İletişim, (Yeni) Medya & Teknoloji Yayınları

Poetics
https://www.journals.elsevier.com/poetics/

Media, Culture & Society
http://journals.sagepub.com/home/mcs

Journal of Broadcasting & Electronic Media
http://www.tandfonline.com/toc/hbem20/current

Mass Communication and Society
http://www.tandfonline.com/toc/hmcs20/current

Journal of Communication
http://onlinelibrary.wiley.com/journal/10.1111/(ISSN)1460-2466

Political Communication
http://www.tandfonline.com/toc/upcp20/current

Communication Theory
http://onlinelibrary.wiley.com/journal/10.1111/(ISSN)1468-2885

Information, Communication & Society
http://www.tandfonline.com/toc/rics20/current

Critical Studies in Media Communication
http://www.tandfonline.com/toc/rcsm20/current

Communication and Critical/Cultural Studies
http://www.tandfonline.com/loi/rccc20

Triple C: Communication, Capitalism & Critique
http://triple-c.at/index.php/tripleC/index

Ada: A Journal of Gender, New Media & Technology
http://adanewmedia.org/

Culture Machine
http://www.culturemachine.net/index.php/cm

Internet Research
http://www.emeraldinsight.com/loi/intr

M/C – A Journal of Media and Culture
http://journal.media-culture.org.au/index.php/mcjournal

Big Data & Society
http://journals.sagepub.com/home/bds

Big Data
http://online.liebertpub.com/loi/BIG

NmediaC
http://www.ibiblio.org/nmediac/issues.html

New Media and Mass Communication
http://iiste.org/Journals/index.php/NMMC

Social Media + Society
http://journals.sagepub.com/home/sms

Gnovis: A Journal of Communication, Culture and Technology
http://www.gnovisjournal.org/category/journal/

Online Social Networks and Media
https://www.journals.elsevier.com/online-social-networks-and-media

The Political Economy of Communication
http://www.polecom.org/index.php/polecom

Convergence: The International Journal of Research into New Media Technologies
http://journals.sagepub.com/home/con

Transformative Works and Cultures
http://journal.transformativeworks.org/index.php/twc/index


İleti-ş-im
http://iletisimdergisi.gsu.edu.tr/

Ankara Üniversitesi İLEF Dergisi
http://ilefdergisi.org/

Marmara İletişim Dergisi
http://e-dergi-marmara.dergipark.gov.tr/maruid

Moment Dergi
http://www.momentdergi.org/index.php/momentdergi

Geçgin, Gece Üzerine

“Aylardır gecelerimi bu radyosuz, televizyonsuz, telefonsuz evde kanepeye uzanarak geçiriyordum. Eğer dışardaysam korkum daha trene biner binmez başlıyordu. Neredeyse boş gece treninde -elleri apışaralarında yorgun birkaç işçi, başı önüne düşen bir sarhoş, ileri geri gidip gelen, bir koltuktan kalkıp diğerine oturan evsiz bir ergen- deniz boyunca sahil yoluna yakınlaşıp uzaklaşarak takırtılarla ilerlerken ben geceyi düşünüp korkuyordum. Ama korkutucu gece yalnız gecede değildi, ışığın içinde de görüyordum onu, aydınlatan ışık aynı zamanda karartıyordu da. Kanepeye uzanıyor, bu çevresi geniş boş arazilerle kaplı birbirine benzer sitelerin çevresindeki katı sessizliği, demir gibi sert uğultulu ıssızlığı dinleyerek beyaz tavanı seyrediyordum.

İçeride hep aynı hava vardı, insanın üzerine abanmayı bekleyen tedirgin edici bir katılık. Nedense yalnızca tavan pürüzsüz, bembeyazdı, duvarların aksine üzerinde tek bir leke, karartı, bir gölge yoktu. Dışardaki havaysa değişip duruyordu. Güneş gider gitmez hava hızla soğuyordu. Bazen sert bir rüzgâr çıkıyor, çatıdaki kiremitleri, antenleri yerinden oynatıyor, balkonlardaki boş saksıları, kutuları, pencereleri zangırdatıp asılı çamaşırları, naylon poşetleri titretiyordu. Bir yerde bir şey, yerinden kurtulmuş bir sac gibi bir yere çarpıp duruyor, rüzgâra tutuldukça güçlü bir pat pat sesiyle havayı inletiyordu. Bazen birden bir sağanak başlıyor, kül rengi, bej, kirli bir siyah kütleyle kaplı gece göğünden kalın sicimler halinde iniyor, gecenin kara perdesini kirli sarımsı parıltılarla dalgalandırarak pervazları, camları, kiremitleri, olukları, duvarları, asfaltı, toprağı kamçılıyordu. Sonra birden başladığı gibi kesiliyordu. Yerini oluklardan, çatı kenarlarından, cadde kenarlarından akan, damlayan sakin, düzensiz seslere bırakıyordu. O zaman pencereyi açıyordum, bir serinlik sanki uzun süredir pencere önünde bekliyormuşçasına büyük bir plaj topu gibi içeriye yuvarlanıyordu.

İçerdeki tek değişiklik gece tam ikide çalan telefondu. Ama dediğim gibi burada telefon yok, çalan benim telefonum değil. Son bir aydır hep aynı saatte yakındaki bir evin telefonu çok uzun süre yanıtlanmadan çalıyor, beni uyandırıyordu. Alışmıştım, artık ben daha önce kalkıyor, sanki banaymış gibi çalacak telefonu bekliyordum.

Gecenin koyulaşmaya başladığı zamanda tavanda nem damlacıkları gibi asılı duran düşünceler de koyulaşmaya, kara, ince bir duman tabakası gibi belirginleşmeye başlıyordu. Kimin ya da neyin düşünceleriydi bunlar? Benden öncekinin mi? Orada duruyorlardı, koyu, kesif, yaşamakta, gitmemekte kararlı, inatçı kara düşünceler. Onlara bakıyor, izliyor, ama anlamıyordum, nereden gelmişlerdi, yoksa benim miydi bu düşünceler? Dumansı kıpırtıları içinde ağırdılar, öylece duruyorlardı. Belki benimdi, ama onları düşünenin ben olduğum kesin değildi. Ben öylece uzanmış onları seyrederken yalnızca ezilmemeye, dayanmaya çalışıyordum. İçlerinde ısrarcı bir düşünce vardı ki her gece inatla geliyor, hiç kaybolmamış gibi beliriyor, cisimsiz karanlık kütle içinde diğerlerinden fazla öne çıkıyordu. Burun direğime bastırırcasına tam üzerimde, gözümün önünde, düştü düşecek bir damla gibi asılı duruyordu. Ne olduğunu biliyor gibiydim onun, ama söyleyemiyor, dile getiremiyordum. Belki henüz dile getirmeye hazır değildim. Yalnış [sic] söylersem de o biçimde varolacağından korkuyordum, bir kez daha söyleyemeyeceğim için asla yakalanamamış olarak. Ama doğru bir biçimde de söylenebilir miydi, emin değildim. Belki henüz söylenemeyen, ya da belki hiç söylenemeyecek olandı. Yıllarca bir hazırlık gibi asıl ondan konuşabilmek için konuşulan ama yakınına dahi yanaşılamayan damlaydı. Asla söylenemeyen, itiraf edilemeyendi.

Gecenin bu en koyu anında zaman da donuyordu. Burada artık bir sonraki an yoktu. Zamanın art arta gelmesini, geçmesini sağlayan o içsel buyruk geçersizdi artık. Burada anlar tek bir anın içinde birbiri üzerine ekleniyordu, bir çamur birikintisi besler gibi. Ben de gizli gizli bir sonu bekliyor, onu arzuluyordum. Bir son, bu yarayı kesip atacak, başı gövdeden ayıran giyotin bıçağı keskinliğinde düşen kesin bir son. Bundan sonraki an, gelecek olan an, eğer gelecekse, gelmek için savaşmış, yokluğunun birikintisinden kendini çekip almayı başarmış, gelmeyi hak etmiş an olacaktı.”

Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, 2013 [2006], 2. basım, s. 233-5.

Baudrillard, Gösterge Ekonomi Politiği Eleştirisi

“Harcama sürecinde paranın anlamı değişmektedir. Mü­zayede sürecinde bir kez tespit edilmiş olan bu olgu bir varsayıma dönüştürülerek bütün tüketim evrenine taşına­bilir. Tüketim, yalnızca (değişim değerine yeni bir kulla­nım değeri atfedilmesinden) satın almaktan ibaret bir ey­lem değil, aynı zamanda (olayın bu yanı gerek kapitalizm gerekse Marx tarafından kesinlikle ihmal edilmiştir) bir HARCAMA yapmak, yani çevreye zenginliğini göstermek ve sahip olunan zenginliği çevreye göstere göstere yok etmek demektir. Değişim değerinin ötesine geçerek, bunun yok edilmesi anlamına gelen bu değerin; elde edilen, tasarruf edilen, satın alınan nesneye onu farklı kılan bir gösterge değer yüklediği görülmektedir. Ekonomik mantıkta olduğu gibi burada da önemli olan eşdeğerlik ilkesi üstüne oturan para miktarı değil, bir farklılık ve meydan okuma mantığı üstüne oturan para harcama, savurma, tüketim anlayı­şıdır. Bu yüzden her satın alma eylemi farklı kılıcı gös­terge/değer üretilmesini sağlayan hem ekonomik hem de ekonomi-ötesi bir edim olarak değerlendirilebilir.

Gündelik tüketim sürecinde hiç kuşkusuz, müzayedeli satışlara özgü kumar ve şölenlerdekine benzer büyüleyici bir rekabet duygusu, meydan okuma, birbiriyle yarışma; aynı toplumsal kesime ait insanlardan oluşan bir cemaat vs. gibi şeylerden söz edebilmek güçtür. Ancak satın alma eyleminin (bireysel düzeye indirgenen bir kullanım değe­rinin) gerisinde, en basit bir harcama eyleminde bile her zaman için bir tür yarış, iddialaşma, meydan okuma, bir özveride bulunma öyleyse sözde bir eşitler cemaati ve aris­tokratik bir değer ölçüsü bulunduğu söylenebilir. Tüketimi bir tutku, büyüleyici bir oyun, ekonomik ve işlevsel bir davranış biçiminden çok ekonomik değerin başka türden değerler adına yok edildiği bir rekabet alanı haline getiren de kesinlikle budur; yoksa “tatmin edilmeyi” bekleyen “ge­reksinimler” değil.

Belirleyici olanın üretim süreci ve ekonomik değişim değerinin sistemli bir görünüm kazanması olduğu daha önce söylenmiştir -ki gerçekten de öyledir- zira ekono­mi politik demek tüm değerlerin (emek, bilgi, toplumsal ilişkiler, kültür, doğa) ekonomik bir değişim değerine dönüştürülmesi demektedir. Her şeyi basitleştiren ve emen bir dünya pazarında baş role sahip parayla her şey alınıp satılabilmektedir. Tarihsel nedenlerini “bilimsel bir şekilde “açıklamanın güç göründüğü ve Marx’ın yapmış olduğu açıklamalar da dahil olmak üzere ideolojik bir çözümleme sürecinden geçirilmesi gereken çözümlemenin bu kısmı ön plana çıkarılarak; en az bunun kadar önemli ve genel anlamda en az bunun kadar geçerli olan bir süreç ihmal edilmiştir. Bu, “üretim” sürecine ters düşmek, onun bir kalıntısına benzemek ya da onun oluşumuna aracılık yap­makla bir ilişkisi olmayan ve ekonomik değişim değerini gösterge / değişim değerine dönüştüren devasa bir süreçtir. Biz buna bir gösterge/değişim değeri sistemi olarak tüke­tim süreci diyoruz. Bunun ekonomik değişim değerinin gösterge/değişim değerine dönüştürülmesiyle bir ilişkisi vardır; yoksa geleneksel ekonomi politik (ekonomik deği­şim değerinin kullanım değerine dönüştürülmesiyle oluşan üretim döngüsü) tarafından tanımlanan bir tüketim süre­ciyle değil. Böylelikle ekonomik değişim değeri ve kullanım değeri üstüne oturan geleneksel ekonomi politik anlayışı çökertilecek ve gösterge/değişim değerini de en az maddi üretim ve ekonomik değişim değeri kadar önemseyen GE­NEL BİR EKONOMİ POLİTİK adı altında yeni baştan çözümlenebilecektir. Dolayısıyla maddi üretim çözümlemesinde olduğu gibi dışsal, ikincil, “üstyapısal” bir çözümlemeye benzemekten kurtulan gösterge üretimi ve kültür çözüm­lemesi de, bu durumda, gösterge ekonomi politiğinin hem kuramsal hem de uygulama düzeyinde görülen genelleş­mesiyle birlikte, kendini devrimci bir ekonomi politik olarak dayatabilecektir.

Tüketim (yani sistemli bir gösterge üretimi) alanına bir özerklik kazandırmaya yönelik her türlü çözümleme girişimi bir kandırmaca olarak nitelendirilebilir. Maddi üretimi belirleyici bir süreç olarak özerkleştirme çabalan da benzer bir ideolojik kandırmacadır. Kültüre (gösterge üretimi) üstyapı görüntüsü vermeye çalışanlar da kültür idealistleri gibi farkında olmadan toplumsal ve kültüreli birbirlerinden ayırarak ekonomi politiğin alanını keyfî bir şekilde sınırlandırmaktadırlar. Kültür, tüketim ve göster­gelerin ideolojik bir çözümlemesini yapabilmek için onlan ekonomi politiğin alanı dışına sürmek yerine içine çekerek onlara yapısal bir bütünlük kazandırmak gerekir. Bunun içinse geleneksel ekonomi politiğin sınırlarını belirleyip, kalıplaştırmış olan burjuva iktisat bilimi ve Marksist çözümlemenin çökertilmesi gerekmektedir. Oysa bu konu­da çok güçlü bir direnişle karşılaşılmaktadır; örneğin bin bir çeşit kuramsal, politik, bilinçsiz direniş biçimine tanık olunmaktadır. Günümüz itibarıyla devrimci bir kuram ve uygulama tanımı yapabilmenin yolu genelleştirilmiş (yaşa­mın her alanına yayılmış) bir ekonomi politik anlayışından geçmektedir.”

Jean Baudrillard, Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, çev. Oğuz Adanır & Ali Bilgin, 2009 [1972], s. 130-2.

An ve Deneyime Dair Videolar

Bunlar aslında sadece “ara ara izlediğim” videolar. Onları toplayarak genel bir isim vermekte zorlanıyorum, bir başlık yazmayı deneyince böyle bir başlık çıktı. Geneli eş dostun “izle seversin” diye ilettiği şeyler. Böyle de bir dostça bağları var herhalde. Günümüz sosyal paylaşım ağlarında hiçbir video, film, görüntü, çekim vs. kişinin özel alanında sıkışmıyor, hemencecik paylaşılıyor elbet ama bazı imajlar herkesle değil, belli ağlarla paylaşılıyor. Sokakta birden röveşata atmaya çalışan adam herkesle paylaşılabilecek bir deneyimi çalıyor kişiden (röveşatacıdan) elbette, fakat bazı diğer imajlar, küçük ve görece kapalı özel ilgi ağlarına bir yerlerden sızıyor, belli bir çevrede paylaşılıyor -bu “ortaya paylaşmaya” göre daha incelikli mi ki?-.

Aslında bu videoları neden sevdiğimi, sürekli beni çağırdıklarını düşünüyorum ara ara. Belli ortaklıklar keşfediyorum aralarında ama yine de tam emin olamıyorum. Bir araya derleyip baktığımda belki o ortak olanı, sapanı bulmaya yaklaşabilirim.

Paolo Nutini – Iron Sky [Daniel Wolfe]

The Blaze – Territory

IAMX – After Every Party I Die [Gökhan Toka]

Keny Arkana – Fille Du Vent

Flying Lotus – Until The Quiet Comes [Kahlil Joseph]

Kutiman – Inner Galactic Lovers

Synesthesia [Terri Timley]

Reykjavíkurdætur – Hæpið [KEXP]

DJ Mehdi – Signatune

Kardeş Türküler & Tahribad-ı İsyan

Bonobo – Cirrus [Cyriak]

Gürbüz, Sıkıntı ve Gezinti Üzerine

“Vakit geçirmek çok zor değil. Bazen bir taş midemi ayrı, başımı ayrı, tüm varlığımı ayrı eziyor olur, o taşı daha uzaktan bana doğru yuvarlanışından, daha gün içinde bana doğru yol alışından tanırım, kuvvetini bilirim. Ama yerimi değiştirsem de, bir yerlere kaçsam da beni bulacağını bilirim. Son yirmi-yirmi beş senedir onu görünce kaçmıyorum da sadece kasılıyorum. Bana yapacaklarını bilip sadece kasılıyorum. Bir de köpeğim vardır. Siyah bir köpek, cinsi minsi yok, sinirli, saldırgan bir sokak köpeği. Çocukluğumdan beri ne zaman sıkılsam, dehşete ya da üzüntüye düşsem bu köpek, bu aynı köpek, bu uzun ömürlü, siyah, hep cevval, hep hırslı, hep aynı öfkeyi yorulup bıkmaksızın taşıyan köpek rüyamda beni sabahlara kadar kovalar. Sonunda da kilidi açılmayan eski bir evin kapısında yakalar. Ben kapıyı müthiş bir telaş ve korku içinde, elimde şangırdayan anahtarlar, zangır zangır titreyen ellerimle açmaya çalışırken onun kesik kesik, iştahlı soluğu yaklaşır, ensemden o buz gibi ter boşalır, sırtımdan aşağı hızla kovayla dökülürcesine inişi ile beraber sağ ayağımın arkasına köpeğin dişleri geçer. Köpek önce bir iki dişini yerleştirirken en uygun yeri de bırakmadan arar ve hep topuğumun üstündeki o yeri dişine uygun bulup oraya bütün dişlerini var kuvvetiyle geçirir. Böyle uyanırım, sırtımda bir kova soğuk ter, köpeğin soluğu kulağımda, ayağımda birkaç gün sürecek, hatta beni topallatacak müthiş bir ısırılma ağrısıyla yatakta doğrulurum. Kendime baksam merhamet ve acıma duygusu beni o kadar kendi gözümde küçük düşürür ki bir daha bunu gören, bilen olarak nasıl neyle havalanırım bilemem. Kendimi görmezden gelirim. Kendimi gözümden kaçırırım. Ve birkaç gün soluk soluğa koşmanın, ısırığın verdiği ağrının topallığını sürüyerek pek zavallı gezerim. Yüzümde hiç bu kadar tahsilli, yabancı diller bilen, Avrupa, Amerika görmüş, her zencefilli içeceği içmiş, malt viskileri meleklerin payından sonra ilk yudumlamış bir adamda görülmeyecek bir melal, pantolonum üzerime yakışmayacarak, gömleklerimi doğru seçmeyerek eski semtlerde, camilerde, mütevazı esnaf lokantalarında, köhne pida salonlarında şifa ararım. Şifa her zaman ama her zaman bir mahzunluğun, eksikliğin yoksulluğun içindedir elbet. Kahve tonlarında kumaş pantolonuma hiç uymayan mavi ekoseli gömleğimle yürüye yürüye Saraçhane’ye geldiğimde beni daha az şeylerle yaşanan bir dünyanın ısısı sarar. Yürüdükçe yürüdükçe pantolonum ve gömleğimi daha az rahatsız edici bulmaya, çevreye gösterilen uyuma ve yadırganmamaya duyduğum güvenle kendimle arama bir ufak af girer. Belli etmeyen ama yüzündeki kas gevşekliğinden sonunun barışıklık olduğu müjdesi alınan bir anneyi görmüş gibi olurum. Bunu bir kere gördükten sonra artık fazla telaşa, korkuya mahal kalmaz, hatta ağırdan almaya başlarım. Evet, Saraçhane’nin yüzünde, pidenin elde bıraktığı unda, kocaman çay bardaklarında, esnaf lokantasında pilavın yanına boylu boyunca manasızca yatmış sivribiberin teslimiyetinde, yoğurt kâselerinde, tavuğun pörsümüş derisinde, ödenen hesabın insafında, başka ekose gömlekli bir efendinin uğurlayışında bir insaf ve merhamet bulurum. Çocukların avlusunda koşuştuğu, duvarında yeni doğum yapmış kedinin ince, meraklı suratında, kısa albenisiz tüylerinde, önüne atılmış sevemeyeceği yiyeceğe bakışında ve onu kabule çalışmasında bir insaf ve merhamet bulurum. Avluda ahşap sırada otururken konuşulan adamın durgun yüzünde, başkasına söylenemeyecek bir itirafınızı oracıkta duyduğunda dile getirdiği beşerliğin aczini diliyle sarf edişinde şifa bulurum. Bütün kalbi sıvayan mayide yabancı dillerde olmayan bir renk ve yirmi sene mağarada bekletilmekle övünmeyen, çıktığı koyunu hâlâ otlayan Caminin içinde, kandillerin damlasında, sessiz bir sütun arkasında, mahfilin iki yanında duran uzun boylu comtois saatlerin tıkırtısında ve renkli kadranlarında, akrep yelkovanın yer yer soluklaşmış menevişinde, ağırlıkların sarsılarak aşağı iniş sesinde, çekicin çalmaya hazırlanırkenki boşluğu duyup geri çekilişinde, genç, solgun yüzlü, öne arkaya sallanarak okuyan delikanlının büktüğü dizlerini hafifçe yer değiştirişinde, vücudunun rahatsızlık duymasından duyduğu rahatsızlık, yutkunmak için hep son anı bekleyişinde hastalığa sebep olanların bilmedikleri bir şifa bulurum. Bütün bu bulduklarım birkaç zaman içinde bana da tesir eder ve bunlardan sızan bir katre beni günler sonra tekrar iyi eder. Evimde şöyle bir durduğumda bütün gördüğüm, duyduğum, hissettiğim şeylerle camdan bakışımdaki hal bana tesir eder. Çok ama çok ağır bir şey beni ezerek iyi eder.”

Şule Gürbüz, Zamanın Farkında, İletişim Yayınları, 2015 [2011], 5. basım, s. 175-7.