Baudrillard, Anlamın Zedelenmesi

İster politik, ister eğitici, isterse kültürel içerikli olsun sonuçta niyet anlam ileterek kitleleri anlamın egemenliği altında tutmaktır. Yani, kendini haberin sürekli ahlaksallaştırılması zorunluluğu biçiminde dışavuran anlam üretimi zorunluluğu. Daha iyi haber verebilmek için, daha iyi toplumsallaştırmak için, kitlelerin kültürel düzeylerini yükseltmeye çalışmak için vb. vb. Hepsi palavra. Çünkü kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına insanı aptallaştıracak bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine gösteri istemektedirler. Hiçbir çaba onları içeriklerin ya da kodun ciddiyetine inandırmada yeterince kandırıcı olamamıştır. Gösterge isteyen insanlara mesaj verilmeye çalışılmaktadır. Oysa onlar içinde bir gösteri olması koşuluylu tüm içeriklere tapmaktadırlar. Yadsıdıkları şey anlamın “diyalektiğidir”. Onların aldatılıp kandırıldığını ileri sürmek de boşuna uğraşmaktır. Bu iki yüzlü varsayım anlam üreticilerinin entelektüel bir rahatlığa kavuşmak için ileri sürdükleri bir varsayımdır. Kitleler sözüm ona aklın doğal ışıklarını kendiliklerinden yutacaklarmış! Oysa, kitleler, tam tersine kendilerine verilen anlam ültimatomuna karşı gösteri istediklerini belirtirken tam anlamıyla özgürdürler. Çünkü anlamın bu saydamlığından ve bu politik iradeden, ölümden çekindikleri kadar çekinmektedirler. Anlamın gerisinde yatan ideal hegemonyanın işleri basitleştiren şiddetinin kokusunu almaktadırlar. Kendi anlayışları doğrultusunda, bütün sistemleri tek ve temelsiz irrasyonel bir boyuta, göstergelerin anlamını yitirdiği ve büyünün başladığı, bir noktaya, yani görülene indirgeyerek, ona karşı gelmektedirler.

Burada söz konusu edilen şeyin yutturmaca olmadığını bir kez daha belirtelim. Çünkü söz konusu olan şey, kitlelerin istekleridir. Anında ve olumlu bir şekilde oluşturdukları stratejidir -kültürün, bilginin, gücün, yoplumsalın emilip yok edilmesi işi. Bu, günümüzde bütün boyutlarıyla ortaya çıkan çok eski bir çalışma biçimidir. Daha önceden bilinen bütün senaryoları altüst olmaya zorlayan derin bir karşıtlık. Anlam artık toplumlarımızı sürükleyip götüren ideal çizgi olmaktan çıkmıştır. Anlamdan kaçabilen artıklar da elbet bir gün özümseneceklerdir. Günümüzdeyse anlam tam tersine karmaşık ve herhangi bir uzantısı olmayan bir olaya dönüşmüştür. Belli bir zaman diliminde (Tarih, iktidar, vs) üç boyutlu, ideal bir uzam oyunudur. Temelde bu olaylar bizim “toplumlarımızın” yalnızca uzamda kalan küçücük bir bölümünü ilgilendirmiştir. Bu olay bireyler için de geçerlidir. Bizler ikinci derecede anlam taşıyıcılarız. Temelde çoğu kez anlamın önünden ya da arkasından giderek, geçici bir paniğe kapılan derinlerdeki kitle biziz.

Bu ters varsayımsa her şeyi değiştirmektedir. Sessiz edilginlikler folkloruna ait olan anlamı aşağılayan binlerce örnek vardır.

Klaus Croissant adlı avukatın Fransa’dan sınırdışı edildiği gece, Fransa’nın Dünya Kupası’na katılmak için oynadığı eleme maçını naklen yayımlayan televizyon örneğini alabiliriz. “Santé” Hapishanesi’nin önünde gösteri yapan birkaç yüz kişi. Gece yarısı koşuşan vir avukat ve geceyi ekran başında geçiren yirmi milyon insan. Fransa kazandığında atılan sevinç çığlıkları. Aydın beyinlerin bu aptallaştırıcı vurdumduymazlık karşısında duydukları utanç ve şaşkınlık. Le Monde gazetesi: “Saat 21.00. Alman avukat, Santé Hapishanesi’nden alındı. Birkaç dakika sonra Rocheteau ilk golü atacak.” Bir utanç melodramı (1). Yalnızca her zamanki gibi tek bir neden gösterilir: Kitleler iktidar tarafından güdümlenmiş, futbolla uyutulmuştur. Zaten böyle bir vurdumduymazlığın olmaması gerekir, dolayısıyla bunun üzerinde düşünmeye değmez. Zaten olmaması gereken bu vurdumduymazlığın bize söyleyebileceği bir şey yoktur. Bir başka deyişle “sessiz yığın” kendiliğinden vurdumduymaz olamaz. Çünkü ona vurdumduymaz olma hakkı ve yetkisi verilmemiştir. Çünkü bu vurdumduymazlık kendisine ancak iktidar tarafından bahşedilebilir.

Bu yorumlamanın gerisindeyse ne müthiş bir aşağılama yatıyor! Aldatıldıklarına göre, kitlelerin, kendilerine özgü davranışları olamaz. Onlara zaman zaman içlerinden gelen devrimci bir “arzunun rasyonelliği” bahşedilebilir. Bütün bunlara evet de, Tanrı bizi yine onların sessizliklerinden ve tepkisizliklerinden korusun. Oysa asıl yapılması gereken, bu duyarsızlığı bir tür büyüye, insanları devrimci yeteneklerinden saptıran sihirli bir yabancılaşmaya bağlamak yerine onu tüm olumlu vahşiliği içinde çözümlemektir.

Zaten bu büyülü yabancılaşma, nasıl oluyor da kitleleri devrimci yoldan ayırabiliyor? Bir yığın devrimden, birkaç asırlık politik deneyimden, gazetelerin, sendikaların, partilerin, aydınların halkı harekete geçirmek ve eğitmek için harcadığı tüm çabalardan sonra (bundan on ya da yirmi yıl sonra da değişen bir şey olmayacaktır), nasıl olur da gösteri yapan birkaç yüz kişiye karşılık tam yirmi milyon insan “edilgin” kalır? Üstelik yalnızca edilgin kalmaz, bir futbol maçını bilerek, isteyerek politik ve insancıl bir drama yeğler? Yapılması gereken, bu soruyu sormaktır. Yapılan çözümlemelerin bu gözlem tarafından etkilenmemesi çok ilginç. Bütün çözümlemeler yalnızca iktidarın güdümlemeyi bütün gücüyle elinde tuttuğunu, öte yanda ise anlaşılmaz bir şekilde komaya girmiş bitkin bir kitle olduğunu ileri öne sürüyor. Gerçekteyse bunların hiçbiri doğru değildir. Her iki bakış açısı da yanlıştır. Çünkü iktidar gerçekte kimseyi güdümleyememektedir. Kitlelerse ne yollarını şaşırmışlar ne de gülünç duruma düşmüşlerdir. İktidar, sorumluluğu futbol maçının üstüne bu kadar kolay bir şekilde yıkabildiği için mutludur. Kitleleri futbol maçıyla uyutma sorumluluğunu seve seve yüklenmektedir. Çünkü bu düşünce kendisini rahatlatmakta ve iktidar olduğuna inanmasını sağlamaktadır. Böylelikle kitlelerin duyarsızlığının, gerçekte onların tek, gerçek yaşam deneyimi olduğu gibi rahatsız edici bir düşünceyi, kitlelerin kendilerine sunulan parlak idealleri kolektif bir şekilde reddederek misilleme yaptığı vahşice karşı koyduğu saptamasını gözardı edebilmektedir.

Oysa kitleleri ilgilendiren en önemli sorun bu değildir. Unutulmaması gereken bir şey varsa o da bugüne kadar her gürlü devrim umudunun, toplumsallaşma ve toplumsal değişim umudunun bu biçimleri bozma, bu fantastik yadsıma aracılığıyla var olduğudur. Bunun anlayabilmek için ise Freud’un yaptığı gibi ruhsal (2) adlı şu kalıntıyı, şu kör kabuğu, şu anlam artığını, şu çözümlenmemiş ve belki de çözümlenemeyecek olanı (politik evrenin şu Kopernik’e özgü bir şekilde bugüne kadar altüst edilmemiş olmasının bir nedeni olmalı -çünkü bu değişim bütün politik düzenin altüst olmasını öngörmektedir) yeni baştan ele alıp incelemek belki de en iyi çözüm yoludur.

(1) Aşırı solun sessiz yığın konusundaki hayal kırıklığı ve “akıllı” soğukkanlılığı da bu utançla aynı kategoriye girmektedir. Örneğin …: “Dünya sessiz yığının umurunda bile değil. Yeter ki akşam terliklerini giyip çenesini açabilsin. Hiç merak etmeyin sessiz yığın çenesini kapatmışsa, onun dediği olur. İyi yaşar, iyi yer ve yeterince çalışır. …. istediği ise babalık ve yeterince korunmadır. Ancak babalık ve koruma alışılmış dozun miktrarını aşmamalıdır.
(2) Çözümleme açısından Freud’la benzerliğimiz ruhsal sözcüğünde sona ermektedir. Çünkü onun düşünce eylemi gizleme (refoulement) ve bilinçaltı (inconscient) varsayımıyla noktalanmaktadır. Bu sonuncular anlam üretimi ve anlamın bölümlenmesinde (partition) arzunun ve bilinçaltının yeniden toplumsallaştırılmalarını da kapsamları içine almaktadır. Özgürleşme yerine gizlemeye yol açan ve ılımlı arzu senaryosunun içine giren ve anlamın kaçınılmaz bir şekilde yeniden yorumlandığı tek kişilik senfoni. Sonuçta arzunun özgürleştirilmesi kolaylıkla politik devrimin yerini aldığında anlam çatlağını genişleteceğine kapatacaktır. Oysa söz konusu olan şey libidinal ekonomi terimleriyle kitlelerin yeniden yorumlanması değildir. Birinçi süreçteki (bilinçaltı) gizleme ya da ölüm itkisiyle beslenerek gizli bir iktidar ve baskı arzusuna göndermesidir (ve gizli bir bilinçaltı yapısına sahip oldukları sanılan kitlelerin tutuculuktarı ve faşistliklerinden söz edilebilmektedir). Bugün çökmekte olan Marksist çözümlemenin karşısına çıkartılabilen tek seçenek psikanalizdir. Gerçekteyse bu seçenek bir kez daha yeniden allanıp pullanmış olan değişmez seçenektir. Bir zamanlar kitlelere cinsel esirliğin zorunlu kıldığı devrimci bir gelecek (Reich) satılmaktaydı. Bugün ise aynı kitlelere bir yabancılaşma ya da esirleşme arzusu ya da gücül özgürleşme arzusu kadar anlaşılmaz olan bir tür günlük mikrofaşizm satılmaktadır. Oysa ortada ne faşizm, ne iktidar, ne de bir devrim arzusu vardır. Bilinçaltı son umuttur. Çünkü kitlelerin bilinçaltı bir dayanak olarak gösterilerek, anlamın ortağı gibi yeniden işlenecektir. Her yerde arzuya yeni anlamlar yüklenmeye çalışılmaktadır. Arzu, politik umutsuzluğun son gönderenler sistemidir. Arzu stratejisi ise şirketlerin pazarlama politikalarında iyice işlendikten sonra bugün kitlelerin devrimci gelişmesine devredilmiştir.

Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu, çev. Oğuz Adanır, 1991 [1978], s. 12-6.

Birsel, Gözlemciliğin Sınırları (II)

Birsel, Gözlemciye Giriş (I)

Tütün Yaprakevi’nden kovulmama ben yeryüzündeki gözlemcilik görevimin daha iyi gerçekleşmesi için Tanrı’nın düzenlediği bir olay gözüyle bakıyordum.

Biriyle konuşur, ekmeğimi böler, çarşıda dolaşır, kadınlarla yatarken derlediğim gözlemlerin artık daha derin anlamları vardı.

Eskiden gözlemcilik, varlığıma ekli bir varlık durumdayken, şimdiler damarlarımda akmağa başlamış, etime, sinirlerime karışmıştı.

Tam bir özgürlük içinde olmak nesneler karşısındaki tutuma da yeni bir yeni bir yön verdi.

Önceleri kendimi, ya da karşımdakileri gözlerken, bu işin de bir gözlemi olabileceğini hesaba katmamıştım. Tütün Yaprakevi’nden ayrılmamın sinirlerime, gözlem gücüme kazandırdığı keskinlik beni gözlemlerin de gözlemi olabileceği düşüncesine götürdü.

Öyle oldu ki, ya kendimi, ya başkalarını gözlem altına alırken, gözlem altına alışımı da gözlemlemeğe başladım.

Bu buluşum gözlemlerime renk katmış, onların değerini bir kat daha artırmıştı.

Ama bununla da yetinmedim.

Bu kez de, kendi gözlemciliğimi, gözlem altına alışımı da gözlemlemeğe koyuldum.

Daha sonra, bu üçüncü gözlemin de gözlemini çıkarmağı denedim.

Her gözlemin gözlemini buldukça, o bulduğum gözlemin de gözlemine varmaktan kendimi alamıyordum.

Böylece, içiçe, sonsuza doğru, bir gözlemler zinciri belirmeğe başladı.

Buna, zamanla, o kadar alıştım ki, artık her yeni gözlemde, bunun hemen ikincisi, onuncu, otuzuncu, yüz otuzuncu gözlemini de araştırıyordum.

Bu davranışın karşısında bir gözlem hiçbir vakit sonuçlanamıyor, boyunca sonsuza doğru, gözlemlerin gözlemi durumunda uzayıp gidiyordu. Başka gözlemlere geçtiğim zaman ise, bir yandan yeni gözlemler biçimleniyor, bir yandan da eski gözlemlerin gözlemleri sürüp gidiyordu.

O duruma gelmiştim ki, içimde gözlemler, milyonlar, milyarlar ya da sonsuzu gösteren sayılarla yanyana duruyordu.

Bir hesap makinesinden, bir bilgisayardan hiç mi hiç başkalığım kalmamıştı. Boyuna çalışıyor, toplamlar, çıkarmalar, çarpmalar yapıyordum.

Bir gün, biraz dinlenebilmek, sinirlerime çingene keyfi ettirebilmek düşüncesiyle bu gözlemlerin gözlemlerine ara vermek isteyince korkuyla gördüm ki, benim bu işten dönmemin artık hiçbir yolu yoktur.

Sade o değil, gözlem yapmak ya da yapmamak da benim isteğime bağlı olmaktan çıkmıştır.

İçim, doymak nedir bilmeyen bir fırın gibi boyuna gözlem atıştırıyor, gözlemlere bana mısın demiyordu.

Bir gözlemi tek olarak da algılayamıyordum artık. Zaten yanaklarımla, omuzlarımla, kollarımla, ellerimle de gözlem yaptığım için, buna bir bakıma, olanak da yoktu.

Yeni bir gözlem derlediğim vakit, bu, içimde hemen on bin, yirmi bin, dört yüz bin çarpılıyordu.

Bir robot hâline geldiğimi, ayarımı yitirdiğimi seziyordum.

İçim dışım gözlem olmuştu.

Biraz sarsılsam, biraz coşsam, içimden binlerce, milyonlarca gözem döküyordu.

Bunun için otobüslerde, sinemalarda, kalabalık yerlerde çok dikkat ediyor, kimseyle sürtüşmemeye büyük bir özen gösteriyordum.

İskemleye oturur, yatağa girerken bile bedenimin sarsılmamasını sağlayacak hareketler yapıyor, kimi zaman yemek yemekten bile çekiniyordum.

Ama yine de cezvede üçlü bir çay tutmuşçasına kendimden memnundum.

Kendimi Harunreşit’ten daha zengin görüyor, kimsenin bu denli, bir gözlem koleksiyonunu elinde bulunduramıyacağını düşünerek esenlikten esenliğe konuyordum.

Bir gece yine bir evin penceresine burnumu dayamış, iki üç bin gözlem atıştırıyordum ki ensemde hiç de hoş olmayan bir laf patladı:

– Ne o, afyonuna cilâ mı veriyorsun?

Başımı döndürdüm, baktım mahalle bekçisi.

–Ne cilâsı görmüyor musun perdeler kapalı.

– Yarım saattır, perdenin kenarından içeri dikizliyordum ama.

– İçeriye değil, perdenin çiçeklerine bakıyordum.

– Sen onu benim külahıma yuttur. Bu seninkine bal gibi röntgencilik derler.

– Ne röntgenciliği? Dalga mı geçiyorsun? Ben içerdekileri tanımam bile.

– Röntgenci olmak için, tanıdıkları mı dikizlemek gerek?

– Tanımazsam, neyi dikizlediğimi anlayamam ki…

–Şinanay yavrum, şinanay. Sen bunları gel de bay komsere anlat.

Bekçiyle anlaşamayacağımı sezmiştim.

Alt tarafı, dünya sorunlarına çok küçük bir mazgal deliğinden bakan biriydi bu bekçi. Gözlemcilikten değil, dikizcilikten bile anlayamazdı.

Tartışmayı uzatmamak için:

– Yürü gidelim karakola.

Bekçi, belki, olay üzerine çokça durmayacaktı. Ama ben “Yürü gidelim” deyince bunu “açıkça göreve karışma” diye yorumladı. İçerlediğini belli edercesine:

– Yürü gidelim, diye yineledi.

Komseri karakolda bulamadık.

Masasına nöbetçi polislerden biri oturmuştu. Bizi görünce:

– Ne o, dedi, yine bir gece kuşu mu?

Polisin yüzüne öfkeli öfkeli baktım.

Bekçi:

– Bir röntgenci, şair bir röntgenci. Perdelerin çiçeklerini dikizliyormuş.

– Bay bekçi yanılıyor, dedim. Benim röntgencilikle bir ilgim yok.

Polis hiç oralı olmadı:

– Sen röntgenciliğin yasak olduğunu bilmiyor musun?

– Sayın bay polis, ben röntgenci değilim. Ben namuslu bir gözlemciyim.

– Röntgenciliğin namusla ilgisi olur mu be?

– Röntgenci değil efendim, gözlemciyim.

– Şimdiye kadar röntgencilikten hiç hüküm giydin mi?

– Sayın bay polis, ben gözlemci olduğumu söylüyorum, sizse röntgenciliğim üzerinde duruyorsunuz. Sizin o röntgenci dedikleriniz hasta insanlardır. Tıp dilince onlara skoptofilyak derler.

– Ne ayağı derler?

– Skoptofilyak. Bir gözlemcinin, bir röntgenciyle karşılaştırılması doğrusu beni üzer. Gözlemci bir filozoftur. Bir bilge, bir ahlâkçı, bir öğretmendir.

– Neler yumurtluyorsun be?

– Bana inanmanızı isterim sayın bay polis. Bir röntgenci seyrettiği şeyden, gözlemci ise seyretme işinden hoşlanan biridir.

– Sen insanı çıldırtırsın. Hem dikiz geçtiğini kabul ediyor, hem de röntgenci değilim diyorsun.

– Ben nesnel konuşuyorum bay polis. Bir gazeteci gibi davranmak istiyorum.

Polis memuru koltuğunda doğrulur gibi oldu:

– Gazeteci misin? Söylesene gazeteci olduğunu.

– Gazeteci değilim, ama gazeteci gibi davranmağa çalışıyorum.

Polis memuru rahatlamıştı:

– Yani kendine gazeteci süsü mü veriyorsun?

– Hayır, sadece gazeteciler gibi her şeyi görmeğe, her şeyi değerlendirmeye bakıyorum.

– Gazeteciler her şeyi görür, her şeyi bilir mi sanıyorsun sen yoksa? Onlar yazdıklarını hep bizden alırlar.

– Haklısınız efendim.

– Biz olmasak hiçbir gazete çıkmaz.

– Haklısınız efendim.

– Hani o cart curt öten başyazarlar var ya, biz haberleri bir keselim, alimallah onlar da süt gibi kesilirler.

– Haklısınız efendim.

Polis memuru birden durdu.

Söz tıkanıklığına uğramıştı sanki.

Bir iki derin nefes aldı, sonra da:

– Sen iyi bir delikanlıya benziyorsun.

– Sağolun efendim.

– Ahmet efendi, bu delikanlıdan şikâyetçi var mı?

Bekçi konuşmaların nereye yöneleceğini anlamak için gözlerini dört açmış bekliyordu. Polisin, bu delikanlıdan şikayetçi var mı sorusundan sonucu az çok kestirmeğe başlamış olmalı ki isteksiz, isteksiz:

– Yok ama…

dedi ve sonunu getiremedi.

– Ben sana kaç kez tembih ettim. Şikâyetçi yoksa suç da yoktur.

– Hem sonra, dikizlediğim söylenilen ev de bir şeye benzese bari.

Bekçi işin sonunu, artık iyice kestirmişti. Odadan çıkmak üzere kapıya doğru yürüdü. Polis memuru onu eşikte yakaladı:

– Ahmet efendi!

– Buyur!

– Bayın dikizlediği ev kimin?

– Taşıma şirketinde çalışan biri var, onun. Bir memur olacak.

– Memur mu? Bir memurun evi her zaman gözetlenebilir Ahmet Efendi. Bunun suç neresinde?

Sonra bana döndü:

– Buyur delikanlı, sen de gidebilirsin. Büyüklerden birinin evi olmadıktan sonra her evi istediğin zaman, istediğin biçimde dikizleyebilirsin.

Salâh Birsel, Dört Köşeli Üçgen, Sel Yayıncılık, 2016 [1985], 3. basım, s. 56-61.

Barthes, Biçem İşçiliği

“Biçim pahalıya mal olur.” Collège de France’daki derslerini neden yayımlamadığını sordukları zaman, Valéry böyle demiş. Oysa, koca bir dönem, burjuva sınıfının utkunluk dönemi boyunca, biçim aşağı aşağı yukarı düşünce pahasınaydı; hiç kuşkusuz, düzenine, örtmecesine özen gösteriliyordu, ama yazar düzenekleri hiçbir yenilik saplantısına kapılmadan, el sürülmeden aktarılan, önceden oluşmuş bir araç kullandığı için, biçim daha da ucuza mal oluyordu; biçim bir iyelik nesnesi değildi; klasik dilin evrenselliği bu dilin bir ortak mal olmasından ve yalnızca düşüncenin başkalık damgası taşımasından ileri geliyordu. Bütün bu zaman boyunca biçimin bir kullanım değeri olduğu söylenebilirdi.

Oysa, gördüğümüz gibi, 1850’ye doğru, Yazın bir doğrulanma sorunuyla karşı karşıya gelmeye başlar: Yazı kaçamaklar arayacak ve kullanımı üzerinde bir kuşku gölgesi yükselmeye başladığı için, geleneğin sorumluluğunu tümüyle yüklenmek kaygısını güden bütün bir yazarlar sınıfı yazının kullanım-değerinin yerine bir emek-değer getirecektir. Yazı ereği gereği değil, kendisi için harcanacak olan emek yardımıyla kurtarılacaktır. O zaman, evinde çalışan bir işçi gibi, söylencesel bir yere kapanarak yontan, incelten, parlatan, tıpkı bir cevahir işçisinin sanatını özdekten çıkarması gibi biçimini oturtan, bu işe düzenli olarak yalnızlık ve çaba saatleri ayıran işçi-yazar imgesi oluşmaya başlar. Gautier (Güzel-Yazın’ın kusursuz ustası), Flaubert (Croisset’de tümcelerini örer.), Valéry (kuşluk zamanı odasında) ya da Gide (bir tezgâh başındaymış gibi eğik çalışma masasının başında ayakta) gibi yazarlar Fransız Yazını’nın bir tür işçi derneğini oluştururlar, burada biçim çalışması bir loncanın göstergesi ve özelliği olur. Bu emek-değer biraz da deha-değer yerini tutar, biçim üzerinde çok çok ve uzun uzun çalışıldığı söylenirken işin içine bir tür cilve katılır; hatta bazı bazı büyük barok seçkinciliğine (örneğin Corneille’inkine) karşıt bir kısalık seçkinciliği (bir özdeği işlemek genellikle ondan bir şeyler atmaktır) yaratılır; biri dilin bir genişlemesine yol açan bir Doğa bilgisini dile getirir, öteki aristokratça bir yazınsal biçem üretmeye çalışırken, tarihsel bir bunalımın koşullarını yerleştirir. Bu bunalımsa, “estetik” bir amaçlılık artık bu gününü doldurmuş dil uzlaşımını haklı çıkarmaya yetmediği, yani Tarih yazarın toplumsal iççağrısıyla Geleneğin kendisine aktardığı araç arasında kesin bir kopma getirdiği gün başlayacaktır.

Bu işçilik yazını Flaubert en büyük düzenle kurdu. Ondan önce, burjuva olgusu ilginçlik ya da uzaksıllık (33) düzeyindeydi; burjuva düşüngüsü evrenselin ölçüsünü veriyor, bir arı insanın varlığını savunarak burjuvayı kendi kendine indirgenemeyen bir gösterim olarak esenlikle ele alabiliyordu. Flaubert için, burjuva koşulu yazara bulaşan, iyileşme bir hastalıktır, ancak açıkgörüşlülükle yüklenilerek ele alınabilir -bu da “trajik” bir duygunun özelliğidir. Frédéric Moreau’nun, Emma Bovary’nin, Bouvard ve Pécuchet’nin bu burjuva zorunluluğu, bir kez düşüldükten sonra, aynı biçimde bir zorunluluk içeren ve bir Yasa’yla donanmış bir sanat gerektirir. Flaubert anlatımda acılığın uygulayımsal kurallarını içeren -çelişki- kuralcı bir yazı kurmuştur. Öte yandan, hiç de görüngübilimsel bir düzene (örneğin Proust’un yapacağı gibi) uymadan, anlatısını özlerin birbirini izleyişiyle oluşturur; eylem zamanlarını uzlaşımsal bir kullanım içinde kurar, böylece bu zamanlar kendi yapaylığı konusunda bizi uyaran bir sanat gibi, Yazın’ın göstergeler‘i olarak etkirler; bir yazılı uyum oluşturur, bu uyumsa, konuşulan söz sanatından uzakta, Yazın’ın üretici ve tüketicilerinin içinde, tümüyle yazınsal bir altıncı duyuya varan bir tür büyü yaratır. Öte yandan, bu yazınsal çalışma izgesi (34), bu yazarın çalışmasıyla bağıntılı alıştırmalar toplamı, bir tür bilgeliğe desteklik eder, hatta bir hüzne, bir içtenliğe de desteklik eder, çünkü Flaubert’in sanatı maskesini parmağıyla göstererek ilerler. Yazınsal dilin bu yalınlaştırıcı düzenlenimi yazarı evrensel bir koşulla uzlaştırmayı amaçlamasa bile, hiç değilse ona biçiminin sorumluluğunu vermeyi, kendisine Tarih’in getirdiği yazıyı bir sanat‘a, yani açık bir uzlaşıma, insanın henüz dağınık bir doğada bir konum almasını sağlayacak içten bir antlaşmaya dönüştürmeyi amaçlıyordu. Yazar kurallarında herkesçe görülebilen, açık bir sanat verir topluma, toplum da buna karşılık yazarı benimseyebilir. Örneğin Baudelaire şiirinin hayranlık verici düzyazısallığını bir tür işlenmiş biçim putçuluğuna bağlarcasına Gautier’ye bağlamak istiyordu. Bu tutku burjuva etkinliklerinin yararcılığının dışında kalıyordu kuşkusuz, gene de bir bildik çalışmalar düzeni içinde yer alıyor, kendisni denetleyen toplum onda düşlerini değil, yöntemlerini buluyordu. Yazın’ı kendisinden yola çıkarak yenemeyeceğimize göre, onu açıkça benimsemek, bu yazınsal küreğe yargılı olarak, “iyi iş” çıkarmak daha iyi değil miydi? Bunun için, ister fazla güç beğenir olmayanlar bu işe hiç sorun çıkarmadan kendilerini bıraksınlar, ister en arılar buraya önlenmez bir koşulun tanınması olarak dönsünler, yazı’nın flaubertselleştirilmesi yazarların gene bir bedel ödemesidir.

Çevirmenin Notları
(33) “Uzaksıllık”: “exotisme”
(34) “İzge”: “le code”

Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, çev. Tahsin Yücel, Metis Yayınları, 2006 [1953], 3. basım, s. 56-8.

Blanchot, Edebi Cemaat (dost ve öteki için varolma)

Edebi iletişimin ideal cemaati. Bu cemaate koşullar yardım etmiştir (tesadüfün, şansın, gelip geçici tarihsel hevesin veya rastlantının önemi; gerçeküstücüler -hepsinden önce de André Breton- bunu önceden hissetmiş ve hatta erkenden kuramlaştırmışlardır.) Birkaç şahit-okuru bir masanın etrafında gerektiğinde bir araya getirebilmek mümkündü (bu, Yahudi paskalyasına erken gelenleri hatırlatır), bu insanların, hemen hemen hepsinin çeşitli sıfatlarla karışmış oldukları ve onları beklenmedik, kesin bir yokoluşa maruz bırakan savaşın olağanüstü boyutu göz önüne alındığında, bir araya gelmelerine neden olan hassas olayın öneminin bilincinde oldukları söylenemezdi. İşte: Zaten ölüm sonrasına ait olmasına rağmen baştan oluşturulmuş bir cemaat imkânını, tekil varoluşlara özgü yanlış anlamalar yoluyla bir an için kabul etmeyi sağlayan bir şey vuku bulmuştur: Bu cemaatten geriye bir şey kalmayacaktı, bu insana hüzün veriyordu, ama coşku da veriyordu; tıpkı yazının talep ettiği silinme tecrübesi gibi.

Georges Bataille içsel deneyime ilişkin olarak bir cemaat talebinin kendi gözünde veya ruhunda dayattığı iki anı yalın bir şekilde dile getirdi (belki de fazla yalın; ama bu durumu bilmez değildi). “Dostlarımla birlikteyken davranışımı güdüleyen bir şey var: Hiçbir varlığın, tek başına varlığın sonuna kadar gitmeye muktedir olduğunu sanmıyorum” diye yazdığında, bu önerme deneyimin tek bir kişi için gerçekleşemeyeceği anlamına gelir, çünkü deneyimin niteliği özelin özelliğini bozmak ve onu ötekine maruz bırakmaktır, dolayısıyla esas olarak öteki için varolmasıdır; “yaşamımın benim için bir anlamı olmasını istiyorsam öteki için bir anlamı olması gerekir.” Veya: “Kendimi aşırılığa kışkırtmadan duramam ve iletişim kurmayı arzuladığım başkaları ile kendi arama farklılık koyamam.” Bu ifade zımni bir bulanıklık içerir: Kimi kez -ve aynı anda-, deneyim ancak iletebildiği sürece böyle olabilir (“aşırılığa gider”), ve deneyim, özünde dışarıya ve ötekine açılış olduğu için, ben ve başkası arasında şiddetli bir asimetri ilişkisine, yırtılma ve iletişime neden olan hareket olduğu için iletilebilirdir.

Demek ki, iki an, birbirlerini ortadan kaldırarak biri diğerini gerektirse de, birbirlerinden ayrı olarak analiz edilebilirler. Örneğin, Bataille şöyle der: “Sözünü ettiğim cemaat, Nietzsche’nin varoluşundan itibaren potansiyel olarak varlık bulan (bu varoluşu talep eden) ve her Nietzsche okurunun kaçarak -yani sorulan bilmeceyi çözmeyerek (hatta okumayarak)- bozduğu cemaattir.” Ama Bataille ile Nietzsche arasında büyük fark vardır. Nietzsche’de şiddetli bir anlaşılma arzusu vardı, ama kabul edilemeyecek kadar tehlikeli ve yüksek bir hakikati kendinde taşıdığına dair kimi zaman gururlu bir kesinliğe de sahipti. Bataille’a göre dostluk “egemen işlem”in parçasıdır; Suçlu‘nun önce Dostluk [L’Amitié] alt başlığını taşıması tesadüfi değildir; dostluğun yanlış tanımlandığı doğrudur: Erimeye kadar varan, kendi için dostluk; zorunlu süreksizlikten yola çıkarak bir sürekliliğe geçiş ve bunun onaylanması olarak karşılıklı dostluk. Ama okuma -esersiz eser çalışması- kimi zaman sarhoşluğun baş dönmesine ait olmasına karşın, dostlukta eksik değildir. “… Daha şimdiden çok fazla şarap içmiştim. Yanımdan ayırmadığım kitaptan bir bölüm okumasını X’ten istiyordum ve o da yüksek sesle okudu (tanıdığım hiç kimse ondan daha acımasız bir yalınlıkla, ondan daha tutkulu bir yücelikle okumaz). Çok sarhoştum, bölümü tam olarak hatırlamıyorum. O da benim kadar içmişti. İçki içmiş insanların yaptığı böyle bir okumanın kışkırtıcı bir paradoks olduğunu düşünmek hata olur… Bizi birleştiren şeyin, ikimizin de yıkıcı güçler karşısında açık, -cazibe nedeniyle- savunmasız, ama cüretkâr insanlar gibi değil, korkak bir saflığın asla terk etmediği çocuklar gibi savunmasız oluşumuz olduğunu sanıyorum.” İşte muhtemelen Nietzsche’nin desteklemeyeceği bir şey: Nietzsche kendinden ancak delilik anında vazgeçer -çöküş- ve bu vazgeçiş telafi edici megalomanyak hareketlerle kendini göstererek devam eder. Bataille’ın bize betimlediği ve kimler arasında geçtiğini bildiğimiz (ama bunun önemi yoktur) ve yayımlamak üzere yazılmamış sahne (yine de belli bir gizlilik kaydı düşülmüştür: Muhatap belirtilmemiştir, ama öyle anlatılmıştır ki dostlar onu adlandırmadan tanıyabilirler; dostluktur o, dosttan daha az bir şey değildir), başka bir günün tarihini taşıyan şu önermenin ardından gelir: “Bir Tanrı’yı meşgul edecek bir şey yoktur.” Bu hareketsizlik esersizliğin özelliklerinden biridir, ve dostluk, sarhoşluk okumasıyla birlikte, Jean-Luc Nancy’nin bizi düşünmeye davet ettiği ama daha ileriye gitmemizi de istediği “esersiz cemaat”in özelliklerinden biridir.

Yine bu konuya (er veya geç) döneceğim. Ama önce okurun, okuduğu şey karşısında özgür, basit bir okur olmadığını belirtmek gerekir. Okur istenmiş, sevilmiştir ve belki de hoşgörülmeyendir. Neyi bildiğini bilemez ve bilmediğinden daha fazla bilir. Kendini bırakmaya bırakmış, kendini kaybetmiş ve olup biteni ve böylelikle elinden kaçan şeyi daha iyi anlamak için aynı zamanda da yolun kıyısında duran arkadaş. Belki de şu coşkulu metinlerde bu söylenmektedir: “Hemcinslerim! Dostlarım! Camları tozlu havasız evler gibi: Gözler kapalı, göz kapakları açık!” Ve biraz daha ilerde: “Kendisi için yazdığım (sen diye hitap ettiğim) kişi, okumuş olduğu şey için ona acıyın, ağlaması gerekecektir, sonra gülecektir, çünkü o kendini tanıdı.” Ama ardından şu gelir: “‘Kendisi için yazdığım kişiyi’ tanıyabilirsem -fark edebilir ve keşfedebilirsem- öleceğimi hayal ediyorum. O, beni, bana yaraşır şekilde küçümseyecektir. Ama ben, o beni küçümsediği için ölmem: Hayatta kalmanın yerçekimine ihtiyacı vardır.” (8) Bu hareketler ancak görünüşte birbirileriyle çelişirler. “Kendisi için yazdığım kişi” tanınmayacak olandır, meçhul kimsedir ve meçhul olanla ilişki, yazı yoluyla bile olsa, beni ölüme veya sonluluğa maruz bırakır; ölümü yatıştıracak şey bu ölümde yoktur. Bu durumda dostluğa ne olur? Dostluk: Dostu olmayan meçhul kişi için dostluk. Veya dahası eğer dostluk yazı yoluyla cemaate çağırıyorsa, ancak kendi kendini dışlayabilir (bütün dostlukları dışlayan yazma istemi için dostluk). Peki o halde “küçümseme” neden? “Bana layık” -bunun canlı bir tekillik olduğunu varsayarak- en aşırı alçaklığa, yani küçümsemeyi bana layık kılacak tek yakışıksızlığın deneyimine kadar inmelidir: Bu bir anlamda kötülüğün hükümranlığıdır veya artık paylaşılamayan ve küçümsemeyle ifade edilerek yaşamaya veya sürünmeye izin veren değersizleşmeye varacak olan ayaklar altına alınmış hükümranlıktır veya artık paylaşılamayan ve küçümsemeyle ifade edilerek yaşamaya veya sürünmeye izin veren değersizleşmeye varacak olan ayaklar altına alınmış hükümranlıktır. “İkiyüzlü! Yazmak, samimi ve çıplak olmaktır, kimse bunu yapamaz. Bunu yapmak istemiyorum.” (Suçlu) Ama aynı zamanda, aynı kitabın ilk sayfalarında şu vardır: “Bu notlar beni Ariane ipi gibi hemcinslerime bağlıyor ve gerisi bana boş geliyor. Yine de bu notları hiçbir dostuma okutamam.” Çünkü, o dönemde, kişisel dostlar kişisel okuma yapardı. Hiç kimseye hitap etmeyen ve meçhul kişiyle ilişkileri dolayısıyla, Georges Bataille’ın (en azından bir defa) “olumsuz cemaat: Cemaati olmayanların cemaati” diye adlandıracağı şeyi inşa eden kitabın anonim olması buradan kaynaklanır.

(8) Œuvres complètes, Gallimard, cilt V, s. 447.

Maurice Blanchot, İtiraf Edilemeyen Cemaat, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 1997 [1983], s. 34-8.

Le Breton, Kent Yürüyüşü

Bir kentte yolunu bulamamak çok da önemli değildir. Ama bir kentte bir ormanda kaybolur gibi kaybolmak için eğitimli olmak gerekir. Sokak adlarının kaybolan kişiye çatırdayan kuru dalların diliyle hitap etmesi gerekir ve kent içindeki küçük sokaklar bu kişiye günün saatlerini bir dağdaki vadi kadar açık seçik biçimde yansıtmalıdır.

Walter Benjamin, Tek Yön

Kentin bedeni

Kendi kentinde, sokaklarında, mahallelerinde yürüyen insanın öyküsü buraları daha önceden tanısın ya da yürüdükçe tanısın her şeyden önce duygusal bir öyküdür ya da bedensel bir deneyimdir. Gezintisine sesli ve görsel bir fon eşlik eder, bedeni hararetin dalgalanmalarını kaydeder ve nesnelere ya da mekâne temas edince tepki verir. Zor ya da kolay örtülerini kat eder. Bu duyumsal örgü sokaklarda yürümeye, değişen koşullara göre keyifli ya da keyifsiz bir hava verir. Kentte yürüme deneyimi tüm bedenin katılımını gerektiren bir etkinliktir, duyumun ve duyuların sürekli devreye girmesidir. Kent insanın dışında değildir, içindedir onun, gözlerinin, kulaklarının ve öteki duyularının içindedir, sahiplenir kenti insan ve ona yüklediği anlamlara göre etki eder. “Yıllardır kaygısız, tasasız insanlar için yani kaybedecek zamanı olan ve Paris’i seven insanlar için bir ‘Paris Planı’ kaleme alma hayalleri içindeyim. Ve yıllardır bu yolculuğa başlama sözü veriyorum kendi kendime: kendi semtimden, Kuzey garından ve Doğu garından Chapelle’e doğru… Nedeni buradan otuz beş yılı aşkın bir süredir ayrılmamam değildir; burası özel bir fizyonumiye sahiptir ve tanınmasında yarar vardır” (Fargue, 1993, 17). Her kentlinin kendi mekânları, kendi etkinliklerinin çevresinde dönen ve sürekli kullandığı ya da canı istediğinde, hava durumuna göre, acele etme ya da aylak aylak dolaşma, yolca yapacağı alışverişlere göre değiştirdiği, özel güzergâhları vb vardır. Her sakinin çevresinde, kentteki gündelik etkinlilerine, çalıştığı semte, uğradığı resmi dairelere, kütüphanelere, dostlarının yaşadığı semtlere, çocukluğunda ya da yaşamının çeşitli dönemlerinde tanıdığı semtlere göre on binlerce yol oluşur. Bir de hayalet bölgeleri vardır: hiçbir zaman gitmez oralara çünkü bu yerlerde hiçbir etkinlik hiçbir çekicilik söz konusu değildir, sadece arabayla zaman zaman geçer buralardan ama durmayı aklından geçirmez, biçimleri ve yapıları korkutur onu.

“Bana Paris’te rastlayacağınızdan emin olabilirsiniz, akşama doğru, Matin matbaası ve Strasbourg bulvarı arasında Bonne-Nouvelle bulvarına gidip gelmeden üç günüm geçmez. Neden bilmem ayaklarım beni oraya doğru götürür, hemen her zaman belli bir amacım olmadan, hiçbir şeye karar vermeden, belirsiz birtakım şeylerin oralarda olup biteceği düşüncesiyle oraya doğru giderim” (Breton, 1964, 36). Biraz olsun tanıyanlar ya da sokaklarına aşina olanlar için her kentin, yürüyüşçünün, uzun süre uzak kalmış olsa bile, daha ilk adımlarında yöneldiği kendi çekim bölgeleri vardır: Brüksel’de Lemonnier bulvarı sahafları, Tours’da Loire, Paris’te Quartier Latin, Strasbourg’da Ill kıyıları ya da Katedral, Napoli ya da Roma’da bir kafe, Lizbon’da bir alan, bir bulvar, bir sokak, bir mağaza, bir bank, bir ev… Bu çekimler kişisel bir öyküye, çocukluk dönemlerine, bir kafenin terasında geçirdiğimiz ve daha sonra tekrar yaşamak istediğimiz bir huzur anına, bir sokağın, bir semtin ortamına, bizi çok etkilemiş olan bir ada, eskiden gördüğümüz bir yüze, bir müzeye bağlı olabilir… Kenti çok iyi tanıyan biri, kimi zaman şu ya da bu seçiminden sonra ilk şaşıran ve gülen kimsedir ya da muhatabının zevkleri üstüne uzun süre kafa yorabilir. Ama herkes nesneleri kendi gözleriyle görür. Her kent özneldir.

Bir kenti arşınlayarak kendini keşfetmenin bir başka biçimi, gerçeküstücüler gibi, sokaklarda, rasgele, başıboş dolaşmaktır. 60’lı yıllarda sitüasyonistler bu rüzgârın götürdüğü yere girme alışkanlığına tekrar sahip çıkmışlar ve bu tür yürüyüşleri “farklı ortamlardan alelacele bir geçiş tekniği” gibi tanımlamışlardır. Kentli belli bir amaçla evinden çıkıp bir güzergâhta yürüyebilir ama kimi zaman da keyfine bırakır işi ve adımlarını engellemeye çalışmaz (Augoyard, 1979; Giard, Mayol, 1980). Yürüyüşçü, kimi zaman, belki ileride daha bilinçli olarak döneceği yerleri tanımak için elinde haritayla dolaşsa da kendi kişisel yolunu yaratarak keşfetmeye çalışır kenti. Kentte yerlerin çekiciliğinden başka bir sınır tanımayan aylak böyle yürür. Alışkanlıklarını bir yana bırakır, alışık olduğu güzergâhlar ağını terk eder, onların ötesine geçer, unutur onları, aşar.

Aylak kentte, ormanda yürür gibi yürür, keşiflere açıktır. Yüzleri ve yerleri gözetleyerek, kişisel meraklarının peşinde, “asfaltta bitki toplar” (Benjamin, 1979, 57). Gözlerini ırmağa dikmiş halde yürüyen, gelip geçenlerin yitirdiği bozuk paraları arayan o hoş insan Henri Calet’in zıddıdır. Büyük bir olasılıkla Calet bu paraları bulabilen ve bu nedenle kendisini tebrik eden tek insandır çünkü hiçbir zaman hiçbir şey bulamayan taklitçileri sonunda yorulurlar ve gözlerini sokaklara çevirirler. Aylak, kendi içinden gelen ses doğrultusunda yol alır, duygusal çekimlerini anlık sezgileri, bir yerin atmosferiyle ilgili sezgileri yönlendirir; girdiği yol beklentilerini karşılamamışsa ansızın, kolayca yolu kısaltır ya da başka bir yöne sapar. Yerlerin çekiciliğiyle baş başadır, tutsağı olmuştur ve henüz bilmediği ama kendisine değişik bir yaşam sunan coğrafi eşiği atladığında daha sonraki yerin çekiciliğine kapılır. Kendisine hüzün verici gözüken vasat bir yerden hoşlanmadığı da olur. İzlenen yol yürüyüşçünün duygusal durumuna göre asla aynı mesafelerde değildir ve görülen manzaralar da hep aynıları olmaz. Yorgunluk derecesi, acele etmek zorunda olmak ya da olmamak, yürüyüş için kendini hazır hissetmek ya da hissetmemek yürünen güzergâhı elverişli ya da elverişsiz hale getirebilir. Bu bağlamda nesnellik her zaman yaşanan anın atmosferinden süzülür, bedenin bu işi sahiplenmesi ya da sahiplenmemesiyle ilgilidir, asla katıksız bir fizyoloji değildir, bir psikoloji, daha doğrusu duygusal bir coğrafyadır. Kentte yürüyüş hiç kuşkusuz, aynı zamanda da bedensel bir alışkanlıktır, bugün Kalküte ya da Bombay sokaklarında, yakıcı bir güneş altında, hiç durmadan yürüyorum, tişörtüm terden sırılsıklam, eskiden de Rio de Janeiro, Lizbon ya da Roma sokaklarında yürürdüm böyle, tek yorgunluk bedenin yorgunluğundan çok doymak bilmez merakın verdiği yorgunluk. Ben kendi payıma, sadece bedenin, rasgele sokaklara ve o andaki ruhsal durumuma göre yakaladığı bir kentte başkasını tanımıyorum.

Aylaklık etmek kentte yürümek sanatı demektir. “Sokak, dört duvar arasındaki kentli gibi, binaların cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi hisseden aylak için bir apartman dairesidir. Dernek adlarının yazılı olduğu parlak plakalara, kentlinin, salonundaki yağlı boya bir tabloya verdiği değeri verir. Duvarlar, üstüne not defterini dayadığı sıradır, gazete bayileri kütüphaneler gibidir, kafelerin teraslarını ise, çalıştıktan sonra kendi içini seyrettiği bow-window’lar gibi görür.” (Benjamin, 1979, 58). Gelip geçenlerin yüzlerinden oluşan orman anlamaya, onların bahtlarından yararlanmaya çalışan aylağın bilgeliğine sunulmuştur (Le Breton, 1992) ve aylak en iyinin ve en kötünün, görünüşlerinin gizlediği tüm sapmalarla birlikte orada sürekli yan yana olduklarını bilir. W. Benjamin polisiye türünün kentte doğduğunu hatırlatıyor. “Gözlemci, kimliğini gizleyerek oynayan bir prenstir” diyor Baudelaire (Baudelaire, 1968, 552). Aylak, amatör bir sosyologdur ama aynı zamanda da güçlü bir romancı, bir gazeteci, bir siyaset adamı, bir anekdot toplayıcıdır. Her zaman uyanık, gevşek ve uyuşuktur, hoş ve ince gözlemleri, mola verdiği bir kafede, notlar almadıkça ve gözlemlerini profesyonelleştirmedikçe ya da suç ortaklığı yapan bir kulak yorumlarını dinlemedikçe çoğu zaman anında unutulur, kaybolur gider.

Kent ancak sakinlerinin adımlarıyla ya da onu yürüyüşleriyle, buluşmalarıyla, dükkânlarına, ibadet yerlerine, resmi dairelerine, istasyonlarına, kafelerine, eğlence yerlerine vb girip çıkmalarıyla canlandırarak yaratan gezginleriyle var olabilir. Gelip geçenler kentin canlılığının ya da uyumasının, verdiği zevkin ya da sıkıntının işaretidir. Zamanın akışı etkinliklerinin özel anlarını belirtir. Şafak vakti, az ya da çok seyrek, henüz uykuda olan uyku zamanına çok fazla hoşgörülü davranmayı istemiş olduklarından hızlı yürüyen insanların sokaklarına düşer. Gecikmeyi telafi etmek için acele etmek gereki ve bu acelecilik içinde bakışın aylaklığına pek fazla zaman kalmaz. Sokaklar boştur, belki bir gece kuşu ya da sabahın köründe yollara düşmüş biri görülebilir. Daha sonra, orta lise, üniversite öğrencileri sabahın daha makul saatlerinde işlerine gidenlerin saflarına katılırlar. Bu saatlerde sokaklar canlanır, mağazalar kapılarını açarlar, otomobiller yoğunlaşır, daha sonra vakitleri bol olan ya da alışverişe giden yayalar çıkar ortaya. Yaya akışı öğleye doğru yoğunlaşır ve daha sonra zayıflar. Yazın, kafelerin terasları tabaklarına ve bardaklarına olduğu kadar gelip geçenlere de dikkat eden müşterilerle dolup taşar. Akşama doğru, sokaklar yavaş yavaş boşalır, sadece eğlence düşkünleri, gece kuşları ya da arkadaş ziyaretlerinden veya restoranlardan dönenler ve evlerine dönmek için acele edenler ya da bir süre daha vakit geçirmek isteyenler kalır dışarıda. Gece sınırları siler, nesnelerin bildik anlamını genişletir ve maceranın çekiciliğini ya da bilinmeyenin getirdiği sıkıntıyı kuşatır. Etraf tehlike ya da tehdit doludur sanki. Sokaklarda hüküm süren görece sessizlik, araçların seyrekleşmesi öteki tuhaflıklar olarak görülebilir.

Bibliyografya
Jean-François Augoard, Pas à pas. Essai sur le cheminement quotidien, Paris, Seuil, 1979.
Charles Baudelaire, “Le peintre de la vie moderne”, in Œuvres complètes, Paris, Seuil, 1968.
Walter Benjamin, Charles Baudelaire, Paris, Payot, 1979.
André Breton, Nadja, Paris, Poche, 1964.
Léon-Paul Fargue, Le piéton de Paris, Paris, Gallimard, 1993.
Luce Giard, Pierre Mayol, L’Invention du quotidien T2: Habiter, cuisiner, Paris, 10-18.
David Le Breton, Pasions du risque, Paris, Métailié, 1992 (4 éd 2000).

David Le Breton, Yürümeye Övgü, çev. İsmail Yerguz, Sel Yayıncılık, 2008 [2000], 2. basım, s. 99-104.