Demiralp, Benjamin ve Pasajlar ve Kent ve Aylak

Oğuz Demiralp’in 49’a parçaladığı denemesinden aşağıdaki alıntı parça Benjamin’in Pasajlar metninin tamamlanamamış alıntı-kitaplığından yazarın kent ve aylak tasavvurlarına doğru bir iz sürüyor. (Onun kendi parçaladığı yerden bir adım önce parçalayıp birleştirdim alıntıyı). Baş kahraman Baudelaire’in yanı sıra Poe ve Auster de var Demiralp’in okuduğu bağlantılar arasında, Auster’i neden bu kadar sevdiğimi bu satırları okuyana kadar bu kesinlikte fark etmemiştim. “Öncoşumcular” tüm bunlara ne der, bilmiyorum, fakat yürüyüşteki esriklik ve tam ifade edilmese de yabancılaşma hissine birçok kişi ortak olabilir. Daha yeni, Ahlat Ağacı da sinemamızda aylaklara davet sunmasa da başkalarıyla -yarı yabancılarla- yapılan yürüyüşlerde hafifleyen veya duruma göre sertleşen sohbetleri tahakkuk etti. Hayalleri olan genç imamlar ya da herhangi başka yeni yetmelerle yürüyün ve onların anlattıklarına kulak kesilin, olgun yazarları didiklemekten ise kaçının diye salık verdi. 

Dolaşan kişilerin öyküleri bunlar, kentlerin sokakların labirentinde, yeryüzünde bir limandan ötekine gezinen yalnız adamların, aylakların öyküleri. Gelgelelim, hiç ağırlık, karanlık yok bu öykülerde. Her türlü ayrıntısıyla bilinmeyeni öğrenmek isteyen, dünyayı seven, dirim duygusuyla dolu kişilerin öyküleri. Geriye doğru buruk bir özlem duygusuyla bakan, pişmanlıktan söz etmeyen, aradıklarını bulamamanın ya da yitirmenin burukluğuna karşın devinmiş olmaktan zevk almış kişiler. “Talihin pek az yüzüne güldüğü eski dostumu … böylesine dingin bir zevkle çay içerken görmekten mutluluk duydum” cümlesi özetliyor bu öykülerin havasını. Bir tümce daha koyalım bunun yanına: “insanlarımız bu geniş dünyada çok dolaştılar. Kötüyü iyiden ayırmayı öğrendiler.”

-XXXIV-

Gezmeyi seven Benjamin’in bu öyküleri gezileri sırasında kaleme almış olmasını olası görürler. Ancak, Benjamin’in öykülerdeki kişilerin çoğundan önemli bir ayrımı, bütün dünyada değil, yaşlı kıta Avrupa’da dolaşmış olmasıdır.

Paris’te Pasajlar‘ı yazdığı dönem Walter Benjamin’in kendisini bulduğu bir dönemdir. Kitabın bitmemiş olması, bitseydi uzun çok uzun bir çalışma biçimini almış olacağı izlenimini vermesi de Benjamin’e uygundur. Kentte dolaşarak, kütüphanede evde çalışarak satırlarla sokaklar arasında arayıştadır Walter Benjamin, giderek arayışın ta kendisidir.

Pasajlar Benjamin’in en çok tanınan kitabıdır. Ancak bir bitmiş bir yapıt yoktur Pasajlar başlığını taşıyan kalın ciltte. Bir kitap için yapılmış alıntılar, tutulmuş notlar, geliştirilmek üzere altı çizilmiş fikirler vardır. Nedir ki, öncoşumcuların tekniğiyle yazılmış parçalar da vardır.

Benjamin, “17. yüzyıl için Barok üzerine yazdığı kitaptaki yönteme benzeyen bir yöntemle 19. yüzyılı inceleyeceğini, ancak şimdiki zamana bu kez daha fazla ışık tutacağını” söylerek belirtir çalışmasının önemli bir yönünü. Başka bir sayfada, yazınsal kurgulama (montaj) yöntemi kullanacağını, kendisinin söyleyecek birşeyi olmadığını, göstermesinin yeteceğini belirtir. “Çalışmamın yöntembilimsel amaçlarından birinin, ilerleme fikrini kendinde ortadan kaldırmış bir tarihsel özdekçiliğin varlığını göstermek olduğu söylenebilir. Tarihsel özdekçilik burada kendini kentsoylu düşünce alışkanlıklarından ayırdetmek için her türlü nedene sahiptir. Temel kavram ilerleme değil güncelleştirme, edimli hale getirmedir.” diyerek bildiğimiz düşüncelerine Paris’te ve tarihsel özdekçilik içinde yatak kazmaya çalışmaktadır.

“Kültür tarihi eytişimi için küçük bir yöntembilimsel öneri. Her dönemde çeşitli “alanlarda”, belirli görüş açılarına göre ikilikler ortaya çıkarmak kolaydır. Öyle ki, bir yanda “verimli”, “gelecek dolu”, “canlı”, “olumlu” bölüm vardır, öbür yanda ise bu çağın yararsız, geri kalmış ve ölü bölümü. Olumlu bölümün sınırları, ancak öbürüne karşıt olduğu takdirde net biçimde ortaya çıkabilir. Ama, öbür yandan bakıldıkta, her değilleme ancak canlı olanın, olumlu olanın çizgilerine arka düzlem görevi yaptığı ölçüde değer taşır. Öyleyse önce koparılıp bir yana konulan bu olumsuz bölümün içinde de yeniden bir bölümleme yapılması belirleyici önem taşımaktadır. Yalnızca görüş açısının yeri (ölçek değiştirilmeden) oynatılarak, bu bölümden, yeniden, daha önce çıkarılmış olandan ayrımlı bir olumlu öğe çıkarılabilir. Bu böyle sürebilir, sonsuza değin, geçmişin tümü, tarihsel bir kurtuluşa yönelme biçiminde şimdiki zamana getirilinceye değin.” Walter Benjamin, geleceği şimdiki zamanda kurtaracak olumlu öğeleri geçmişten çıkarmak, şimdiki zamandaki olumlu âna erişmek, ermek, Mesih’e kapıyı açmak, Mesih krallığını kurmak istemektedir. Tarihe gizemci yaklaşımını sürdürmektedir. Başka bir açıdan bakılarak, kurtuluşu geçmişte, geçmişe sığınmakta aradığı da söylenebilir.

Benjamin, Pasajlar‘ı çalışmaya ilk kez 1927 yılında başlamıştır. Aynı yıl, şimdiki İsrail’e Musevilerin vaadedilmiş toprağına göç etmeyi de düşünmüş. Yorumculara göre, Pasajlar ve İsrail arasında seçim yapmaya itilmiş Benjamin o yıl. Pasajlar‘ı seçmiştir. Avrupa’da kalmayı. Alın yazısını Avrupa ile sınırlamıştır böylece. Bu sınırı aşamayacak, aşmayı da reddedecektir sonunda.

Pasajlar, Paris’te 19. yüzyılda gelişmiş, bu yüzyılın başına değin sürmüş, üstü kapalı alışveriş merkezleri, anamalcılığın kapalıçarşılarıdır. Gaz lambalarıyla aydınlanma dönemine denk gelir pasajların toplum tarihi içindeki parlak dönemi. “Işığını yukarıdan alan, nerdeyse bir kent, bir minyatür dünya”dır pasaj. Daha önce de birtakım yönleri üzerinde durmuştuk bu kapalı dünyanın. Daha büyük bir kapalı dünyanın içinde yer alır pasajlar: Paris’te. Paris kenti yalnızca “19. yüzyılın” değil, tarihin, kendi tarihinin başkentidir. Bütün zaman ve kültür ırmakları Paris’e akar. Benjamin, kenti, kentin geçmişini kentin şairi Baudelaire’i okuyarak, yukarıda alıntıladığımız bölümde okumaya çalışarak tarihi tarihten kurtarmak, aşmak isteyecektir. Bu istemle, hırsla geçmişe gömülecektir, arşivlere, kitaplara; sokakları arşınlayacaktır.

Paris’tir aylak adamı yaratan diyecek denli özdeşlenecektir bu kentle: “… aylak adam çift düzeyli parke taşlı yolda sanki içinden bir saat mekanizmasıyla itiliyormuş gibi yürür. İçerde, bu mekanizmanın gizlendiği yerde, eski bir oyuncaktaymış gibi bir müzik kutusundan şu işitilir: çocukluğumdan bu yana / çocukluğumdan bu yana / bir şarkı izliyor beni hep. Çevresinde onu sarmış olanı tanır, bu ezgi sayesinde, bir çocukluk konuşur onunla, kendi gençliğinin geçmişi değildir bu…..daha önce yaşamış bir çocukluktur, bu çocukluğun kendisininki ya da bir atasınınki olması önemli değildir. Yollarda amaçsız olarak uzun süre yürüyeni bir esriklik kaplar. Her adımda, yürüyüş yeni bir güç kazanır, mağazalar, bistrolar, gülümseyen kadınlar çekiciliklerini yitirmeyi sürdürürler; sokağın gelecek imgesi, sis içinde uzak bir yer ve önünde yürüyen kadının sırtı onun için gittikçe daha karşı konulmaz bir çekicilik yüklenirler. Sonra karın açlığı belli eder kendini. Ancak gezinen adam açlığını giderebileceği yüzlerce yeri bilmezlikten gelir. Bir hayvan gibi dolanır tanımadığı mahallelerde, bir gıda, bir kadın peşinde, ta ki yorgunluktan tükenmiş olarak, onu kucaklayan yabancı ve soğuk odasına çekilip çökene dek. Paris yaratmıştır bu tipi.” Aslında Walter Benjamin’in Berlin’de yaratmış olduğu aylak adam Paris’te kendini bulmuştur. Birçok başka aylak adam gibi.

19. yüzyılın başşairi saydığı Baudelaire’i yeniden yeniden okurken, Blanqui’nin ruhsal serüvenlerini araştırırken kendi “şahsi masalını” örmektedir Benjamin. Aynı anda, acıklı öykü diliyle söylersek, “kader de ağlarını örmektedir”.

Alman öncoşumcularının Coleridge’i, onun da Poe’yu, Poe’nun ise Baudelaire’i etkilediği bilinir. Yazın yapıtları arasındaki bu müthiş devr-i âlemde Benjamin, Baudelaire yoluyla ulaştığı anlaşılan Edgar Allan Poe’nun “Kalabalıkların Adamı” öyküsünü anar sık sık. Çağdaş kent insanının ruhsal haritasının çizildiği bir öykü olarak bilinen “Kalabalıkların Adamı”nda anlatıcı, sokaklarda dolaşan bir yaşlı adamı biraz merak biraz da şüpheden saatlerce izler, Paul Auster’in romanlarını öncelercesine. Sonunda kim olduğuna ayar: “bu yaşlı adam… derin suçluluk bilincinin temsilcisidir. Yalnız olmaktan kaçmaktadır. Kalabalıkların adamıdır o.” “Aylak adamdır”, Benjamin’e göre. Yukarıda alıntıladığımız satırlarda anlattığı Paris’in yarattığı aylak adam ile Poe’nun kişisi arasında kan bağı olduğu açıktır.

Herhalde Benjamin’in sözünü ettiği aylak adamı birisi gizlice izleyip gördüklerini yazsaydı “Kalabalıkların Adamı” öyküsü yinelenmiş olurdu. Benjamin, Baudelaire’de de bu kişinin yansısını görür. (Aylak adamın ruh iklimini, Baudelaire’in “spleen”ini de “sürekli felakete tekabül eden duygu” olarak tanımlar. Baudelaire’in bu durumunun anlatımı alegoriyle olmaktadır elbette, “Kalabalıkların Adamı” öyküsünün bir alegori olması gibi.)

“Aylak adam için kent -Baudelaire örneğindeki gibi doğduğu kent bile olsa- anayurt değildir artık. Seyirlik sahnedir.” der Benjamin. Bu satırların yazıldığı yıllarda temaşacı adam sürgündedir. Almanların eline düşmeye hazırlanan 19. yüzyılın başkentinde seyirci olarak kalmayacak, aylak adamı da sergileyecektir kimselere göstermeden.

Oğuz Demiralp, Tanrı Bakışlı Çocuk: Walter Benjamin Üzerine 49’a Parçalanmış Deneme, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 142-6.


Uzun yıllardan sonra -çok değil, sadece uzun süren birkaç yıl- bugün bir AVM’de film izlemeye niyetlendim, Lynne Ramsay’in filmini sinemada göreyim istedim. Filmden bir saat önce girdim pasaja. İki kat aşağıya inerken, her zamanki gibi yürüyen merdivenleri bulmakta zorlandım. Tek zorlanan ben değildim, aşağı inen merdivenlerde yukarı çıkmayı umarak tökezleyen diğerlerini de gördüm. Bebek arabaları, kahvecilerdeki hoş sohbetler, henüz çıktığı mağazadan aldıklarını giymiş gibi görünen şık insanlar, pazar günü rahatlığı, dev tabaklarda İskender döner yiyenler, sıkılmış çocuklar, güler yüzlü çiftler, cüzdan, telefon ve anahtarlığın yanına bırakıldığı x-ray cihazları ve çantanın içini gören kalın elektronik kılıçlar, ziyaretçileri “hoşgeldiniz, keşke ölseniz, ölseler” diye karşılayan güvenlik görevlisi, baharı müjdeleyen tuvalet ve basmalı musluk, erken dönem uyuşturucusu rengarenk şekerler, parlak zemin, ürün satın almamasına rağmen kasadaki bitmek bilmez sırada bekleyen Benjamin. Kısa bir bakışmadan sonra gişeye yöneldim, o beni görmedi. Yeşil koltuklardan bilet alabileceğim söylendi fakat boş salonda yeşil yanan sadece 10 koltuk vardı, onlar da her sıranın en sonundakilerdi. Kişiye göre koltuk gösterilmeye başlamış diye düşündüm, üzüldüm. Görevlinin, “Film Türkçe altyazılı ve arasızdır (içinden: sevgili koltukludur).” uyarısına rağmen yeterli aksiyon sürem olmadığından kendimi bilet almış buldum. Koltuk seçeneklerinin neden böyle olduğunu sonradan anlayıverdim. Artık bir biletim vardı fakat filmin başlama saatine kadar zaman geçirmeyi başaramayacağımı fark edince bu mega kompleksten çıkıp gittim. Uzun yıllar sonra elimde gidilmemiş, taze bir bilet -fiş- var. Onunla izleyecek bir şeyler bulmalıyım.

Edgü, Yürüyen / Bir Garip Sürgün / Yol / İz

YÜRÜYEN

Nereye gidiyorsun böyle?
Bilmem. Bir yere gider gibi miyim?
Burnunun doğrultusunda yürüyorsun. Her zamanki gibi.
Karşına dikilmesem beni bile göremeyecektin.
Her yürüyen bir yere mi gider ki! Her burnunun doğrultusunda ilerleyen
sencileyin bir duvara mı toslar?
Ben yalnızca hatırını sormak istemiştim.
İşte hatırım, meraklı dostum, dilersen sen, buna, hatıra da diyebilirsin dedi,
bacağıma doğru bir tekme savururken.
Bunun hesabını vereceksin, diye bağırdım ardından.
Aldığım yanıt, sokakları çınlatan, uzun, çok uzun bir kahkaha oldu.

BİR GARİP SÜRGÜN

Demir için

Ben daha önce hiçbir yabancı tanımamıştım.
Çocukluğumda onlardan uzak durmam söylenmişti; ben de uzak durmuştum. Ama, tüm yaşadıklarımdan sonra, artık gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, onların dillerini öğrenip, kitaplarını okuyup, hattâ, aralarından birkaçıyla dostluk kurduktan sonra yaşamım değişti.
Bir an durdu. Sonra ekledi: Biliyor musun, kimseye verecek bir hesabım yok.

YOL

Doğrusu, alacakaranlıkta uçan kuşları severim. Özellikle bir göl kıyısında. Hiç değilse bir havuz başında.
Bir zamanlar, böylesi günbatımı görünümlerini benimle paylaşan bir sevdiğim vardı. O, nicedir yok. Kuşlar da yok. Zaten ben de, ne bir göl kıyısındayım, ne de havuz başında.
Bir ormanda ilerlemeye, yolumu bulmaya çalışıyorum.
Kim bilir, belki de geriliyorum.
Aslında, öyle ya da böyle, beni şaşırtan ya da korkutan bir şey yok yeryüzünde. Dolayısıyla yolumu bulmamın ya da bulamamamın da bir anlamı yok.

İZ

O günlerde sürekli izleniyordum.
Bıktım.
Ben de beni izleyenleri
izlemeye başladım.
Böylece onlarla aramda bir eşitlik doğdu:
Onlar da, ben de
hem izleyen, hem izlenen olduk.

Ferit Edgü, Leş (Toplu Öyküler), Sel Yayınları, 2014, 3. basım, s. 26, 38, 43, 55.

De Certeau, Kent İçinde Yürümek (Gözetleyiciler ya da Yürüyenler)

Dünya Ticaret Merkezi’nin 110. katından Mahattan’ı seyretmek. Rüzgarla harmanlanan sisin ardındaki, bu kent-ada, denizin ortasındaki bu deniz, Wall Street’in gökdelenleriyle yükselir, Greenwich’te çukurlaşır, sonra yeniden Midtown’ın zirvelerinde yükselip, Central Park’ta sakinleşir, düzleşir ve sonunda Harlem’in ötesinde kümelenir. Dik ve düz çalkantılar, dalgalanmalar kenti. Ancak bu hareketlilik, kıpırdanma, bir bakışın altındayken durulur. Bu devasa kitle, gözlerin altında hareketsizleşir. Hırsın ve yozlaşmanın en aşırı uçlarının, ırkların ve tarzların en kesin ve en net karşıtlıklarının, dün yaratılan ve bugün çoktan çöplüğe dönen binalar ile günümüzün, uzamı dikine yarıp kenti basan yapıları arasındaki çelişkilerin içinde kaynaştıkları bir metin olarak okunmak üzere gözler önüne serilir. Roma’dan farklı olarak New York, geçmiş yaşlarıyla oynayarak yaşlanma sanatını hiçbir zaman öğrenememiştir. Bu kentin şimdiki zamanı, edinilmiş olanın fırlatıp atılması ve geleceğe meydan okunması ediminde kendini bir saatten başka bir saate her defasında yeniden bulur. Anıtsallık özelliğini fazlasıyla taşıyan abartılı ve devasa yerlerin kenti. Bir izleyici, bu kentte, havaya uçuşan bir evreni okuyabilir. Burası eskiden minyatürler ve gizemli dokular olarak tasarlanmış coincidatio oppositorum‘un (zıtların karşılaşması) mimari figürlerinin yükseldiği yerdir. Soğuk bir suyun iki okyanusa (Atlantik ve Amerika) ayırdığı, beton, çelik ve camdan oluşan bu sahnede, yerkürenin en yüksek karakterleri, hem tüketimde hem üretimde devasa bir abartı retoriği oluşturmaktadır. (1)

Bu tür bir evreni okumanın verdiği o büyük doyumu hangi bilgi erotiği sağlayabilir? Bu zevkin sonuna kadar tadını çıkarırken, insanların oluşturduğu en ölçüsüz metinleri bu biçimde “bütünüyle seyredilme”, bunlara kuşbakışı bakabilme ve bunları bir bakış altında toparlayabilme zevkinin kaynağının neresi olduğunu kendi kendime soruyorum.

Dünya Ticaret Merkezi’nin zirvesinde olmak, zirvesine yükselmek demek kentin egemenliğine yükselmek demektir. Bu kentin gövdesi, artık, ne kendisini anonim bir kurala göre çevreleyen ve sonra yeniden tersine çevreleyen sokaklar tarafından sarmalanmakta ne de bu kadar farklılığın oluşturduğu uğultunun ve trafiğin neden olduğu sinir krizi tarafından sahiplenilmektedir. Bunların oyununda oyuncu ya da oynanan bir konumunda da değildir artık. Yukarı yükselen, yüm yazar ya da izleyici kimliklerini kendinde toparlayan, harmanlayan kitlenin de dışına çıkmış olur. Bu suların üstüne yükselen İkarus, hiçbir sonu olmayan, oynak labirentleriyle Dedalus’un önüne serdiği kurnazlıkları umursamaz artık. Yükselerek gözetleyiciye dönüşür. Kendisiyle kitle arasına bir mesafe koyar. Sizi büyüleyen dolayısıyla “size sahip olan” dünyayı gözlerinizin önüne seren bir metne dönüşür. Bu yükseliş bu dünyayı okumanızı, büyük bir Göz olmanızı, Tanrı’nın gözü olmanızı sağlar. İnceleyici ve bilinirci bir itkinin yarattığı bir abartı, bir aşırılıktır bu. Gözetleyici bir noktadan başka bir şey olmamak, işte bilginin kurgusu budur.

Peki acaba daha sonra yukarıdan bakıldığında görünür olan aşağıya indiğinizde ise yeniden görünmez olan bu kalabalıkların kımıldayıp kaynaştığı o karanlık uzama tepe üstü dalmak mı gerekiyor? İkarus’un düşüşü. 110. katta, bir sfenks gibi dikilen bir afiş bin an için gözetleyiciye dönüşen yayaya bir bilmece sunmaktadır: It’s hard to be down when you’re up (Bir kere yukarıda olduğunda aşağıda olmak zordur).

Kenti seyredebilmek iradesi, kentten zevk alma araçlarının öncülüdür. Ortaçağ’daki ya da Rönesans’daki resimler, kenti, aslında hiçbir zaman var olmamış bir göz tarafından seyrediliyormuş gibi belli bir perspektiften resmederlerdi. (2) Bu resimlerde kentleri hem kuşbakışı hem de geniş bir manzara açısından görmek mümkündür. Bu kurgu, Ortaçağ’daki izleyiciyi çoktan göksel bir göz konumuna getirmişti bile. Tanrı’yı oynuyorlardı. Teknik prosedürler “her yerde olan ve her yeri gören erki” (3) düzenlediklerinden beri durum farklı bir seyir mi izlemiştir? Eskinin ressamları tarafından hayal edilen her şeyi, her yeri gören göz bugün bizim gerçekleştirdiklerimizde varlığını sürdürmektedir. Aynı inceleyici itki, bugün, eskiden sadece resmedilebilen bir ütopyayı maddileştirerek mimari üretimlerin kullanıcılarının yakasına yapışmış durumdadır. Manhattan’ın pruvası görevi gören 420 metrelik kuleyse, okurlar yaratan, karmaşık kenti okunur kılan ve bu kentin opak hareketliliğini şeffaf bir metne dönüştüren bir kurgu oluşturulmasını sağlar.

Gözlerimizin altındaki bu büyük metin dokusu, bir temsilden ya da optik bir artefakttan (yapay etki) başka bir şey olabilir mi? Bir uzam örgütleyicisinin, bir kent planlamacısının ya da bir haritacının, bir tür mesafeleme projeksiyonu aracılığıyla ürettikleri bir fac-simile olabilir mi? Kent panoroması, kuramsal (yani görsel) bir “görüntü”, kısacası, gerçekleşebilmesi için, uygulamaların unutulmasını ya da uygulamalar konusunda tam bir bilgisizliği şart koşan bir tablodur. Bu kurgunun yarattığı ve Schreber’in Tanrısı gibi sadece cesetleri bilen, tanıyan, (4) gözetleyen Tanrı, günlük tutum ve davranışların birbirinin içine giren karanlık girdi çıktılarından kendini muaf tutmalı ve bunlara yabancı kalmalıdır.

Oysa tam tersine, kentin günlük uygulayıcılarının yaşadıkları yer, görünürlüğün ortadan kalktığı eşik yani aşağısıdır (down). Bu deneyimin ilk biçimleri olarak, okuyamadıkları sadece yazdıkları bir kent “metninin” ince ve kalın harflerinin ritmine uyan bedenleriyle yürüyüşçüdürler yani Wandersämnner [sic, Wandersmänner]. Bu uygulayıcılar, birbirini göremeyen uzamlarla oynarlar; göğüs göğse sevişenlerde olduğu gibi kör bir bilgiye sahiptirler. Bu birbirine girmişlikte kesişen yollar, gövdeleri başkaları tarafından işaretlenen birer ögeden ibaret şiirler gibi okunabilirlikten uzaktırlar. Her şey sanki yaşanılan kenti düzenleyen uygulamalar bir tür körlükle tanımlanıyormuş [sic, gibi] gelişir. (5) Gelişen ve birbiriyle kesişen bu yazıların oluşturduğu ağlar, ne yazarı ne de izleyicisi ya da okuru olmayan çok yönlü bir öykü oluştururlar. Bu öykü, farklı izlek parçalarından ve farklılaşan uzamlardan meydana gelir: Temsillerle kıyaslarsak bu öykü günlük ve tanımsız bir biçimde farklı bir öyküdür.

Gözün toparlayıcı, bütünleştirici imgelemlerinden kurtulduğunuzda, günlük yaşamın yabancı, farklı bir yönüyle karşılaşırsınız. Günlük yaşamın bu yönü çok fazla yüzeye çıkmaz ya da ya da [sic] görünen yüzeyi belli bir yönde ilerlemiş bir sınır bölgesinden ibarettir, görünen yüzeyi belli bir yönde ilerlemiş bir sınır bölgesinden ibarettir, görünür olanın sınırında bulunan bir kıyı bölgesidir. Ben bu bütünde, görsel, panoptik ya da kuramsal oluşumların “geometrik” ya da “coğrafi” uzamına yabancı uygulamaları belirlemek isteğindeyim. Bu uzamın uygulamaları operasyonların özel bir biçimine (“eylem, uygulama, üretim tarzlarına”) ve “farklı uzamsallığa” (6) (uzamın, “antropolojiye ilişkin”, şiirsel ve mitik bir deneyimi) ve yaşanılan kentin opak ve kör hareketliliğine gönderme yaparlar. Böylece insan ötesi ya da eğretilemeli bir kent, planlanmış ve okunabilir kentin açık ve net metnine dahil olmuş olur.

Michel De Certeau, Gündelik Hayatın Keşfi: Eylem, Uygulama, Üretim Sanatları, çev. Lale Arslan Özcan, 2008 [1980], Dost Yayınevi, s. 185-8.

 

Bernhard, Yürümek (Sonsuz Öykünün Açılışı)

Nadiren Thomas Bernhard öyküsü veya romanı okumaya başlıyorum, kısa bir süre içinde, belki bir saat, belki birkaç gün sonra, ne dehşet verici, ne çekilmez bir Thomas Bernhard kitabı bu diyorum. Kelimeler ve şeylerin bitmek bilmeyen tekrarları, ötekinin söylediğini anışları, kendinden bir başkasına ondan tekrar kendine dönen söz ve duygu iletmeleri, aktarmaları, dolaylamaları, diye düşünmüştüm metni tekrar okuduktan sonra, diye hatırlıyorum. İki parçalık bir açılış olarak gördüm bu pasajı (pasaj hâline getirdim, yoksa Bernhard metni her çeşit alıntıya, bölünme tehdidine karşı kendi metinsel bağlarını sıkı sıkı örmüş, gardını almış), ilk kısım, Karrer sonrası Oehler’le pazartesi yürüyüşlerine başlayan anlatıcının bu yeni yürüme pratiğini tactile duyarlılıklarla anlatışından müteşekkil. Sonrasında, birden yönünü domuz derisi eldivenler ve yürüme alışkanlıklarından yürüyüşçülerin dehşet verici yaşam görülerine kırıyor.

Karrer delirmeden önce, sadece çarşamba günü Oehler’le yürüdüğüm halde, şimdi Karrer delirdikten sonra pazartesi de Oehler’le yürüyorum. Karrer benimle pazartesi yürüdüğü için, Siz, Karrer artık benimle pazartesi yürümediği için, pazartesi de benimle yürüyorsunuz, diyor Oehler, Karrer delirip hemen yukarıdaki Steinhof’a gittiği için. Ben de hiç çekinmeden Oehler’e, iyi o zaman, pazartesi de yürüyelim dedim, Karrer delirdiği ve Steinhof’ta olduğu için. Biz çarşambaları hep aynı (doğuya) yöne giderken, pazartesileri batıya yürüyoruz, dikkat çekici bir biçimde pazartesileri çarşambaları olduğundan daha hızlı yürüyoruz, herhalde diye düşünüyorum, Oehler, Karrer ile benimle olduğundan hep daha hızlı yürümüş olmalı, çünkü çarşambaları çok daha yavaş, pazartesileri çok daha hızlı yürüyor. Görüyor musunuz diyor Oehler, alışkanlıktan pazartesileri çarşambaları olduğundan daha hızlı yürüyorum, çünkü Karrer ile (yani pazartesileri) hep sizinle (çarşambaları) olduğundan daha hızlı yürüdüğüm için Karrer delirdikten sonra siz benimle yalnız çarşambaları değil pazartesileri de yürüdüğünüz için, pazartesileri ve çarşambaları yürüme alışkanlığımı değiştirmem gerekmiyor, diyor Oehler, oysa siz artık çarşambaları ve pazartesileri benimle yürüdüğünüz için, alışkanlığınızı gerçekten değiştirmek zorundasınız, hem de sizin için herhalde akıl almaz biçimde değiştirmek zorundasınız, diyor Oehler. Ama iyi bu, diyor Oehler ve anlaşılır bir eğitici tonda, organizma için büyük önem taşıyor ara sıra ve de uzun aralıklar olmadan alışkanlıkların değiştirilmesi ve kendisi de, alışkanlığı sadece değiştirmeyi değil radikal bir değiştirmeyi düşünmekteymiş. Siz alışkanlığınızı değiştiriyorsunuz, diyor Oehler, şimdi benimle yalnız çarşambaları değil, pazartesileri de yürüyerek ve bu şimdi benimle değişken olarak bir bir yöne (çarşambaları) ve bir diğer (pazartesileri) yöne gidiyorsunuz, bu arada ben şimdiye kadar hep çarşambaları sizinle, pazartesileri ise Karrer’le yürüdüğüm halde, şimdi hem pazartesileri hem çarşambaları, yani pazartesileri de sizinle yürüyerek ve hem de çarşambaları bir (doğu) yönüne ve pazartesileri sizinle diğer (batı) yönüne yürüyerek alışkanlığımı değiştiriyorum. Ayrıca ben kuşkusuz ve doğal olarak sizinle Karrer’le yürüdüğümden farklı biçimde yürüyorum, diyor Oehler, çünkü Karrer’in sizden bambaşka bir insan oluşu söz konusu ve bu yüzden Karrer’in yürüyüşü de bambaşka (ve de düşünmesi), diyor Oehler. O, yani Oehler, Karrer delirdikten ve Steinhof’a girdikten, büyük olasılıkla sonsuza değin Steinhof’a girdikten sonra, diyor Oehler, ben, kendisinin söylediği gibi Oehler’i pazartesileri yalnız yürüme dehşetinden kurtarmışım; o zaman pazartesileri hiç yürümezdim, diyor Oehler, çünkü pazartesileri tek başına yürümek zorunda olmak gibi dehşet verici bir şey olamaz. Pazartesileri, diyor Oehler ve tek başına yürümek zorunda olmak en dehşet verici durumdur. Pazartesileri benimle yürümeyeceğiniz düşüncesini aklıma bile getirmek istemem, diyor Oehler. Ve pazartesileri de tek başına yürümek zorunda olmayı hiç düşünemem. Oehler paltosunu iyice kapalı giyme alışkanlığına sahipken ben paltomu tamamen açık olarak giyiyorum. Onun açık paltoya bağlı biç dinmeyen üşütme ve hastalanma korkusundaki şeyin, bende kapalı palto içinde boğulmak zorunda kalacağım korkusunun ne olduğunu düşünüyorum. Ve böylece Oehler gerçekten de sürekli donmak zorunda kalacağı korkusunu taşıyor, bense sürekli boğulacağım korkusunu. Oehler ayak bileklerinin üzerine kadar gelen ayakkabılar giyerken, ben yarım ayakkabılar giyiyorum, çünkü yüksek ayakkabılardan nefret ederim, tıpkı Oehler’in yarım ayakkabılardan nefret ettiği gibi. Görgüsüzlük (ve de budalalık!) diyor Oehler durmadan, yarım ayakkabılarla yürümek, saçmalık, bunun gibi yüksek konçlu, ağır ayakkabılarla yürümek diyorum ben. Oehler’in şapkası geniş kenarlı, siyahken, benimki dar kenarlı, gri. Siz de benim gibi geniş kenarlı şapka giymeye alışabilseydiniz diyor Oehler sıkça, ben de sıkça Oehler’e siz de benimki gibi dar kenarlı şapka giymeye alışabilseydiniz diyorum. Sizin başınıza dar kenarlı şapka değil, geniş kenarlı şapka uyar diyor bana Oehler, ben Oehler’e sizin başınıza sadece dar kenarlı şapka değil, diyorum. Oehler kız kardeşimnin onun için ördüğü ellikleri, hep aynı ellikleri, kaba yün ellikleri giyerken, ben eldiven giyiyorum, karımın benim için satın aldığı ince, ama astarlı domuz derisi eldivenleri. Sadece elliklerle insan gerçekten ısınır, diyor Oehler durmadan, sadece eldivenlerle de bunun gibi yumuşak deri eldivenlerle, diyorum ben, eller tıpkı benim ellerim gibi hareketlidir. Oehler siyah, paçasız pantolon giyiyor, bense gri paçalı pantolon giyiyorum. Ama artık giysilerimizle uğraşmıyoruz ve bu yüzden de Oehler dar kenarlı şapka, paçalı pantolon giysin, üzerindeki gibi dar ceketler giymesin vesaire, ben ağır ellikler takayım, yüksek konçlu ayakkabılar giyeyim vesaire, çünkü yola çıktığımızdaki onlarca yıllık giysiler, nereye gidersek gidelim artık değişmiyor, çünkü bu giysiler onlarca yıl içinde bizim kesin alışkanlığımız ve dolayısıyla da kesin giysilerimiz olmuştur. Bir şey duyarsak, diyor Oehler çarşamba günü, duyduğumuzu sınarız, duyduğumuzu sınarsak duyduğumuzun gerçek olmadığını söylemek zorunda kalıncaya kadar sınarız, duyulan yalandır. Bir şey görürsek gördüğümüzü sınarız, gördüğümüz şeyin dehşet verici olduğunu söylemek zorunda kalıncaya kadar. Böylece bütün yaşam boyu dehşetten ve doğru olmayandan ve yalandan kurtulamayız, diyor Oehler. Bir şey yaparsak, yaptığımız şeyin bir hainlik, bir alçaklık, bir utanmazlık, çok büyük bir ümitsizlik olduğunu söylemek zorunda kalıncaya kadar yaptığımız şeyi düşünürüz, yaptığımızın doğal olarak yanlış olduğu açıktır. Böylece her gün bizim için cehenneme dönüşür, istesek de istemesek de ve düşündüğümüz şeyi onun için gereken soğukkanlı düşünceye ve keskin zekâya sahip olarak aklımızdan geçirirsek, her durumda da bir hainliğe ve alçaklığa ve gereksizliğe varırız, bu da bizi dehşet verici biçimde bunaltır. Çünkü düşünülen her şey gereksizdir. Doğanın düşünme gereksinimi yoktur, diyor Oehler, bir tek insan kibirliliği düşüncesini sürekli doğanın içine düşünür. Bizi bütünüyle bunaltıya sürükleyecek, bu arsız düşünme yoluyla, bu düşünme biçimine karşı doğal olarak tamamen bağışıklık kazanmış olan doğaya sürekli düşüncesini sokuşturması gerçeğidir. Bizim düşüncemizle durumlar doğal olarak, diyor Oehler, gittikçe daha çekilmez durumlara dönüşüyor. Çekilmez durumları çekilir durumlara dönüştürdüğümüzü düşünelim, kısa süre sonra çekilmez durumları çekilir durumlara dönüştüremediğimizi anlamak zorunda kalırız (dönüştürmeyi beceremediğimizi), tam tersine onları daha da çekilmez durumlara dönüştürdüğümüzü. Koşullarla da durumlarla olduğu gibidir, diyor Oehler, gerçeklerle de aynı şey. Bütün yaşam süreci bir kötüleşme sürecidir, sürekli, bu yasa en korkuncudur, her şey kötüleşir. Bir insan gördüğümüzde, kısa süre içinde, ne dehşet verici, ne can sıkıcı bir insan demek zorunda kalırız. Doğaya baktığımızda, ne dehşet verici, ne çekilmez bir doğa demek zorunda kalırız. Yapay bir şey gördüğümüzde, hangi yapay şey olursa olsun kısa sürede ne çekilmez bir yapaylık demek zorunda kalırız. Yürüyorsak, kısa süre sonra ne çekilmez bir yürüyüş demek zorunda kalırız, koşuyorsak, ne çekilmez bir koşu, ayakta duruyorsak, ne çekilmez bir ayakta durma, düşünüyorsak, ne çekilmez bir düşünme hali. Bir rastlaşma geliyorsa başımıza, kısa zamanda, ne çekilmez bir rastlaşma diye düşünürüz. Bir yolculuk yaparsak, kısa zamanda, ne çekilmez bir yolculuk, ne çekilmez bir hava deriz, diyor Oehler, hangi hava olursa olsun, hangi havayı düşünüyor olsak da. Anlayış keskinse düşünce en pervasız ve en açık olandır, diyor Oehler, en kısa zamanda her şeyin çekilmez ve dehşet verici olduğunu söylemek zorundayız. Kuşkusuzdur ki çekilmez olanı çekmek ve dehşet vereni, dehşet veren bir şey olarak algılamamak sanattır. Bu sanatı en zor olarak betimlemek doğaldır. Olgulara karşı varolma sanatı, diyor Oehler, en zor olan sanattır. Olgulara karşı varolmak, çekilmez olana ve dehşet verici olana karşı varolmak demektir, diyor Oehler. Biz sürekli olgulara karşı değil de sürekli olgular ile varolursak, diyor Oehler, en kısa zamanda mahvoluruz. Gerçek şu ki, varoluşumuz çekilmez ve dehşet verici bir varoluştur, bu olgu ile varolursak, bu olguya karşı olmadan varolursak, en zavallı ve en bayağı biçimde mahvoluruz, bu yüzden bizim için sürekli içinde bulunurken, aynı zamanda çekilmez ve dehşet verici bir varoluş olgusuna karşı varolmamızdan daha önemli bir şey olmamalı. Çekilmez ve dehşet verici varolmanın içinde (ve birlikte)liğinin aynı sayıdaki olanakları, tıpkı çekilmez ve dehşet verici varoluşa karşı, yani içinde (ve birlikte) ve aynı zamanda çekilmez ve dehşet verici varoluşun karşısında olma olgusu ile aynıdır. İnsanın içinde (ve birliktebir ve böylece hepsinin ve olguların tümüne karşı varolma olanağı hep vardır, bu olguya karşı ve bütün olgulara karşı varolma, ki her zaman bir olgunun içinde ve (birlikte) ve bir ve bütün olgulara karşı varolma olanağına sahiptir ve bu yüzden varolmanın çekilmez ve dehşet verici olması olgusuna karşı da. Bu, her zaman soğukkanlı düşünce ve keskin zekâ sorunudur, ve soğukkanlı düşünce ve keskin zekânın pervasızlığı sorunudur, diyor Oehler…

Thomas Bernhard, Yürümek / Evet, çev. Sezer Duru, Yapı Kredi Yayınları, 2009 [1971-1978], s. 9-13.

Le Breton, Kent Yürüyüşü

Bir kentte yolunu bulamamak çok da önemli değildir. Ama bir kentte bir ormanda kaybolur gibi kaybolmak için eğitimli olmak gerekir. Sokak adlarının kaybolan kişiye çatırdayan kuru dalların diliyle hitap etmesi gerekir ve kent içindeki küçük sokaklar bu kişiye günün saatlerini bir dağdaki vadi kadar açık seçik biçimde yansıtmalıdır.

Walter Benjamin, Tek Yön

Kentin bedeni

Kendi kentinde, sokaklarında, mahallelerinde yürüyen insanın öyküsü buraları daha önceden tanısın ya da yürüdükçe tanısın her şeyden önce duygusal bir öyküdür ya da bedensel bir deneyimdir. Gezintisine sesli ve görsel bir fon eşlik eder, bedeni hararetin dalgalanmalarını kaydeder ve nesnelere ya da mekâne temas edince tepki verir. Zor ya da kolay örtülerini kat eder. Bu duyumsal örgü sokaklarda yürümeye, değişen koşullara göre keyifli ya da keyifsiz bir hava verir. Kentte yürüme deneyimi tüm bedenin katılımını gerektiren bir etkinliktir, duyumun ve duyuların sürekli devreye girmesidir. Kent insanın dışında değildir, içindedir onun, gözlerinin, kulaklarının ve öteki duyularının içindedir, sahiplenir kenti insan ve ona yüklediği anlamlara göre etki eder. “Yıllardır kaygısız, tasasız insanlar için yani kaybedecek zamanı olan ve Paris’i seven insanlar için bir ‘Paris Planı’ kaleme alma hayalleri içindeyim. Ve yıllardır bu yolculuğa başlama sözü veriyorum kendi kendime: kendi semtimden, Kuzey garından ve Doğu garından Chapelle’e doğru… Nedeni buradan otuz beş yılı aşkın bir süredir ayrılmamam değildir; burası özel bir fizyonumiye sahiptir ve tanınmasında yarar vardır” (Fargue, 1993, 17). Her kentlinin kendi mekânları, kendi etkinliklerinin çevresinde dönen ve sürekli kullandığı ya da canı istediğinde, hava durumuna göre, acele etme ya da aylak aylak dolaşma, yolca yapacağı alışverişlere göre değiştirdiği, özel güzergâhları vb vardır. Her sakinin çevresinde, kentteki gündelik etkinlilerine, çalıştığı semte, uğradığı resmi dairelere, kütüphanelere, dostlarının yaşadığı semtlere, çocukluğunda ya da yaşamının çeşitli dönemlerinde tanıdığı semtlere göre on binlerce yol oluşur. Bir de hayalet bölgeleri vardır: hiçbir zaman gitmez oralara çünkü bu yerlerde hiçbir etkinlik hiçbir çekicilik söz konusu değildir, sadece arabayla zaman zaman geçer buralardan ama durmayı aklından geçirmez, biçimleri ve yapıları korkutur onu.

“Bana Paris’te rastlayacağınızdan emin olabilirsiniz, akşama doğru, Matin matbaası ve Strasbourg bulvarı arasında Bonne-Nouvelle bulvarına gidip gelmeden üç günüm geçmez. Neden bilmem ayaklarım beni oraya doğru götürür, hemen her zaman belli bir amacım olmadan, hiçbir şeye karar vermeden, belirsiz birtakım şeylerin oralarda olup biteceği düşüncesiyle oraya doğru giderim” (Breton, 1964, 36). Biraz olsun tanıyanlar ya da sokaklarına aşina olanlar için her kentin, yürüyüşçünün, uzun süre uzak kalmış olsa bile, daha ilk adımlarında yöneldiği kendi çekim bölgeleri vardır: Brüksel’de Lemonnier bulvarı sahafları, Tours’da Loire, Paris’te Quartier Latin, Strasbourg’da Ill kıyıları ya da Katedral, Napoli ya da Roma’da bir kafe, Lizbon’da bir alan, bir bulvar, bir sokak, bir mağaza, bir bank, bir ev… Bu çekimler kişisel bir öyküye, çocukluk dönemlerine, bir kafenin terasında geçirdiğimiz ve daha sonra tekrar yaşamak istediğimiz bir huzur anına, bir sokağın, bir semtin ortamına, bizi çok etkilemiş olan bir ada, eskiden gördüğümüz bir yüze, bir müzeye bağlı olabilir… Kenti çok iyi tanıyan biri, kimi zaman şu ya da bu seçiminden sonra ilk şaşıran ve gülen kimsedir ya da muhatabının zevkleri üstüne uzun süre kafa yorabilir. Ama herkes nesneleri kendi gözleriyle görür. Her kent özneldir.

Bir kenti arşınlayarak kendini keşfetmenin bir başka biçimi, gerçeküstücüler gibi, sokaklarda, rasgele, başıboş dolaşmaktır. 60’lı yıllarda sitüasyonistler bu rüzgârın götürdüğü yere girme alışkanlığına tekrar sahip çıkmışlar ve bu tür yürüyüşleri “farklı ortamlardan alelacele bir geçiş tekniği” gibi tanımlamışlardır. Kentli belli bir amaçla evinden çıkıp bir güzergâhta yürüyebilir ama kimi zaman da keyfine bırakır işi ve adımlarını engellemeye çalışmaz (Augoyard, 1979; Giard, Mayol, 1980). Yürüyüşçü, kimi zaman, belki ileride daha bilinçli olarak döneceği yerleri tanımak için elinde haritayla dolaşsa da kendi kişisel yolunu yaratarak keşfetmeye çalışır kenti. Kentte yerlerin çekiciliğinden başka bir sınır tanımayan aylak böyle yürür. Alışkanlıklarını bir yana bırakır, alışık olduğu güzergâhlar ağını terk eder, onların ötesine geçer, unutur onları, aşar.

Aylak kentte, ormanda yürür gibi yürür, keşiflere açıktır. Yüzleri ve yerleri gözetleyerek, kişisel meraklarının peşinde, “asfaltta bitki toplar” (Benjamin, 1979, 57). Gözlerini ırmağa dikmiş halde yürüyen, gelip geçenlerin yitirdiği bozuk paraları arayan o hoş insan Henri Calet’in zıddıdır. Büyük bir olasılıkla Calet bu paraları bulabilen ve bu nedenle kendisini tebrik eden tek insandır çünkü hiçbir zaman hiçbir şey bulamayan taklitçileri sonunda yorulurlar ve gözlerini sokaklara çevirirler. Aylak, kendi içinden gelen ses doğrultusunda yol alır, duygusal çekimlerini anlık sezgileri, bir yerin atmosferiyle ilgili sezgileri yönlendirir; girdiği yol beklentilerini karşılamamışsa ansızın, kolayca yolu kısaltır ya da başka bir yöne sapar. Yerlerin çekiciliğiyle baş başadır, tutsağı olmuştur ve henüz bilmediği ama kendisine değişik bir yaşam sunan coğrafi eşiği atladığında daha sonraki yerin çekiciliğine kapılır. Kendisine hüzün verici gözüken vasat bir yerden hoşlanmadığı da olur. İzlenen yol yürüyüşçünün duygusal durumuna göre asla aynı mesafelerde değildir ve görülen manzaralar da hep aynıları olmaz. Yorgunluk derecesi, acele etmek zorunda olmak ya da olmamak, yürüyüş için kendini hazır hissetmek ya da hissetmemek yürünen güzergâhı elverişli ya da elverişsiz hale getirebilir. Bu bağlamda nesnellik her zaman yaşanan anın atmosferinden süzülür, bedenin bu işi sahiplenmesi ya da sahiplenmemesiyle ilgilidir, asla katıksız bir fizyoloji değildir, bir psikoloji, daha doğrusu duygusal bir coğrafyadır. Kentte yürüyüş hiç kuşkusuz, aynı zamanda da bedensel bir alışkanlıktır, bugün Kalküte ya da Bombay sokaklarında, yakıcı bir güneş altında, hiç durmadan yürüyorum, tişörtüm terden sırılsıklam, eskiden de Rio de Janeiro, Lizbon ya da Roma sokaklarında yürürdüm böyle, tek yorgunluk bedenin yorgunluğundan çok doymak bilmez merakın verdiği yorgunluk. Ben kendi payıma, sadece bedenin, rasgele sokaklara ve o andaki ruhsal durumuma göre yakaladığı bir kentte başkasını tanımıyorum.

Aylaklık etmek kentte yürümek sanatı demektir. “Sokak, dört duvar arasındaki kentli gibi, binaların cepheleri arasında kendini evindeymiş gibi hisseden aylak için bir apartman dairesidir. Dernek adlarının yazılı olduğu parlak plakalara, kentlinin, salonundaki yağlı boya bir tabloya verdiği değeri verir. Duvarlar, üstüne not defterini dayadığı sıradır, gazete bayileri kütüphaneler gibidir, kafelerin teraslarını ise, çalıştıktan sonra kendi içini seyrettiği bow-window’lar gibi görür.” (Benjamin, 1979, 58). Gelip geçenlerin yüzlerinden oluşan orman anlamaya, onların bahtlarından yararlanmaya çalışan aylağın bilgeliğine sunulmuştur (Le Breton, 1992) ve aylak en iyinin ve en kötünün, görünüşlerinin gizlediği tüm sapmalarla birlikte orada sürekli yan yana olduklarını bilir. W. Benjamin polisiye türünün kentte doğduğunu hatırlatıyor. “Gözlemci, kimliğini gizleyerek oynayan bir prenstir” diyor Baudelaire (Baudelaire, 1968, 552). Aylak, amatör bir sosyologdur ama aynı zamanda da güçlü bir romancı, bir gazeteci, bir siyaset adamı, bir anekdot toplayıcıdır. Her zaman uyanık, gevşek ve uyuşuktur, hoş ve ince gözlemleri, mola verdiği bir kafede, notlar almadıkça ve gözlemlerini profesyonelleştirmedikçe ya da suç ortaklığı yapan bir kulak yorumlarını dinlemedikçe çoğu zaman anında unutulur, kaybolur gider.

Kent ancak sakinlerinin adımlarıyla ya da onu yürüyüşleriyle, buluşmalarıyla, dükkânlarına, ibadet yerlerine, resmi dairelerine, istasyonlarına, kafelerine, eğlence yerlerine vb girip çıkmalarıyla canlandırarak yaratan gezginleriyle var olabilir. Gelip geçenler kentin canlılığının ya da uyumasının, verdiği zevkin ya da sıkıntının işaretidir. Zamanın akışı etkinliklerinin özel anlarını belirtir. Şafak vakti, az ya da çok seyrek, henüz uykuda olan uyku zamanına çok fazla hoşgörülü davranmayı istemiş olduklarından hızlı yürüyen insanların sokaklarına düşer. Gecikmeyi telafi etmek için acele etmek gereki ve bu acelecilik içinde bakışın aylaklığına pek fazla zaman kalmaz. Sokaklar boştur, belki bir gece kuşu ya da sabahın köründe yollara düşmüş biri görülebilir. Daha sonra, orta lise, üniversite öğrencileri sabahın daha makul saatlerinde işlerine gidenlerin saflarına katılırlar. Bu saatlerde sokaklar canlanır, mağazalar kapılarını açarlar, otomobiller yoğunlaşır, daha sonra vakitleri bol olan ya da alışverişe giden yayalar çıkar ortaya. Yaya akışı öğleye doğru yoğunlaşır ve daha sonra zayıflar. Yazın, kafelerin terasları tabaklarına ve bardaklarına olduğu kadar gelip geçenlere de dikkat eden müşterilerle dolup taşar. Akşama doğru, sokaklar yavaş yavaş boşalır, sadece eğlence düşkünleri, gece kuşları ya da arkadaş ziyaretlerinden veya restoranlardan dönenler ve evlerine dönmek için acele edenler ya da bir süre daha vakit geçirmek isteyenler kalır dışarıda. Gece sınırları siler, nesnelerin bildik anlamını genişletir ve maceranın çekiciliğini ya da bilinmeyenin getirdiği sıkıntıyı kuşatır. Etraf tehlike ya da tehdit doludur sanki. Sokaklarda hüküm süren görece sessizlik, araçların seyrekleşmesi öteki tuhaflıklar olarak görülebilir.

Bibliyografya
Jean-François Augoard, Pas à pas. Essai sur le cheminement quotidien, Paris, Seuil, 1979.
Charles Baudelaire, “Le peintre de la vie moderne”, in Œuvres complètes, Paris, Seuil, 1968.
Walter Benjamin, Charles Baudelaire, Paris, Payot, 1979.
André Breton, Nadja, Paris, Poche, 1964.
Léon-Paul Fargue, Le piéton de Paris, Paris, Gallimard, 1993.
Luce Giard, Pierre Mayol, L’Invention du quotidien T2: Habiter, cuisiner, Paris, 10-18.
David Le Breton, Pasions du risque, Paris, Métailié, 1992 (4 éd 2000).

David Le Breton, Yürümeye Övgü, çev. İsmail Yerguz, Sel Yayıncılık, 2008 [2000], 2. basım, s. 99-104.