“Raissa’da yaşam mutlu değil. İnsanlar yollarda ellerini ovuşturarak yürüyor, ağlayan çocuklara küfrediyor, elleri şakaklarında nehir boyundaki parmaklıklara dayanıyor, her sabah kötü bir rüyadan uyanıp bir yenisine başlıyorlar. Parmakların elden kayan çekiçlerin altında her saniye ezildiği ya da ellere iğnelerin battığı tezgâhlar arasında ya da dükkân sahipleri ve bankacıların hesap defterlerindeki eğri büğrü sayı sütunları üzerinde ya da meyhanelerin çinko tezgâhlarında duran dizi dizi boş bardağın karşısında sürüp gidiyor bu rüya, neyse ki öne eğilmiş başlar var da kötü bakışlardan kurtuluyorsun. Evlerin içinde durum daha da berbat, içlerine girmen de gerekmiyor görmek için: pencerelerden kavga sesleri ve kırılan tabakların gürültüsü geliyor.
Gene de Raissa’da, son engeli atlarken kendisine gülümseyen zabite âşık saygıdeğer hanımefendiye yarışlarda caka yapmak için aldığı beyaz dantel şemsiyeyi iyi fiyata sattığına sevinen şemsiyeciye çardağın altında sos dolu bir tabağı keyifle uzanan meyhaneci kıza iskelenin tepesinden, “Güzelim dur da banalım şunu” diye bağıran duvarcının düşürdüğü mısır ekmeği parçasını kapmak için bahçedeki küçük deponun çatısına atlayan köpeğe pencerenin birinden gülen bir çocuk görürsün daima; zabit mutludur, ama gökyüzünde uçak kekliğe bakarak engellerin üzerinden uçan atı daha da mutludur, ressamın, kafesini açarak salıverdiği kuş mutludur, filozofun sözlerinin bulunduğu kitabın o sayfasındaki minyatürde, sarı ve kırmızı noktalarla çalışarak tüylerini bir bir boyadıktan sonra kuşu salıveren ressam mutludur. Şöyle der filozof: “Hüzün kenti Raissa’da da, bir canlı varlığı diğerine bir an için bağlayıp çözülüveren, sonra dönüp hareketli noktalar arasında tekrar gerilerek anlık yeni figürler çizen ve böylece bu mutsuz kente, her saniye, varlığından bile habersiz olduğu mutlu bir kent kazandıran görünmez bir iplik dolaşıyor.””
Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçıoğlu, 2016 [1972], 18. baskı, s. 188-9.
“Esastan acı veren bir şey, varoluşun aşılamaz yalnızlığıdır. Belki bu bilgiye insanlar her zaman vakıftılar ama benlik öne çıktığı oranda ağırlaşır bunun tecrübesi. Bu hayatı yaşayan benim, başkası değil. Mutsuz olmaya ve felakete açılan uçuruma doğru bakmaya katlanacak olan, benim. Bu hayatı nihayetine vardıracak olan benim, başkası bunu benden devralamaz. Bütün ötesine dair daldığım düşünceler de benim düşüncelerimdir, sadece benim için bir anlam ifade eder bunlar, başkaları başka şeyler düşünürler ve bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey yoktur -aşk, arkadaşlık veya hiç değilse bir hoşlanma dışında.
“Görmenin, tatmanın ve hazzın mekânına dönüşen kentte, her yanda felaket yoktu ama eski hikâyelerin büyülü dünyası da yaşamıyordu. İlk kuşakların bütün enerjileri ve yaratıcı arzularıyla hücum ettiği kentin yerini iştah almıştı. İnsan da, sanat da, köpek de iştahla seviliyordu. Ormana koşan çocukların ormanda yitmesi, önlerine gelen her şeyi yemesi ve hiç doymaması gibiydi. Bunları Küheylan Dayı’ya anlatamazdım. İnsan hücrede susacağı yeri bilmeliydi. Bir yandaki güzelliğin hemen öte yanda yitirildiğinden ve pek çok gencin de boş yere bir hayal kenti aradığından söz edemezdim.
“Science et Vie okumak bir tür uzlaşmanın [compromis] ürünüdür: ayrıcalıklı kültüre özlem, ama ayrıcalığın reddi biçimindeki savunmacı karşı-güdüyle birlikte (yani hem üst sınıfa özlem hem de kendi sınıf konumunun yeniden olumlanması). Daha kesin olarak bu okuma katılma göstergesi olarak rol oynar. Neye katılma? Aynı muğlak talebi taşıyanların, Science et Vie (ya da Les Muses vb) okuyanların soyut topluluğuna, potansiyel toplumsala katılma. Adeta söylencesel bir davranış örneği: Okuyucu, okuması aracılığıyla mevcudiyetini in abstractio [soyut olarak] tükettiği bir grubu düşler: tam anlamıyla “kitle” iletişiminin ürünü olan gerçekdışı, kitlesel ilişki. Bununla birlikte bu okumanın derinlemesine yaşanmış özünü -tanınma, birleşme, söylensel katılım- oluşturan ittifak (ayrıca hemen hemen aynı süreci Le Nouvel Observateur okuyucularında da bulup ortaya çıkarmak mümkündür: Bu dergiyi okumak, onun okuyucuları arasına girmek, sınıf simgesi olarak “kültürel” etkinliklerden yararlanmaktır).
“Bloch yoruluyordu, yoruldukça her şeyi bir o kadar daha açık seçik algılar, birini öbüründen o kadar iyi ayırt eder oldu. Kapı birisi çıkınca hep açık kaldığında, hep birinin kalkıp kapıyı kapattığını görüyordu. O kadar yorgundu ki her nesneyi kendi başına, en başta da dış çizgilerini görüyordu, sanki nesnelerin sadece dış çizgileri varmış gibi. Her şeyi dolaysızca görüyor, işitiyordu, eskiden olduğu gibi kelimelere çevirme gereğini duymadan ya da zaten sadece kelimelerden, kelime oyunlarından ibaretmişler gibi almaksızın. Kendisine her şeyin doğal geldiği bir durumdaydı.