Fatih Özgüven’in öykü kitabının bu finalini, sonsuz ertelemenin bir hikâyesi olarak düşünüyorum hep. Kitabın açılışındaki Kafka alıntısı “Menziller ve yollar yoktur; yol dediğimiz şey, tereddütlerdir.” savının hakkını vererek kapatıyor burada. Kitabın başlığı da aynı tamamlanamamışlık, varamamışlık, varmak istemezlik hissini çağırıyor. Sinema yazılarında da benzer tipolojiler kurardı Özgüven: yetişkin olamayan çocuklar ve yaşlandığını fark etmeyen gençler, eyleme geçemeyen politik düşünceler (Entre les murs (2008) eleştirisi)… Yazınsal üretimi sorun ettiğini hep hissederim, o yüzden yazdığı her metni bir heyecanla okurum. Film eleştirileri başkalarınkilere benzemiyor, öyküleri de. Bir de bir “hafiflik”. Düşünsel yoğunluğunu üslubundaki hafiflikle dile getirebilmesi beni büyüler. Dört öykü kitabını gördüğüm gibi okuyup, “Türkiye Öykü Dünyası”nda yerinin olmamasını hep yadırgardım, sonra Birikim’deki bir sayıya tepeden girdiğini görüp sevinmiştim. Borges, Wilde, Kundera ve Nabokov okudum onun zihninden ama Auster başkasına kısmet oldu. Radikal yazılarının kaybolduğuna üzüldüm, onları neden derlemedi diye düşündüm. Sonra Ekranella’da tekrar beliriverdi, sinemayı deşmeye devam ediyor.
“ÖLDÜĞÜNDE, kendini duvarların çepeçevre kitapla dolu karanlık, kuytu, sıcak ama çok da sıcak olmayan bir apartman dairesinde buldu. Arkasında bir kapının hafif bir çıt sesi çıkararak kapandığını duydu. Korkmadı. Dönüp baktı hatta. Öyle büyük bir hafifleme olmuştu hayatın bitmesi.
Bulunduğu antre gibi yerden iki basamakla oturma odasına indi.
Yerden tavana kadar, gölgelere karışmış kitap sırtlarından meydana gelen bir fon önünde karşılıklı iki berjer duruyordu. Kendi kendine berjer diye fısıldadı, canlı hayatı boyunca kulağına tatlı ama utanç verici biçimde yabancı gelen kelimenin nihayet tadını çıkararak.
Koltuklar eski, güzel bir kadifeyle kaplıydı, minderleri oturmaktan ezilmişti. Hatta, son oturanın izi mi vardı soldakinin, ona daha yakın olanın üzerinde?
Neyse işte, o koltuk daha profesyonel görünüşlüydü. Yanı başında eski, ayaklı bir lamba duruyordu. Lambanın ipek kumaşla kaplı eski tarz şapkası hafifçe sararmıştı ama mindere düşen ışığa bakılırsa gene de o koltukta oturup kitap okuyana kusursuz bir okuma ışığı sağlıyordu. Bu eski lambalar en iyi halojenlerden daha iyi, diye aklından geçirdi, maddesel dünyanın çok ötesindeki bu noktada, alakasızca. Koltuk, oturanın ayaklarını altına almasına yetecek kadar geniş, gerektiğinde elini yana indirip okuduğu kitabı parke döşemenin üzerine koymaya izin verecek kadar alçaktı.
Gözleriyle masa aradı. Bir masa olmalıydı.
Başucunda ışık yanan koltuğunda karşısında duran, yarı kanalığa karışmış eşinin tam arkasında bir yazı masası gördü. Üzerinde kâğıt destesi mi, daktilo mu, dizüstü bilgisayarı mı olduğunu hemen çıkaramadığı dikdörtgen karaltılar vardı. Sonra bakacaktı.
Dışarıdan, yere kadar inen koyu renk perdelerin ardından, odadaki, hiçkimseyi hiçbir zaman ıslatmayacağı belli olan, hafif, kesintisiz yağmurun hışırtısı geliyordu.
Artık yazacaktı. Oturacak yazacaktı. İçi bu düşünceden duyduğu sevinçle doldu. Ölmüş olması fark etmiyordu. Hatta belki -öbür dünya hakkında ne biliyoruz?- ölmüş olması bir şeydi.
Bir gün oturup yazmaya başlayacağım deyince aklına gelen, beynine damgalanmış duran anlar birer birer yeniden aklından geçtiler. Çok gençliğinde, çamurlu bir dağ yolundan yukarıya tırmanırken karşıdaki sisler içinde tepeye baktığı an, bir keresinde aynanın önünde gömleğinin en üst düğmesini iliklerken parmaklarının beceriksizce birbirine dolandığı ve kendi kendiyle göz göze geldiği an, şarap açacağı aramak için karıştırırken mutfak çekmecesinde oluşan desene dalıp gittiği an.
Oturup yazacaktı.
Öne doğru bir-iki adım attı. Koltuğunun yanına vardı.
Elleriyle kol dayayacak yerlerine tutunarak kendini yavaşça koltuğa bıraktı. Vücudu, canlılığında her zaman kavgasız gürültüsüz birlikte yaşadığı bu makine, ona zorluk çıkarmadı. Belki biraz yağlanmaya ihtiyacı vardı.
Gömüldü koltuğa. Bacakları tam durmaları gereken yükseklikte durdular. Bacak bacak üzerine attı. Elini yumruk yapıp çenesine dayadı. Evet, ışık kusursuzdu.
Şurada oturayım biraz.
Karşısında, karanlığın içindeki öbür koltuğa baktı. Orada kimin oturmuş olabileceğini düşünmeye çalıştı. Merak etmediğini fark etti. Kendi kendisiyle, ölmüş olmasına rağmen şakaklarında uğuldayan nabzıyla, havadaki bacağının belli belirsiz titreyişiyle dopdoluydu. Çok tatlı bir histi bu.
Çok, çook zamanı vardı.”
Fatih Özgüven, Hep Yazmak İsteyenlerin Hikâyeleri, Metis Yayınları, 2010, s. 91-3.

“Merhaba… Muhtemelen kim olduğumu biliyorsunuz. Az önce merdiven boşluğunda tanıştık. Aramayı denedim ama sana ulaşamadım. Bu yüzden bu videoyu yapıyorum. Çünkü kesinlikle haklısın. Yaptığım iğrenç şey için özür dilerim. Seni hırsızlıkla suçladım. Lütfen bunu ailene göster, böylece hırsız olmadığını anlasınlar. Notta telefonumu ve cüzdanımı çaldığın yazıyordu ama bu doğru değil. Bunun kesinlikle doğru olmadığını vurguluyorum. Kısaca özür dilerim, yaptığım çok kötü bir şeydi. Çok bencilce bir şeydi. Umursamaz ve ön yargılıydı. Ve ben dönüp bakıyorum da, yaşadığınız binaya gitmeli ve kapıları tek tek çalıp basit bir soru sormalıydım. Ama bu hiç aklıma gelmedi çünkü dürüst olmak gerekirse korktum. Orada yaşayanlardan korktum. Sizinki gibi bir binada yaşayan insanlardan korktum. Bu olumsuz yaklaşımlar bana dair bir şeyler söylüyor. Toplumumuza dair bir şeyler söylüyor. Çünkü ön yargılı tek bireyin ben olmadığını biliyorum. Sizlerin de bize yönelik ön yargıları var. Yaşam farklarımızdan dolayıdır muhtemelen. Yani olay bir anda siyasete ve adil varlık paylaşımına gidiyor. Çünkü bu sorunları bireyler tek başlarına çözemez. Toplumun da el uzatması gerekir. Hata yaptığımı söylemem ve bir video ile özür dilememin yeterli olmadığını biliyorum. Toplumda çözülmesi gereken daha büyük ve yapısal sorunlar var. Dünyadaki varlıkların %50’den fazlasını 291 kişinin elinde tuttuğunu biliyorum. Böyle birisi tüm bunları bir anda çözebilir mesela.”
“Yalnızlığa tahammül etmenin üçüncü yolu, hayatınıza bir doz saçmalık şırınga etmektir. İngiliz eksantrikler, yalnızlığı mizahla birleştirip bu karışımdan cesaret tedarik etmişlerdir. Ciddiyetin ne olduğu konusunda yanılgılı bir fikre sahip olan tarih kitapları ne yazık ki eksantrikleri yok sayma eğilimindedir, oysa bu kişisel, yalnızlık korkusunu tanımayan birer anıttır. John Stuart Mill’in düşüncesi, insanlığın kusursuz olmadığını bildiğimze göre kişilik çeşitlemelerine fırsat tanımamız ve bunları yaşama sanatına ilişkin deneyler olarak görmemiz gerektiğiydi; asıl hayıflandığı, insanların “neyin alışılagelmiş sayılacağını kendi eğilimlerine uygun düşecek şekilde belirlemeleri” değil, “alışılagelmiş olanın dışında bir eğilim sergilemeyi asla akıllarına getirmemeleri” idi.