Auster, Karakteri Tanıtmak (I)

Miles Heller

Miles yirmi sekiz yaşında; bildiği kadarıyla hiçbir beklentisi yok. En azından ateşli bir hırsı, makul bir gelecek kurmanın kendisine neler sağlayacağı hakkında en ufak bir fikri yok. Florida’da daha uzun süre kalmayacağını, yakında yine başka yerlere gitmek isteyeceğini biliyor; ama o isteğin kendisini harekete geçmeye zorlayacağı ana kadar, ileriye bakmadan bugünü yaşamakla yetiniyor. Üniversiteyi bırakıp başına buyruk yaşadığı şu yedi buçuk yıl içinde başardığı bir şey varsa, o da günü gününe yaşamak, bugün burada olmakla yetinmek yeteneğini geliştirmek oldu; bu, insanın becereceği en övünülecek bir iş olmasa da, belirli bir disiplini ve özdenetimi gerektirmişti. Hiçbir tasarısı olmamak, elindekiyle yetinmek, güneşin doğuşundan bir sonraki tan vaktine kadar olan sürede dünya neyi sunuyorsa onu kabullenmek -kişi böyle yaşayabilmek için bir insanın isteyebileceklerinin en azını istemek zorundadır.

O da isteklerinden azar azar vazgeçerek olabilecek en düşük noktaya indirdi. Sigarayı ve içkiyi bıraktı, yemeğini artık lokantada yemiyor, televizyonu, radyosu, bilgisayarı yok. Arabasını bisikletle takas etmek istiyor; ama arabayı başından atamıyor, çünkü aldığı işler bisikletle gidilemeyecek kadar uzak yerlerde. Aynı durum seve seve kaldırıp çöpe atacağı cep telefonu için de geçerli; ama iş nedeniyle telefona ihtiyacı olduğundan ondan da vazgeçemiyor. Dijital kamera belki kurallarına aykırıydı; ama bitip tükenmeyen çöp temizleme işinin kasveti ve zahmeti yüzünden, kameranın hayatını kurtardığını hissediyor. Yoksul bir mahallede, ufak bir apartman dairesinde oturduğu için kirası az ve hayati gereksinimlere harcadığı para dışında tek lüksü kitap almak, ciltsiz kitaplar, çoğunlukla da roman, Amerikan romanları, İngiliz romanları, yabancı romanların çevirileri; ama sonuçta kitaplar lüks değil, hayati gereksinimlerden biri ve okumak da iyileşmeyi hiç istemediği bir bağımlılığı.” (s. 14-5)


Bing Nathan

“O, öfkenin savaşçısı, hoşnutsuzluğun şampiyonu, çağdaş dünyanın kirli çamaşırlarını ortaya döken bir militan, yeni düşmüş dünyanın kalıntılarından yeni bir gerçek kurmayı hayal eden biri. Kendisi gibi yerleşik düzenin çoğu muhaliflerinin aksine, siyasal eyleme inanmıyor. Hiçbir harekete ya da partiye üye değil, hiç topluluk karşısında konuşma yapmadı ve binaları yakıp yıkmak, iktidarları devirmek için öfkeli yığınları sokağa sürmeye hevesi yok. Onunki tamamen kişisel bir konumlanma ve yaşamını kendi belirlediği ilkelere göre sürebilirse, başkalarının da kendini örnek alıp izleyeceğinden emin.

Bu yüzden Bing dünya derken, hiçbir biçimde etkileyemeyeceği kadar büyük ve parçalanmış olan dünyayı değil, kendi dünyasını, kendi yaşam sınırları içindeki küçük dünyayı kasteder. O nedenle de gündelik meselelerin yerel, özel, neredeyse görünmeyen ayrıntıları üzerinde yoğunlaşır. Bu durumda verdiği kararlar hiç kuşkusuz küçük çaplıdır; ama küçük demek her zaman önemsiz anlamına gelmez ve her gün kendi hoşnutsuzluğunun temel kuralına bağlı kalmaya, yani genel geçer şeylere muhalif olmayı, bütün cephelerde statükoya direnmeyi sürdürmeye çalışır. O doğmadan yaklaşık yirmi yıl önce başlayan Vietnam Savaşı’ndan bu yana Amerika denilen kavramın kendini tükettiğini, ülkenin artık işlemez bir durumda olduğunu ama bu çöken ülkedeki parçalanmış yığınları birleştirmeyi hâlâ sürdüren bir şey varsa, Amerikan kamuoyu herhangi bir konuda hâlâ görüş birliğinde oluyorsa, bunun gelişme kavramına olan inançtan kaynaklandığını iddia eder. Buna inananların yanlış düşündüğünü, geçmiş yıllardaki teknolojik gelişmelerin aslında yaşamdaki olanakları sınırladığını söyler. Kazançtan başka şey düşünmeyen şirketlerin o hırsla oluşturdukları tüketim kültürü ortamında çevredeki görüntünün giderek çirkinleştiğini, giderek insana yabancılaştığını, giderek anlamsızlaştığını ve bütünleştirici, birleştirici olma amacını yitirdiğini söyler. Onun başkaldırıları, belki kapsamlı olmayan, kısa vadede çok az, hatta hiçbir başarı sağlamayan hareketlerdir; ama onun insan olma onurunu pekiştiren, kendi gözünde kendisine soyluluk katan davranışlardır. Geleceğin çoktan yitirilmiş olduğunu kabullenir, o yüzden de önemli olan sadece bugünse, bugünü geçmişin ruhuyla yoğurmanın gerekli olduğu görüşündedir. Ne cep telefonu kullanır ne bilgisayar ne de herhangi bir başka dijital aygıt – çünkü yeni teknolojilerden pay almayı reddeder. Hafta sonları altı kişilik bir caz grubunda davul ve vurmalı çalgılar çalar – çünkü caz çoktan öldü ve artık çok az sayıda mutlu insan cazla ilgileniyor. İşte bu yüzden üç yıl önce kendi işini kurdu – çünkü diretilen düzenle savaşmak istiyordu. Kırık Eşyalar Hastanesi, Park Slope, Beşinci Cadde üzerindeydi. Bir çamaşırhane ile eski moda giysiler satan bir dükkânın arasında yer alan bu avuç içi kadar işyerinde yeryüzünden silinip gitmiş bir döneme ait eşyalar onarılır: mekanik daktilo makineleri, dolmakalemler, mekanik saatler, tüplü radyolar, pikaplar, kurmalı oyuncaklar, kollu şeker makineleri, numaraları elle çevrilen telefonlar. Kazandığı paranın yüzde doksanının resim çerçevelemekten gelmesi hiç de önemli değildir. Onun dükkânı eşsiz ve paha biçilmez bir hizmet sunar ve yarım yüzyıl öncesinin eski endüstrilerinden kalma bozuk bir cihazı onarırken, cephede savaşan bir generalin iradesi ve coşkusuyla işe dört elle sarılır.

Elle tutulabilir olmak. Arkadaşlarıyla görüşlerini tartışırken Bing’in en sık kullandığı terim budur… (s. 71-3)

Paul Auster, Sunset Park, çev. Seçkin Selvi, Can Yayınları, 2011 [2010].

Ergin, Yara ve Arzu

Ben kendi hâlimde buraya alıntılar taşırken, bir dostum bana bir alıntıyı gönderince heyecanlandım. Hem de ortak etkilendiğimiz, konuştuğumuz bir Ankara romanından olunca, tekrar tekrar okudum, hatırladım. Akşam eve gelince, sayfasını bulmak için kitabı tararken sonlarına doğru paragrafa rastladım, kitapta kıvırdığım tek sayfa buymuş. Bir daha unutmayayım diye buraya da iliştireyim dedim.

“Neden anlamadın benim sadık dostum? Saf inançlarından, iflah olmaz sevginden neden bir an olsun ödün vermedin? Bizi, Filiz ve beni öyle şimşekli bir gecede neden yalnız bıraktın kardeşim? Bilmez misin biriyle baş başa kalınca dilin çözülmesi gibi tüm arzular da yıkar engellerini, dağılıverirler sağa sola. Önce göğse girerler, orayı kabartırlar. Sonra beyne ulaşırlar, ne kadar gizli kalmış, saklanmış yara varsa hepsini gün yüzüne çıkarırlar. Ne dostluk bilirler, ne güven, ne kardeşlikten nasiplenmişlerdir, ne de iyilikten. Sen onları bilmez misin? Kabuk bağlayan, kaşınan, kanayan, acıyan, yanan ne kadar yara varsa hedefidir onların. İlk onlara saldırırlar. Bulutlar, şimşekler, mavi kıvılcımlar yoldaştır onlara. O arzular insanların gizlerini, sakladıklarını ayan beyan be zamansız ortaya döküverirler. Ne erdem bilirler, ne kural, ne ahlak, ne etik, ne kardeşlik… Onların bildiği tek şey vardır: Yaralar kapatılmalıdır. Halbuki ne yaparsan yap, ne söylersen söyle, o yaralar kapanmaz. Yaralar, arzulardan güçlüdür Zafer. Yaralar kadir kıymet bilmezler. Dünyayı karşına almışsın, dostunu çiğneyip geçmişsin, tüm değerlerini bir saniyede yakıp yıkmışsın; hiçbir şeye bakmazlar. Yaralar yanmaya ve acımaya devam ederler.”

Serhan Ergin, Bize Kalsa Böyle Geçerdi Akşamlar, İletişim Yayınları, 2015, s. 159.

Blanchot, Yazma, Kitap ve Okuma Üzerine (I)

Bir Blanchot kitabından “yazı” üzerine kısa bir pasaj alıntılamak ahmaklık. Külliyatı zaten yazmayı, okumayı, alıntılamayı, başka metinleri, onların yazarlarıyla muhabbeti kuşatmış okur-yazardan böylesi bir parça söküp çıkarmak utanç verici.

  • Ne okumak, ne yazmak, ne konuşmak, ne var ki sadece bunlarda yatar daha şimdiden söylenmiş olandan, Bilme’den, anlaşmadan kurtuluşumuz, verilenin belki kimse tarafından alınmadığı meçhul uzama, darlık âlemine girişimiz. Felaketin eli açıklığı. Ki orada hayat, ölüm, daima aşılmıştır.
  • Yazma yeteneği tam da yazının reddettiği şeydir. Artık yazmayı bilmeyen, aldığı armağandan vazgeçen, dili tanınmaz hâldeki kimse, sınanmamış deneyimsizliğe, var bile olmadan haslığa-geliş’e (avènement) meydan veren “has”ın yokluğuna daha yakındır. Üslubu, üslubun özgünlüğünü öven, her şeyi bırakmayı ve her şey tarafından bırakılmayı reddetmiş olan yazarın benliğini yüceltir yalnızca. Pek yakında hatırı sayılır olacaktır; dikkate şayan olmak onu iktidara teslim eder; silinmenin, kaybolmanın yokluğunu çeker.

Ne okumak, ne yazmak, ne konuşmak, dilsizlik değildir bu, belki asla işitilmemiş mırıltıdır: homurtu ve sessizlik.

  • “Kendinin temeline varan ve yaşamın bütün derinliğini tanıyan odur ki, bir gün her şeyi bırakmıştır ve her şey de onu bırakmıştır, her şey onun için batmıştır ve kendini sonsuzla baş başa görmüştür: Platon’un ölümle karşılaştırdığı büyük bir adımdır bu.” (Schelling’den alıntılayan Heidegger.)
  • Niçin bir kitap, kopmanın sarsıntısının -felaketin biçimlerinden biri- onu tarumar ettiği yerde hâlâ? Şundan dolayı ki, kitabın düzeni onda eksik olan için, ondan sıyrılan yokluk için zorunludur: Aynı şekilde, “haslaştırma”daki “has”, insan ile varlığın birbirlerine ait olduğu olay, yasadan, izden, keza güvenceli bir anlamın sonucundan kaçan yazının has-olmayanında uçuruma batar. Ama “has-olmayan” (impropre) yalnızca “has” olanın olumsuzlanması değildir, ondan uzaklaşırken ona yakınlaşır: Onu uçurumun içine çeker, yanlış yoldan çevirerek onu kendine bağlar. Has-olmayanda hâlâ has olan tınlar: kitap yokluğu gibi kitap-dışı da aştığı şeyin işitilmesini sağlar. Bundandır parçalılığa çağrı ve felakete başvuru, eğer felaketin yalnızca feci olan olmadığını hatırlar isek.
  • Niçin hâlâ kitaplar? Kitabın sakin, çalkantılı sonunu, yazının emeğiyle varılan sonunu deneyimlemek için değilse eğer; öznenin dağılışı, çokluğun açığa çıkışı, bizi M’Uzan’ın sözünü ettiği “vefat vazifesi”ne teslim ederken, ki onun önerdiğinden farklı olarak arzunun tazelenişiyle hayatı tükenişe kadar yaşatmakla yetinemeyecek olan bir vazifedir bu. Ben bu vazifede daha çok tutkuyu, sabrı, yaşamı ölmeye açan ve olayı olmayan uç noktadaki edilgenliği görüyorum -tıpkı (kendi başına yaşayan adını Rober Laporte’un bize önerdiği gibi) yazıdan yaşamak ve ölmek demek olan, daha şimdiden üstü çizilmiş “yaşam öyküsü”nün hiçbir şeyin meydana gelmesine izin vermediği, hiçbir şeyi, yazma olgusunu bile güvence altına almadığı gibi-, ki bu edilginlik de sizin istikrarlı ve neredeyse mesleki bir tabir olarak yazarlığa atfettiğiniz şu hayatta-kalan-ölüyü nötrlüğün gizemine havale eder.
  • Yazardı olanaklı olsa da olmasa da, ama konuşmazdı. İşte böyledir yazının sessizliği.
  • “Yazmak dur durak bilmez, ne var ki metin ancak ardında boşluklar, gedikler, yırtıklar ve başka kopukluklar bırakarak ilerler, ama kopuşların kendisi de çabucak yeniden kayda geçirilir, en azından … müddetçe” (Roger Laporte) – “Yazmak … belki yeni bir türden çok daha fazlasını oluşturabilir.” Ama “Yazmak her tür yazıyı, her tür tipografiyi, her tür kitabı reddediyorsa, o hâlde nasıl yazılır?” … “Nasıl olup da onca uzun zaman boyunca yeni bir tür yaratma biçimindeki estetik tasarıyla özdeşleşmiş olduğumu anlayamıyorum.” “Yazmanın üstü yalnızca eğri bir çizgiyle çizilmişti: Yıkım işini sonuna kadar götürmem gerekiyor.” (R. L.)
  • “… bir metni kitap olma mutsuzluğundan kurtarmak.” (Levinas)
  • Meydana gelmiş olan meydana gelmiş değildir -böyle konuşurdu sabır, son aceleye gelmesin diye.
  • “Ben” doğmuş olmadan önce ölür.
  • Maddecilik: “benim olan” belki, sahiplenme [haslaştırma] ya da bencillik olduğundan, sıradan olur; ama başka insana ilişkin maddecilik -başkasının açlığı, susuzluğu, arzusu- maddeciliğin hakikatidir, önemidir.
  • Bir okuma vardır ki etkindir, üreticidir -metni ve okuru o üretir, bizi alır götürür. Sonra metne itaat eder görünerekten metne ihanet eden edildin bir okuma vardır, metnin nesnel biçimde, tam biçimde, egemen biçimde: bütünlüklü biçimde var olduğu yanılsamasını verir. Son bir okuma daha vardır, o da artık edilgin okuma değil, edilginliğin oku(n)masıdır, hazsız, neşesiz, hem kavrayıştan hem de arzudan kaçan bir okuma; ‘her şey söylendi’nin ötesindeki, Söyleme’nin işitileceği ve son tanığın tanıklığının dile getirileceği “esin veren” uykusuzluktaki gibi, gece uyanıklığındaki gibi.
  • Son tanık, tarihin sonu, çağın kapanışı, dönemeç, bunalım -ya da (metafizik) felsefenin sonu.

Maurice Blanchot, Felaket Yazısı, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, 2014 [1980], s. 140-3.

Maurice Blanchot – Kaynakça

Kitap

  • Thomas l’Obscur, 1941 [Karanlık Thomas]
  • Aminadab, 1942
  • L’Arrêt de mort, 1948 [Ölüm Hükmü]
  • Faux Pas, 1943
  • Le Très-Haut, 1949 [Yüceler Yücesi]
  • La Part du feu, 1949
  • L’Espace littéraire, 1955 [Yazınsal Uzam]
  • Le Dernier homme, 1957 [Son İnsan]
  • Le Livre à venir, 1959 (The Book to Come)
  • L’attente, l’oubli, 1962 [Bekleyiş Unutuş]
  • L’Entretien infini, 1969 (The Infinite Conversation)
  • L’Amitié, 1971 [Dostluk]
  • Le Pas au-delà, 1973 [Öteye Adım – Yok Ötesi]
  • La Folie du jour, 1973 [Günün Deliliği]
  • L’Ecriture du désastre, 1980 [Felaket Yazısı]
  • La Communauté inavouable, 1983 [İtiraf Edilemeyen Cemaat]
  • Après coup, Précédé par Le Ressassement éternel, 1983 [Sonradan Sonsuz Yineleme]
  • L’Instant de ma mort, 1994 [Ölüm Anım]
  • Une voix venue d’ailleurs, 2002

İkincil

  • Steven Shaviro, Passion & Excess: Blanchot, Bataille, and Literary Theory, 1990
  • Hélène Cixous, Readings: The Poetics of Blanchot, Joyce, Kafka, Kleist, Lispector, and Tsvetayeva, 1991
  • John Gregg, Maurice Blanchot and the Literature of Transgression, 1994
  • Steven Ungar, Scandal & Aftereffect: Blanchot and France since 1930, 1995
  • Carolyn Bailey Gill, Maurice Blanchot: The Demand of Writing, 1996
  • Deborah M. Hess, Complexity in Maurice Blanchot’s Fiction: Relations Between Science and Literature, 1999
  • Deborah M. Hess, Politics and Literature: The Case of Maurice Blanchot, 1999
  • Leslie Hill, Blanchot: Extreme Contemporary, 2002
  • Gerald L. Bruns, Maurice Blanchot: The Refusal of Philosophy, 2002
  • Kevin Hart, Nowhere Without No: In Memory of Maurice Blanchot, 2003
  • Kevin Hart, The Dark Gaze: Maurice Blanchot and the Sacred, 2004
  • Kevin Hart & Geoffrey H. Hartman, The Power of Contestation: Perspectives on Maurice Blanchot, 2004
  • Lars Iyer, Blanchot’s Communism: Art, Philosophy and the Political, 2004
  • Lars Iyer, Blanchot’s Vigilance: Literature, Phenomenology and the Ethical, 2005
  • Eugene Chang, Disaster and Hope: A Study of Walter Benjamin and Maurice Blanchot, 2006
  • Outi Alanko-Kahiluoto, Writing Otherwise Than Seeing: Writing and Exteriority in Maurice Blanchot, 2007
  • Kevin Hart, Clandestine Encounters: Philosophy in the Narratives of Maurice Blanchot, 2010
  • Leslie Hill, Radical Indecision: Barthes, Blanchot, Derrida, and the Future of Criticism, 2010
  • John McKeane & Hannes Opelz (eds.), Blanchot Romantique: A Collection of Essays, 2011
  • Mark Hewson, Blanchot and Literary Criticism, 2011
  • Leslie Hill, Maurice Blanchot and Fragmentary Writing: A Change of Epoch, 2012
  • Ian Maclachlan, Marking Time: Derrida, Blanchot, Beckett des Forêts Klossowski Laporte, 2012
  • Christopher Fynsk, Last Steps: Maurice Blanchot’s Exilic Writing, 2013
  • Aaron Hillyer, The Disappearance of Literature: Blanchot, Agamben, and the Writers of the No, 2013
  • Crispin T. Lee, Haptic Experience in the Writings of Georges Bataille, Maurice Blanchot and Michel Serres, 2014
  • Jeff Fort, The Imperative to Write: Destitutions of the Sublime in Kafka, Blanchot, and Beckett, 2014
  • Philippe Lacoue-Labarthe, Ending and Unending Agony: On Maurice Blanchot, 2015
  • David Applebaum, In His Voice: Maurice Blanchot’s Affair with the Neuter, 2016
  • William S. Allen, Aesthetics of Negativity: Blanchot, Adorno, and Autonomy, 2016
  • William S. Allen, Blanchot and the Outside of Literature, 2018
  • Christophe Bident, Maurice Blanchot: A Critical Biography, 2018
  • Leslie Hill, Nancy, Blanchot: A Serious Controversy, 2018

Video

Bloch, Oyun Tarzları, Maalesef [günde ve kentte oluş]

“1.
Gün, fazla bir şey vaat etmiyor gibiydi bugün.

Para yoksa Paris bile küçülür. Eski işçi meyhânesine gittim ki daha kötü olup da daha ucuz olmayanları da var.

Fakat orada kendinden geçen birini gördüm; hem de adamakıllı, öylesine masûm bir haz duyarak, tam da olması gerektiği gibi. Karşımda duran adam, çalışmaktan yıpranmış yumruklarında bir ıstakoz tutuyordu, ısırdı ve öyle bir kırmızı kabuk tükürdü ki, sanki yerden kabuk fışkırıyordu. Şu da var ki, ona bir kez sahip olduğunda da, kabuğun içindeki yumuşak varlığa sessizce ve anlayışla, neşeyle hitap ediyordu. Burada bir mal, nihâyet, keyif süren burjuvalar tarafından aşağılanmıyordu; yoksulların teri, yani sermaye rantının utancı bu adamın aldığı tada karışmamıştı. Bu, henüz hiçbir burjuvanın burjuva olmaktan utanmadığı ve kendini sadece rahatlıkla değil, gururla da bir rantiye olarak adlandırdığı Paris’te tuhaf mı tuhaftı. Istakozlu işçi hikâyesi, çok eskide kalan, o zamanki büyük soygunla ilgili başka şeyleri de hatırlatacaktı. Böylelikle de, paranın artık mallar etrâfında havlamadığı veya içlerinde kuyruk sallamadığı belirli bir süre-sonrası ışır gibi oldu; hani sâf zihniyet/hissiyat ile sâf ısırık arasındaki tümüyle aptalca seçime hiç de gerek kalmayan zamanlar…

2.
O akşam hiç de her zamanki gibi yürümüyordu insanlar. Soldan yukarı, sağdan aşağı vınlayan arabaların hızla insanın üstüne üstüne geldiği cadde-ortasından kaçılmıyordu.

Aksine, bu orta şerit nihâyet canlanmıştı, hattâ üzerinde bir şeyler boy veriyordu. Caddenin hâkimi olan trafiğin bombardımanı kesilmiş, daha öteye, çevre yollara çekilmişti ve hârikulâde asfaltta âdetâ oturuluyordu. Caddenin üzerine çaprazlama asılan kâğıttan fenerler, içerisinde dans edilen alçak bir mekân yaratıyordu. Evler bu mekânın duvarlarını oluştururken, etrâftaki aydınlatılmış pencereler, tıpkı kendi kendine parıldayan ve içinde insanların iki misli yansıdığı aynalar gibi, yeni lambalar olarak parlıyorlardı. Ve en güzeli de, dans mekânının sadece iki yandan kapalı oluşu, bunun dışında tek başına, hem de yan sokaklarıyla birlikte uzun caddeye sahip olmasıydı. İleriki köşeden yine müzik sesi yükseliyor ve çiftler ışıldayan mahallede dilediklerince dolanıyorlardı.

İşte bu, 14 Temmuz’da, o büyük gündeki Paris Caddesi’dir. Bastille ele geçirildiğinde de halk dans etmişti, kalenin yerle bir edildiği yerin üzerinde. O yer kutsal ruhların çimenliğini temsil ediyordu ve bu değişmedi; tabiî o zamanlar dansın doğası farklıydı. Fakat devrimciler sâkinleşip, gençlik çılgınlıklarına son vermiş olsalar da, “millî bayram”ın içinden o uzak hâtıra yine de beliriyor ara sıra. Ama, öyle millete toptan bir bağlılıkla falan değil, aksine, yeniyetme bourgeois gentil’homme(*) ile barış yapmaya yanaşmadan. Zirâ, 14 Temmuz 1928’de hasır şapkalı bir bey tarafından sürülen bir araba, sözü edilen o dans caddelerinden birine girmeye kalkıştığında, o ânda dans edilmediği hâlde, öncesinde de bir dizi sıradan taksinin buradan geçmiş olmasına rağmen, halk ona yol açmamıştı. Herhâlde, aslında pek de bir özelliği olmayan, ama burada tuhaf bir şekilde -belki de renginin açıklığından ve genelde araçlar hasır şapkalarla sürülmediğinden- egemen sınıfın simgesi hâline gelen hasır şapkaydı milleti kızıştıran. Kışkırtıcı hasır şapka geri çekilmedi, aksine tam gaz kalabalığın içine daldıydı. Fakat yirmi bilek-pençe arabayı arkadan tutmuştu bile; onu öfkeli egzozuna inat, tekrar gönüllü yarış pisti olan caddeden aşağı sessiz bir ritimle bir o yana bir bu yana çekiyordu. Propriétaire/Mal sahibi (sürücü) bile, tepki vermekten gelen tehditkâr bir spor hazzıyla sâkin bir şekilde çabalıyordu. Sadece bir keresinde nerdeyse geçip gitmeyi başaracaktı ki, ikinci sevinçli olay yaşandı: Genç bir kız âniden arabanın önüne atladı ve önce elinde tuttuğu, sonra ağzına götürdüğü bir çiçekle gülümseyerek korkusuzca dans edip, aracını frenleyen beyefendinin hareketlerini yönlendirmeye başladı; araba durduğunda ise büyük ve çalımlı bir istihzâyla, reveransla eğildi. Artık bu aşamada sürücünün gerçekten de kendisinin geri çekilmesine izin verilmesine imkân tanıması gerekirdi, ne ki egemen sınıfların teslim oluşları bile çarpık, soyut ve anti-diyalektiktir; kısacası, durumu kavrayacağı ve kendini bu durumdan kurtaracağı yerde, provokatör, milletin içine tam gaz dalmanın gücünü ondan daha az iddiâlı olmayan bir ricata çevirip, geri döndü, o ağır ve yanlış manevrasıyla bu kez gerçekten kalabalığın içine daldı. Birkaç kadın duvara sıkışmış, erkeklerin ise geriye dönen aracın arkasında yapacak yerleri kalmamıştı. Böylelikle hava birdenbire gerginleşti, küfürler savrulmaya başladı ve araba tam mânâsıyla linç edilircesine yanlardan kaldırılırken, son ânda sürücünün ön direksiyonu doğru konuma getirmesiyle araba devrilmekten kurtulup, şimşek gibi fırlayıp kaçtı. Kaçmasına kaçtıydı ama, o hasır şapka en azından hangi kılıkta olursa olsun, nelerin beyaz zambağın uhdesinde olduğunu öğrenmişti. Genç bir delikanlı şapkayı burjuvanın başından çekip kapmıştı, onu havaya fırlatıyor, sonra başkaları kapıyor, müzik de yeniden çalıyor ve çiftler dans etmeye başlıyordu; üstelik sadece ayak ve bedenleriyle değil, elleri de boş durmadan: Havaya fırlatılarak bir çiftten diğerine geçen hasır şapkayı aramakla meşgûldü eller, tâ ki şapka, âdetâ Bastille’in pek nâçizâne, pek temsilî biçimde ayaklar altında çiğnenmiş temsilcisiymiş gibi, üstünden silindir geçmişçesine nihâyet yere serilene dek. Artık kestirme caddeye girmek için yaklaşan akıllı uslu taksi şoförleri derhâl geri basıyorlardı; iktisat partisi iç savaşa katılmaz. Ve Âsiler Caddesi de kısa bir süre sonra Paris’te biraz 14 Temmuz dansı yapan tek cadde oolduğunu unutacaktı. Böylece hasır şapka tarihe geçmek bir yana, bir polis raporuna bile girmeyecek, sadece bu küçük, bekleyen öyküde yer bulacaktı.

3.
Yine Paris’te, çok sâkin bir adam iki yıl önce şunlara yol açmıştı.

Yeşil bir şnapsın önünde oturuyor, arada bir okuyordu. Kafe bu saatte çok işlek, sohbetler canlıydı, havaya ise politik bir huzûrsuzluk hâkimdi. Müşterinin yanında, onu ekmek zammı ve Frank’ın değer kaybı meselelerinden epey uzaklaştıran bir kitap vardı, ama belki de o kadar da uzağa götürmeyeni, zirâ üzerinden geçeli sadece otuz yıl olmuştu. Hani o vakitlerin deyimiyle fin du siècle’in [yüzyılın veya çağın sonu] üzerinden, ki o süslü insanlar, kışlalara “yollanan” birliklere rağmen, bunu unutmuş gibiydi. “Mamafih, daha yaşlıca okurlar”, böyle yazıyordu kitapta, “daha yaşlıca okurlar, gazetelerin bir vakitler Paris’teki, göründüğü kadarıyla üyelerini polisin sadece kısmen ele geçirebildiği, dallı budaklı bir çetenin yol açmış olduğu anarşist bombalı suikast olaylarını kısa aralıklarla tekrar tekrar haber edip durdukları o günleri ve dünyayı saran o büyük heyecanı belki hâlâ hatırlarlar. Bombalar, anlaşıldığı kadarıyla rasgele atılıyordu; evlere olduğu gibi St. Lazare tren istasyonundaki sık bir kafeye de, kâh millet meclisine kâh küçük bir lokantaya, hattâ içinde tek bir Allah’ın kulunun bulunmadığı Madeleine Kilisesi’ne bile. Bir kışla havaya uçmuş, Sırp elçi sokakta kurşunlanmış, Cumhurbaşkanı Sadi Carnot ise tiyatroya giderken bıçaklanarak öldürülmüştü. Devir, Revachol, Vailant, Henry, Caserio ve diğer tehlikeli eylem propagandacılarının devriydi, dinamitin ve burjuva toplum ve ahlâkına dönük o en sinsi tehdidin devri.” Böylece kitap söylentilerin tâ göbeğine, hattâ daha da geriye, çocukluk günlerinin korku dolu gecelerine götürüyordu: Ortaya çıkarılan anarşist birlikler bile, şakası olmayan kolportajdan (**) çıkmışçasına, dehşet uyandıran isimler taşıyorlardı. Meselâ “Bilancourt’un Belâ Delikanlıları”, “Batignolles’lu Panterler”, “Cettes’li Meşe Yürekliler”, “Doğanın Çocukları”, “Lille’li Kürek Mahkûmları”, “Sedan’ın Prangası” ve “Terre Noire’lı Yatağan” vardı. Sonunda komplocu gazetelerin kendileri bile, masûm ilânların tam ortasında “Sivil Olmayan Malların Yapımı İçin Tâlimatlar” başlığı taşıyan sürekli bir sütuna yer ayırır olmuşlardı.

Burada müşteri, genç bir çiftin masasına oturup konuşmaya başlaması üzerine, okumaya ara vermek zorunda kalmıştı. İkili öylesine zarîfti ki, sanki “hanımefendi” de “beyefendi” de kendisini âdetâ cennette giyinip kuşanmış gibi görüyor olmalıydı. Bu sırada sâkin müşteri ayağa kalktı, olacaklardan tümüyle bîhaber, sadece kendine sigara almak niyetindeydi, artık Batignolles’lu Panterler’i falan hiç mi hiç düşünmüyordu, aksine Nana ona daha yakındı: – Âniden, masadan daha bir adım bile uzaklaşamadan, öyle feci bir patlama oldu ki çift korkudan havaya sıçradı, masalar devrildi ve pasajda hayat durdu. Okurun bizzat dizleri titriyordu ama, aslında kendisi gibi ayrıca o çift de hiç yara almadan kurtulmuşlardı, ki bu ne de olsa iyi bir tesâdüftü; çünkü müşterinin sigara almak isterken yere devirdiği soda şisesinin cam kıymıkları ne kolay da yaralanmaya yol açabilirdi! Müdür gelip zararın telâfi edilmesini talep etti, okur gereken ödemeyi yaptı ve bu vartayı o denli ucuz atlattığına nerdeyse utana sıkıla sevindi. Kafeye hâkim olan fırtınalı hava da yatışırken, derin bir içgüdüyle adamın sırf para cezasıyla kurtulmasından pek tatmin olmamış kibâr çift kendine taze bir aperitif söyledi. Zaten adam da çok geçmeden olay mahallini terk etti, koltuğunun altında o çok tarihî dinamit kitabıyla nihâyet bar tezgâhından, sanki barış çubuklarıymış gibi, sigaralarını aldı ve müdâvimi olduğu lokantasına gitmek üzere yola koyuldu. Orada ise, bir suikastçının, şansı yâver gitmediğinden, bir soda şişesinden mahşerî mahkeme huzûruna çıktığı kahramanca hikâyeyi anlattı. O cin hızla şişeye geri çekilmişti, fakat adamın derin utancı ve çiftin onun cezası karşısında duyduğu öfke havada hâlâ hissediliyordu. Edîbin etkilenmişliği, burjuvazinin irsî hâfızası: Her ikisi de bu beceriksiz olayın üzerinde cereyân etmişti: [Biri] geçmemiş bir geçmişin son sözünü/epilogunu, [diğeri] Parisli burjuvaların bile kendilerini ondan kurtulmuş görmedikleri bir geleceğin önsözünü/prologunu söylemişti. 14 Temmuz gibi bir bayrama dönüşen şey geçmişte kalmıştı, fakat bir zamanlar bünyesinde yer alan korku tazeliğini hâlâ korumaktadır. Tüm işçiler ıstakoz yeselerdi, soda şişesinin cam kıymıkları da hiçbir duyguyu çizmezdi.”

(*) “Le Bourgeois gentilhomme” (asîlzâde burjuva), Molière’in Türkiye’de “Kibârlık Budalası” olarak bilinen, ilk kez 1670’te sahnelenen beş perdelik bir bale-komedisi. Câhil fakat sâf, varlıklı bir adam olan Mösyö Jourdain’in bir asîlzâde olmak, soyluların yer aldığı sosyal statüye geçebilmek için elinden gelen her şeyi yapmasını konu alan bu esere atıfla Bloch’ça kastedilen, “sonradan olma” burjuva ile “doğuştan” asâleti önvarsayan soylu arasındaki oxymoron bağlantı, dolayısıyla yeniyetme burjuvanın asîlzâde olmak için gösterdiği dar kafalıca ve beyhude sınıf atlama arzusu olmalı – yayına hazırlayanın notu.
(**) Kolportaj, kökleri her ne kadar 15. yüzyılın dini eğitim risâlelerine, sonraları halkın takvim vb. gibi basit, günlük ihtiyaçlarına hitaben panayır/pazarlarda satılan ve 18. yüzyıldan sonra, aydınlanmayla beraber basit romanlara uzanan, sanayileşmeden sonra “sırtta taşınan” [Fransızca porter à col, yakada/boyunda taşımak], kapı kapı dolaşıp satılan, 20. yüzyılın başında özellikle ucuz bulvar/akşam gazetesi türü edebiyata atfen yerleşmiş kısmen hicvi tanım -yay. haz. n.

Ernst Bloch, İzler (Spuren), İletişim Yayınları, çev. Suzan Geridönmez, 2010 [1969], s. 25-30.