkı benim gibisin, tabii daha beter değilsen (Horatius, 2005, s. 67-8).

Tam da bu anlamda Houellebecq’in karakterleri kendilerini alçaltmaya, sefaletlerini kabullenmeye ve metne de dahil edilen bir öz-bilinç sergilemeye (“Ben kiniğim, nemrut bir insanım…”) her zaman hazırdır (Houellebecq, 2005, s. 22). Örneğin The Possibility of an Island‘da romanın stand-up’çı kahramanı Daniel bir kinik olduğunu, bir “soytarı” olduğunu kabul eder. Ancak bu “tevazu”ya kanmamak gerekir; çünkü bu kabul onu çevreleyen toplumun ondan bile daha kinik olduğu argümanına hizmet etmekten başka bir şey yapmaz. Daniel şöyle espriler yapar örneğin:

“Vajinanın etrafındaki yağlı şeye ne denir biliyor musun?”
“Hayır.”
“Kadın” (Houellebecq, 2005, s. 11).

Ve ardından alaycı bir şekilde hemen ekler:

“Tuhaftır, öyle bir şeye attırmışlığım var. Tabii o zamanlar Elle ve Télérama‘da hakkımda iyi yorumlar çıkıyordu” (a.g.y.)

Sergilediği işkence ve barbarlık sahneleri, ırkçılık, yamyamlık, pedofili, baba katilliği Daniel’in yanına kalır ve sanat dünyasında, “para getiren her şey” sermayeye çevrilmiş olur (Houellebecq, 2005, s. 110). Bu sayede, hınça özgü o nefret kendini tevazu ve aşağılık duygusu ifşaatlarıyla gözlerden saklar (bkz. Deleuze, 1983, s. 117). Aslında hınç insanı “bir süreliğine kendini küçültüp boyun eğmeyi” bilir (Nietzsche, 1996, s. 24). Ben kiniğim ama beni çevreleyen toplum benden daha kinik; ben kötüyüm ama sen benden betersin. Tabii bunları ciddiye almamak gerekir; çünkü en başta soytarının kendisi yaşadığı talihsizlikleri ciddiye almaz. “Cezadan muaf, katıksız bir piç gibi” yazmasını mümkün kılan şey, yaşadığı talihsizliklerdir (Houellebecq, 2005, s. 11). Houellebecq’in hınç dolu figürleri talihsizliklerini bir artı-keyif kaynağına dönüştürmede iyice ustalaşmıştır. Başkalarını suçlamak ve sorumlu tutmak, söylemlerinin karakteristik bir özelliği haline gelmiştir.

Atomised‘da betimlenen, New Age tatil kampının sahibi, Houellebecq’in gerçek bir kişiden yola çıkarak yarattığı karakterlerden birisidir. Bu kişi, kampı “herkesin herkesle yattığı bir seks yuvası” olarak tasvir eden yazarı dava etmiş ve davayı kazanmış, bunun ardından Houellebecq kitabın sonraki basımlarında tatil kampının adını değiştirmiştir (Tait, 2006, s. 3-4). Tatil kampının sahibinin şikâyeti ilgi çekicidir: “Sanırım kendini yanlış giden şeyleri düzelten biri olarak görüyor; bir yandan pislik içinde yuvarlanmaya bayılıyor, bir yandan da, ‘bakın, toplum benden bile daha iğrenç’ diyor” (a.g.y., s. 15).

Peki, Houellebecq’in stand-up’çısı Daniel neden hiçbir zaman sahiden komik değil? Neden o da diğer tüm Houellebecq karakterleri gibi basit bir robotu andırıyor; kitaptan fırlamış görünüyor? Aslında, Houellebecq karakterlerinin sefaletini acı verici yapan şey, karakterlerin sahici olmayışlarıyla ilgili sapkın bir öz-farkındalık, öz-bilinç sahibi olmaları. Ve sahici olmayışın neden olduğu umutsuzluğukla yüz yüze gelen zelil kahramanın elindeki “en umut verici seçenek, kendini bir canavar gibi gösterip insanlara bunu yutturmaktır” (Bernstein, 1992, s. 31). Zelil kahraman da canavar da toplumla uzlaşmaz. Bununla birlikte, Houellebecq’in kendinden de en az başkalarından tiksindiği kadar hınç dolu zelil kahramanları, canavarların kararlığından yoksundur. Ama dolaylı yoldan, taklit ederek canavara dönüşebilirler. Yine de:

… paradoksal olarak, insanın böyle bir ifade şeklini sahiden arzulaması sahiden canavarcadır ve başkalarını bunun doğruluğuna inandırmaya çalışmak, bütün sahtekârlığıyla, kesinlikle delice bir hayat tarzıdır. Yani Zelil Kahraman yine ikili bir varoluşa mahkûmdur: Gerçekte zaten kendisine ait olan bir rolü hicveder ve halihazırda içinde bulunduğu duruma öykünür. (a.g.y.)

Canavarlıkla karnavalı bir araya getiren bu paradoksal topoloji anlamak için Houellebecq’in romanlarındaki zamansallığa geri dönmek gerekir. Geleneksel olarak, Saturnalia diyaloglarının zamansallığı, karnavalesk bir askıda kalmışlık durumu, bu tür “istisna hali” ile tanımlanır ve bunu normale dönüş izler (bkz. a.g.y., s. 20). Böylelikle karnaval, kurulu iktidarı tehdit etmemiş olur; kuralı kaldıran değil, askıya alan bir ihlalde bulunur. İhlal, kuralı aşarak, onu tamamlamış olur. Ancak Houellebecq’de karnaval kalıcı hale gelerek ihlale dayalı paradoksal bir düzen niteliği gösterir. Yani, Houellebecq söz konusu olduğunda aylardan hep “Aralık”tır ve “normal” dönme yönünde ne bir inanç ne bir arzu vardır; bize sunulan, sürekli ihlale maruz kalan bir toplumsal dünya ve tüm değerlerin ters çevrilmesidir.

Bu paradoksal düzene Agamben (Kutsal İnsan‘da) “kamp” der. Bu, düzen ile düzensizliğin, içeri ile dışarının, politika ile biyo-politikanın ya da kısaca istisna ile kuralın birbirinden ayırt edilemez hale geldiği bir alandır. Houellebecq’in bütün karakterlerinin belirli yaşam formları, beğeniler ve toplumsal pozisyon(alma)ların bulunmadığı ayrımsız bir kitleye mensup olması bu açıdan önemlidir. “Hiçbir toplumsal statü, hiçbir ilişki artık kesin kabul edilemez” (Houellebecq, 2004, s. 70). Hatta, yazarın romanları sadece “çıplaklık”ıyla dikkate değer olan “evsiz bir insanlık”la doludur (Tygstrup, 2005, s. 276). Dolayısıyla, hem Tayland’daki seks kamplarında hem yazarın tarif ettiği Paris gece kulüplerinde, bir tür doğa haline terk edilmiş bedenlerle karşılaşırız. Houellebecq’in kitaplarının altta yatan matrisinin, yani arzu ve tiksinti, nesne ve zelil ya da ihlal ve teyidin ikili ekonomisinin önemi de buradan gelir. Karakterleri çıplak bedenlere indirgeyen şey işte bu iki kutup arasında yaşadıkları gidip gelmelerdir. Bu bocalamayı kuvvetlendirense, sanat-yaşam ayrımının çifte ihlalidir. Televizyondaki reality show’larda olduğu gibi Houellebecq de sürekli olarak yaşamı kurgular; farazi figürlerle gerçek figürleri kasten birbirine karıştırır. Bir yandan, karakterlerin çoğu gerçek yaşamdan kişilerdir ve hatta kitapları okuduklarında kendilerinden bahsedildiğini fark edebilmektedir; diğer yandan Houellebecq medyada farazi karakterlerinden alıntılar yapmaktadır (bkz. Tygstrup, 2005, s. 272). Yani, farazi kişiler (bi bedene ait olmayan sözcükler), kitaplardaki temsilleriyle ilgili söz hakkı tanınmamış gerçek kişilerle (sözcükleri olmayan bedenler) çakışır; bu, “gösteri toplumu”nu biyo-politikayla buluşturan bir süreçtir.

Kaynakça
Bernstein, M. A. (1992) Bitter Carnival. Ressentiment and the Abject Hero, Princeton UP, Princeton.
Deleuze, G. (1983) Nietzsche and Philosophy, Columbia UP, New York [Nietzsche ve Felsefe, Çev. Ferhat Taylan, Norgunk Yayınları, 2011].
Horace [Horatius] (2005) Satires and Epistles, Penguin, Londra.
Houellebecq, M. (2004) Lanzarote, Vintage, Londra.
Houellebecq, M. (2005) The Possibility of an Island, Weidenfeld & Nicolson, Londra.
Nietzsche, F (1996) On the Genealogy of Morals, Oxford UP, Londra [Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Çev. Ahmet İnam, Say Yayıncılık, 2007].
Tait, T. (2006) “Gorilla with Mobile Phone”, London Review of Books. http://www.lrb.co.uk/v28/n03/tait01_.html
Tygstrup, F. (2005) “Den Mest Aandsvage Religion. Michel Houellebecq og Den Postmoderne Xenofobi”, M. Ogh, J. Bruhn, N. Lübecker & P. Madsen (ed.) Europas Andre, Tiderne Skifter, Kopenhag, s. 269-85.

Bülent Diken, Nihilizm, çev. Aylin Onacak, Ayrıntı Yayınları, 2011 [2009], s. 136-9.