Pasajın beni etkileyen ana fikri basit: nasıl günümüzde insanı, bilinci ve genel olarak canlıların zihnini bilgisayar biliminde olduğu gibi algoritmalarla işleyen bir mekanizma olarak tasarlıyorsak (herkes böyle düşünmese de, kimi geek’ler ve bazı nörobilimciler böyle düşünüyor), düşünürler de geçmişte insana, zihne ve bedene dair düşünceler üretirken kendi dönemlerinin teknik ve bilimsel gelişmelerini örnek almışlar. Dolayısıyla, yanılıyor olabiliriz. Çok berrak bir şekilde, Freud’dan iknâ edici ve neredeyse dokunsal (tactile) bir örnekle açmış argümanını Harari. Ulus’un andığı, Marx’a atfettiği, Feuerbach Üzerine Tezler’de geçen fakat aslında Marx’ın Feuerbach’dan alıntıladığını anladığım “Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür.” alıntısını çakıverdi, bir derste hep bir hoca örnek verirdi. Her ne kadar direkt bu konuyla değil de ideoloji tartışmalarıyla ilgili olsa da, düşünceyi görelileştirme ve zaman-mekanla ilişkilendirme çabaları örtüşüyor. Sonunda, düşünceler toplumsal, tarihsel ve coğrafiler. Fakat öte yanda bir de bu göreceliliklere rağmen bazı düşüncelere tutunma gereksinimi var.
“Belki de yaşambilimlerinin meseleye yaklaşımında sorun vardır. Yaşambilimlerinin temel varsayımı, yaşamın veri işlemekten ibaret ve tüm organizmaların da hesap yapıp kararlar veren makineler olduğu yönündedir. Ancak organizmalar ve algoritmalar arasındaki bu benzetmenin bizi yanlış yönlendirme ihtimali yüksektir . 19. yüzyılda biliminsanları beyni ve zihni buhar- makinesine benzetirdi. Buhar makinesini seçtiler çünkü dönemin en ileri teknolojisi olan bu makineler trenleri, gemileri ve fabrikaları çalıştırıyordu; hayatı açıklamaya çalışanlar da beynin benzer ilkelere göre çalıştığını varsayıyordu. Zihin ve beden, basınç yaratıp tahliye ederek hareket ve iş üreten borular, silindirler, vanalar ve pistonlar gibi algılanıyordu. Freudcu psikoloji üzerinde bile derin etkileri olan bu bakış açısı nedeniyle psikoloji jargonu bugün hala makine mühendisliği kavramlarıyla doludur.
Şu Freudcu tezi inceleyelim: “Ordular saldırganlığı körüklemek için cinsel dürtüden yararlanır. Ordu cinsel dürtüleri tavan yapmış genç erkekleri toplar. Askerlerin cinsel ilişkiye girerek tüm o basıncı azaltma fırsatlarını sınırlayarak gerilimin içlerinde birikmesine neden olur. Daha sonra bu birikmiş basıncı yeniden yönlendirir ve bu basıncın askeri saldırganlık olarak dışavurumunu sağlar.” Buhar makineleri de tam olarak bu yöntemle çalışır. Buharı kapalı bir kazana hapsedersiniz. Buhar gittikçe daha çok basınç biriktirir ve vanayı açıp basıncı önceden belirlenmiş bir yönde tahliye ettiğinizde amacınıza ulaşmış olursunuz. Bu benzetme sadece ordular için geçerli değildir, gündelik hayatta pek çok sebeple içimizin sıkıştığından ve biraz “deşarj olmazsak” patlayacağımızdan bahsederiz.
21. yüzyılda insan psikolojisini buhar makineleriyle karşılaştırmak epey çocukça kaçar. Bugün çok daha karmaşık ve gelişmiş teknolojilere sahibiz, dolayısıyla insan psikolojisini basıncı düzenleyen bir buhar makinesi yerine veri işleyen bir bilgisayar olarak açıklıyoruz. Ne var ki bu analoji de zaman içinde bir önceki kadar naif kalabilir. Sonuçta bilgisayarların zihni yok. Yazılım hataları karşısında kahrolmuyor ya da baskıcı rejimler tüm ülkedeki web ağına müdahale ettiğinde, erişime kapatılan internetin canı yanmıyor. O halde neden bilgisayarları zihni anlamak için bir model olarak alıyoruz?
Bilgisayarların duyuları ve istekleri olmadığına sahiden emin miyiz? Şimdilik bunlara sahip olmasalar da yeterince karmaşıklaştıklarında bilinç geliştirebilirler mi? Eğer bunlar ihtimal dahilindeyse bu süreci nasıl anlayabiliriz? Otobüs şoförlerimizin, öğretmenlerimizin, psikoloğumuzun yerine geçtiklerinde, duyguları olan bilgisayarlar mı yoksa sadece akılsız algoritmalar mı olduklarını nasıl ayırt edebileceğiz?
Konu insanlar olduğunda, bilinçli zihinsel deneyimleri bilinçsiz beyin aktivitelerinden ayırabiliyoruz. Bilinci anlamaya hala fersah fersah yolumuz olsa da biliminsanları bilincin bazı elektrokimyasal izlerini belirlemeyi başardılar. Biliminsanları bir şeyin bilincinde olduklarını beyan eden insanlara inanabileceklerini varsayarak koyuldular bu yola. Bu varsayıma dayanarak, insanlar bilinçli olduklarını bildirdiklerinde beyinde beliren, bilinçsiz anlardaysa asla ortaya çıkmayan belirli kalıpları ayırt edebildiler.
Bu sayede bitkisel hayatta olan bir hasta bilincini tamamen mi yitirdi, yoksa sadece bedeni ve konuşması üzerindeki hakimiyetini mi kaybetti, artık belirlenebiliyor. Hasta, beyni bilinç belirtileri gösteren kalıplar sergiliyorken konuşamıyor ya da hareket edemiyor olsa bile muhtemelen bilinci yerindedir. Öyle ki kısa bir süre önce doktorlar fMRI görüntüleme tekniklerinden faydalanarak bu tip hastalarla iletişim kurmayı da başardılar. Yalnızca “evet” ya da “hayır”la yanıtlanabilecek sorular sorarak, hasta “evet” demek istiyorsa tenis oynadığını hayal etmesini, “hayır” cevabı vermek istiyorsa da evini düşünmesini istediler. Hastanın motor korteksleri aydınlandığında “evet,” uzamsal bellekle alakalı bölümler harekete geçtiğindeyse “hayır” cevabı aldıklarını gözlemlediler. (7)
Tüm bunlar insanlar için anlaşılırken, konu bilgisayarlara geldiğinde durum ne olur? Silikon tabanlı bilgisayarlar, karbon tabanlı insan sinir ağından oldukça farklı yapılara sahip olduğuna göre bilincin insandaki izleri benzerlik göstermeyebilir. Bir kısırdöngüye girmiş gibiyiz. İnsanların bilincinde oldukları beyanını doğru varsayarak insan bilincinin izlerini belirliyor ve bunun da insanların bilinçli olduğunun “kanıtı” olduğunu düşünüyoruz. Peki yapay bir zeka da kendi bilinci olduğunu beyan ettiğinde ona da hemen inanmalı mıyız?”
Yuval Noah Harari, Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi, çev. Poyzan Nur Taneli, Kolektif Kitap, 2016, s.127-9.