Jenks, Altkültür, Chicago Okulu & Kaybedenler

Kendi altkültür ilgimi sorgulamama yol açan, soğukkanlı bir genel perspektif eleştirisi. Pek de farkında olmadan, (basitleşmiş bir) Chicago Okulu bakışından doğru romantik bir ilgi duyuyorum altkültürlere. Birçoklarına hem çok yakın hissederim, ortalarına düşmekten de korkarım. Böylesine net tanımlayınca, kategorileştirince o romantizm de yara alıyor. Yine de belki akademinin anlayamayacağı, onun bilgi alanına giremeyen bir şeyler vardır, belki de yoktur.

“Chicago perspektifinin ekolojik unsurları zaman içerisinde azaldı, ve 1960’ların gelişiyle altkültür vurgusu çok daha belirgin hale geldi. Eğer 1960’lar, halk protestosu, karşı-kültür, beat şiiri*, toplum dışına itilenler, yol kültürü, hippi hareketi, eğlence için uyuşturucu kullanımı ve Vietnam Savaşı karşıtı duygulara hitap etmişse, o zaman özellikle ABD’deki akademisyenlerin bir kısmı da, bunu, liberalizm ve felsefi bir kültürel görecilik eğilimiyle karşıladı. Genç Chicago (veya yeni Chicago) akademisyenleri, bu popülist dalgaya hız kazandıracak bir konumdaydılar ve sombolik etkileşimciliğin sunduğu bireycilik, koşul özgüllüğü ve göreli anlamlar, bu kavram ve analitik kurmalara yol açtı. Aynı şekilde, şimdiki hareketli altkültü fikr, özgüllük ve “durum tanımı”nın her anlamda mekâna oturtulması fikrini anlatıyordu. Chicago akademisyenlerinin daha önceki bir kuşağına ait olmasına rağmen, Everett C. Hughes, bu yeni inceleme dalgasını harekete geçiren başlıca kişiydi. Onun doktora öğrencileri, hepsi de beklenti içindeki popülist bir hitap kitlesine sahip, ateşli, yeni, aktif liberal özgürlükçülerdi. Hughes, ayrıca, bu çoğunlukla zengin, beyaz, orta sınıf (çoğunlukla erkek) öğrenci grubunun kendilerini dışarıya, bu için için kaynayan kente atıp, hayatı, ötekilerin gözünden “kaybeden”in tarafından deneyimlemesi gerektiğini düşünüyordu. Böylece, bu konuda çeşitli şekillerde yayımlanan, saygı kazanıp gözden düşen bir yığın küçük-orta ölçekli ampirik etnografiye girişildi. (Başka hangi sosyolog grubu doktorlar arasında yetişkin toplumsallaşması özerine bir çalışma yapıp adını Boys ın White [Beyaz Giyen Oğlanlar] koyardı ki?) Bu dönemde ortaya çıkan enerji öyle bir boyuttaydı ki, zavallı Julius Roth (Howard Becker’in çağdaşı) tüberkülozdan hastanede yatarken, danışmanı olan Hughes onu ziyaret etti ve ona sadece “çalışmaya devam et” dedi, sonuç, Timetables [Vizite Defteri], adlı etnografik, altkültürel bir Tüberküloz Koğuşu incelemesi oldu.

Çoğunlukla, örgüt sosyolojisi, ayrıklık sosyolojisi ve kimlik oluşum kuramı alanlarındaki daha erken gelişmelerden doğan “kariyer”, “etiketleme”, “toplumsal tepki”, “tipleştirme” ve “mübadele” gibi yeni bir kavram ve tarz grubu ortaya çıktı. Bunların hepsi, devasa ironiler ve çarpıtmalardan ibaretti. Bir kariyer, bir avukat olmak veya bir akıl hastası olmak anlamına gelebilirdi. Etiketleme, örneğin, çocukların sadece düşünsel yeteneklerinden dolayı değil, ayrıca öğretmenin onları, sınıf geçmişi, kendini sunma ve davranıştan oluşan ahlâki bir karışıma dayanarak değerlendirmesine neden olan tipleştirme kurmalarından dolayı başarısız oldukları anlamına gelmekteydi. Öğretmenlerin öğrencilerle etkileşimleri ve ödül ve cezalarının, bu durumda, doğrudan doğruya performanstan ziyade bu gibi seçici algılara dayandığı düşünüldü. Toplumsal tepki, esasen, cezai adaletin nesnel veya kapsamlı etik mütaalaların sonu olmadığını, daha ziyade, bir edimin yerel çoğunlukta neden olduğu ahlâki öfkenin büyüklüğüyle ilgili olduğunu bildirdi; örneğin orta sınıfın işyerinden ufak tefek şeyler yürütmesi veya iş telefonunu kullanması, dükkân hırsızlığı veya adi hırsızlıkla aynı edim kategorisinde yer almıyordu. Tipleştirmeler, nasıl bir taksi şoförü iyi bir bahşişi garantileyecek bir ücret belirlerse, o kadar sıradan veya nasıl aynı polis memuru, aynı edimi, şehrin hangi kısmında bulunduğuna veya belki de failin etnisitesine göre, suç veya gençlik ateşi olarak değerlendirebilirse, o kadar ciddi olabilirdi.

Bunun için, Chicago Okulu, kentin kısımlarını ve kendilerinin ve akademinin daha kalabalık hitap kitlesinin başka türlü ortak bir odada karşılaşmayacakları bölge sakinlerinin yaşamlarını, tek tek, altkültür altkültür ifşa etmek üzere görev yerine yeni bir sözcük dağarcığıyla geri döndü. Bu palazlar arasında muhtemelen en ünlüsü olan Howard Becker, bize, içinde bir caz müzisyeninin alternatif yaşamını ve nasıl marihuana kullanıcısı olunacağını öğrendiğimiz Outsiders‘ı [Dıştakiler] verdi. O, duvardaki sinek gibi fark edilmeyen veya katılımcı bir gözlemci değildi: Becker’in içgörüleri ilk eldendi. Becker, yaşanmış duru tanımının doğrudan bilgisini sundu; o, can ciğer toplulukları ve destekleyici anlam yapısını biliyordu ve bize de anlattı. Onun çalışması, hem Sosyoloji Bölümü için bir şok, hem de 1960’ların öğrencileri için bir hazdı. Fakat, o, meslektaşlarının çoğu gibi, toplumsal yapıyı unutmuş görünüyordu (ki bu da altkültür incelemelerindeki sorundu). Bütün dünya bir seçimden ibaretse, ortada hiç iktidar veya daha ziyade iktidar analizi yokmuş görünür. Bu nedenle, birçok yönden, Becker ve onun kuşağı Cooley ve onun toplumsal patoloji grubunun daha erken toplumsal patoloji çalışmasında yaşadıkları aynı problem kümesiyle karşı karşıya geldi:

“İstikrar”, “düzen” veya “dayanışma”nın temeli, tipik olarak bu kitaplarda incelenmez, fakat böyle bir temel anlayışı, örtük olarak kullanılır ve kabul edilir, çünkü toplumsal olarak “sağlıklı” ve istikrarlı bir örgüte işaret eden normatik bir kavram “patolojik” durumların belirlenmesinde kullanılır. “Patolojik” davranış, yapısal anlamlda (yani, var olan yapısal bir tiple uyuşmayan olarak) veya istatistiki anlamda (yani, merkezi eğilimlerden sapmalar olarak) ayırt edilmezler. Patolojik durumların kentte bol bulunduğu iddiası da bunu ortaya koyar. Eğer onlar orada bol bulunursa, istatistiki anlamda “anormal” olamazlar ve yapısal anlamda yaygın olmaları da muhtemel değildir. “Patolojik” durumların belirlenmesini sağlayan normların “hümaniter idealler” olduğu ileri sürülebilir. Fakat, biz bu durumda, bu gibi ideallerin toplumsal yönelimini talep etmeliyiz. Bu literatürde, patolojiğin işleme kriterleri, yönelim ve köken olarak tipik olarak kırsaldır. (Wright Mills, 1943: 97)

Bu kapsamlı altkültür sosyolojisi külliyatının diğer bir eleştirisi, Alvin Gouldner’in şahsında, sol siyasetten çıkar. Neo-Chicagocu aykırılık kuramcısına gönderme yaparak, şöyle der:

Onlarınki, hippiler, ilaç bağımlıları, caz müzisyenleri, taksi şöförleri, orospular, gece insanları, evsizler, dolandırıcılar ve kaykaycıların dünyasında kendisini evde hisseden bir okuldur. Onların özdeşleşmeleri, saygı değer toplumdan ziyade aykırı olanladır. Onlara göre, yeraltı dünyasına alışmak, 1930’lar esnasında bazı entelektüellerin proleterle özdeşleşme hislerinin eşdeğeri olmuştur. Çünkü sadece onu incelemekle kalmaz, bir şekilde onun yaşam tarzının sahiciliğini doğrulayarak, onun adına da konuşurlar. (Gouldner, 1973: 29-30)

Gouldner, ayrıca, benim 7. Bölüm’de bahsedeceğim temalar olan onların sınır kolculuğuna ve sömürgeciliğine de saldırır.

Bu şekilde, Chicago Okulu’nda elde ettiğimiz şey, yaratıcılık ve verimlilik açısından, ayrıca kuramsallaştırma ve araştırma pratiğinin uyumlu bütünlüğü açısından güçlü, bir asırı aşkın sosyolojik bir çalışmadır. Dahası, analitik bakışın bilerek belli alanlara odaklanması da vardır; Chicago, genel olarak toplumsal yaşam için bir metafor haline gelmiştir. Son olarak da, ahlâki bir tını, toplum dışına atılanların, muhtaçların, marjinallerin ve dışlananların dünya görüşüyle eşleşme vardır; yine de bu bile maskelenmiştir. Asil gerekçelerle yabani bir veçhenin yan yana var olmasından ortaya çıkan bulanıklık, sosyoloğun kendini onların yerinde zannedip şehvete (bu sosyolog grubuna özgü olmayan kafa karışıklığına) kapıldığı şüphesi doğurur. Yoğunluk, yoğunlaşma ve odağın bileşimleri, kolayca, bir çeşit kavramsal dar görüşlülük şekline girebilir ve böyle bir zihniyete yakışan da bir “altkültür” fikridir.”

(*) Adları uyuşturucu, caz müziği, cinsellik ve Zen Budacılığıyla birlikte anılan Beat’ler ya da beatnikler (kötülüklerden arınmış, mutlu anlamında) bütün bunlar aracılığıyla kişisel uyanışı, kurtuluşu, arınmayı, aydınlanmayı savunuyorlardı. Bu hareketin içinde isim babası Jack Kerouac’ın yanı sıra, şairler Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Gary Snider, romancı William Burroughs ve birçok müzisyen, ressam yer aldı. Türkiye’de bu kuşak, bazılarınca, sokak şairleri olarak biliniyor, çünkü amaçları şiiri akademik ortamlardan kurtarıp ait olduğu yere, yani sokağa iade etmekti. (ç.n.)

Chris Jenks, Altkültür: Toplumsalın Parçalanışı, çev. Nihan Demirkol, 2007 [2005], s. 98-101.

Culler, Yazın Kuramı ve Kültürel Çalışmalar

“Sigara ile Amerikalıların yağlarla takıntısı konusunda yazan Fransızca profesörleri; biseksüelliği çözümleyen Shakespeare uzmanları; seri katiller üzerinde çalışan gerçeklik uzmanları. Neler oluyor?

Burada olan şey 1990’larda sosyal alanda gerçekleşen temel bir etkinlik: ‘kültürel çalışmalar.’ Bazı yazın profe­sörleri Milton’dan Madonna’ya, Shakespeare’den sudan dizilere yönelmiş, yazın çalışmasını tamamen terk etmiş olabilir. Bunun yazın kuramıyla ilişkisi nedir?

Kuram, yazınsal eserlerin incelenmesini büyük ölçüde zenginleştirdi ve güçlendirdi, fakat Bölüm 1’de belirttiğim gibi, kuram bir yazın kuramı değildir. Eğer ‘kuram’ın ne kuramı olduğunu söylemeniz gerekseydi, yanıt ‘anlam yük­leyici uygulamalar’, deneyim süreci ve betimlemesi, insana özgü konuların yapılandırılması gibi şeyler olurdu – kısa­cası, en geniş anlamda kültür gibi bir şey. Ve kültürel çalış­malar alanının da, geliştiği biçimiyle, kafa karıştıracak dü­zeyde disiplinler arası olması ve ‘kuram’ın kendisinin açık­lanması kadar da zor olması çarpıcıdır. Bu ikisinin birlikte gittiği söylenebilir: ‘kuram’ kuramdır ve kültürel çalışmalar da uygulama. Kültürel çalışmalar bizim kısaca ‘kuram’ diye adlandırdığımız kuramın uygulamasıdır. Kültürel çalışmaları uygulayanlardan bazıları ‘yüksek düzey kuram’dan şikayet etmektedir; fakat bu, kuramın sonsuz ve göz korkutucu külliyatından sorumlu tutulmamak isteğini göstermekte­dir.

Kültürel çalışmalarda sürdürülen çalışma, aslında, bu kitapta ele aldığım anlam, kimlik, betimleme ve aracı hakkındaki kuramsal tartışmalara bağımlıdır.

Fakat yazınsal çalışmalar ile kültürel çalışmalar arasındaki ilişki nedir? En geniş görüşüyle, kültürel çalışma­ların projesi kültürün özellikle modern dünyada işlev görüşünü anlamaktır: hem bireyler hem de gruplar açısından değişik ve birbirleriyle karışmış topluluklar, devlet erki, medya endüstrileri ve çokuluslu şirketlerin oluşturduğu bir dünyada kültürel üretimlerin nasıl işledikleri ve kültü­rel kimliklerin nasıl yapılandırıldıkları ve düzenlendikleri. Şu halde, prensipte, kültürel çalışmalar yazını incelemeyi özel bir kültürel uygulama olarak gören yazınsal çalışmaları içerir ve çevreler. Ama bu ne tür bir sonuçtur? Bu noktada birçok tartışma söz konusudur. Kültürel çalışmalar yazınsal çalışmaların yeni bir erk ve anlayış kazanmasını sağlayan geniş bir proje midir? Yoksa, kültürel çalışmalar yazınsal çalışmaları yutup yazını yok etmekte midir? Sorunu kavra­mak için kültürel çalışmaların gelişmesine yönelik bir par­ça arka plan bilgisi gerekir.

Kültürel Çalışmaların Ortaya Çıkışı

Modern kültürel çalışmaların iki atası bulunur. Önce­likle, (yazın da dahil olmak üzere) kültürü kuralları ya da gelenekleri betimlenmesi gereken bir seri uygulama olarak ele alan 1960’ların Fransız yapısalcılığından (bakınız Ek) gelmektedir. Kültürel çalışmalar konulu ilk eserlerden biri olan, Fransız yazın kuramcısı Roland Barthes’ın Mythologies (1957) başlıklı kitabı, profesyonel güreş ile araba ve deter­jan reklamlarından Fransız şarabı ve Einstein’ın beyni gibi söylencesel kültür nesnelerine kadar çeşitli kültürel etkin­liklerin kısa ‘yorum’larını ele alır. Barthes, kültür içinde doğal görülür hale gelen şeyleri olumsal, tarihsel yapılandırmalara dayandıklarını göstererek sıradanlaştırmakla özellikle ilgilenmektedir. Kültürel uygulamaları çözümlerken, altlarında yatan gelenekleri ve bunların toplumsal önem­lerini tanımlar. Örneğin, profesyonel güreş ile boksu karşı­laştırırsanız, farklı gelenekler olduğunu görebilirsiniz: Bok­sörler yumruk yediklerinde acıya katlanabildiklerini sergi­leyecek biçimde davranırken güreşçiler acı içinde kıvranır ve basmakalıp tipleri çok iyi bir biçimde oynarlar. Boksta rekabet kuralları, maçın ötesine geçmemesi gereken sınırlar oluşturması açısından, maçın dışındadır; güreşte kurallar, üretilebilir anlamların boyutunu artıran eğilimler biçimin­de maçın tamamen içindedir: Kurallar apaçık bir biçimde çiğnenmek için çokça vardır ve böylece ‘kötü adam’ ya da kötü kahraman ne kadar kötü olduğunu etraflıca sergi­lerken seyirciler de intikam hiddetiyle kamçılanmış olur. Böylece, profesyonel güreş, her şeyin ötesinde iyi ve kötü net bir biçimde karşıtlık oluşturduğu için, ahlaksal anlaşı­labilirliği çok iyi karşılamaktadır. Yüksek düzeyde yazından yiyeceklere kadar çeşitli konularda kültür çalışmalarını inceleyen Barthes’ın örneği kültürel imgelerin yananlamlarını yorumlamayı ve kültürün tuhaf yapılanmalarının sosyal işlevlerini çözümlemeyi teşvik etti.

Çağdaş kültürel çalışmaların diğer kaynağı İngilte­re’deki Marksist yazınsal kuramdır. Raymond Williams’ın çalışması (Culture and Society, 1958) ve Birmingham Centre tor Contemporary Cultural Studies (Birmingham Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi) kurucusu Richard Hoggart’ın çalışması (The Uses of Literacy, 1957) kültür yüksek düzeyde yazın tarafından tanımlanırken gözden kaçırılmış bulunan popüler, emekçi sınıf kültürünü yeniden kazanıp incelemeyi amaçlamaktaydı. Yitik sesleri yeniden kazanma, tarihi taban­dan tavana doğru yapılandırmaya yönelik bu proje, kitle kül­türünü (‘popüler kültür’ün karşıtı olarak) baskıcı bir ideo­lojik oluşum biçiminde, okuyucuları ya da izleyicileri tüketiciler konumuna yerleştirmek ve devlet erkinin yaptıkla­rını haklı çıkarmak için işleyen anlamlar biçiminde çözümle­yen diğer bir kültür kuramlaştırılması ile -bu kez Avrupa Marksist kuramının ürünü- karşılaştı. Bu iki kültür çözümle­mesi -kültür insanlara ait bir ifadedir diyen ile kültür in­sanlar üzerine uygulanan bir ifadedir diyen çözümlemeler- arasındaki etkileşim önce İngiltere’de ardından diğer yerlerde kültürel çalışmaların gelişimi için çok önemli olmuştur.

Gerilimler

Bu gelenekteki kültürel çalışmaları, popüler kültürü in­sanların ifadesi olarak yeniden canlandırma ya da marji­nalleştirilmiş gruplara kendilerini ifade hakkını sağlama arzusu ile kitle kültürünün ideolojik bir yükleme, baskıcı bir ideolojik oluşum olarak incelenmesi arasındaki gerilim yönlendirmektedir. Bir yanda, popüler kültürü inceleme­nin amacı, zarifliklerden zevk alan insanların ve profesör­lerin yaşamlarının karşısında sıradan insanların yaşamında -onların kültürlerinde- neyin önemli olduğu konusunda bir fikir edinmektir. Öte yanda, insanların kültürel güçler tarafından nasıl şekillendirildiklerini ya da yönlendirildiklerini göstermeye ilişkin güçlü bir teşvik söz konusudur, insanlar onları belirli arzulara ve değerlere sahip insanlar biçiminde ‘sorgulayan’ ya da davranan kültürel biçimler ve uygulamalar tarafmdan ne ölçüde yapılandırılır? Sor­gulama kavramı Fransız Marksist kuramcı Louis Althusser’den gelmektedir. İnsanlara -örneğin reklamlar tarafın­dan- özel bir tür nesneymiş (belirli niteliklere değer veren bir tüketici) gibi davranılmaktadır ve sürekli bu biçimde davranılınca da insan bu tür bir konuma yerleşir durumu gelmektedir. Kültürel çalışmalar kültürel biçimler tarafın­dan ne ölçüde yönlendirildiğimizi ve ne ölçüde ya da hangi yollardan onları diğer amaçlar için kullanabildiğimizi, yani ‘aracı’ olarak adlandırılan durumu gerçekleştirdiğimizi sor­maktadır. (Elimizdeki kuramın tanımını kullanırsak, ‘ara­cı’ sorunu, eylemlerimizden ne ölçüde sorumlu olabileceği­miz, bize ait gibi görünen seçimlerimizin bizim denetimi­mizde olmayan güçler tarafından ne ölçüde sınırlandırıldıkları sorunudur.)

Kültürel çalışmalar, çözümcünün, kültürü, insanları ilgi noktalarından uzaklaştıran ve sahip oldukları arzuları yaratan bir düzgüler ve uygulamalar seti olarak çözümleme isteği ile popüler kültürde otantik bir değer ifadesi bulma isteği arasındaki gerilime dayanır. Bunun bir çözümü, insanların kendilerine anamalcılık ve onun medya endüstrileri tarafından kendilerine ait bir kültür oluşturmak ama­cıyla dayatılan kültürel malzemeleri kullanabildiklerini göstermektir. Popüler kültür kitle kültüründen yapılır. Po­püler kültür ona karşı olan kültürel kaynaklardan yapılır ve bu nedenle de bir çatışma kültürüdür, yaratıcılığı kitle kültürünün ürünlerini kullanmaktan oluşan bir kültür­dür.

Kültürel çalışmalar üzerine eserler özellikle kimliğin sorunsal yapısına ve kimliklerin şekillendirildiği, yaşandığı ve aktarıldığı sayısız yollara uyarlanmıştır. Bu nedenle de, kendilerini içinde buldukları daha geniş kültürle -kendisi de ideolojik yapıyı kaydırmakta olan bir kültür- özdeşleş­mekte sorunlar yaşayan gruplar – etnik azınlıklar, göçmen­ler, kadınlar- için oluşan kimlikleri ve dengesiz kültürü incelemek ayrı bir öneme sahiptir.

Şu halde, kültürel çalışmalar ile yazınsal çalışmalar ara­sındaki ilişki karmaşık bir ilişkidir. Kuramsal açıdan, kültürel çalışmalar her şeyi içermektedir: Shakespeare ve rap müzik, yüksek düzeyde kültür ve düşük düzeyde kültür, geçmişin kültürü ve bugünün kültürü. Ama uygulamada, anlam farklılığına dayanan bir şey olduğu için, insanlar kültürel çalışmaları bir başka şeye karşıt biçimde gerçekleşti­rirler. Neye karşıt biçimde? Kültürel çalışmalar yazınsal çalışmalardan doğduğu için, buna verilen yanıt genellikle “geleneksel anlamda, yazınsal çalışmalara” olmaktadır; geleneksel bağlamdaki yazınsal çalışmalarda amaç yazınsal eserleri yazarlarının başarıları biçiminde yorumlamaktı ve yazın çalışması yapmanın savunmasını da büyük eserlerin özel değeri oluşturuyordu: bu eserlerin karmaşıklığı, güzelli­ği, kavrayışı, evrenselliği ve okuyucu açısından potansiyel yararlar içermesi.

Fakat yazınsal çalışmalar asla geleneksel ya da başka bağlamlarda onun ne yapmakta olduğu çevresinde birleşmemiştir; kuramın ortaya çıkışından beri, yazınsal çalış­malar, hem yazınsal hem de yazınsal olmayan eserleri ele alan her türden projenin dikkatleri çekmek için yarıştığı çekişmeli bir disiplin olmuştur.

Şu halde, prensipte yazınsal çalışmalar ile kültürel çalış­malar arasında bir uyuşmazlık olmasına gerek yoktur. Ya­zınsal çalışmalar, kültürel çalışmaların yadsıması gereken yazınsal nesneler kavramıyla uğraşıyor değildir. Kültürel çalışmalar, yazınsal çalışmalar tekniklerinin diğer kültürel malzemelere uygulanması olarak doğmuştur. Kültürel ürün­leri yalnızca sayılmayı bekleyen ürünler olarak değil, okun­ması gereken ‘metinler’ olarak ele almaktadır. Ve, bunun karşın olarak, yazınsal çalışmalar, yazın özel bir kültürel uygulama olarak incelendiğinde ve eserler diğer söylemlerle ilişkilendirildiğinde yarar sağlayabilir. Kuramın etkisi ya­zınsal eserlerin yanıtlayabileceği soru erimini genişletmek ve kendi çağlarının fikirlerine karşı koymak ya da bunları karmaşık hale sokmak için kullandıkları çeşitli yollara dik­katleri yoğunlaştırmak olmuştur. Prensipte, kültürel çalış­malar, yazın konusunu anlam kazandırıcı uygulamalardan biri olarak incelemekte ve onun değerli kılındığı kültür rollerini incelemekte ısrarcı olmalarıyla, yazın inceleme­sinin karmaşık bir metinler arası olgu biçiminde yoğunlaş­tırabilirler.”

Jonathan Culler, Yazın Kuramı, çev. Hakan Gür, Dost Kitabevi Yayınları, 2007 [1997], s. 65-71.

Bruno Latour – Kaynakça

Kitaplar

  • {with Steve Woolgar}, Laboratory Life: the Social Construction of Scientific Facts, 1979 | 1986
  • Science in Action: How to Follow Scientists and Engineers through Society, 1987
  • The Pasteurization of France, 1988 [1984]
  • We have never been modern, [Biz Hiç Modern Olmadık], 1993 [1991]
  • {with Michel Serres}, Conversations on Science, Culture and Time, 1995 [1992]
  • Aramis or the Love of Technology, 1996 [1992]
  • Pandora’s Hope: Essays on the Reality of Science Studies, 1999
  • {with Peter Weibel (ed.)}, Iconoclash beyond the image wars in science, religion and art, 2002
  • Politics of Nature: How to bring the sciences into democracy, 2004 [1999]
  • {with Peter Weibel (ed.)}, Making Things Public: Atmospheres of Democracy, 2005
  • Reassembling the Social: An Introduction to Actor-Network-Theory, 2005
  • {with Emilie Hermant}, Paris: Invisible City, 2006 [1998]
  • Rejoicing: Or the Torments of Religious Speech, 2013 [2002]
  • The Making of Law: An Ethnography of the Conseil d’Etat, 2009 [2002]
  • On the Modern Cult of the Factish Gods, 2009
  • {with Pasquale Gagliardi & Pedro Memelsorff (ed.)}, Coping with the Past: Creative Perspectives on Conservation and Restoration, 2010
  • {with Graham Harman & Peter Erdelyi (ed.)}, The Prince and the Wolf: Latour and Harman at the LSE, 2011
  • An Inquiry Into Modes of Existence, 2013
  • {with Christophe Leclercq (ed.)}, Reset Modernity!, 2016
  • Facing Gaia: Eight Lectures on the New Climatic Regime, 2017
  • Down to Earth: Politics in the New Climatic Regime, 2018
  • After Lockdown: A Metamorphosis, 2021

İkincil:

  • Graham Harman, Prince of Networks: Bruno Latour and Metaphysics, 2009
  • Adam S. Miller, Speculative Grace: Bruno Latour and Object-Oriented Theology, 2013
  • Graham Harman, Bruno Latour: Reassembling the Political, 2014

Web/Makale:

Yavuz, Kültür ve Entelektüel Üzerine Notlar

“Batı uygarlığının temelini Orta Asya’nın otokton halkı olan Türklerin hazırladığı konusundaki aşırı yeni-ulusçu tez, bilimsel doğrulardan uzak bir duygusallığa dayandığı için bir yana bırakılmıştı; Ataç, bu tezi (buna ‘aşırı partikularist tez’ diyorum) olumsuzluyor, ama Batı kültürü varken ulusal bir senteze gitmenin gereksizliğini savunarak, bu kez, aşırı üniversalist bir tezi kesinlemiş oluyordu. Ataç’ın kültür anlayışı, Batı kültürünün evrenselliği düşüncesine dayanmaktaydı; evrensel bir kültürün değerlendirilmesi sözkonusu olunca, ulusal bir senteze, Türk kültürü açısından özgün, sui generis yapılara gitmek….gereksizdi.” (s. 14)

“Ulusal kültürü temellendirmek için tutulacak yol, dün’den bugün’e gelmek değil, tam tersine, ‘bugün’den dün’e gitmektir . . . Althusser, Lire le Capital’de Marx’ı alıntılayarak sistemli, sıradüzenli ve eklemlenmiş bir kombinasyon (‘Gliederung’) olarak çağdaş toplumun bilgisinin, daha önceki yapıları anlayabilmek için gerekli olduğunu bildirir…. Gadamer’in de farklı bir düzlemden bakarken, aynı sonuca varmasıdır: “Geçmişin yorumu, zorunlu olarak, şimdi’nin bakış açısından yapılan bir yorumdur.” (s. 16-7)

[Huzur’dan önce, Türk romanı daima verili bir söyleme dayanır: Sonuç olarak: ] “Roman karakterlerinin, sorunsal (problematik) kahramanlara döünşmesine olanak vermeyen söylemler bunlar.”, [Huzur ile birlikte, ilk defa üstsöylem -metadiscourse] “Tanpınar, Mümtaz bağlamında şöyle koyuyor bu sorunsalı: “Benim diyebileceği ve kendi başına bir hayatı yoktu. Hep tezad halinde ve birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde yaşıyor, onlarla düşünüyor, onlarla görüp duyuyordu. İkiz bir ömrü yaşıyordu. Cennet ve cehennemi beraberinde gezdiriyordu. ‘Bu iki haddin’ arasında uçurum kenarlarında şiddetli uyanışlarla dolu bir somnanbül hayatı vardı. Zaman olurdu ki, bütün hayatı sadece kaçışlardan ibaret kalırdı.” Mümtaz’ı bu iki haddin arasındaki uçurumda konumlayan, Türk aydınının sorunsalı: Doğu/Batı sorunsalı.” (s. 63-4)

“Türkiye’nin tarihi, Türk aydınına bir yandan hem Doğu’nun hem de Batı’nın ürettiği bilgi ve düşünceleri ‘temellük ederek’ bir ‘terkip’te birleştirmeyi, ama öte yandan da böyle bir ‘terkib’in olanaksız olduğunu empoze ediyor. Huzur’da Mümtaz’ın açmazı (üst-söylemin yapısını belirleyen açmaz) budur: Kendi tarihöncesini aşma, bir zorunluluk olarak hem bir ‘terkib’i hem de bir ‘terkib’in olanaksızlığını birlikte getiriyor! Türk aydını, doğuyla Batı arasında bir ‘terkib’e ulaşma ardındaki sorunsal arayışından vazgeçerek, ama Doğu’yu ve batı’yı sorgulamadan kesinlemeyi de kabul etmeyecektir. Huzur’u, Lukacs’ı izleyerek söylersek, bir tür Bildungsroman kılan da budur.” (s. 65-6)

[Türkiye ve kitle kültürü: ] “… Türkiye’nin geçmişinde, Batı’nın 17. yüzyıldan bu yana yaşamakta olduğu türden bir yapılaşmadan söz edilemiyor. Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin tarihinde, kapitalist üretim tarzının normları ve değerleriyle bireysel düzlemde hesaplaşmayı (ve başkaldırmayı) getiren başat bir yapıdan söz etmek olanaksız. Bu yüzden, bugün Türkiye’de yaşamakta olan ayaktakımı kültürünü, Batı’nın kitle kültürü gibi, 19. yüzyılın bireysel kimlikleri destekleyici burjuva kültürüyle karşılaştırıp diyalektik bir bütünlük içinde görmek durumunda değiliz. Tam tersine, bugünün Türkiye’sinin ayaktakımı kültürünün bu anlamda bir geçmişi yok. Bu kültürü, tarihimizle eklemleyemeyişimiz bundan dolayı.” (s. 100)

“Lümpen tabakaların sınıfsal kimlikten yoksun oluşları, onların kendilerine ilişkin imajlarını da belirliyor. Bir lumpen, kendini hangi konumda, nasıl görüyor? Ne köylüdür lumpen, ne kentli. Ne Doğuludur lumpen, ne Batılı… Sınıfsız ve tarihsiz olmanın belirlediği bir konumda görüyör kendini lumpen: Ne o, ne öteki. Türk lumpeni hem kırsal kültürü hem kentsel kültürü, hem Doğu kültürünü hem Batı kültürünü olumsuzluyor. Onun yaşam ve kimlik imajını belirleyen bağıntı budur: Ne o, ne öteki.” (s. 101)

[Türkiye’de lümpenin simgesi olarak ‘bira’: ] “Bu bağıntı, yaşam pratiğini oluşturan farklı kesitlerde, kendini, belirli bazı nesnelerin simgeleşmesiyle belli ediyor. Örneğin, bira. Türkiye’de 1970’lerden 1980’lere uzanan bir veri var: bira tüketimi artıyor. Her köşebaşında bir birahane açılıyor. Neden bira? Bira, Türk lumpeninin simgesi olmaya yatkın bir konumda. Çünkü ne Doğulu, ne de Batılı bir sınıfsal tarihi var biranın.”  (s. 101)

[Şarap, rakı ve bira aritmetiği: ] “Şarap, batılı ve burjuva beğenisine gönderme yapan, yananlamaları olan bir içki. Şarap içmenin belirli normları, belirli kuralları var. Belli yemeklerle, belli türleri içilebiliyor. Bir doğu içkisi rakı. Ama onun da osmanlı beğenisine gönderme yapan, yananlamlarıyla bir tarihi, belirli kuralları ve normları olduğunu biliyoruz. Hangi tür yemeklerle içilebileceği de belirlenmiş. Bira öyle değil oysa. Kuralsız, normsuz bir içki. (Çiçek Pasajı, biraya değer ve norm kazandırmayı denedi; ama bu, biraya sınıfsal bir tarih ve kimlik kazandıramadı.) Bira, “ne o, ne öteki” (ne rakı, ne şarap) oldu! “Ne o, ne öteki” olan lumpenin simgesi olması da bu yüzden.”  (s. 101-2)

“Türkiye’de eğlence endüstrisi, bir yandan batı’da olduğu gibi kitleselleşirken, öte yandan da, 1980’lerden başlayarak kadın mı erkek mi oldukları belirsiz bir grup (transvesti mi, hermafrodit mi? transseksüel mi?) gazinoculuk endüstrisinin baş köşesine oturdu. Bülent Ersoy, Talha Özmen, Savaş Sökmen vb. bu anlamda lumpenliğin…. simgesi oldular. Adı erkek, cinsiyeti kadınsı şarkıcılar, Türkiye’de eğlence endüstrisinin, seyirciye sunduğu metalar durumuna geldiler.”  (s. 102)

“Aydın”ın tanımını yapmak güç. Bu sözcük bizde “entelektüel” karşılığında kullanılıyor. Oysa Osmanlıcası “münevver”di; “aydın” da “entelektüel”i değil, sözcük anlamıyla “münevver” karşılıyor.” (s. 118-9)

“Entelektüeli, dönüştürücü ve biçimlendirici, dolayısıyla eleştirel işlevi içinde düşündüğümüzde ise, Antik Yunan’dan Kant’a uzanan idealist geleneğin yerine, onu olumsuzlayan bir başka geleneği koymuş oluyoruz. Gramsci’nin yaptığı da bu. Ben gene de, “aydın” sözcüğünü yeğlerim. Dönüştürücü, biçimlendirici dolayısıyla eleştirel işlevini, “entelektüel” sözcüğünden çok daha iyi vurguladığı için…” (s. 119)

“Öyle diyor Deleuze: “belli kodlardan kaçarak aynı yerde kalmak için göçebeleşenler”. Türkiye’de batı tipi aydının (deyim, senindir) da yapmak istediği bu: aynı yerde kalarak kodlardan kaçmak istiyor. Ama kaçıyor mu gerçekten? Sakallı Celal’in ünlü sözünü anımsa: “Türkiye hep doğuya giden bir gemi gibidir, ki yolcuları batıya doğru koşar.” Batı tipi Türk aydını bu anlamda gerçekten bir göçebe değil. Kodlardan kaçamıyor ki! Ne denli batılılaşmaya kalksa, o denli doğulu kalıyor.” (s. 120)

“Bana öyle geliyor ki, 60’dan önceki kuşak, yani daha önce adlarını saydığım fikir adamları (Tanpınar, Hilmi Ziya, Mustafa Şekip vb.) sorunlara daha global olarak bakan insanlar idiler. Ve bana öyle geliyor ki, bunların entelektüel donanımları, 60’dan sonrakilere göre…. çok daha ağırlıklı, çok daha derindi.” (s. 125)

“Klasik münevver dediğimiz Türk aydınının yerini kendi alanında uzmanlaşmış, sadece kendi alanını bilen, kendi alanında bile dar ve sınırlı bir uzmanlık edinmiş bilim adamları yer alıyor. Bunu elbette küçümsüyor değilim. Mikro düzeyde iş gören bir uzmanlaşma, makro düzeyde düşünce üretiminin yerini alıyorsa ve ‘aydın’ kavramı içinde böyle bir yer değiştirme gerçekleşiyorsa, o zaman bunun nedenleri üzerinde düşünülmesi gerekir. Bu çok önemli bir nokta. ‘Aydın’ sorunu gündeme gelecekse, bu durum yabana atılmamalı.” (s. 125)

“Bir takım arayışlar var. Gerek sağdaki, gerekse soldaki arayışlar bana öyle geliyor ki, düşünce üretiminin en azından işlevini ve önemini yeni baştan kavramaya başlayan bir kuşağın ortaya çıkması demektir.”, [80’ler] “Şimdi seksen sonrasının önemli değişikliği, bütün bu şiddetle yaşanmış tecrübelerden sonuçlar çıkarmış bir genç kuşağın, sorunları daha kuşatıcı görmeye yatkın, daha bir fikir adamı gibi görmeye yatkın bir eğilim edinlemelerine neden olmuştur.” (s. 126-7)

Hilmi Yavuz, Kültür Üzerine, Bağlam Yayınları, 1987.

Touraine, Entelektüeller ve Modernlik Üzerine

“Entelektüeller, bilimin ilerlemelerini geçmiş kurum ve inançların eleştirisiyle birleştirerek akılcılaştırma hareketini yürütmüşlerdi. Hatta, Medici’ler döneminden bu yana, otoriterliklerinden rahatsızlık duymadan, seve seve aydın hükümdarlara hizmet etmişlerdir. Ama modernizmin ilk yüzyıllarından sonra, XX. yüzyılda, entelektüellerle tarihin ilişkisi tersine döner. Bunun, birbirinin tamamlayıcısı olmaktan çok karşıtı olan iki nedeni vardır: Birincisi, modernliğin kitle üretim ve tüketimine dönüşmesi ve aklın saf dünyasının artık modernlik araçlarını en vasat, hatta en akıldışı taleplerin hizmetine sunan kalabalıklar tarafından istilaya uğramış olmasıdır. İkincisi ise, modern aklın dünyasının, yüzyılımızda modernleşme siyasetleri ve milliyetçi diktatörlüklere gitgide daha bağımlı olmasıdır. Özellikle Fransa’da, ama aynı zamanda da ABD’de pek çok entelektüel, “ilerleme güçleri”yle olan geleneksel ittifaklarını olabildiğince uzun süre korumaya çalıştılar. Kendi ülkelerinin, özellikle de Vietnam ve Cezayir’de yürüttükleri sömürgeci savaşlar onları ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeye itti; bunu da, kendi ülkelerinin yöneticilerine karşı inanç ve cesaretle gerçekleştirdiler. Ama aynı zamanda, kapitalizme ya da emperyalizme karşı gerçekleşen bir devrimin doğuracağı rejimlern “ilerlemeci” olacağı fikrine de az çok bağlı kaldılar; bu da çoğu zaman onların, en baskıcı komünist rejimlere karşı aşırı hoşgörü, hatta kör bir sempatiyle yaklaşmaları sonucunu doğurdu ve bazılarının Mao’nun başlattığı kültür devrimi ya da Batı Avrupa’daki terorist etkinlikler konusunda olabilecek en ciddi yargı hatalarını yapmalarına neden oldu. Ama bir süre sonra, en geç kalmışları açısından bile artık bu kötü davaları desteklemekten vazgeçilmesinin gerektiği apaçık ortaya çıktı. Bunun üzerine, özellikle de 1968 sonrası pek çok entelektüel karşı-modernlikte yeni bir tarih felsefesi buldu. Kendi putlarını kendileri kırdılar ve modern dünyayı aklın yıkıcısı olarak mahkûm ettiler; bu da onların, hem kitle karşıtı seçkinciliklerini, hem de modernleştirici diktatörlüklerin otoriterciliğine düşmanlıklarını tatmin etti. Özellikle de yetmişli yıllarda karşı-modernizm başat, neredeyse hegemonyacı bir hal aldı.

XIX. yüzyılın ortasında entelektüeller nasıl gelecek hülyasına kapılmışlarsa, XX. yüzyıl ortasında da o derece felaket, anlamsızlık ve tarihsel edimcilerin yok oluşu duygusunun etkisinde kaldılar. Fikirlerin dünyayı yönettiğine inanmışlardı; sonuç olarak barbarlığın, mutlak iktidarın ya da tekelci devlet kapitalizminin önlenemez yükselişini mahkûm eder hale geldiler.

Entelektüel yaşamla toplumsal yaşam birbirinden böyle ayrıldı ve entelektüeller, kendilerini aşırı bir radikalizme ve giderek artan bir marjinalliğe sürükleyen tümel bir modernlik eleştirisinin içinde hapsoldular. Uzun zamandan beri ilk kez dünyada oluşmakta olan toplumsal, kültürel ve siyasal dönüşümler artık düşünülmüş olmadıkları izlenimi uyandırmaktadır, çünkü uzmanların verdiği bilgiler, elzem olsalar da, entelektüellerin artık yapma yeteneğine sahip olmadıkları yorumları kendiliklerinden üretemez hale geldi. İşte, modernist ideolojinin çözülmesinin en uç biçimlerini keşfe başlamadan önce betimlelemiz gereken, karşı-modern entelektüellerin bu pusulalarını şaşırma olgusudur.”

Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, Yapı Kredi Yayınları, çev. Hülya Tufan, 2002 [1992], 4. basım, s. 171-2.