Camus, Romanı Bitirmek (Düşüş)

Hazlardan düşen yargıç. Düşmeyi incelikleriyle tanımlayan varoluşçuların zamanında bu düşüşün bir ânı, süresi ve mesafesi varmış. Onların yazdıklarıyla büyüyenlerin zamanında ise taa en baştan öylesi bir yüksekliğe hiç çıkmamış, ancak belki hayallerinde çıkmayı düşlemiş okurlar, bizzat deneyimlediklerinden değil de, ancak iyimser ihtimallerden aşağı düşmeye başlamışlar. Tümü değil: bazı okurlar, bazı insanlar. Çıkanları biliyoruz, her yerdeler. Çıkılmayan yerden düşemiyoruz. Bu kapakta yuvarlanmalık bir merdiven var. Benim kapağımda, kırmızı şemsiyeli fötr şapkalı bir adam ve onun ters dönmüş yarı transparan yansıması (Erkal Yavi). Elde şemsiye, ayakların altında deniz. İki kapağın ortaklığı, düz zeminsizlik. Ayaklarımızı şöyle rahatça yere basabilsek, zıplayabiliriz bile şanslıysak.

Tekrar yatıyorum, bağışlayın. Korkarım, coşup kendimden geçtim, yine de ağlamıyorum. İnsan bazen sapıtıyor, apaçık gerçeklerden kuşkuya düşüyor, hatta iyi bir yaşamın sırlarını keşfettiği zaman bile. Benim çözümüm kuşkusuz en iyisi değil. Ama insan yaşamını sevmediği zaman, elinde başka seçeneği yoktur, öyle değil mi? Bir başkası olmak için ne* yapmalı? Olanaksız bu. Artık hiç kimse olmamak, herhangi biri uğruna kendini unutmak gerekirdi, hiç değilse bir kez. Ama nasıl? Bunaltmayın beni. Ben, bir gün bir kahvenin terasında elimi bırakmak isteyen o ihtiyar dilenci gibiyim. “Ah, bayım,” diyordu adam, “mesele kötü insan olmak değil, ama ışığı yitiriyor insan.” Evet, ışığı, sabahları, kendini bağışlayan kişinin o kutsal masumluğunu yitirdik biz.

Bakın, kar yağıyor! Sokağa çıkmalıyım! Beyaz gecede uyuyan Amsterdam, karlı küçük köprüler altındaki kara yeşimtaşı kanallar, ıssız sokaklar, boğulmuş ayak seslerim, bütün bunlar yarınki çamurdan önce geçip giden temizlik olacak. Bakın camlara karşı kabarıp kalkan şu iri yumaklara. Belli ki güvercinler bunlar. Bu sevgili yaratıklar sonunda yere inmeye karar vermişler, suları ve çatıları kalın tüy tabakası ile kaplıyorlar, bütün pencerelerde çırpınıp duruyorlar. Nasıl da kaplamışlar ortalığı! Umalım ki, herkes kurtulacak, öyle değil mi, servetler ve zahmetler paylaşılacak ve örneğin siz, bugünden itibaren, yerde yatacaksınız benim uğruma. Tümüyle şiir, öyle değil mi? Haydi bakalım, itiraf edin ki, eğer gökten bir araba inip beni götürseydi ya da kar birden alev alsaydı, donup kalırdınız. İnanmıyor musunuz buna? Ben de inanmıyorum. Ama benim, ne olursa olsun, sokağa çıkmam gerek.

Tamam, tamam, sakin oluyorum, kaygılanmayın! Benim duygulanmalarıma da, sayıklanmalarıma da zaten pek güvenmeyin. Amaçlıdır onlar. Bakın, şimdi bana kendinizden söz edeceğinize göre, kendi ilginç itirafımın, amaçlarından birine ulaşıp ulaşmadığını hemen öğreneceğim. Gerçekten de, muhatabımın polis olduğunu ve Dürüst Yargıçlar‘ı çaldığım için beni tutuklayacağını umuyorum hep. Gerisi için kimse beni tutuklayamaz, öyle değil mi? Ama bu hırsızlığa gelince, yasanın etki alanına giriyor ve ben kendimi suçortağı yapmak için her şeyi ayarladım; bu tabloyu saklıyorum ve her isteyene gösteriyorum. Bu durumda beni tutuklayabilirsiniz, iyi bir başlangıç olur bu. Belki de daha sonra işin geri kalanıyla uğraşanlar olur, örneğin benim kellemi keserler, ben de artık ölmekten korkmam, kurtulmuş olurum. Toplanmış kalabalığın üstüne o zaman siz henüz soğumamış kellemi yükseltirsiniz, onların orada kendilerini bulmaları ve benim onlara, örnek bir insan olarak, yeniden egemen olmam için. Her şey tamam olur ve ben, çölde bağıran ve oradan kurtulmamı reddeden sahte peygamberliğimi, kimsenin ruhu duymadan, sona erdirmiş olurum.

Ama siz polis değilsiniz elbet, böylesi çok basit olurdu. Nasıl? Ah! Kuşkulanıyordum bundan işte. Size karşı duyduğum bu tuhaf yakınlığın bir anlamı varmış meğer. Demek siz Paris’te o güzel avukatlık mesleğini icra ediyorsunuz! Aynı türden olduğumuzu biliyordum. Hepimiz birbirimize benzemiyor muyuz, böyle durmadan ve muhatapsız konuşarak, önceden cevapları bilsek de hep aynı sorularla karşılaşarak? Öyleyse, bir akşam Paris rıhtımları üzerinde başınıza geleni ve nasıl yaşamınızı hiç tehlikeye atmamayı başardığınızı lütfen anlatın bana. Yıllardır gecelerimde hep çınlayıp duran ve sonunda sizin ağzınızdan söyleyeceğim şu sözcükleri kendiniz tekrarlayın: “Ey genç kız, kendini yine suya at da her ikimizi kurtarma şansına bir kez daha ereyim!” Bir kez daha, ha, amma ihtiyatsızlık! Ya söylediklerimizi hemen kabul ediverirlerse, üstat? O zaman dediğimizi yerine getirmek gerekir. Brr!.. Su ne kadar da soğuk! Ama yüreğimizi ferah tutalım! Artık çok geç, her zaman hep geç olacak. Çok şükür ki öyle!

Albert Camus, Düşüş, Can Yayınları, çev. Hüseyin Demirhan, 2007 [1956] 7. basım, s. 106-8.

Bıçakçı, Önemsizlik ve Çirkinlik

Eğitim, kendimize baktırmamak için iki seçenek sunuyordu: Önemsizlik ve çirkinlik. Seçim bize bırakılmıştı. Ya bakmaya değlmeyecek kadar önemsiz olacaktık ya da o kadar çirkin olacaktık ki, insanlar bize, gözüm görmesin seni, diyeceklerdi. Eğitimdekilerin çoğu önemsiz olmayı seçmişti. Böylesi irili ufaklı iktidar ilişkileri içinde biçimlenen hissimize daha uygundu hem de çirkin olmak fazladan bir cesaret istiyordu. Görünmezliği hedefleyen insanların bile aynaya bakmaktan vazgeçemeyeceğini ve aynada kendini çirkin görmeyi kolay kolay kabullenemeyeceğini seziyorduk.

Amcaoğlu çirkin olmayı seçmişti. “Ne olursa olsun, bana daha kahramanca geliyor,” dedi ağırbaşlı bir ifadeyle.

Çirkinler, fiziksel olarak kendilerini çirkinleştirmek dışında, halleri, tavırları ve konuştukları konular bakımından da tahammül edilemez olmaya çalışıyordu. Yırtık pırtık giysiler içinde, insanlığın yüzkarası gibi aç, sefil dolaşıyor, yüksek sesle ve bozuk bir dille uğradıkları haksızlıkları anlatıyorlardı. Konuştuğumuzda sesimiz neredeyse hiç duyulmuyordu. Duvar diplerinden yürüyor, gölgelerimiz yere düşmesin diye dikkat ediyor, oturduğumuzda sandalyelerin ucuna ilişiyorduk.

Amcaoğluyla ben eğitimde bize söylenen şeyleri harfiyen yerine getiriyor, ha bire kendimizi çirkinleştirmeye ve önemsizleştirmeye çalışıyorduk ama dikenli telleri aştığımızda ne olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Kulağımızda yine yaşlılardan dinlediğimiz ve eğitimde öğrendiğimiz şeyler vardı oysa bunları bir türlü kafamızda canlandıramıyorduk. Özgür olacağımız, kendimizi gerçekleştirebileceğimiz söyleniyordu; biz bunların tam olarak ne anlama geldiğini bilemiyorduk. Üstelik kullanılan sözcüklerden, kurulan cümlelerden, dinlediğimiz şeylerin dikenli tellerin dışını hiç görmemişlerin hayal dünyasının ürünü olduğunu anlıyorduk. Tutsaklıktan kurtulmuş, kendisini gerçekleştirmiş birini henüz hiç kimse görmemişti.

Aslında buradan çıkmak gibi bir hayali olmayan çoğunluk için dikenli teller ve muhafızlar bir bakıma görünmezdi. Çevrelerini saran teller ve silahlarını üzerlerine doğrultmuş muhafızlar yokmuş gibi yaşıyorlardı. “Onların seni görmemesine uğraşacağına sen onları görme!” Bu cümleyi dile getirme gereği bile duymadan ama tam olarak bu cümleye uygun biçimde, “etkileşime girmeden” yaşayıp gidiyorlardı. Elbette bu da bir seçenekti ve eğitimimizin bir aşamasında bize bu seçenek de sunuluyordu. Dikenli tellerin, silahlı muhafızların bir metafor olabileceği söyleniyor, hafif alaycı bir üslupla uzaklarda belirsiz bir yer gösteriliyor, “Belki de orada öyle bir sınır filan yoktur, belki de tutsak değilizdir!” deniliyordu. Ama gel de sen bunu dikenli telleri aşmak isterken ölen ya da sakat kalan insanlara ve onların yakınlarına anlat.

Amcaoğlu ve ben bütün bu paradoksları, fikirleri, varsayımları adamakıllı ifade edip bize yeni bir dünya tasarımı sunacak felsefi birikimden yoksunduk. Kafamız öyle karışıktı ki, görünmez olmak en kolayı gibi geliyordu. Bunun için her gün alıştırma yapıyorduk. O benim üzerimde çirkinliği ben onun üzerinde önemsizliği deniyordum. Bu alıştırmalar zamanla birer gösteriye dönüşmüştü. Amcaoğluyla ikimiz evlerimizin ortasında avluya çıkıyor, birbirimizi görmemek için hep aksi yönlere bakmaya çalışarak avluda dönüp duruyorduk. İki kişinin aynı anda birbirinden saklanmaya çalıştığı bu müziksiz, tuhaf dansı ailelerimiz merakla seyrediyordu. Sonra amcaoğlu bağırmaya başlıyordu. “Konuşamıyorum!” diyordu. Ben “Ne zor şey iki insanın birbirini anlaması,” diye fısıldıyordum. O adaletsizlikten söz ediyor, ben evrenin büyüklüğü karşısında insanın hiçliğini vurguluyordum. O kayıplarını sıralıyor, ben doğmuş olmanın kederini dile getiriyordum. Böyle hem birbirimizi duymuyormuş gibi konuşup hem görmüyormuş gibi dönüp dururken bazen ayaklarımız birbirine dolanıyor ve yere kapaklanıyorduk. O zaman ailelerimiz gülmekten yerlere yatıyor, yaşaran gözlerini silerken bizi bir an için gözden yitiriyorlardı.

Barış Bıçakçı, Tarihî Kırıntılar, İletişim Yayınları, 2019, s. 166-8.

Ceyran, Kitaplar ve Bitlerle Hayatta Kalmak

Mehtap Ceyran’ın Mevsim Yas romanında geçmişten günümüze akan, şimdilerde yer yer şekil ve şiddet değiştirse de başkalaşarak süregiden pek çok acı var. Hem bu acılara sebep olan olaylara hem de acıların deneyimlenme biçimlerine dair de bir o kadar tasvir var. Ürpertici bir varlık bu romanın hikâyesi. Kendini hatırlatacak herhalde uzun yıllar, birkaç dilde birden…

Romandan bir parçayı buraya hatırat niyetine taşımak isteyince kıvırdığım sayfaları taradım, kitaplarla ilgili -birkaç pasajdan birisi- olan- ve kişinin korumayı başarabildiği özel alanına dair olan bu bölümü almak istedim. Ermeni gelin anneannenin, Fesla’nın şeytan tasviri babasının ve yaptıklarının, Taha’nın ya da birçok başkasının yaşanamayan aşkının, Sait’in oğlunun kemiklerine yolculuğunun, Zehra’nın ya da yan karakterlerin bitmek bilmez bunalımının, toplu mezarların, katliamların, fail-i meçhullerin, her tür şiddetin, sonsuz kasvetin, umutsuzluğa söndürülmüş izmaritlerin vb. yerine bu pasaj, ileride okurken daha iyi gelir ruha diye umdum. Çıkışsız romanda çıkış bulabilir miyim diye meraklandım.

Okulda ders dışındaki bütün zamanlarımı kütüphanede geçirir olmuştum. O gün eskimiş, yapraklarının uçları kıvrılıp çatlamış bir kitap buldum. Bu da diğerleri gibi kütüphaneye bağışlanmış olmalıydı. Ellerim titreyerek kitabı aldım. Medet öldürülmeden kısa bir süre önce, bu kitabı bana vermiş, “Sakla, zamanı geldiğinde okursun,” demişti. Babam o gece kitabı bulmuş, ablamın sanmıştı. Ablamı mutfak kapısının arkasında beklettiği sopasıyla öldüresiye dövmüş, kitabı yırtıp atmıştı. Bir an ablamın beyaz yüzünü, siyah saçlarını, her zaman dalgın bakan gözlerini hatırladım.
Senelerdir şehir kütüphanesinde arayıp da bulamadığım kitabı, yatılı okulun kütüphanesinin raflarından birinde bulmuştum: Kırmızı Pazartesi. Herkesin önceden işleneceğini bildiği bir cinayetin hikâyesi! Medet bu hikâyeyi kendi hikâyesine benzetmiş olmalıydı.
Kitabı alıp yatakhaneye kapandım. O gün akşam yemeğine inmedim. Kitabı bitirdiğimde ilk sayfasını yırtıp yedim. Bir süredir dokunmadığım bit şişeme tekrar sarıldım. Şişenin içindeki çürümüş bitlere bakarak saatlerce sayıkladım. Gece geç bir saatte sürünerek ranzamın altından çıktım. Yalınayak, parmaklarımın ucuna basarak tuvalete yürüdüm. Gürültü yapmadan kapıyı kapatıp sürgüyü çektim. Ne kadar zaman geçmişti, ne kadar süredir yazıyordum farkında değildim. Çıktığımda, tuvaletin bir duvarının neredeyse tamamını doldurmuştum.
Yatakhaneye döndüm, ranzamın altına girdim. Gece bitmek bilmiyordu. Bit şişelerimi incelemeye başladım. Birer parça kanlı çamura dönüşmüşlerdi. Yeni bitler edinmeye karar verdim.
Sabah güneş doğar doğmaz ranzanın altından çıktım. Bir iki gün önce önümdeki sırada oturan kızın saçlarının arasında hareket eden siyah bitler görmüştüm. Ders boyunca o bitleri takip etmiştim. Muhtemelen herkesten saklıyordu ve bunu benden başka kimse bilmiyordu. Müdür öğrenirse saçını kökünden kazırdı.
Kızın ranzasına doğru yürüdüm. Saat henüz çok erken olduğu için yatakhanedeki herkes hâlâ uyuyordu. Yavaşça uyandırdım onu. Şaşkınlıkla yüzüme baktı. Bitlerini istediğimi yazdığım kâğıdı uzattım. İzin verdi. Saçlarındaki bitleri ayıklayıp, şişelerime doldurdum, tekrar ranzamın altına girdim. Sabah okul idaresi ayaklandı. Müdür asabi davranışlar sergileyerek koridorlarda geziniyordu ama kimseyi sorgulamaya ihtiyaç duymamışlardı, müdür benim yaptığımı biliyordu. Disiplin kuruluna çağrıldım. İki öğretmen ve müdürden oluşan göstermelik kurulun karşısına geçtim. Müdür, kurulun tamamı adına konuşuyor, karar veriyor ve uyguluyordu. Bana bir şey sormadı. Yüzüme pis pis baktı. “Tuvaletin duvarına o yazıları kim yazmışsa bulup polise vereceğim,” dedi. Odadan çıktım.
İkinci hafta yine yazdım. Üçüncü hafta tekrar, dördüncü hafta tekrar… Her seferinde üzerinden bir kat boyayla geçiyorlardı. Müdür ispatlayamadığı için bir şey yapamıyordu.

Mehtap Ceyran, Mevsim Yas, Sel Yayınları, 2018 [2017], 4. basım, s. 196-7.

Loe, Doppler Hayat Nehrini Tefekkürle Seyrediyor

Doppler kent, iş ve aile yaşamını terk edip birkaç yıl ormanda yaşamıştı. Bu pasajın açılışında, tekrardan eski hayatına dönüyor ve önceleri çalıştığı iş yerinde tekrar mülakata girmeyi planlıyor -yok-hâyâl. Fakat eski ofisini gören banklarda eski hayatını izlerken romanın anlatıcısı, Loe’nin Doppler serisinde sıkça tercih etmediği bazı gözlemlerde bulunuyor. Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda Doppler’e göre bu gözlemler hatırı sayılır derecede fazla aslında yine de romanın akışında azınlıkta kalır. Bir örnek olarak not ediyorum.

Doppler’in bütün bu yaşamını neden bu denli sevdiğime dair en kısa sözcük herhalde “çelişkiler”. Günümüz romancısı, hele ki Norveçliyse, peygamber yazarlıktan çok uzak duruyor. Ormana kaçmalı demenin yanlış olduğunu biliyor. Dolayısıyla, dünyanın büyük çoğunluğundan çok daha yüksek bir kalitede sürdüğü hayatı terk edip ormana yerleşen figürle yetinemiyor, onu kente geri döndürmekle yükümlü hissediyor. Ormandaki yaşam bir noktaya kadar iç açıcı görünse de kahramanı geri dönmeye ve çelişkileri ikinci elden değerlendirmeye mahkûm bırakıyor.


Ertesi gün Doppler, cesaretinden dolayı şaşkın bir halde, kendini şehir merkezinde, eski işyerinin kapısının önünde buldu. Eski meslektaşlarından pek çoğunun hiç şüphesiz hâlâ çalıştığı binanın pencerelerine baktı; uzun süre orada öylece dikildi. Girişin önünde bir saat kadar durmasına rağmen hâlâ içeri girememiş olmasının yarattığı hayal kırıklığıyla caddeyi geçip yıllarca kendi ofisinden gördüğü bir banka oturdu. Ormanda geçirdiği süre içerisinde bu bank bir kez olsun aklına gelmemişti ama şimdi, bilgisayar ekranındaki Excel sayfasından başını kaldırıp kelimenin hem düz hem de mecazi anlamıyla aşağıya baktığını hatırlıyordu; başkaları örneğin Doppler ve onun tanıdığı tüm yetişkinler yoğun bir günde toplumun çarklarını döndürürken, oturma fırsatı bulan işe yaramaz kaytarıcılara bakıyordu tepeden. Şimdi bu bankta kendisi oturuyordu ve çevresinde akıp giden hayata bakıyordu. Daha önce bunu hiç yapmamıştı. Dağıtıma çıkmış araçlar, belli ki çok acil olan paketler ve mektuplar taşıyordu. Taksi şoförleri köşeleri sinyal vermeden dönüyorlardı her zamanki gibi ve bisikletliler onlara parmaklarını gösteriyordu. Her şey her zamanki gibiydi. Dükkânlar bir yük kamyonu ordusundan mallar teslim alıyordu. Ve Doppler malların o gün erkenden ya da bir gün önceden tırlarla güneyden, ya İsveç üzerinden karayoluyla veya Almanya ya da Danimarka üzerinden feribotlarla geldiğini biliyordu; bazıları uçakla da gelmiş olabilir, diye düşündü Doppler bankta otururken, mesela iyi restoranlarda bulunan taze ve egzotik ürünler. Malların bir kısmının, hatta muhtemelen pek çoğunun büyük konteynerler içinde yük gemileriyle geldiği ve limanda boşaltılıp gümrüklendiği, daha sonra da kamyonlara konulup götürüldüğü aklına geldi bir müddet sonra. Böyle olmalıydı. O bankta oturdukça, düzenin mal ve hizmet akışını sağlamak için kurulduğunu daha iyi anlıyordu. Tüm ürünler, satılabilecekleri ve kullanılabilecekleri yerlere çabucak yetiştirilmeli, tüketilmeli, atılmalı, toplanmalı, geri dönüştürülmeli ya da imha edilmeliydi; kâğıtlar içeri, kâğıtlar dışarı, plastik, lastik, metal, içeri, dışarı, yukarı ve aşağı, mallar içeri, atıklar dışarı; daha fazla tüketimi, daha çok ihtiyacı, yeni ürünleri, daha fazla ürünü üretmek için yapılan reklamların çağrısına uyumlu bir biçimde. Her şey ustaca, büyük bir hızla tüketilmeye yönlendirilmişti. İnsanların da kesinlikle bu yüzden sokaklarda dolandıklarını şimdi anlıyordu Doppler; işe gidiyorlardı, işten geliyorlardı, zamanı geldiğinde onları bir işe yönlendirecek eğitim kurumlarına girip çıkıyorlardı ki, bir gün gelip nakit para ödemeden edindikleri evlerin, dairelerin, arabaların, malların borcunu ödeyebilsinler; pek çoğunun ölene kadar kurtulamayacakları borç batağını bir an olsun unutabilmek ve biraz da kafayı dağıtmak için bir yerlerde geçirecekleri tatillerin parasını ödeyebilsinler. Sanayi Devrimi’nden önceki bin yıl süresince büyüme yılda 0.01 oranındaymış, diye okumuştu Doppler bir gazetede. Ancak yaşam standardı on yedinci yüzyılın ortalarından itibaren, elli yılda bir ikiye katlandı. Böylesine bir artış, Sanayi Devrimi’nden önce altı bin yılda gerçekleşiyordu. Sahip olmaya alıştıklarımıza, sahip olmaya alışılması manyakça yani. Pek çok kişinin bu bankın önünden aceleyle geçmesinin nedeni muhtemelen, güçlerinin yettiğinden daha pahalı bir sürü şey almış olmaları, diye düşündü Doppler. Sistem şu şekilde işliyordu: Tüketmek için para kazanmayı beklemeyelim diye bankalar borç vermek için sıraya girmişlerdi. Tüketim genç yaşlarda başlıyor ve asla sonu gelmiyordu. İnsanlar, borç almak için ödedikleri ekstra kronları memnuniyetle çıkarıp veriyorlardı çünkü öbür türlüsü dışlanmak anlamına geliyordu, bu da istenmiyordu, tatsızdı, hatta ve hatta tehlikeliydi.

Doppler, oturduğu bankın azgın bir nehrin ortasındaki, güneşin ısıttığı huzurlu bir kaya olduğunu fark etti. Kayanın üstüne çıkıp kendini kurtarmıştı, orada oturmuş, etrafından akıp gidenleri seyrediyordu. Doğru cankurtaran malzemeleriniz varsa, iyi talimatlar aldıysanız, tecrübeliyseniz ya da sadece talihliyseniz, nehirde pekâlâ hayatta kalabilirsiniz, Doppler’in senelerce yaptığı gibi; başını su üstünde tutmuştu ve ayakları önde, düzgün bir biçimde oturmuştu, suyun yüzeyinde görünmeyen ama nehrin dibinden haince fırlayan taşları tekmelemeye hazır bir biçimde. İnsanın buna alıştığını şimdi görebiliyordu. Daha doğrusu, insan çocukluğundan bu yana bu duruma alışıkmış, böyle olması gerektiğine inanmıştı. Mesele yetenek meselesiydi, ancak mesele öncelikle, kişiye vaftiz armağanı olarak ne türden cankurtaran malzemeleri verildiğiyle ilgiliydi. Bazıları ne can yeleğine sahipti ne de yüzme biliyorlardı. Onlar hemen battılar. Bazıları üzerinde küçük delikler olan kolluklar almıştı; onlar birkaç yıl dayandı. Bazılarının tekne büyüklüğünde can yelekleri vardı. Tuttuğunu koparanlar, bir yandan debelenip bir yandan kendi yeleklerini kendileri yaptılar, başkalarına yelek satıp bundan iyi para kazandılar. Bazıları diğerlerinden daha hızlı ilerledi suda, belki biraz daha yavaş ama ne olursa olsun hep nehrin içindeydiler, hep birlikteydiler ve burası güvenliydi. İnsan hoş bir biçimde sırılsıklam, uyuşuk, bitkin ve umarsız oluyordu; her allahın günü aynı insanları görüyordu. Nehrin bazı yerlerinde batmadan daha rahat yüzülüyordu; akıntı daha hızlıydı, dipten çıkan taşlar daha azdı, buraları kapmış olanlar dibe batarlarsa, birileri onların yerini alıp akıntıya kapılmış mallarla ve ürünlerle yan yana, eskisinden daha iyi süzülüp yol alabilirdi suda. Yeterince becerikliyseler tabii, diye düşündü Doppler. Zamanla sahip olabilmeyi şiddet ve arzuyla hayal ettikleri mallar ve ürünler de akıntıda sürüklenip duruyordu. Bankta otururken, işlerin böyle yürüdüğünü aniden kavrayıverdi Doppler. Bu son derece banal yapıyı olduğu gibi göremeden yıllarca akıntıda sürüklenmesine şaştı kaldı ve buna canı sıkıldı. Her şey, konumlar, yüzme yeteneği, cankurtaran malzemeleri için verilen bir kavgadan ibaretti. Her şey bir konumlar ve nesneler panayırından ibaretti. Nehrin suyu neredeyse ayak bileklerine geliyor, onu serinletiyordu. Şimdi böylece oturuyordu orada. Arkaya doğru kaykıldı ve etrafını saran binlerce ofis penceresine baktı. Orada, bir zamanlar onun da aralarında bulunduğu, yüksek eğitimli çalışanlar bulunmaktaydı ve bunlar sunumları, taslakları, notları, duyuruları, incelemeleri, stratejileri, bütçeleri, modelleri -önümüzdeki elli yıl içerisinde ekonomiyi ikiye katlamayı hedefleyen araçları- netleştirirken diğer çalışanlar, takvim programlarının onlara, katılmak zorunda oldukları bir toplantıyı unuttuklarını hatırlatabileceğinden korkuyorlardı. Büyük toplantı salonu eski işyerinin yedinci katındaydı. Doppler pencerelere baktı. Şu anda orada kesinlikle bir toplantı vardı. Her zaman toplantı yapılırdı. Orada çalıştığı günlerde, toplantı salonunun en geç bir buçuk iki hafta öncesinden rezerve edilmesi gerekiyordu. Kurum içi ağın takviminin bir parçasıydı bu; kimin, ne için odayı ayırttığı takvimde görülebiliyordu ve boş olan saatler, kareli alanda yanan yeşil renkle belli oluyordu. Doppler toplantı odasında yüzlerce saat geçirmişti. Toplantılara katılmıştı, sunum yapmıştı ve kendi seslerini duymaktan bir an bile bıkmayan insanları dinlemiş, dinlemişti, onlara bol bol küfür sallamıştı, kafasının içinde tabii. Bu, ilk saatte pek olmazdı ama ikinci saate girildiğinde her zaman dağılıyordu gözü dönüyordu ve toplantı canavarlarına ağıza alınmayacak şeyler söylemeye başlıyordu, kendi kendine, kafasının içinde. Örneğin, amcık suratlı, ilk aklına gelen sözcüktü. Orospunun önde gideni ise bir diğeri. Doppler, konuşanın acayip nefret edilesi biri olduğuna karar verir, o kadına ya da adama bu lafları söylerdi; bir vantrilok gibi yavaşça, yoğunca ve tekrar tekrar söylerdi. Ama yine de toplantılar bitmek bilmezdi. Öfkeden kudurur, dişlerini sıkar, önündeki kâğıda bir şeyler karalardı. Sıkıntının ve dışa vurulmamış öfkenin enerjisini işleyen bir makine çizmişti; böylece petrole dayalı ekonominin hızlı çöküşüne katkıda bulunuyordu. Fizik dalında Nobel Ödülü alıyor ve ödül parasını yelkenliyle dünyayı dolaşmak için harcıyordu; sevilmesi zor kişileri sevmeye çalışıp bir hamakta okuyacak başka hiçbir şeyi kalmayana kadar kitap okuyordu. Ancak makine hiç üretilmedi ve toplantılar, Doppler kendini ormanda bulana kadar bitmek bilmedi.

Eski tas, eski hamam diye düşündü Doppler nehirdeki bankın üstünde.

Erlend Loe, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, çev. Dilek Başak, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [2015] , 3. basım, s. 70-3.

Pamuk, Sinemadan Çıkınca Bir Başkası

Kara Kitap’tan bu kısa pasaj, buraya alıntı istiflerken beni çağıran birçok temayı içinde taşıyor. Pamuk’un aralarına zamansal mesafe koyarak okumaya çalıştığım romanları her seferinde birkaç sayfada bir arşivleme dürtülerimi tetikliyor zaten, bu kez temkinli davranmaya çalışıyorum.

Çağıranlar: Taksim ve İstanbul, sinema ve kurgu, insanları gözlemleme, kişisel hüznün devredilişi, ötekini yorumlama ve tüm bu yorucu sürecin bir yere varamayışı.

Bir film izleyip sokağa çıkınca gelen ilk hislerden birisi, elbet filmle ilgili olarak çeşitlense de, kendi duygularımının ötekinin duygularıyla yer değiştirmesi oluyor. Başkasının -hem de kurgu karakterin- dertlerini dert edinmek çok korunaklı çünkü sorumluluk hissi taşıtmıyor. Kendim dahil olmak üzere, gerçek insanlardan çok sinema -yahut roman- karakterlerini kafaya takıyor, dönder aktar düşünüyor ve onlarla ilgili hisleniyor olmam belki de kaçışçı ruh halimin bir parçasıdır. Yaşayan varlıklar hakkındaki tefekkür başka gerilimler taşıyor, harekete geçmek gibi. Tabi böylesi bir bakış sinemayı -edebiyatı ve genel olarak sanatı- sağaltıcı bir işleve hapsediyor. Belki de sağaltıcılığını kabul ederek olumlu yanları üzerine düşünmek işe yarar.

Atılgan’ın dağarcığımıza soktuğu sinemadan çıkmış insan imgesini 30 yıl sonra Pamuk yeniden anıyor, diğer pek çok şeyi, mesela Vesikalı Yarim üzerinden bu kez “sinemaya girmiş insan”ı, yeniden andığı gibi. “Romanı bitirmiş insan” fiziksel bir mekandan çıkmak ve kalabalığa karışmak gibi bir eyleyişte bulunmadığından olsa gerek güçlü bir imge olamamış. Orada da bir şeyler var ama, arka kapağı çevirdikten sonra zihindeki elektrokimyasalların ebleh bir gülümseme veya -yine- hüznü tetiklediği, daha sıklıkla özel alanda gerçekleşen bir durum. Toplu taşımada kitap okuyanlardan kitabın sonuna yaklaşan birileri varsa durağı kaçırmak pahasına o bitirişi nasıl yaşadıklarını, bedenleriyle neleri ifade ettiklerini görmek için bekliyorum: bir garip zafer.


Taksim yakınlarında birdenbire kendini boşalan bir sinemanın kalabalığı içinde buldu. Dalgın dalgın önlerine bakarak, elleri ceplerinde ya da kol kola yürüyerek merdivenlerden sokağa çıkan insanların yüzleri öyle bir anlamla yüklüydü ki, Galip içinde yaşadığı kendi kâbusumsu hikâyesinin bile önemli olmadığını düşündü. Sinemadan çıkan kalabalığın yüzünde bir hikâyeye gırtlaklarına kadar gömülebildikleri için kendi mutsuzluklarını unutan insanların huzuru vardı. Hem burada, bu sefil sokaktaydılar, hem de orada, içinde olmayı hemen isteyiverdikleri o hikâyenin içinde. Çok daha önceden yenilgi ve acılarla boşaltılmış bellekleri, şimdi, bütün hüznü ve hatırayı yatıştıran derin bir hikâyeyle doldurulmuştu: “Başka biri olduklarına inanabiliyorlar!” diye düşündü Galip özlemle. Kalabalığın az önce seyrettiği o filmi görüp, o hikâyenin içinde kaybolup bir başkası olabilmek istedi bir an. Sokaklara dağılan insanların sıradan dükkân vitrinlerine baka baka bildik tanıdık eşyaların o bezdirici dünyasına geri döndüklerini görüyordu. “Kendilerini koyuveriyorlar!” diye düşündü Galip.

Oysa, bir başkası olabilmek için, insan bütün gücünü kullanmalıydı. Taksim Meydanı’nda çıktığında Galip, içinde bu amaçla bütün iradesini harekete geçirebilecek bir kararlılık hissetti. “Ben bir başkasıyım!” dedi kendi kendine. Hoş bir duyguydu bu, yalnız ayaklarının altındaki buzlu kaldırımların, Coca-Cola ve konserve ilanlarıyla çevrili bütün meydanın değil, kendi kişiliğinin de tepeden tırnağa değiştiğini hissettiriyordu. Kararlılıkla bu cümleyi tekrarlaya tekrarlaya bütün dünyanın değiştiğine de inanabilirdi insan, ama o kadar ileri gitmeye gerek de yoktu: “Ben bir başkasıyım,” dedi Galip kendi kendine. Adlandırmak istemediği bu başka kişinin anıları ve kederiyle yüklü bir müziğin, içinde yeni bir hayat gibi yükseldiğini keyifle hissetti. Bütün hayatının coğrafyasını belirleyen temel merkezlerden biri, Taksim Meydanı, iri hindiler gibi dolanan otobüsleri ve dalgın ıstakozlar gibi ağır ağır hareket eden troleybüsleri ve her zaman karanlıkta kalmaya kararlı belirsiz köşeleriyle bu müziğin içinde ağır ağır değişti ve Galip’in ilk defa adım attığı fakir düşmüş umutsuz bir ülkenin allanıp pullanmış ‘modern’ bir meydanına dönüştü. Karlarla kaplı Cumhuriyet Heykeli de, hiçbir yere çıkmayan o geniş Yunan merdivenleri ve Galip’in on yıl önce cayır cayır yanışını seyrettiği ‘Opera’ binası da, böylece, işareti olmak istedikleri hayali ülkenin gerçek parçaları haline dönüştüler. Galip, otobüs duraklarının önündeki telaşlı kalabalığın içinde, itişerek araçlara binen insanların arasında ne esrarlı bir yüz görebildi, ne de örtüler arasındaki ikinci dünyanın işareti olabilecek plastik bir torba.

” (s. 203-4)

Orhan Pamuk, Kara Kitap, Yapı Kredi Yayınları, 2018 [1990], 10. basım, s. 203-4.