Thoreau’nun ‘Yürümek’ metnini okurken ve kadınlar gece yürüyüşündeyken aklıma bir soru takıldı. Amerika’nın keşfinden önce, sıradan insanların içinde yaşadıkları dünyanın sınırlarına dair çok net fikirlerinin oluşmadığı zamanlarda, acaba birileri tüm yaşamını bırakıp, acaba bu yolların sonu nereye varıyor diye yola düşüyorlar mıydı? Sermaye destekli, sömürgeleştirme amaçlı keşifler değil de, etrafını merak eden, hali hazırdaki bilimsel bilgiye haiz olmayan insanların (mesela, bir bunalma anında ailesi ve çevresindekilerden uzaklaşan birisinin) her şeyi bırakıp yola düştüğü oluyor muydu?
Ben Buradan Okuyorum | Tim Parks
Huysuz Tim Parks’ı, Metis soluk sarı kapağıyla basmasa tanıyamayacaktım. Halbuki romanları daha önceden Kanat ve Alef’den çevrilmiş, yayımlanmış. “Ben Buradan Okuyorum”, birkaç kitapçıda da ilk haftasında tükenmişti, çalışanlarla beraberce şaşırmıştık, nasıl popülerleşti bir “metis eleştiri” kitabı acaba diye. Ben kapağın ve başlığının albenisinden diye düşünmüştüm.
Kitabı okuduktan sonra eleştirilerine bakarken, kitabın başlığının (orijinali “Where I’m Reading From”) Raymond Carver’ın öykü derlemesinden (Where I’m Calling From) alıntılandığını, kitabı epeyce haşlayan bir eleştiriden öğrendim. Carver’ın bu derlemesi aynı seçkiyle Türkiye’de yayımlanmamış, ama öykü tanıdık geldi. Derlemeye adını veren öykü Can Yayınları’ndan çıkan, alkol yüklü “Katedral” kitabında varmış, buldum. Bu derlemede, ilgili Where I’m Calling From öyküsünün çevirisi de “Nereden Aradığım”. Kitap başlığı referansları için de, “çeviride kaybolan kadardır” diyebiliriz o halde. Gerisi bize müthiş çeviriler armağan etmiş Roza Hakmen ve Ayça Sabuncuoğlu’nun arasında profesyonel bir diyalog ister.
Hemen, aslında yazının başına koymam gereken kitap alıntısını, gecikmeli olarak ekliyorum. Buraya kadarki saçma girişle, kitap budalası olmayanları eledik.
“Geribildirim için internet var. Bazen hepsi geribildirimmiş, hiç bildirim yokmuş gibi geliyor. Okurların kendi incelemelerini yazdıkları sitelerde en şaşırtıcı olan şey, gazete incelemelerine çok benzemeleri. Amazon yıldızlarını dağıtmaya itirazları yok. Övgüyü de, cezayı da nasıl dağıtacaklarını çok iyi biliyorlar. Sorgusu ölçütleri var. Mecra tonu belirliyor. ‘Kitabı okumadım aslında, ama…’” (s. 10)
Imdb’de veya Goodreads’de her puan tıklamasında yaşadığım anlık endişeleri bir seferde tokat gibi vurdu yüzüme Parks bu pasajla. Ne yapalım, biz zavallı okurlar da, böyle eğleniyoruz, sosyalleşiyoruz. Ama işte, bu hizaya çekme sonrasında belki farklı yollar aramaya başlayabiliriz. Neden bir kültürel nesneyi, onu değerlendiren diğer profesyonellerin diliyle değerlendirmek zorunda olalım ki? (Öte yandan, karşı bir örnek olarak, bir okurun Kafka’nın Dava’sına 1 yıldız verip, “fazla abartılmış bir roman!!!” diye yorum yazması ve birileri tarafından beğenilmesi, bir entelektüel galibiyet hissi veriyordur.) Neyse, ben de elimden geldiğince bir edebiyat eleştirmeni hallerine girmeye çalışmadan, safi kitabın bende yarattığı heyecanı paylaşmak amacıyla bir şeyler yazmak istiyorum. Okurken, yazarı her yazıda sürekli okurla diyaloğa giriyormuş gibi hissedip söze girmeye çalışırken metrobüste kendi kendime konuştuğumu fark ettim.
Kitap, Tim Parks’ın blog yazılarından derleme. Blog’u The New Yorker’da tuttuğu için özenerek yazıyor. Uzun yıllardır İtalya’da akademisyenlik yapan, ABD’de bir gazetede yazan bir İngiliz. Roman yazıyor, çeviri yapıyor, sipariş üzerine kitap eleştirisi yazıyor, bir de bu kitaptaki yazıları oluşturan metinler gibi, edebiyatın çeşitli yönlerine dair daha serbest stil denemeler yazıyor. Yer yer otobiyografiye kayacak derecede, kendi kişisel deneyimlerini de esirgemediği, iyi sorularla başlayan metinler… İngilizce (çeviri) küresel romanın yükselişinden Nobel’in saçmalığına; pazarlanan büyük yazarlardan zor geçinen genç yazarlara; okuma zevkinin nasıl kazanıldığından, edebiyatın nasıl bir kaybetme zihniyeti üzerinden beslendiğine; en ciddi sınırının karakter sayısı olduğu yazılar…
37. ve son metinde Parks, TV filmine uyarlanan bir romanının (Kader) film versiyonunu nasıl bulduğunu incelemeye koyuluyor. Yazının sadece konusu Parks’ın beni neden heyecanlandırdığını net olarak anlamamı sağladı. Yorumlamayı, eleştirmeyi, değerlendirmeyi -kültürel varlıktan doğru düşünmeyi- ölesiye seviyor. Öyle ki, kendi yazdığı romanın anlamadığı bir dilde yapılan uyarlamasını, neden o sahneyi orada çektiklerini, filmin romandaki hangi anlamları yitirdiğini, bunun yerine ne öğeler koyduğunu yorumluyor da yorumluyor. Burada, -dünyanın 99%’u için anlamsız olsa da- dur durak bilmez bir eleştiri/seyir zevki ve keşfi var. Aynı bakış, edebiyatın (veya sanatın) geneline yayıldığında, aslında genel kabul gören büyük övgüleri (“Franzen dahi bir yazar”) sorgularken, entelektüel olarak aşağılanan (polisiye, popüler roman vb.) öteki yakada öznel anlamların nasıl bulunduğunu ortaya seriyor. “Neden o Kundera sever, öteki Tolstoy sever?”, “Neden kazanma toplumunda kaybetmeyi anlatan Alice Munro böyle meşhur oldu?” gibi soruların incelenmesine çevrilebilecek metinleri, benim gibi biraz şaşkın okurlara da yol haritalarını çizmekte yardımcı olabilecek parçalar içeriyor.
Okurlardan yazarlara geçince, örneğin “ilk romanını yazma” sıçramasını tiye aldığı bir yerde, yıllarca yayınlatamadığı öyküler, romanlar yazmış veya bir türlü hiçbir şey yazamamış ama yazmak için kıvranan; dostlarının bile okumadığı ve ciddiye almadığı, herkesin “başka bir iş mi bulsan acaba” diye şefkatle yaklaştığı yazar adaylarının, bir romanlarını yayınlattıktan sonra, bütün bir kültür sanat medyası tarafından “Bir sonraki eseriniz ne hakkında olacak?”, “Nereden esinlendiniz bu romanda?”, “Genç yazarlara tavsiyeleriniz nelerdir?” kabilinden aşırı önemsenen birisi haline gelişindeki absürd kırılmayı ince bir alayla anlatıyor. Yazarların zihniyet dünyalarında, anılarını/notlarını yayınlatıp kazanacakları paracıklardan söyleşilerde sorulan saçma sorulara karşı tavırlarına pek çok noktaya bakarak “yazar”ı kutsal yerinden kaldırıp, olağan olan noktaya yerleştirmeyi amaçlıyor sanki. Bu yazar meselesinin daha derinlikli analizine Parks’ın bıraktığı yerden Coetzee’nin “Romancının Romanı” ile devam etmeyi umuyorum.
Orwell’in 1984’ünün daha açılış cümlesinden İtalyanca’da nasıl anlamı yitirtilerek çevrildiği (Türkçesine baktım, nüans pek kaçırılmamış denebilir); günümüz yazarlarının kendi dillerinde yazarken bile nasıl sürekli olarak “kolay çevrilebilirlik” kaygısı gözettiği –Türkiye’de Avrupa’ya göre dozajı bu kadar yüksek değildir sanırım, biz kendimize yeteriz çünkü ama ben bilemem o kadar detay tabi, İngilizce’ye çevrilen yazarlara sormak isterdim, samimi cevaplasınlar da isterdim– 30 dile çevrilen ve küresel olarak anlaşılan bir kitabın neden başka hiçbir dile çevril(e)meyen çünkü gücünü büyük ölçüde yerellikten alan bir hikayeden en az 30 kat daha “iyi” olduğu gibi çeviri meseleleri belki çevirmenler için klişe tartışmalardır ama bana aklıma gelmeyen sorular sordurdu.
Az bilen, ve denemeye çok açık olmayan korkak bir okur olarak, birisi bana “Chinua Achebe kesin oku” dediğinde, okumalıyım demiştim. 4 yıl oldu henüz başlayamadım. Fakat yeni bir Kundera, Tolstoy, Kafka okumak düşünce olarak derin ve belki Achebe’den daha zorlayıcı yazarlar olsalar da hikayelerinin içinde geçtiği kültürel atmosferi daha kolay anlayabildiğimi düşündüğümden –anlamıyor olabilirim elbet, ama en azından anlamadığımı da fark etmiyorum– tereddütsüz okumaya başlayabildiğim yazarlar. Achebe’nin de Nijerya üzerine romanını okuyup, anlamamaktan çekiniyorum. Öte yandan Parks, Charles Dickens’dan veya Scott Fitzgerald’dan öyle bir bahsediyor ki o dönemde yaşamamış, dile hakim olmayan, çevrilirken yitirilen nüansları topladığında İngiliz/Amerikan olmayan bir okurun bu metinlerin büyük kısmını kaçırarak okuyabildiğini iddia ediyor.
Yine de Parks, sağolsun, bu yüz kızartıcı duygunun oluşumunda edebiyat endüstrisinin payı olduğunu iddia ederek beni biraz rahatlattı. Norveçli bir yazara ödül verirken sebep olarak “Norveçli olduğunu hiç belli etmemesi” gibi bir ifadenin kullanılması olumlu okumada “insan sorunu”na eğilen bir yazar olması gibi görünse de, öte yandan olabildiğince fazla insanın anlayabileceği ve satın alabileceği bir roman yazma eğilimini ifade ediyor. Bu da özgür bir kalemin önünde tehdit elbette. Bunun karşısında ise Rushdie, Pamuk vb. gibi isteseler de istemeseler üzerilerine kendi kültürlerini Batı’ya anlatma sorumluluğu yüklenen yazarlar var, bu kişiler Norveçli yazarın aksi gibi görünse de, sonuç olarak “uluslararası-batılı-ingilizce-ingilizceden çeviri okur” kitlesinin ve yayıncıların ekonomik baskılarının edebiyat dünyasını ne denli şekillendirdiğine dair ipuçları veriyor.
Bu yazıyı, beni bunları paylaşmaya teşvik edici rolü olan Parks’dan son bir alıntıyla bitirmek isterim.
“Ortaya şöyle bir soru çıkıyor: Her türlü laf (Beckett’in düşündüğü gibi) kaçınılmaz olarak boş laf mıdır; acaba Batı kendini yavaş yavaş şehvetle, bir kırtasiyecilik dağı altında ezerek yok mu edecek ve bu arada bütün bu rezil işleyişi tasvir edip tatlı tatlı kınayan tepeleme bir edebiyat yığınıyla ölene dek eğlenecek mi? . . . Baksanıza, oturmuş bir şeyler hakkında bir şeyler yazan insanlar hakkında yazıyorum, şansım yaver giderse başka bir yerde bir başkası beni alaycı ve sorumsuz olmakla suçlayacak.” (s. 107)
ilginç bilgi ps. Avrupalıların Franzen, Murakami, Knausgaard, Ferrante vb. (“Bu yaz Ferrante okunur!” bana çok komik gelen bir reklamdı.) yazarların popüler romanlarını okumalarının sebebinin “yazın seyahat ederken tanıştığı kişilerle ortak bir payda bulabilmek adına” olduğu gibi acayip bir iddiası var Parks’ın. Hollanda’daki bir kitapçıda müşterilere “Ne okuyorsun, neden onu okuyorsun?” diye sorarak yaptığı bir saha çalışmasının bulgusuymuş, ne keyifli bir iş!
Yürüyorum
“But only one is a wanderer, two together are always going somewhere.”
Sevgi Soysal | Yürümek
Thomas Bernhard | Yürümek – Evet
Ayhan Geçgin | Uzun Yürüyüş
Rebbeca Solnit | Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi
David Le Breton | Yürümeye Övgü
Werner Herzog | Buzda Yürüyüş: Münih – Paris
Henry David Thoreau | Doğa ve Yürüyüş Üzerine Seçme Denemeler
Oruç Aruoba | Yürüme
Frédéric Gros | Yürümenin Felsefesi
Wim Wenders | Paris, Texas
Mike Leigh | Naked
Gündelik Hayat Eleştirileri | Michael Gardiner
Uzun bir aradan sonra, sevgili hocalarımın çevirdiği bu kitap ile akademik metinlere döndüm. İlk okuduğum makalelerden olan Şerif Mardin’in merkez-çevre makalesindekine benzer bir güçlük çektim yer yer (özellikle zorlu Bakhtin kısımlarında) fakat son bahiste tanıştığım Dorothy Smith başta olmak üzere, gündelik hayat üzerine düşünmüş, yazmış, eylemiş pek çok kişiyle karşılaştığıma sevindim. Perec’in “Uyuyan Adam”ı üzerine de iyi geliyor. “Semiotics of Kitchen” ile de iyi gidebilir.
https://www.youtube.com/watch?v=Vm5vZ…
Gardiner, başta kültürel çalışmalar olmak üzere sosyoloji, sanat/edebiyat eleştirisinde bildiğim hep anılan düşünürlerden Bakhtin, Lefebvre ve de Certeau’ya; politik/sanatsal hareketlerden dada, gerçeküstücülük, sitüasyonist enternasyonal eylemlerine; Batı’da yerleri sağlam olsa da buralarda o kadar aşina olmadığımız,türkçeye de kapsayıcı bir şekilde çevrilmemiş Agnes Heller ve Dorothy Smith’e dair bu kişi ve hareketlerin “gündelik hayat”ı kavramaya yönelik metinlerinden yola çıkarak tartışmalar açıyor. En az bu kadar değerli kişiler olsa da (Foucault, Habermas) bu kişileri öne çıkartmak önemli diyor, çok eleştirmeden, daha çok onların tartışmalarını derinleştirmeye, anlaşılır hale getirmeye çalışarak ilerliyor. Bir bölümde, diğeriyle çelişme pahasına da olsa, polemiğe girmiyor çok bahsettiği yazarlarla. Bir kısımda gündelik hayatın “kontrol altına alınmışlığı, metalaştırılması, yabancılaşmışlığı, sonsuz rutini”nden bahsederken, ertesinde “ütopyacı olanakları, deneyimin önemi, özel alanda cereyanı, buradaki yeşerebilecek devrimci eylemler”e geçebiliyor. Zaten önemli olanın da iki uçtaki düşünceleri konforuna kapılmadan, daha derinlikli, yakından, tanıyarak ve eylerek bir analiz geliştirmek olduğu iddiasında.
Bunca düşünceyi ilmek ilmek örmüş, meseleleriyle ilişkilenen bu kişilerin çevresindeki yedi kat daha geniş yazar ve eğilimden bahsetmiş, ortak kavramlar üzerindeki görüşlerini kendi kariyerleri/mücadeleleri boyunca tartışmış, alan içindeki diğer yönelimlerle birlikte tarihselleştirmiş, karşıt okulları kıyasıya eleştirmiş koskoca Gardiner’e eleştiri/değerlendirme yazısı yazar gibi utanmadan yazayım (ne de olsa blog, bir “kültür dergisi” değil):
Kitabın bence bir eksiği, yaklaşık 300 sayfa boyunca bahsettiği “gündelik hayat” dediği şeyi neredeyse asla pratik örnekleri kullanarak, yazarların bu alandaki örnek bir çalışmasındaki yaklaşımları özetleyerek vermemesi. Amacı bu olmadığı için, temelde teorik bir çerçeve çizmek, bahsettiği yazarlara/hareketlerin konu edindiği kuramsal tartışmaları açmak, teoriyi karşıtlarıyla ve yoldaşlarıyla birlikte düşünmek amacında olduğu için böyle yazıyor herhalde Gardiner. Kendisiyle çelişen bir yanı yok elbette fakat sürekli olarak “gündelik hayat”da öne çıkardığı şeyler deneyim, taktikler, tekrar eden ve düşünülmeyen eylemler vb. pür “eylem”ler olduğu için, arada bunları örneklemesi okur açısından hem çok daha ilgi çekici bir metin haline getirebilirmiş kitabı. Bu haliyle, bahsedilen kişileri yakından tanıyanlar için bir tekrar ve hatırlama, tanınmayanlar için ise onların külliyatına bir pencere açıyor. Kitabın başında bu alana dair okumaların derlendiği kısım da, sonundaki kaynakça da “ben gündelik hayat çalışacağım” diyen yüksek lisans mülakatı hazırlığındaki kişi için altın değerinde. Benim bunu yapasım geldi, ama işte askerlik.
İlgimi en çok çeken şey ise, Dorothy Smith’in 1978’de yayınladığı “’K is mentally ill’: The Anatomy of a factual account” makalesi oldu. “Anlatının anlatısı” daima ilgimi cezbediyor. Bir filmi mi izlesem, onun eleştirisini mi okusam, eleştirmenin hayatını anlatan belgeseli mi izlesem, belgeselin yapım sürecini analiz eden youtube videosuna mı baksam, yükselen “youtube video kültürü”nü inceleyen makaleye mi bir baksam derken “dıdısının dıdısı” meta- tartışmasını, Smith arkadaşlarının “bu kız akıl hastası” diye iddia ettikleri mülakatları üzerinden “insanlar hangi bağlamlarda başkalarının akıl hastası olduğunu düşünür” diye tartışıyor. Makale harika. Tıpkı az önceki süreç gibi bir zincirleme duygusu yaratıyor. Bir ilginç kadın, onu konuşan arkadaşları, bunu dinleyen Smith, onu derleyen Gardiner, onu kitap sitesinde “finished” yapan okur.
(Yazıyı derleyip toparlayıp, gazete formatına sokup Birgün’e yolladım, “Analizlerin Analizi kitabı” oldu.)
Slow | Leonard Cohen
I’m slowing down the tune I never liked it fast You want to get there soon I want to get there last It’s not because I’m old I’m lacing up my shoe It’s not because I’m old I always liked it slow: It’s not because I’m old All your moves are swift I like to take my time I always liked it slow… I’m slowing down the tune So baby let me go |
Ritmi ağırlaştırıyorum Hızlısını hiç sevmedim Sen hemen varmak istiyorsun Ben, en son varmak isterim Yaşlı olduğumdan değil Ayakkabımı bağlıyorum Yaşlı olduğumdan değil Hep yavaşlığı sevdim Yaşlı olduğumdan değil Tüm hamlelerin çevik Aceleye getirmek istemem Ben hep yavaşı sevdim… Ritmi ağırlaştırıyorum O yüzden, bırak gideyim tatlım |