Tanpınar, Düşe Kalka Sorumsuz Seyreden İnsan

İhsan devam etti:

— Sen insandan mesuliyet duygusunu kaldırıyorsun. Yerine birtakım hazır, yaradılıştan gelme faziletler koyuyorsun. Halbuki insan mesuliyet duygusundan başlar. Öbürleri mizaç zenginlikleridir. Nitekim hikâyende bir evlenme, bir hayal düşüşü veya sebepsiz nefretle kahramanın, tasavvur ettiğin tanrı adam, cinayete doğru değişiyor. Halbuki mesuliyet duygusu…

– Mesuliyet duygusu da değişir. Yalnız ameliye genişler… İlk önce kıymetleri yıkar.

– Yıkar ama, o zaman daireden çıkar! Çünkü insanlık mesuliyet duygusu ile başlar.

Suat başını salladı:

– Ne çıkar bundan?..

– Şu çıkar. İnsanlarla, hayatla dediğin gibi barışmış olmaz. Bilakis onlarla arasına kan girmiş olur. İnsanla ve kâinatla barışık kalmak için onların bendeki çehresinin tam ve yerinde durması lâzımdır. Halbuki cinayet, hattâ en ufak haksızlık bu çehreyi bizde bozar. Kâinatı inkâr etmiş oluruz. Yahut kâinat bizi kusar.

– Senin ıstırabın bunu bozmuyor mu?

İhsan tereddütsüz cevap verdi:

– Bilakis, ben ıstırabımla insanlarla barışıyorum. Onu mustarip olduğum zaman daha iyi anlıyorum. Aramıza o kadar sıcak bir şey giriyor ki… o zaman mesuliyet duygumu daha iyi idrak ediyorum. Istırap günlük ekmeğimizdir; ondan kaçan insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur, ona en büyük ihanet ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlığın talihini değiştirebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yığın hürriyet versen, yine ölüm, hastalık, imkânsızlıklar, ruh didişmeleri kalır. O hâlde ıstırap karşısında kaçmak kaleyi içten yıkmaktır. Ölüme kaçmak ise büsbütün korkunçtur. O sadece mesuliyetsiz hayvanlığa sığınmaktır.

Bir dakika durdu. Onun da Suat kadar ve belki de daha fazla ıstırap çektiği belliydi.Yüzü ter içindeydi. Ağır ağır devam etti.

– İnsan talihinin mahpusudur. Ve bu talihin karşısında imandan ve bilhassa ıstıraba katlanmaktan başka silâhı yoktur.

– İmandan bahsediyorsunuz, aklın yolundan gidiyorsunuz.

– Akıldan gidiyorum. Elbette akıldan gideceğim. Sokrat, akıllı âşık ihtiraslı âşıktan iyidir diyor. Akıl, insanın ayırıcı vasfıdır.

– Fakat öldürenin de, kendisi de öldürme hareketinde ölenle beraber ölmüyor mu?..

– Bir bakıma göre doğru… Ama işte bu ölüm istediğin yeniden doğuşu temin edemez. Hiç olmazsa her zaman için. Çünkü bu isyanla biz kategorinin dışına çıkarız. Sen insanı kâinatın içine lâyıkiyle yerleştirmiyorsun. Halbuki işe oradan başlamalı. Ben insana tanrılık vasfını reddedenlerden değilim! Bilakis kâinatın efendisi insan ruhudur.

Suat güldü:

– İhsan’ın coşkun tarafına rastgeldim, dedi. Fakat Mümtaz sen yine bu hikâyeyi yaz!

Mümtaz ilk defa söze karıştı:

– İyi ama, niçin benim yazmamı istiyorsun da kendin yazmıyorsun?..

– Gayet basit. Sen hikâyecisin. Yazmaktan hoşlanıyorsun. Rollerimiz ayrı. Ben sadece yaşıyorum!

– Ben yaşamıyor muyum? Bu suali Mümtaz en yumuşak sesiyle, yoksa öldüm mü? der gibi sormuştu.

– Hayır yaşamıyorsun; yani benim gibi değil. Sen bir noktaya çekilmiş orada yaşıyorsun. Geniş ve parlak hayallerin var. Zamana hükmedeceğim diyorsun. Kendine yarayacak hiçbir şeyi kaybetmemek için çırpınıyorsun. Bu bana yarar, bu yaramaz, diye ayırıyorsun. İstediğine bakıyor, istediğine bakmıyorsun. Âdeta kendi kendine konuşuyorsu. İkide bir öksürüyor, her öksürükten sonra aldırmayın geçer… der gibi başını sallıyordu. – Senin behemehal kendinin olmasını istediğin bir dünyan var. Yapmacık da olsa onda kalıyorsun. Ben senin gibi miyim? Ben sefil, maddî, ayyaş, vazifesinden kaçan bir adamım. Benim ömrüm biçare bir israftır. Su gibi akıyorum. Hastayım, içki içiyorum; evlât babasıyım, yüzlerini görmek istemiyorum. Kendi hayatımı bir tarafa bırakmışım, her an başka bir insanın derisinde yaşıyorum. Bir hırsız, bir katil, bacağını sürükleyerek yürüyen bir zavallı, hepsi, her gördüğüm canlı mahluk, benim için ayrı ayrı davetler oluyor. Beni çağırıyorlar. Hepsinin peşlerinden koşuyorum. Bana kabuklarını açıyorlar, yahut ben onlara vücudumu açıyorum, farketmeden içime yerleşiyorlar, elimi, kolumu, düşüncemi zaptediyorlar, korkuları, vehimleri, benim korkularım, vehimlerim oluyor, geceleyin onların rüyasını görüyorum. Onların azabıyla uyanıyorum. Sade bu mu? Bütün inkâr edilenlerin azabını içimde yaşıyorum. Her düşüşü tecrübe etmek istiyorum. Bizim bankanın kasasını, bana emanet edilen kasayı kaç defa soydum biliyor musun?

Macide ağlayacak gibiydi:

– Neler söylüyorsun Suat?.. Dinlemeyin bunu Allah aşkına… Ter içinde baksanıza…

Mümtaz yengesine baktı; yüzü bembeyazdı, gözleri büyük büyük açılmıştı. Macide tam bir asab krizi içindeydi. Fakat Suat onun telâşına ehemmiyet vermedi:

– Merak etme Macide. Zannettiğin gibi değil. Hakikatte soymadım. Fakat belki yüz defa kasayı soymayı düşündüm. Sade düşünmedim, soyduğumu tahayyül ettim. Belki yüz defa bankadan en geç olarak çıktım. Arkamda her an beni yakalayacak adamlar vehmederek küçüle küçüle yürüdüm, hiç geçmediğim yollardan yürüdüm.

İlhan sordu:

– Peki ama niçin yaptın bunu?

Fakat Suat hep Mümtaz’a bakarak cevap verdi.

– Niçin hayatımı en mânasız şekilde budalaca yaşadıysam, niçin eğlendiysem, niçin içtiysem, niçin evlendiysem. Zamanı öldürmek için. Yaşamak için; çürümemek için! Omuzlarını silkti; ne bileyim ben? Kendimi duymak istiyorum da ondan! Uçuruma, her an ben varım, demek ihtiyacı. Şimdi niçin sen yazasın istiyorum, öğrendin mi? Bir kere olsun belkemiğinde dehşet ürpersin diye! Hepinizin kafasında sevgi, ıstırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben kelimelerin mânasını öğrenmek istiyorum. Onun için yaptım. Meselâ öldürecek derecede sevmediğini öğrenmek için yazmalısın. Fakat sen ölümü de bilmezsin… Kahkahalarla gülüyordu: Eminim ki senin için ölüm bir fırında iyice piştikten sonra, tıpkı bir müzede muhafaza edilen eşya gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak beklemektir. Öyle değil mi? Ve sen ölümden iğrenmezsin, onu güzelin ve aşkın kardeşi görürsün. Hiç ölümün iğrenç bir şey olduğunu düşündün mü? İğrenç bir çürüme ve kokma!..

Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları, 2010 [1948], 18. basım, s. 290-4.

Edgü, Yürüyen / Bir Garip Sürgün / Yol / İz

YÜRÜYEN

Nereye gidiyorsun böyle?
Bilmem. Bir yere gider gibi miyim?
Burnunun doğrultusunda yürüyorsun. Her zamanki gibi.
Karşına dikilmesem beni bile göremeyecektin.
Her yürüyen bir yere mi gider ki! Her burnunun doğrultusunda ilerleyen
sencileyin bir duvara mı toslar?
Ben yalnızca hatırını sormak istemiştim.
İşte hatırım, meraklı dostum, dilersen sen, buna, hatıra da diyebilirsin dedi,
bacağıma doğru bir tekme savururken.
Bunun hesabını vereceksin, diye bağırdım ardından.
Aldığım yanıt, sokakları çınlatan, uzun, çok uzun bir kahkaha oldu.

BİR GARİP SÜRGÜN

Demir için

Ben daha önce hiçbir yabancı tanımamıştım.
Çocukluğumda onlardan uzak durmam söylenmişti; ben de uzak durmuştum. Ama, tüm yaşadıklarımdan sonra, artık gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, onların dillerini öğrenip, kitaplarını okuyup, hattâ, aralarından birkaçıyla dostluk kurduktan sonra yaşamım değişti.
Bir an durdu. Sonra ekledi: Biliyor musun, kimseye verecek bir hesabım yok.

YOL

Doğrusu, alacakaranlıkta uçan kuşları severim. Özellikle bir göl kıyısında. Hiç değilse bir havuz başında.
Bir zamanlar, böylesi günbatımı görünümlerini benimle paylaşan bir sevdiğim vardı. O, nicedir yok. Kuşlar da yok. Zaten ben de, ne bir göl kıyısındayım, ne de havuz başında.
Bir ormanda ilerlemeye, yolumu bulmaya çalışıyorum.
Kim bilir, belki de geriliyorum.
Aslında, öyle ya da böyle, beni şaşırtan ya da korkutan bir şey yok yeryüzünde. Dolayısıyla yolumu bulmamın ya da bulamamamın da bir anlamı yok.

İZ

O günlerde sürekli izleniyordum.
Bıktım.
Ben de beni izleyenleri
izlemeye başladım.
Böylece onlarla aramda bir eşitlik doğdu:
Onlar da, ben de
hem izleyen, hem izlenen olduk.

Ferit Edgü, Leş (Toplu Öyküler), Sel Yayınları, 2014, 3. basım, s. 26, 38, 43, 55.

Simmel, Toplumsal Tip: Yabancı

uzaklarda olmayan içerilen
bilinen, etraftaki yabancı
hep yabancı olarak gezen tüccar
en gizli sırların ifşa edilebileceği bir
figür olarak yabancı
meselelere zorunlu nesnel ve mesafeli yaklaşımı
yerleşikle kurduğu na-kişisel ilişki
benzerliklerin yakın kıldığı
benzersizlik duygusundan
insanlığın kaderini
belirlemeye geçişin gölgesi
yakınlığı ve uzaklığının yakınlığı
ve gerilimi

MEKÂNDAKİ VERİLİ HER NOKTADAN belli bir uzaklıkta olma du­rumu olarak düşünülen gezginlik, belli bir noktaya bağlılığın kavramsal zıttı ise, o zaman “yabancı” denen sosyolojik biçim bu iki özelliğin bir sentezidir adeta. (Bu da, mekân ilişkilerinin insanlar arasındaki ilişkilerin belirleyici koşulları olmakla kalmayıp, bu ilişkilerin simgesi de olduklarının bir başka göstergesidir.) Nitekim yabancı, terimin bildik anlamıyla burada sayılmaz, bugün gelip yarın giden gezgin gibi değil, bugün gelip yarın kalan adam gibidir — yani artık daha öteye gitmeyecek olsa da gelip gitme özgürlüğünü tam edinememiş potansiyel gezgin gibidir deyim yerindeyse. Belli bir mekân dairesi içinde — ya da sınırları mekânsal sınırlara benzeyen bir grup içinde— sabitlenmiştir, ama onun içindeki konumu temelde, en başta ona ait olmamasının ve ona baştan beri onun bir parçası olmayan, olamayacak nitelikler taşımasının etkisi altındadır.

Yabancı örneğinde, her insan ilişkisinin barındırdığı yakınlık-uzaklık birliği en özlü biçimde şöyle özetlenebilecek bir şekilde yapılanmıştır: Bu ilişkideki mesafe yakın olanın uzak olduğunu işaret eder, ama yabancılığı da uzak olanın yakın olduğunu işaret eder. Yabancı olma durumu şüphesiz bütünüyle olumlu bir ilişkidir; özgül bir etkileşim biçimidir. Sirius gezegeninin sakinleri bizim için tam manasıyla, en azından sosyolojideki manasıyla yabancı değillerdir. Bu bakımdan bizim için yokturlar; uzak ve yakın olmanın ötesindedirler. Yabancı, grubun kendisinin bir unsurudur, tıpkı yoksullar ve muhtelif “iç düşmanlar” gibi — gruba mensubiyeti hem onun dışında olmayı hem de onunla karşı karşıya gelmeyi içeren bir unsur.

Yabancı hakkında aşağıda sıralayacağımız önermelerin maksadı, itme ve mesafe etkenlerinin nasıl olup da bir bir-arada-olma biçimi, etkileşime dayalı bir birlik biçimi yarattığını anlatmak olacak.

Ekonomik faaliyetin bütün tarihinde yabancı her yerde devreye tüccar, tüccar da yabancı olarak girer. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere üretim yapmak genel kural olduğu ya da ürünler nispeten küçük bir daire içinde değiş tokuş edildiği sürece grup içinde bir aracıya gerek yoktur. Tüccara ancak grup dışında üretilmiş olan ürünler için ihtiyaç duyulur. Bu zorunlu ihtiyaç maddelerini satın almak üzere yabancı diyarlara giden insanlar (ki bu durumda onlar da başka bir bölgede “yabancı” tacirler konuma gelirler) olmadığı sürece, tüccarın bir yabancı olması gerekir başka birinin bu şekilde geçimini sağlaması mümkün değildir.

Yabancının bu konumu, faaliyet yerini terk etmeyip oraya yerleşirse daha da belirginleşir. Sayısız örnekte bu bile ancak bir aracı sıfatıyla ticaret yaparak yaşıyorsa mümkün olabilir. Toprağın ve el sanatlarının yerel talepleri karşılayacak şekilde paylaştırıldığı her türlü kapalı ekonomik grupla da tüccarın geçimini sağlama imkânı vardır. Zira sınırsız bileşimi ancak ticaret mümkün kılar ve ticaret sayesinde sürekli yeni alanlarda istihbarat elde edilir ve kullanılır ki hareketliliği sınırlı ve ancak çok yavaş genişletilebilecek bir müşteri çevresine bağımlı olan temel üreticinin bunu yapması çok daha zordur. Ticaret her zaman temel üretimden daha fazla insanı massedebilir. Bu yüzden de bütün ekonomik konumların çoktan işgal edilmiş olduğu bir gruba deyim yerindeyse bir fazlalık gibi giren yabancı için en uygun faaliyet ticarettir. Bunun klasik örneği Avrupalı Yahudilerin tarihidir. Yabancı doğası gereği toprak sahibi değildir — sadece fiziksel anlamda değil, metaforik olarak da, mekân içinde olmasa da en azından toplumsal ortamdaki ideal bir konum içinde sabitlenmiş hayati bir töz olarak da toprağı yoktur.

Yabancı, mahrem kişisel ilişkiler alanında birçok bakımdan çekici ve anlamlı olabilse de, ona bir yabancı gözüyle bakıldığı sürece başkalarının gözünde bir “toprak sahibi” değildir. Ticaretle ve genellikle (adeta ticaretin yüceltilmiş bir biçimi olarak) katıksız mali işlerle kısıtlı olması yabancıya o özgül hareketlilik niteliğini kazandırır. Sınırlı bir grup içindeki bu hareketlilik görüntüsü, yabancının resmi konumunu oluşturan o uzaklık-yakınlık sentezine vesile olur. Katıksız bir hareketlilik içindeki kişi yeri ve zamanı geldikçe tek tek her unsurla temasa girer ama hiçbirine yerleşik akrabalık bağları, yerel veya mesleki bağlarla organik bir biçimde bağlanmış değildir.

Bu kümelenmenin bir başka ifadesi de yabancının nesnelliğinde bulunur. Grubun belli bileşenlerine ve tarafgir eğilimlerine köklü bir biçimde bağlanmış olmadığından, bütün bunların karşısına belirgin bir biçimde “nesnel” bir tavır takınarak çıkabilir; bu tavırda sadece bir mesafenin varlığının ve onun iştirakçilerden biri olmayışının işareti değildir, uzaklık ve yakınlıktan, kayıtsızlık ve müdahil olmaktan oluşan ayrı bir yapıdır. Bu konuda, ast-üst ilişkilerini tartışırken yabancıların elde ettiği mütehakkim konumlarla ilgili olarak yaptığım analize bakılabilir; bazı İtalyan şehirlerinde görülmüş, hiçbir yerli aile çıkarlardan ve hizipçilikten azade olmadığı için yargıçları dışarıdan getirtme uygulaması bunun tipik bir örneğidir.

Nesnellik özelliğiyle bağlantılı bir fenomen de, münhasıran olmasa da çoğunlukla gelip geçici yabancıda görülür ki bu da şudur: Yabancıya, sık sık, yakın ilişki içinde olunan herkesten dikkatle gizlenen meseleler hakkında en şaşırtıcı cinsinden (bazen bir günah çıkarmayı bile andırabilen) ifşaat ve itiraflarda bulunulur. Nesnellik hiç de olaya iştirak etmeme demek değildir (öznel ve nesnel yönelimler arasındaki ayrımın bütünüyle dışında kalan bir durumdur iştirak etme). Daha ziyade olumlu ve belirli türde bir iştiraktir; tıpkı teorik bir gözlemin nesnel oluşunun, zihnin üzerine şeylerin kendi niteliklerini kazıdığı edilgin bir tabula rasa olduğu anlamına değil, kendi yasalarına göre işleyen bir zihnin bütünlüklü (bireysel ve öznel farkları yüzünden aynı nesne hakkında birbirinden çok farklı resimler üretebilecek arızi çarpıtmaları ve vurguları dışarıda bırakan şartlarda sürdürdüğü) faaliyeti olduğu anlamına geldiği gibi.

Nesnellik özgürlük olarak da tanımlanabilir. Nesnel insan, algısını, anlayışını ve verileri değerlendirme tarzını önyargılı hale getirebilecek bağlarla bağlı değildir. Yabancının yakın ilişkilerine bile adeta kuş bakışı bakıp yaşayabilmesini sağlayan bu özgürlük birçok tehlikeli olasılık içerir. Ta ilk zamanlardan beri, her türlü ayaklanma sırasında saldırılan taraf ayaklanmanın dışarıdan, yabancı elçi ve ajitatörlerden gelen bir tahrik yüzünden çıktığını iddia etmiştir. Bu bazen olsa bile, bu iddialarda yabancının oynadığı özgül rolün abartıldığı görülür: Pratik açıdan da teorik açıdan da daha özgür olandır yabancı: durumları daha az önyargıyla inceler; daha genel ve daha nesnel standartlarla değerlendirir ve eylemlerini gerçekleştirirken eli kolu âdetler, dinî kaygılar veya önceki emsallerle bağlanmaz.*

Son olarak, yabancıya nesnellik karakterini kazandıran yakınlık-uzaklık oranı, pratik ifadesini onunla kurulan ilişkinin daha soyut bir doğası olmasında da bulur. Yani, insan yabancıyla sadece belli, daha genel nitelikleri paylaşırken, organik bir bağı olan kişilerle ilişkisi tam da onları salt genel olandan ayıran özgül özelliklerin benzerliğine dayalıdır. Aslında, her türlü kişisel ilişki bu şemaya göre analiz edilebilir. Kişisel ilişkiler bireylerin (ya ilişkiyi etkileyen ya da dışında kalan) bireysel farklarına ilave olarak birbirleriyle paylaştıkları belli ortak özelliklerin varlığı tarafından belirlenmez sadece. Şöyle demek daha doğru olur: Söz konusu ortaklığın ilişki üzerinde ne tür bir etki yaratacağı esasen şuna dayanır: Bu ortaklık sadece iştirakçiler arasında mı var (dolayısıyla, ilişki içinde genel bir mahiyette olsa da, dışarıda kalan herkes karşısında özgül ve kıyaslanmaz bir mahiyette mi), yoksa iştirakçiler ortak bir özellikleri olmasının tek nedeninin, bunun bir grubun, bir tipin ya da genelde insanlığın ortak özelliği olması olduğunu mu düşünüyorlar? İkinci durumda, ortak özelliklerin etkisi, aynı özellikleri taşıyan grubun büyüklüğüyle orantılı olarak azalır. Ortaklık üyeleri birleştirecek bir temel sunar sunmasına elbette ama şubelli kişileri özgül olarak birbirine yönlendirmez. Bu kadar geniş bir çevreyle paylaşılan benzerlik herkesi akla gelebilecek başka herkesle aynı kolaylıkla birleştirebilir birbirine. Bir ilişkinin aynı anda hem yakınlığı hem uzaklığı içerebilmesinin yollarından biri de budur belli ki. Benzerlikler evrensel bir mahiyete büründüğü ölçüde, bunlara dayalı bağlantının sıcaklığına bir serinlik unsuru da karışacak, bu ilişkinin rastlantısal bir şey olduğu hissi artacaktır — bağlayıcı güçler özgül, merkezcil karakterlerini yitirmişlerdir.

Bana öyle geliyor ki bu kümelenme, yabancıyla bağlantılı olarak, söz konusu ilişkiye has bireysel unsurlar karşısında ilkesel olarak olağanüstü bir üstünlük kazanmaktadır. Onunla kendimiz arasında milliyet ve toplumsal mevki benzerlikleri, yaptığımız işten ya da genel insan doğasından gelen benzerlikler olduğunu hissettiğimiz sürece yabancı bize yakındır. Bu benzerlikler onunla bizim ötemize uzandığı, bizi birbirimize sadece başka birçok insanı da bağladığı kadar bağladığı ölçüde de uzaktır.

En mahrem ilişkiye bile bu anlamda bir yabancılık izi girer kolayca. İlk ihtiras evresinde, erotik ilişkiler her türlü genelleme düşüncesini kesinkes reddederler. Böyle bir aşk daha önce hiç var olmamıştır; sevilen kişiyle ya da o kişiye yönelik ilişkilerimizle karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktur. İlişkiden bu benzersizlik hissi kaybolduğu anda araya bir yabancılık girecektir (sebep olarak mı sonuç olarak mı, karar vermek zor). Bu ilişkide aslında sadece insanlığın genel kaderini gerçekleştirmekte olduğumuzu, daha önce binlerce kere yaşanmış bir deneyi yaşamış olduğumuzu ve tesadüfen bu kişiyle karşılaşmasaydık aynı anlamı başka birinin kazanacağını düşünmek, ilişkinin içsel değeri ve bizim için taşıdığı değer karşısında şüpheci bir tavrı da beraberinde getirir.

Ne kadar yakın olursa olsun her türlü ilişkide bu türden bir his görülüyordur muhtemelen, çünkü iki kişinin müştereken yaşadığı şey belki de hiçbir zaman sadece onlara ait değil, başka birçok şeyi, birçok benzerlik imkânını da içinde barındıran genel bir anlayışa aittir. Bu imkânların ne kadar azı gerçekleşirse gerçekleşsin ve bunları ara ara ne kadar sık unutursak unutalım, yine de insanlar arasına gölge gibi, her şeyi gözlerden gizleyen bir sis gibi doluşurlar; bu gölgenin de kıskançlık adını alabilmesi için katılaşıp elle tutulur bir hale gelmesi gerekir. Birçok durumda, aradaki farklardan ve anlaşılmazlıklardan kaynaklanana göre daha genel, en azından daha aşılmaz bir yabancılıktır bu belki de. Benzerlik, uyum ve yakınlığa, bunların aslında tam da bu ilişkiye özgü şeyler olmadığı, daha genel bir ilişkiden — potansiyel olarak bizi de belirsiz sayıda başkasını da içine alan ve bu yüzden de sadece içsel ve münhasır bir zorunluluk sonucu deneyimlenen o ilişki imkânını önleyen bir ilişkiden— kaynaklandığı hissinin eşlik etmesinin neden olduğu bir yabancılıktır.

Öte yanda, tam da bütün taraflara şamil genel bir nitelik temelinde kurulan bu irtibatın baştan dışarıda bırakıldığı bir tür “yabancılık” söz konusudur. Yunanlılarla barbarların ilişkisi bunun tipik bir örneğidir; salt insanlara özgü olduğu düşünülen genel karakteristiklerin başkalarına tanınmadığı bütün durumlarda da aynı şey görülür. Ama burada “yabancı” tabirinin artık pozitif bir anlamı yoktur. Onunla ilişki bir yok-ilişkidir; o burada ele aldığımız şey, yani grubun kendisinin bir üyesi olarak yabancı değildir.

Bu haliyle, yabancı aynı anda hem yakın hem uzaktır, salt evrensel insani benzerliklere dayalı bütün ilişkilerde olduğu gibi. Gelgelelim bu iki etken, yani yakınlık ile mesafe arasında özel bir gerilim ortaya çıkar, çünkü ortaklığın sadece mutlak bir genellikle sınırlı olduğunun bilinci, tam da ortak olmayan şeylere özel bir vurgu yapılması sonucunu doğurur. Bir ülkenin, şehrin, ırkın vb. yabancısı için vurgulanan şey, yine, bireysel bir şey değil, kökeninin yabancı oluşudur ki bu da başka birçok yabancıyla paylaştığı ya da paylaşabileceği bir niteliktir. Bu nedenle yabancılar aslında birey olarak değil, belli bir tipte yabancılar olarak algılanırlar. Uzaklıkları da en az yakınlıkları kadar geneldir.

Bu biçime, örneğin, ortaçağ boyunca Frankfurt ve başka yerlerde Yahudilere konan vergi gibi özel vakalarda da rastlanır. Hıristiyan yurttaşların ödedikleri vergi verili bir zaman dilimindeki servetlerine göre değişirken, tek tek bütün Yahudilerin ödeyeceği vergi önceden belirlenmişti. Bu miktar sabitti, çünkü Yahudinin toplumsal mevkii belli nesnel içeriklerin taşıyıcısı olmasıyla değil, Yahudi olmasıyla belirleniyordu. Vergiler karşısında diğer bütün yurttaşlar belli miktarda servete sahip kişiler olarak görülüyor, ödeyecekleri vergi de bu servetin dalgalanmalarına göre değişebiliyordu. Ama vergi mükellefi olarak Yahudi her şeyden önce bir Yahudiydi; dolayısıyla mali konumu da değişmez bir unsur içeriyordu. Bu da en bariz biçimde, tek tek Yahudilerin içinde bulundukları koşulların farklılığı dikkate alınmadığı (ki alındığında da sabit değerlendirmeler hep daha ağır basıyordu) ve bütün yabancılar tam tamına aynı kelle vergisini ödedikleri zaman görülür şüphesiz.

Yabancı, gruba organik olmayan bir biçimde eklenmiş olsa da, yine de grubun organik bir üyesidir. Hayatının bütünü bu unsurun özgül koşullandırmasından nasibini alır. Ama belli miktarlarda yakınlık ve uzaklıktan oluştuğunu söylemek dışında, bu konumun karakteristik bütünlüğünü nasıl adlandıracağımızı bilmiyoruz. Bu iki nitelik bütün ilişkilerde bir dereceye kadar bulunmasına rağmen, “yabancı”yla kurulan ilişkiye özgül biçimini veren şey, yakınlık ile uzaklık arasındaki özel orantı ve yine aralarındaki karşılıklı gerilimdir.

* Saldırı altındaki taraflar yalan yere böyle bir iddiada bulunuyorlarsa, bunu, daha yüksek mevkidekiler daha önce kendileriyle yakın bir dayanışma ilişkisinde olan astlarını temize çıkarmaya teşne olduklarından yapıyorlardır. İsyancıların aslında suçlu olmadıkları, sadece tahriklere kapılmış oldukları kurgusunu devreye sokarak, isyanın gerçek bir gerekçesi olduğunu inkâr ederek kendi kendilerini temize çıkarırlar.

Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2009 [1900’ler, 1910’lar (?)], s. 149-54.

Canetti, Vaaz Etmeyen Kafka

Kafka’da edebiyatçılığın her tür kibri eksiktir; o asla övünmez, övünmeyi bilmez. Kendini küçük görür ve küçük adımlarla yürür. Adımını attığı yerde, zeminin sağlam olmadığını hisseder. O, insanı taşımaz; onun yanında olunduğunda insanı hiçbir şey taşımaz. Böylece, edebiyatçıların kandırmacasına ve böbürlenmesine düşmez. Çok iyi hissettiği edebiyatçı ihtişamı onun kendi sözlerinde yok olmuştur. Onunla küçük adımlar atmak ve alçakgönüllü olmak zorundasınızdır. Yeni edebiyatta insanı böyle alçakgönüllü yapan başka hiçbir şey yoktur. O, her hayatın şişirilmişliğini indirger. Onu okurken insan iyi olmakla gurur duymaksızın iyi olur. Vaazlar, mümini gururlandırır. Kafka vaazdan vazgeçer. Babasının öğütlerini iletmez; ilginç bir suskunluk, onun bu en büyük meziyeti, oğullara babalardan intikal eden öğütler zinciri mekanizmasını kırmasına izin verir. Onların kaba gücünden sıyrılır; dış enerjik yanları, yani hayvansal yanları Kafka’da etkisiz kalır. Buna karşılık onların özü onu bir o kadar çok uğraştırır. Öğütler onu düşündürür. O, edebiyatçılar arasında hâkimiyetin etkilemediği tek kimsedir; onun uyguladığı hiçbir hâkimiyet çeşidi yoktur. O, Tanrıyı babalığın son kalıntılarından arındırmıştır. Geriye kalan, bir yaratıcının haklarına değil, hayatın kendisine ilişkin düşüncelerin sıkı ve bozulmaz ağıdır. Öteki edebiyatçılar Tanrı’yı taklit edip yaratıcı olarak davranırlar. Asla bir Tanrı olmak istemeyen Kafka, hiçbir zaman da bir çocuk değildi. Bazılarının onda ürkütücü buldukları ve beni de huzursuz eden şey, onun sürekli yetişkin halidir. Emir vermeksizin, ama oyun da oynamaksızın düşünür o.

Birkaç düşünce adamının önünde, bunların sayısı pek azdır, benliğim tamamen iflas eder. Bunlar hiç de en başarılı kişiler değildir; böyleleri, tam tersine insana olsa olsa batarlar. Kastettiklerim, daha ziyade, kendi başarılarının arkasında ulaşılmaz olan önemli şeyleri görenlerdir, öyle ki o başarı yok oluncaya kadar onları daraltır.

Bu kişilerden biri benim için Kafka’dır ve onun üzerimdeki etkisi meselâ, mukayese edilmeyecek kadar fazla işler başarmış Proust’dan çok daha derindir.

Kafka’yı okurken kimden böyle utanıyorsun? — Sen, kendi gücünden utanıyorsun.

Kafka’nın önünde bu bitmek bilmez küçülme:

Önüme geleni yediğim için mi? (ben ne yediğim üzerine hiç kafa yormamışımdır)

Benim yapamayacağım şekilde dakikliğe özen gösterdiği için mi? (ben sadece abartılarımın dakikliğini bilirim)

Mutlu olabildiğim ve bundan kaçınmadığım ortaya çıktığı için mi?

Ben kolayca ve çekinmeden aktardığım ve bunun ona ne kadar iğrenç geleceğini hissettiğim için mi?

Kendinde bir tek iyi şey görmek ona izin verilmediğinden mi? (benze iyi şeylerle donanmış haldeyim)

Onun hastalığı mı bulaştı bana da, şimdi kendimden nefret etme tarzımı onunkiyle değiştirdim?

Kafka’dan gelen esinti: Sanki tınlayan bir zayıflık. Ama bu bir zayıflık değil; bu, öbür taraftan vazgeçme; bundan arta kalan ise vazgeçmenin tınısı.

Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınları, 2007 [2004], s. 90-1

Defter Dergisi, Son

Bu sayı Defter’in son sayısı. Bir süre önce Defter’i kapatmaya karar verdik. Çıkartan bir grup insan için Defter, yazmaya, okumaya, araştırmaya şevklendiren bir ortam sağladığından o kadar kolay bir karar olmadı bu; 15 yıl gibi uzun bir süre geçince dergi yalnızca bir dergi olmaktan çıkıp, insanların hayatının bir parçası haline geliyor.

Sorun da burada: Genellikle dergilerin uzun ömürlü olamadığından, istikrarsızlığından şikâyet edilir. Bizi ise tersi vurdu. Böyle uzun bir süre, beraberinde kendine özgü bir muhafazakârlık ve atalet de getiriyor. Bu yüzden derginin artık yayımlanmaması, çıkartanlar için –en azından bazıları için– bir eksiklik, bir kayıp duygusunun yanı sıra, bir ferahlık ve tazelenme duygusu da verecek. Ayrıca güzel şeylerle çok oynanmamalı, kendi güzelliğiyle sona ermeli, diye de düşünülebilir.

Defter’in yayımlandığı bu 15 yıl, Türkiye’de çok önemli değişimlerin ortaya çıktığı bir dönemdi. Bu değişimler, böyle bir derginin varlığını sürdürmesinin önüne hatırı sayılır zorluklar çıkardı. Kendimizi fazla önemsemiş olmayı istemeyiz, ama buradan, derginin içinden bakıldığında ne gördüğümüzü söylemek, mevcut ya da gelecekte olabilecek benzer başka çabalar açısından anlamlı olabilir. Bu yüzden bu bitişin gerekçesini kısaca paylaşmak istiyoruz.

Önce içeriden dışarıya. Defter asıl olarak, dünyaya farklı bilgi ve deneyim alanlarından bakıldığında ne görülebileceğini sınamak için kurulmuştu. Çoğul perspektifler kullanarak bakıldığında belki dünyanın kendini daha fazla ele verebileceği düşünülmüştü. Böylece edebiyatın, sanatların felsefeye, siyasal alana doğru, politik angajmanın ise edebiyata, sanata doğru hareket etmelerine vesile olabilecek bir odak yaratılabilirdi. (Nitekim dünyadaki pek çok teori dergisi, 90’lar boyunca, daha önce izlediği tarzı terkederek bu formülasyona daha yakın bir eğilim içine girdi.) Ama bu söyleneni, bir reklam mottosu gibi formüle edilmiş bir şey olarak, bir söylem olarak değil, kelimesi kelimesine, kastedilmiş bir şey olarak duymak lazım. Bir naiflik mi? Hayır. Çünkü bize heyecan veren buydu. “Dünyayı değiştirmeye inanan” bir kuşağın karşı karşıya kaldığı açmazlar, sorular üzerine düşünmek heyecan vericiydi. Eğer gerçekten istediğiniz buysa önünüzde ciddi engeller var demektir: Topluma entelektüelleri ve düşünceyi sürekli baş düşman olarak gösteren bir devlet; onunla bu düşünce düşmanlığını sık sık paylaşan ya da en iyi durumda düşünceyi “kültür de lazım” diye ancak bir aksesuar olarak ciddiye alan bir medya sermayesi; “altta kalanın canının çıkacağını” gayet iyi bildiği için böyle “ağır” işleri hiç göze almadan hızla, oyalanmadan 12’den vurmaya çalışan bütün bir toplumsal ruh hali… Bırakılan izlenimin, uyandırılan etkinin gitgide şeylerin, olayların ve insan davranışlarının hakikatine ağır bastığı, nihayetinde galebe çaldığı bir kültürel ortamda –düşünce düşmanı bir şiddet ortamında– akıntının tam ters yönünde gitmek demek bir düşünce dergisi çıkarmak. Bunu en baştan bilmiyor muyduk? Biliyorduk ama hiç bu kadar ağır bir biçimde hissetmemiştik. Son yıllarda “çağın ruhu” her yanı ele geçiriyor, en yakınlarımıza kadar gelerek kuşatıyor, giderek herkesi içine alıyor: Yazar, düşünür, sanatçı ya da akademisyen de bunların etkilerinden azade kalamıyor. Kültürel ve siyasal dibe vurmuşluk kimine bezginlik ve yılgınlık, kimine hırs ve körlük olarak geri dönüyor. Bu koşullarda dergi dışarıdan ne yazık ki pek az beslenebildi. Çünkü klişelerle, basmakalıp fikirlerle, izi sürülerek emek harcanmamış, çalışılmamış kanaatlerle, nesnesini yitirmiş ya da hiç bulamamış “akademik” yazılarla, aktarırken kendini ve dünyayı unutan metinler ve saire ile herşey yapılabilir –nitekim yapılıyor da– ama böyle bir dergi çıkartılamaz. Kültürün ve sanatın aktüalitesiyle ilgilenmek insanı kültürlü yapmaz, olduğundan daha da cahil yapar – “Tez” bir tezin varsa tezdir – dahi anlamındaki -de, -da ayrı yazılır – üstelik bir virgülün kırk yıllık hatırı vardır! Böyle bir kültürel ortamın açığını, boşluğunu kapamaya çalışmak gitgide daha yorucu bir hal aldı. Bu koşullarda Defter, detaycılığıyla, bilgi sevgisi ve teoriye yaptığı vurguyla, memleket karşısında sıklıkla “fazla” kalıyordu. Ama asla bir kibir olarak algılanmamalı bu. Çünkü aynı zamanda olup bitenler karşısında sıklıkla “eksik” kaldığımızın da gayet farkındaydık. Sonuç şu ki böyle bir ortamda, hiç niyetlenilmemiş olduğu halde Defter artık bizi sanki bir sığınağa kapatıyor (ya da eskisi gibi bir sığınak bile olamıyor da denebilir; düşünceye yer açabildiğimiz, dünyaya mesafe alabildiğimiz bir mekân olarak iş görmüyor). Evet, hem yorgunluk hem de sonuçta bir başarısızlık bu: Kendi aramızda olsun, dergiyle onu izleyen çevre arasında olsun bunu aşabilecek zenginlikte ilişkiler yaratamadık.

Aslında dışarıdan içeriye bakınca işler o kadar da kötü görünmüyor; farklı kuşaklardan çok sayıda insan, öyle görünüyor ki derginin asıl niyetini benimsedi, hayatın bütün karmaşası içinde okuyarak ve yazarak Defter’e yer açabildi. Defter zaten o yakın dostlar için ve onlar sayesinde yayımlandı diyebiliriz. Yine bütün bu yıllar içinde, bir üslup ve tarz olarak hem başka yazılarda hem başka yayın çabalarında derginin yansımalarını görebildik. Hiç beklemediğimiz yer ve zamanlarda verdiği yankıyla sık sık şaşırttı da bizi Defter. Zaten bu ödülleri olmasa, buraya kadar getirebilmemiz imkânsız olurdu. Şunu da belirtmeliyiz: Yayımlanmış 45 sayıya istatistiki olarak bakıldığında alışılmışın çok üstünde, çok sayıda farklı imzanın yer aldığı da görülüyor. Ama kabul etmek lazım ki, aynı zamanda hep “sıkıcı bir dergi”ydi Defter, ya da “ağır”, “okunamaz”, “anlaşılamaz”, ve saire. Sayı başına “bir, bilemedin iki yazı” okunuyor, diğerleri daha sonraya bırakılıyordu. “Kötü şiirler basıyordu” ya da “çok iyi şiirler basıyordu” – “Neden şiir basıyordu?” – “Neden daha fazla şiir basmıyordu?” – Muhtemelen Defter’de “makale yayımlamak akademik jürilerde puan getirmiyordu” – “Yoksa getiriyor muydu?” – “Türkçe yazmak ekstra bir yük oluyordu” ve saire.

Birçok örnekte, hiç “oralarda” olmadığımız için, bu konuşmayı yürütemedik. Bu yüzden Defter ömrünün önemli bir kısmını iletişim-özürlü bir şekilde sürdürdü. İşte mesele bu. Bu coğrafya için “ecnebi” görülen bir şeyin, “eleştirel düşünme”nin, “teori”nin mümkün olduğunu kanıtlamak istedik, bir tür Solcu inadıyla… Kısmen bir şeyler oldu, kısmen de olmadı; göle maya tutmadı. Şimdi buradan bakıldığında, öznenin asıl kibrinin başlangıçta kendine böyle bir misyon yüklemesinde, koca bir dağı aşağıya indirebileceği vehmine kapılmasında yattığını söyleyebiliriz –ne yapalım ki hamurumuz buydu.

Derginin kapanacağını bilen birçok kişi, Defter’in kendileri için taşıdığı anlamı ifade ederek ne yapılabileceğini, nasıl yardım edebileceklerini sordu. şükran duyuyoruz. ifade edilen bu niyetin ne kadar yapıcı olduğunu görmüyor da değiliz. Ama dileriz başka bir zamanda, başka bir yerde… Bu derginin özel tarihinden gelen yüklerimizden arınmış bir halde…

“Kültürel, siyasal dibe vurmuşluk” diyerek anlatmaya çalıştığımız şeyin çeşitli veçheleri dile geliyor bu sayıdaki birçok yazıda. Onları betimlemeye, irtibatlandırmaya kalkışmayacağım: Oradalar, kendileri adına konuşuyorlar. Ancak buraya kadar söylediklerimizle daha yakından ilgili olduğu ve pozitif bir önerme taşıdığı için birini özellikle vurgulamak istiyorum. Burada sonuçta bir iletişim probleminden söz ettiğimize göre, şu “diyalog” denen, kötüye kullanılmaktan içi boşalmış kelimeye hakikatini iade etmek için Sabir Yücesoy’un “Sokratik Konuşma” başlıklı yazısı üzerine düşünebiliriz. Bu yazı, 20. yüzyıl başında Almanya’da bir grup insanın belli bir konuyu tartışmak ve geliştirmek için başlattıkları ve bugün de sürdürülen –ve Yücesoy’un kendisinin de zaman zaman katıldığı– bir toplantı tarzını anlatıyor. Bir insan grubunun, eğer isterse, birbirleriyle konuşarak doğruluk arayışını sürdürebileceğine, doğruyu yakalayabileceğine inanıyor bu yazı. Yani “doğru”, birbirimizle ilişki içinde kurduğumuz, mutabık kaldığımız, inşa ettiğimiz bir şey; ama bir süre sonra yine eğildiğimiz, sorgu ve yargı konusu ettiğimiz bir şey. Ne var ki bu yapa yapa, yani ancak kendi edimselliği içinde, performatif olarak mümkün oluyor: dinlemeyi bilmek, karşındakini duymak, başkası için susabilmek, kendini başkasının yerine koyabilmek, birbirine pas verebilmek, egoyu hiç olmazsa kısacık bir süre için askıya alabilmek – “Sokratik Konuşma”da okuyacağınız gibi, bütün bunlar ancak çalıştırıldıkça güç kazanan bir teknik, bir kültür olarak iş görüyor.

Bir son sayı olarak, dergiyi biraz daha kalın tutup bir süredir beklettiğimiz şiir ve yazılara yer verebilmek istedik. Ancak birikmiş çok ürün olduğu için bir çoğunu da yayımlayamadık.

Semih Sökmen, “Defter’den”, Defter, (45), s. 7-10.