
”
Şaşkınlık içinde, “Öyleyse zaman ne işe yarar ki?” diye sormuştu Lenina.
Göller Bölgesi’nde yürüyüşe çıkmaya yaradığı anlaşıldı; çünkü Bernard’ın şimdi teklif ettiği buydu. Skiddaw’un tepesine inip birkaç saat fundalıkta yürüyüş. “Seninle baş başa, Lenina.”
“Ama Bernard, bütün gece başbaşa olacağız.”
Bernard kızardı ve başka tarafa baktı. “Konuşmak için baş başa kalırız, demek istemiştim,” diye mırıldandı.
“Konuşmak mı, ne hakkında?” Yürüyüp konuşmak tuhaf bir öğleden sonrayı geçirme yöntemine benziyordu.
Sonunda, isteksizce de olsa Bernard’ı Amsterdam’a uçup Kadınlar Ağırsiklet Güreş Şampiyonası’nın Yarı Yarı Finalleri’ni seyretmeye ikna etti.
“Kalabalığın arasında,” diye homurdandı. “Her zamanki gibi.” Bütün öğleden sonra inatla surat asıp oturdu; Lenina’nın arkadaşlarıyla konuşmadı (güreş aralarında dondurmalı soma barında düzinelerce arkadaşına rastladılar); tüm ıstırabına rağmen Lenina’nın ısrarla verdiği yarım gramlı ahududu dondurmasını geri çevirdi. “Kendim olmayı yeğlerim,” dedi. “Suratsız da olsa kendim olayım. Ne kadar neşeliyse de başka biri olmak istemem.”
Lenina, uykuda öğretilmiş parlak bilgeliğini konuşturarak, “Zamanında alınmış bir gram, dokuzundan tasarruftur,” dedi.
Bernard sunulan bardağı tahammülsüzce eliyle itti.
“Sinirlenme şimdi,” dedi Lenina. “Unutma, bir santimetreküpü bin musibet savuşturur.”
“Ah, Ford aşkına, sus!” diye bağırdı.
Lenina omuzlarını silkti. Asil bir tarzda, “Her zaman bir gramı, lanet okumaktan hayırlıdır,” diye başladı ve dondurmayı kendisi bitirdi.
Kanal üzerinden uçarak dönerlerken Bernard, ileri motoru durdurup dönen pervalelerle dalgaların otuz metre üzerinde asılı durma konusunda ısrar etti. Hava bozmaya başlamıştı; güneybatıdan esen rüzgâr kuvvetlenmiş, gökyüzü bulutlanmıştı.
“Bak,” dedi emir verircesine.
“Ama korkunç,” dedi Lenina pencereden uzaklaşarak. Gecenin hızla çöken boşluğundan, altlarında köpük köpük beneklenen karanlık sulardan, telaşlı bulutların arasında beti benzi sararmış ve çıldırmış duran ayın soluk çehresinden dehşete kapılmıştı. “Radyoyu açalım. Çabuk!” Kontrol panelindeki çevirme koluna uzandı ve rastgele çevirdi.
“…içindeki gökler mavi,” diye ilahi okuyordu titrek ve tiz erkek sesleri, “hava daima güzel…”
Sonra bir cızırtı ve sessizlik oldu. Bernard akımı kesmişti.
“Denizi huzur içinde izlemek istiyorum,” dedi. “O barbarca gürültü sürerken izlemek ne mümkün.”
“Ama güzeldi. Ayrıca ben izlemek istemiyorum.”
“Ama ben istiyorum,” diyerek ısrar etti. “Kendimi sanki…” tereddüt etti, kendini ifade edecek sözcükleri arıyordu, “demek istediğim, daha çok kendim oluyorum sanki. Daha çok kendi başıma, tamamen başka bir şeyin parçası olmaktan çıkıyorum. Salt toplumsal gövdenin bir hücresi olmaktan kurtuluyorum. Sana da böyle hissettirmiyor mu, Lenina?”
Ama Lenina ağlıyordu. “Korkunç, korkunç,” diye tekrarlıyordu. “Nasıl böyle toplumsal gövdenin bir parçası olmamayı istemekten söz edebiliyorsun? Sonuçta, herkes herkes için çalışır. Hiç kimseden vazgeçemeyiz. Epsilonlar bile…”
“Evet, biliyorum,” dedi Bernard alaycı bir tonla. “Epsilonlar bile faydalıdır! Ben bile faydalıyım. Keşke olmasaydım!”
Kutsal şeylere saygısızlığı Lenina’yı çok şaşırtmıştı. “Bernard!” diyerek şaşkınlık ve ıstırap dolu bir sesle kınadı. “Nasıl böyle yaparsın?”
Değişik bir tonla, “Nasıl yaparım?” diye tekrarladı düşünce içinde. “Hayır, asıl sorun şu: Nasıl olur da yapamam ya da daha doğrusu -çünkü sonuçta, niye yapamayacağımı biliyorum- yapabilseydim ne olurdu, özgür olsaydım; şartlandırılmam beni köleleştirmeseydi.”
“Fakat, Bernard, sen korkunç şeyler söylüyorsun.”
“Özgür olmak istemez miydin, Lenina?”
“Ne demek istediğini anlamıyorum. Ben özgürüm. Zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm. Şimdilerde herkes mutlu.”
Bernard güldü, “Evet, ‘Şimdilerde herkes mutlu.’ Çocuklara beş yaşında öğretiyoruz bunu. Ama başka bir şekilde mutlu olmak istemez miydin, Lenina? Başkaları gibi değil, kendi istediğin gibi.”
“Ne demek istediğini anlamıyorum,” dedi. Sonra ona dönerek, “Ah, geri dönelim, Bernard,” diye yalvardı: “Buradan gerçekten nefret ediyorum.”
“Benimle olmaktan hoşlanmıyor musun?”
“Tabii hoşlanıyorum, Bernard! Sebebi bu korkunç yer.”
“Burada… burada daha çok baş başa oluruz diye düşünmüştüm; sadece deniz ve ay. O kalabalıkta ve hatta dairemde olabileceğimizden daha baş başa kalırız, diye düşünmüştüm. Bunu anlamıyor musun?”
“Hiçbir şey anlamıyorum,” dedi kararlılıkla, tamamen anlamaz kalmakta kararlıydı. “Hiçbir şey. Hiç anlamadığım bir şey daha var,” diye farklı bir tonla devam etti, “bu dehşet verici düşüncelerine kapıldığında niye soma almıyorsun? Hepsini unutursun. Istırap çekeceğine neşelenirsin. Öyle neşelenirsin ki,” diyerek gülümsedi, gözlerindeki şaşkın endişeye rağmen söylediklerinde davetkâr ve şehvetli bir kandırma amacı vardı.
Sessizlik içinde kıza baktı, yüzü tepkisiz ve son derece ciddiydi, ona dikkatle baktı. Birkaç saniye sonra Lenina, gözlerini kırpıştırarak kaçırdı; küçük, sinirli bir kahkaha attı, söyleyecek bir düşünmeye çalıştı, bulamadı. Sessizlik daha da uzadı.
Sonunda Bernard konuştuğunda, sesi alçak ve yorgundu. “Peki öyleyse,” dedi, “dönelim.” Gazı kökleyerek makineyi füze gibi gökyüzüne tırmandırdı. Dört binde ileri motora çalıştırdı. Bir iki dakika sessiz uçtular. Sonra Bernard aninden gülmeye başladı. Biraz tuhaf, dize düşündü Lenina; ama yine de kahkahaydı işte.
”
Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, çev. Ümit Tosun, İthaki Yayınları, 2017 [1932-1946], 21. basım, s. 104-7.
“Merhaba… Muhtemelen kim olduğumu biliyorsunuz. Az önce merdiven boşluğunda tanıştık. Aramayı denedim ama sana ulaşamadım. Bu yüzden bu videoyu yapıyorum. Çünkü kesinlikle haklısın. Yaptığım iğrenç şey için özür dilerim. Seni hırsızlıkla suçladım. Lütfen bunu ailene göster, böylece hırsız olmadığını anlasınlar. Notta telefonumu ve cüzdanımı çaldığın yazıyordu ama bu doğru değil. Bunun kesinlikle doğru olmadığını vurguluyorum. Kısaca özür dilerim, yaptığım çok kötü bir şeydi. Çok bencilce bir şeydi. Umursamaz ve ön yargılıydı. Ve ben dönüp bakıyorum da, yaşadığınız binaya gitmeli ve kapıları tek tek çalıp basit bir soru sormalıydım. Ama bu hiç aklıma gelmedi çünkü dürüst olmak gerekirse korktum. Orada yaşayanlardan korktum. Sizinki gibi bir binada yaşayan insanlardan korktum. Bu olumsuz yaklaşımlar bana dair bir şeyler söylüyor. Toplumumuza dair bir şeyler söylüyor. Çünkü ön yargılı tek bireyin ben olmadığını biliyorum. Sizlerin de bize yönelik ön yargıları var. Yaşam farklarımızdan dolayıdır muhtemelen. Yani olay bir anda siyasete ve adil varlık paylaşımına gidiyor. Çünkü bu sorunları bireyler tek başlarına çözemez. Toplumun da el uzatması gerekir. Hata yaptığımı söylemem ve bir video ile özür dilememin yeterli olmadığını biliyorum. Toplumda çözülmesi gereken daha büyük ve yapısal sorunlar var. Dünyadaki varlıkların %50’den fazlasını 291 kişinin elinde tuttuğunu biliyorum. Böyle birisi tüm bunları bir anda çözebilir mesela.”
“Yalnızlığa tahammül etmenin üçüncü yolu, hayatınıza bir doz saçmalık şırınga etmektir. İngiliz eksantrikler, yalnızlığı mizahla birleştirip bu karışımdan cesaret tedarik etmişlerdir. Ciddiyetin ne olduğu konusunda yanılgılı bir fikre sahip olan tarih kitapları ne yazık ki eksantrikleri yok sayma eğilimindedir, oysa bu kişisel, yalnızlık korkusunu tanımayan birer anıttır. John Stuart Mill’in düşüncesi, insanlığın kusursuz olmadığını bildiğimze göre kişilik çeşitlemelerine fırsat tanımamız ve bunları yaşama sanatına ilişkin deneyler olarak görmemiz gerektiğiydi; asıl hayıflandığı, insanların “neyin alışılagelmiş sayılacağını kendi eğilimlerine uygun düşecek şekilde belirlemeleri” değil, “alışılagelmiş olanın dışında bir eğilim sergilemeyi asla akıllarına getirmemeleri” idi.
“Camus onu “bildik” kılacağı için hemen tanıdığım izlektir bu; yani onun imlediği şeyin karşıtı, birkaç yıl sonra, ilk sözcüklerden itibaren gösterilir: “Yabancı.” Yabancı kimdir? Burada yeterli bir tanım yoktur. Dışarıdan gelir. İyi karşılanır, ama tabi olamayacağı ve onu her şekilde -ölümün eşiğinde- sınava çeken kurallara göre. Kendisi, bundan “ahlak”ı çıkaracak ve yeni gelenlere sergileyecektir: “Bu evde yabancı olmanın zor olacağını öğreneceksiniz. Yabancı olmaktan kurtulmanın kolay olmadığını da öğreneceksiniz. Ülkenizi özlüyorsanız, burada onu özlemek için her gün daha çok neden bulacaksınız; ama eğer onu unutmayı ve yeni yerinizi sevmeyi başarırsanız, sizi bir kez daha yersiz yurtsuz olarak yeni bir sürgüne başlayacağınız evinize gönderecekler.” Sürgün ne psikolojiktir ne de varlıkbilimseldir. Sürgün kişi onu olmaya razı olmaz ve ondan vazgeçmeye, sürgünden kendine bir ikamet etme tarzı yapmaya da daha fazla yanaşmaz. Göç eden kişi, bir evlilik yoluyla yurttaşlığa geçmeye kışkırtılır, ama her zaman göç eden biri olarak kalır. Çıkışın olmadığı yerde kaçmak, dışarının çağrısını yeniden dirilten taleptir. Boşuna bir girişim midir bu? Hapishane bir hapishane değildir. İhmalleri ayartma ve yanılsama olacak bir özgürlüğün aldatıcı görünüşüne ait olmadıkça, muhafızların zaafları vardır. Aynı şekilde yasayı istemeye istemeye aşırı kibarlıkları, hatta içten canayakınlıkları, sessiz ve bükülmez “inceliğe” benzemez; bu incelik ki, birkaç yıl sonra, kendilerini anlık olarak güven verici bir düzen içinde yaşatan maskeli barbarlığı tanımaktan aciz olan gönüllü köleleri sahte insanlıklarının tuzağına düşürecektir.