Tomris Uyar’ın sinema salonları ve dönüşümü üzerine yazdığı bu gayet şahsi, kimi zaman elitist bir dile bile kaydığı söylenebilecek, görüşler günümüzdeki tartışmaları ne güzel önceliyor. Birkaç satırda sinema salonlarının farklı izleyici kitlelerine hitabı, “modern” sinema salonları dediği yeni salonlardan hoşnutsuzlukları, sinemaya gelen seyirci kitlesinin dönüşümünden rahatsızlığı ve son olarak küçük ekranda (Netflix, Youtube, cep telefonları vb.) yarım-yamalak sinema keyfine tamah etmenin kaçınılmazlığı… Bir önceki alıntıda Harold Bloom’un “yeni öğrencilerin Shakespeare okuyamaması” dertlenmesini alıntılamıştım, şimdi de Uyar’ın filme pöf’leyen gençler gözlemi çıkıverdi karşıma. Ben de huysuzlanmaları çok severim, ama dünyaya pek de huysuzca bakmadığımı düşünürüm. Festivallerin zorlu filmlerinde -sanırım, en son !f’de gördüğüm 177 dakikalık A Fábrica de Nada’da- insanların utanarak sıkılarak ya da utanıp sıkılmadan pattadanak, bin gürültü içinde ve şanslarına söverek salondan çıkışları gülmemi getirir. Sadece konuşmalarından rahatsız olursam huysuzlanırım herhalde, o durumda da dönüp “yaa ama lütfen yaa” diyerek özfarkındalıklarını kazanmalarında katalizör olmaya çalışırım, çünkü bu bir kerede öğrenilen bir şeydir diye düşünürüm. Eğer güzel güzel konuşuyorlarsa ses etmem bile, ses tasarımı olarak film deneyimine dahil ederim. Bal filmini, hâlâ arkamdaki teyzenin, çocuk oyuncuya sürekli “kuzuuum”, “gözlerini severim senin, yavruuum” diye kol kanat gerişiyle hatırlarım.
Neyse, pasajın en irkiltici yanı, eskide kalan “Emek”ten, “…bir zamanki Melek (Şimdiki Emek) Sineması’nda seyrederken…” diye bahsedilmesi oldu herhalde. O da parantezlere ilk girdiğinde yeni olmuştu, şimdi de yeni gerçi, gıcır gıcırmış.
”
Ana soruyu sormadan önce, bu konudaki eski yazılarımı okumamış ya da unutmuş olanlar için biraz bilgi tazeleyeyim:
Çocukluğumda, gerçek bir sinema tutkunu olan dedemin peşinden sinema sinema dolaşırdım. Kurduğumuz özel dostlukta bu ortak tutkunun payı büyüktü. Bazen ardarda üç film izlediğimiz olurdu pazar günleri. Galiba ikimiz de evden kaçıyorduk. Annem, kolaylıkla söz geçiremediği kızını bir büyüğe emanet etmekten, anneannemse çapkın kocasını küçük bir kız aracılığıyla hizaya getirmekten hoşnuttu. Oysa bizim dünyamız ortaktı; onu savunmak adına evde ne tür yalanlar uydurabileceğimizi birlikte kararlaştırırdık, üstelik aramızda konuşmadan. Dedem, benim yaşıma uygun olmayan filmlerden hoşlandığımı açığa vurmazdı sözgelimi, ben de arasıra bize eşlik eden güzel kadınlardan ‘dedemin hastası’ diye söz ederdim. Bütün sinema sahipleriyle dost olduğundan bilet almayan, yer göstericilerin dişlerine bedava baktığından sinemalarda en iyi yerlere kurulan bir doktordu ne de olsa.
Sinema seyretmenin başlı başına bir serüven anlamına geldiği o günlerde salonlar arasında seçmelerimi yapmıştım. Melek Sineması’nı gösterişli filmleri, İpek Sineması’nı entellektüel denebilecek filmleri, Ar Sineması’nı melodram ağırlıklı filmleri yüzünden seviyordum. Saray ve Elhamra, daha çok mimari özellikleri, koltuklarının rahatlığıyla dikkatimi çekiyordu. Atlas Sineması ‘Kısmet’ filmiyle açıldığında ikimiz de biraz bocaladık ama birbirimize belli etmedik, sonradan özel gözlüklerle izlediğimiz üçboyutlu filmlerin saçma sapanlığında sessizce birleştik. Çünkü aramızdaki yaş uçurumuna karşın teknik becerilere dayalı filmlerden çok belleklerimizde iz bırakan, gecenin geç bir saatinde, herkes odasına çekildikten sonra tartışabileceğimiz filmleri seviyorduk: Bir bakıma aynı kuşaktandık. Dostum dedem, yıllar sonra, sırf ‘Aylaklar’ı seyredebilmek için Şehzadebaşı Sineması’na gitmeyi göze aldığımı duyabilseydi, hiç şaşırmazdı; Yeni Melek Sineması’nın abone kartlı açılışlarında o süslü püslü müşterilerin beğenilerine göre seçilmiş filmleri neden onlarla birlikte izleyemediğimi de tabii!
Tek üzüntüm, onun Konak Sineması’nda bir film seyredememesi, o kısacık, daha doğrusu kısa-süren Konak Sineması keyfinden yoksun kalması. Gerçi oradaki sinema seyircileri, Sümer Sineması geleneğinden yetişmiş değildiler; Nişantaşı-Şişli yöresinin tektip sinema severleriydiler, ama en azından bir filmin nasıl seyredileceğini biliyorlardı. Temiz, loş bir mekanda, ışıklar söndüğünde her seyirciye karanlıkta kendi kişisel yorumunu yapma hakkını tanıyan bir sessizlik, suskunluk içinde. Oysa bizim Sümer Sineması, ulusları, cinsiyetleri, dinleri, dilleri birbirini tutmayanları birleştiren gürültülü bir ortamdı. Gösterilen filmler de birbirini tutmuyordu zaten. Ortak nokta, Beyoğlulu olmaktı. Konak, tam o Beyoğlulu kalabalığa açıldığında kapandı.
Artık ana soruya gelebiliriz:
Bir sanat yapıtının özel estetiği, sunuluş biçimindeki estetikle bütünleşmiyorsa yeterince iletilebilir mi?
Diyelim ne kadar özenle yazılmış olursa olsun dizgi yanlışlarıyla dolu, kapağı ve kağıdı kötü bir kitap, çapsız sesler ya da sazlarla yorumlanmış ölümsüz bir beste, bir galeride çiğ ışık altında sergilenen pastel renkte ve dokuda bir tablo, çevresindeki derme çatma yapılarla boğulmuş bir mimari yapıt kime seslenebilir ki? Belki uzmanlara. Ama hiçbir yapıtın yalnızca uzmanlara seslenmek üzere tasarlandığına inanmıyorum.
Sinema salonlarına dönersek… Beşiktaş’taki ya da karşı kıyıdaki bahçe sinemalarına da giderdik dedemle. Denizin tuzunu, günün sıcağını üstümüzden atmış olurduk. Eski kopyalar sık sık kopardı; semtin külhanbeyleri, sözgelimi ‘Viva Zapata’nın her biri on-on beş dakika süren kopuşlarına dayanamayıp “Hadi be makinist abi! Öldür şu adamı artık!” diye bağırırlardı. Emekli öğretmenler, çocuklarıyla gelmiş ev kadınları kahkahayı basarlardı. Bahçe sinemasının suskunluğa dayalı olmayan, tam tersine yaz gecesinin ay ışığına açık şamatalı, kendince bir albenisi vardı. İskemleler kırık dökük de olsa…
Sinema sevgimi bilen tanıdıklarımla bu konudaki yazılarımı okumuş olanlar, sinemaya neden gitmediğimi soruyorlar son yıllarda. Kimi, bu kaçışımı kalabalıklardan ürkmeme yoruyor. Orası doğru, ama yüzünü görebildiğim, eğilimlerini seçebildiğim bir kalabalık beni ürkütseydi, bahçe sinemalarına gider miydim bir zaman? Demek beni ürküten, açık ya da kapalı bir mekanda, o mekanın kendine özgü havasını umursamayanlarla birlikte olmak. Açıkhava Tiyatrosu’ndaki bir caz konserine lame giysiler ya da papyon kravatlarla gitmek, bir konser salonuna yırtık blucinle gitmekten farksız bence. Gözünüz çevrenizdekilerin giysilerine, tavırlarına; kulağınız seslerine, konuşmalarına, çıkarttıkları gürültülere takılınca değil bilmediğiniz, çok iyi tanıdığınız bir yapıtla bile bağlantı kurmakta zorlanıyorsunuz. Özellikle sinema salonları, her küçümen dâhinin sinema sanatı ve oynatılan film hakkında avaz avaz yorum yaptığı birer açık kürsü niteliğinde artık. “Lütfen sesinizi biraz kısar mısınız?” derseniz kişisel özgürlüklerine saldırmış oluyorsunuz.
Peter Greenaway’in beni çok etkileyen ‘Mimarın Göbeği’ adlı filmini bir zamanki Melek (Şimdiki Emek) Sineması’nda seyrederken arka sırada oturan iki genç kızın ‘taciz’lerine nasıl katlandım, aklım almıyor. Hiç ara vermeksizin yüksek sesle çizme fiyatlarından konuşuyorlardı, patlamış mısır paketlerini habire hışırdatıyorlardı, yönetmenin ünlü biri olduğunu kulaktan dolma öğrendikleri; ama filmde umduklarını bulamadıkları ortadaydı . ‘Öff!’ler ‘Pöf’ler gırla gidiyordu. Çektikleri işkenceyi öbür seyircilere de yaşatmak yarışındaydılar sanki. Oraya zorla getirilmediklerine göre çıksalardı ya! Ama hayır, o zaman filmin nasıl bittiğini yine kulaktan dolma bilgilere düşkün öbür arkadaşlarına nasıl anlatacaklardı ki? Tam, “Canım boşver, genç insanlar bunlar…” avuntusuyla oyalanmayı kararlaştırdığımda, “Bu filmden bir şey anlayan varsa, ortaya çıksın valla!” gibi bir soru yükseldi kızların birinden. Sağ avucumun bir şamar patlatmak için nasıl kaşındığını hala unutmuyorum. Sinemaya, özellikle ‘şenlik’ kapsamında gösterilen filmlere gitmemeye ilişkin kararım o gün perçinlendi galiba.
İsterseniz, bu sakınganlığımı klostrofobik olmama bağlayabilirsiniz; ama ben daracık bir merdivenle tepelere tırmanılan ya da geniş bir merdivenle yeraltına inilen ‘salonlar’a çok gerekmedikçe adım atmamaktan yanayım. Deprem, yangın gibi ciddi olaylar bir yana, seyircilerden biri şakadan (!) elindeki naylon torbayı üfleyip patlatsa o panikte ezilmeniz işten değil.
Son yıllarda açılan ‘modern’ sinema salonları ne tür bir çağdaşlık arayışı içinde olduğumuzun en büyük göstergeleri. Filmlerin gösterim günleri ve saatleri pat diye değişebiliyor, seyirciye sürünün bir parçası diye bakan, sorularını yanıtlamayan kabasaba, asık suratlı bir personel kadrosu da cabası. Havalandırma doğru dürüst çalışmazsa sıcaktan bunalıyorsunuz, çalışırsa soğuktan donuyorsunuz. Gizliden gizliye bir nüfus planlaması mı yürütülüyor, diye soruyorsunuz kendinize. Öyle ya, bu kalabalıktan geriye, en çabuk çelme atma, en hızlı tekme savurma, önündekini en acımasızca çiğneyip geçme becerisini gösterenler kalacak. Darwin’in kulakları çınlasın!
Küçük ekrana sığmayan, daha doğru bir deyişle bol gelen filmler vardır, biliyorum. Ama bu tür bir keşmekeşe dalmaktansa, çok katlı sinemalarda alttan ya da üstten gelen öbür seslerle (filmlerin seslerini de katarsak) boğuşmaktansa evinizde, kendi özel dünyanızdaki ekranı genişletmek çabası size daha hafif geliyorsa ‘şölen’e yarım yamalak da olsa katılmışsınız demektir.
”
Tomris Uyar, Yüzleşmeler: Bir Uyumsuzun Notları (1995-1999), 2000, Can Yayınları, s. 23-7.