Bernhard, Ölümsüzlük Üzerine

“Stefan Kilisesi’nde ölüm yere düşünceye kadar oturma isteği duymuştum, dedi. Ama başaramadım, bu isteğe karşı duyduğum derin yoğunluğa rağmen. Bunun daha da ötesine geçecek yoğunluğa olanağım olmadı, dedi, zaten isteklerimiz de ancak en yüksek yoğunlukla dilersek yerine gelir. Çocukluğundan beri ölme isteği duymuş, hani denir ya, kendini öldürme isteği, ama hiçbir zaman bu konuda en yüksek yoğunluğu gösterememiş. Daha başlangıçtan beri, aslında her şeyiyle ona iğrenç gelen bir dünyanın içine doğmuş olmakla başa çıkamamış. Büyümüş ve bu ölme isteğinin birden yok olacağına inanmış, ama en yüksek yoğunluğa gene de ulaşamamış, dedi. Sürekli merakım intiharımı engelliyordu, dedi, diye düşündüm. Babamızı bizi döllediği için, anamızı bizi doğurduğu için, kız kardeşimizi de sürekli olarak mutsuzluğumuzun tanığı olduğu için affetmeyiz. Var olmak umutsuzluğa düşmekten başka bir değildir ki, dedi. Uyandığımda iğrenerek düşünüyorum kendimi ve başıma geleceklerin hepsi tüylerimi diken diken ediyor. Yattığımda ölmekten, bir daha uyanmamaktan başka bir isteğim olmuyor, ama sonra gene uyanıyorum ve bu korkunç süreç yineleniyor, yineleniyor sonuçta elli yıl boyunca, dedi. Elli yıl boyunca ölmekten başka bir şey düşünmediğimizi düşünerek gene de yaşıyor olmamız ve bunu tamamen tutarsız olduğumuz için değiştiremememiz, dedi. Çünkü biz kendimiziz acınacak olan, alçağın ta kendisiyiz. Müzik yeteneği yok! diye bağırdı, var olma yeteneği yok! O kadar kendimizi beğenmişiz ki, müzik eğitimiyle olacak bu iş sanıyoruz, oysa yaşama yeteneğimiz bile yok, var olmayı bile beceremiyoruz, çünkü var olmuyoruz bile, var olunuyoruz! diye söylendi bir keresinde Wahringer Caddesi’nde halimiz kalmayıncaya kadar dört buçuk saat Brigittenau’da dolaşmamızdan sonra. Eskiden gece yarılarını Koralle‘de geçirirdik, dedi, artık Kolosseum‘a bile gitmiyoruz! dedi, her şey nasıl da tamamen uygunsuzluğa doğru değişti. Bir dostumuz olduğunu sanıyoruz, ama zamanla dostumuz olmadığını görüyoruz, çünkü kesinlikle hiç kimsemiz yok, gerçek bu, dedi.”

Thomas Bernhard, Bitik Adam, çev. Sezer Duru, Yapı Kredi Yayınları, 2016 [1983], 6. basım, s. 36-7.

Houellebecq, Fedakarlık Üzerine

“Bu kadın yedi yaşından başlayarak çiftlik işlerinde, yarı ilkel alkolikler arasında korkunç bir çocukluk geçirmişti. Erişkinlik dönemi, bir anısı olamayacak kadar kısa sürmüştü. Kocasının ölümünden sonra hem dört çocuğunu yetiştirmiş hem de fabrikada çalışmıştı. Kış ortasında, ailenin temizliği için avludan su taşımıştı. Altmışından sonra, henüz emekli olduğunda, yeniden küçük bir çocukla oğlunun oğluyla uğraşmayı kabul etmişti. O çocuğun da hiçbir eksiği olmamıştı; ne temiz giysiler ne pazar öğlenleri güzel yemekler ne de sevgi eksikti. yaşamı boyunca tüm bunları yapmıştı bu kadın. İnsanlık tarihinin -az bile olsa- tümü kapsayan bir araştırması, bu tür olayları göz önünde tutmak zorundadır. Tarihsel olarak bu tür insanlar yaşamıştır. Tüm yaşamları boyunca, yalnızca özveri ve sevgiyle çalışan, zor koşullarda çalışan, yaşamlarını bir özveri ve sevgi anlayışı içinde, gerçek anlamda başkalarına adayan, hiçbir zaman kendilerini feda ediyormuş duygusuna kapılmayan, başkalarına yaşamlarını adamaktan başka bir yaşama biçimi düşünmeyen insanlar. Uygulamada bu tür insanlar genellikle kadınlardı.”

Michel Houellebecq, Temel Parçacıklar, çev. Osman Senemoğlu, Can Yayınları, 2013 [1998], s. 90.

Zerzan, Sol Eleştirisi

“Sol, birey ve doğa açısından çok büyük ölçüde iflas etti. Sol ile yeni anarşi hareketi arasındaki mesafe, bu arada giderek genişliyor. Örneğin Pierre Bourdieu ve Richard Rorty saçma sapan şekilde, entelektüeller ile sendikalar arasında yeni bir ilişkinin özlemini çekiyorlar, sanki bu gerçekleşmesi olanaksız fikir her nasılsa temel düzeyde değişiklik yaratacakmış gibi. Jurgen Habermas’ın kaleme aldığı Between Facts and Norms (Olgular ile Normlar Arasında), mevcut ilişkilere yönelik bir özür dilemedir ve modern yaşamın gerçek sömürgeleştirilmesine kördür; önceki yapıtlarına nazaran çok daha eleştiriden yoksun ve olumlayıcıdır. Hardt ve Negri, ilgili tercihe daha doğrudan değiniyorlar: Üretken işbirliği ağlarından kurulmuş bir maddesellik açısından, diğer bir deyişle üretken bir şekilde inşa edilmiş bir insanlık perspektifinden konuşmuyor olsaydık, anarşist olacaktık… Kesinlikle anarşist değil, komünistiz.” Diğer taraftan, bu meseleyi daha fazla netleştirmek için Jesus Sepulveda “anarşi ve yerli halk hareketleri, uygar düzene ve onun standartlaştırıcı uygulamalarına karşı mücadele ediyorlar,” gözleminde bulundu.

Elbette tüm anarşistler, teknoloji ve uygarlık karşısında artan kuşkuyu paylaşmıyor. Örneğin, Noam Chomsky ve Murray Bookchin, ilerleme hareketinin geleneksel kucağında kalmakta inat ediyorlar. Anarko-sendikacılığın Marksist damarı, bu bağlılığın tipik örneğini teşkil ediyor ve solcu akrabalarıyla birlikte yavaş yavaş yok oluyor.

Üretim süreci ve yıkıcı rotasının etkisinden fazlasıyla haberdar olan Marx, teknolojik dinamiğin yine de kapitalizme içten içe zarar vereceğine inanıyordu (ya da inanmak istiyordu). Ne var ki “katı olan her şey buharlaşmıyor“*; daha çok, her zaman olduğu haliyle kalıyor. Bu durum kapitalizm için olduğu kadar uygarlık için de geçerlidir.

Ve uygarlık artık, toplumsal düzenin geri kalanından -sermayeye özgü dünya peyzajından- ayrılması mümkün olmayan, teknolojinin kendisine verdiği formu taşıyor ve teknoloji, uygarlığın en derin değerlerini biçimlendirip dışa vuruyor. Heidegger, “büsbütün teknolojik koşullarla baş başa kaldık” sonucuna vardı; Heidegger’in açık seçik ifadesi, teknolojinin “yansızlığı” mitini tek başına teşhir etmek için yeterlidir.

*[Marx’ın Komünist Manifesto‘da, “her şey kendi anti-tezine gebedir” anlamında kullandığı “katı olan her şey buharlaşıyor” ifadesine gönderme. -y.n.]

John Zerzan, Makinelerin Alacakaranlığı, çev. Rahmi G. Öğdül, Kaos Yayınları, 2003 [2008], s. 98-100.

Kristeva, Modern İnsan ve Ruh Üzerine

“Kendimize bir ruh oluşturmak için gerekli ne zamanımız ne de yerimiz var. Bu tür bir kaygıya dair basit bir şüphe bile saçma ve yersiz bulunuyor. Kendi kibrine ve başına buyrukluğuna göbekten bağlı modern insan, belki acı çeken ama asla vicdan azabı duymayan bir narsisiktir [sic]. Istırap onu bedeninde yakalar; onu bedenselleştirir. Yakındığında, umarsızca arzuladığı şikayetinden daha fazla hoşnut olabilmek için yakınır. Eğer depresyona girmemişse, asla tatmin nedir bilmeyen sapkın bir arzu içinde sıradan ve değersiz nesnelerle coşarak kendinden geçer. Parçalanmış ve hızlanmış bir zaman ve uzamda ikamet eden bu modern insan, genellikle kendi yüzünü tanımakta zorluk çeker. Cinsel, öznel ya da ahlaki bir kimliğe sahip olmayan bu amfibi bir sınır varlığıdır, bir “sınır kişilik”tir ya da bir “sahte ben”dir. Genellikle edimsel sarhoşluk coşkusu bile hissetmeden edimde bulunan bir bedendir. Modern insan ruhunu kaybetme yolundadır. Ama bunun farkına bile varamamaktadır, çünkü özne için temsilleri ve anlamlandırıcı değerlerini kaydeden tam da psişik aygıttır. Karanlık oda artık bozulmuştur, çalışmamaktadır.

Modern bireyin içinde biçimlendiği toplum elbette ki bu bireyi çaresiz bırakmaz. Birey bazen oldukça etkili olan bir çareyi nörokimyada bulur. Nörokimya uyku bozukluklarını, kaygıları, kimi ruhsal hastalıkları ve bazı depresyonları tedavi edebilir. Kim buna kusur bulacak ki? Beden ruhun görünmez alanını ele geçiriyor. Öyleyse perde! Bunun sorumlusu siz değilsiniz. İmgelere boğulmuşsunuz, imgeler sizi alıp götürüyor, sizin yerinize geçiyor, hayal alemindesiniz. Halüsinasyonla kendinden geçme: Artık ne zevk ile gerçeklik, ne de doğru ile yanlış arasında bir sınır var. Gösteri bir düş yaşamıdır, hepimiz bu yaşamdan pay almak istiyoruz. “Siz”, “biz” diye bir şey var mı? İfadeniz standartlaşıyor, söyleminiz normalleşiyor. Sizin bir söyleminiz var mı ki?”

Julia Kristeva, Ruhun Yeni Hastalıkları, çev. Nilgün Tutal, Ayrıntı Yayınları, 2017 [1993] (2. basım), s. 17.

Sennett, Zanaat ve Kod Üzerine

“Bu şekilde anlaşıldığında zanaatçılık esnek kapitalizmin kurumları içinde huzursuzca oturur. Sorun, yaptığımız tanımın son kısmında yatıyor: Bir şeyi o şeyin kendisi için yapmak. İnsan bir şeyi nasıl iyi yapacağını ne kadar iyi anlarsa, ona o kadar özen gösterir. Ne var ki, kısa vadeli işlemler ve sürekli değişen görevler üzerine kurulu olan kurumlar bu derinliği üretmez. Hatta şirket bundan korkabilir; buradaki yönetim şifresi içe doğru büyümedir. Sırf bir etkinliği doğru yapmak için o etkinliğin derinlerine inen kişi, diğerleri tarafından, tek bir şeye saplanmış, yani içe doğru büyümüş kabul edilir; ve zanaatçı için saplantı aslında gereklidir. Bu kişi kaşla göz arasında konup kalkan ve asla yuva yapmayan danışmanın tam tersidir. Dahası, kişinin herhangi bir uğraş için becerilerini derinleştirmesi zaman alır. Üniversiteden yeni mezun olmuş genç bir meslek sahibinin incelediği deneklerden aldığı bilgilerin hangilerinin gerçekten işe yarar olduğunu anlaması genellikle üç, dört yıl alır. Kabiliyeti pratikle derinleştirmek, insanların pek çok farklı şeyi kısa sürede yapmasını isteyen kurumların amacına ters düşer. Esnek şirket akıllı insanlardan faydalanır; ama eğer bu insanlar kendini zanaatçılığa verirse sorun yaşar.

Hukuki nedenlerle ismini veremeyeceğim büyük bir yazılım firmasında çalışan ve bir zamanlar görüşme yaptığım bir grup programcıyla tekrar görüşmeye gittiğimde bu çatışmaya iyi örnek olacak bir durumla karşılaştım. Bu programcılar, firmanın henüz tamamlanmamış yazılımların çeşitli versiyonlarını önce satıp sonra tüketicilerin yaşadığı sorunlar ve tüketicilerden gelen şikayetler doğrultusunda “düzeltme”sine içerliyordu. Sendikalara büyük bir antipati duyan programcılar, “craft in code” adını verdikleri gevşek bir mesleki hareket geliştirmekteydi ve şirketin bu son derece karlı fakat düşük kaliteli uygulamadan vazgeçmesini talep ediyorlardı. Programları doğru bir şekilde geliştirmek için gereken zamanın verilmesini istiyorlardı; onlar için anlamlı çalışma, işi işin kendisi için iyi yapmaya bağlıydı.”

Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü, çev. Aylin Onocak, Ayrıntı Yayınları, 2015 (3. basım), s. 78.