Sollers, Merkez’deki Houellebecq

TAŞRALILAR

Psikanalize karşı düşmanlık normal, ama bazen tuhaf boyutlara ulaşıyor. Aralarındaki bağlar artık kopmuş bile olsa entelektüeller sınıfı, özellikle de filozoflar, bu konuda hâlâ sinir krizleri geçiriyor. Örneğin Peruk’u ele alalım. Babasının tarım işçisini olduğunu anlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan iyi bir çocuk. Katolik rahip öğretmenlere karşı kesin bir tiksinti duymaya çok erken yaşta başlamış. Bu saplantılı tiksinme onun Freud’dan nefret etmesine ve Sade’dan da kusmasına neden olmuş. Özellikle Freud burjuva bir sahtekâr ve dolandırıcı. Viyana’da ilginç herhangi bir şey olmuş olamaz. Tek büyük filozof Proudhon’dur, şu Marx’ın alçakça saldırdığı, sefaletin anarşist düşünürü. Dergiler onu onurlandırıyor ve reklemların ortasında fotoğraflarla ona tam sayfa yer veriyorlar. Ah Taşra! Devasa Peruk’un nereli olduğunu bilmiyorum. Orne’lu mu Yvonne’lu mu, en azından Somme’lu değil. Asla okyanus görmemiş. Bu kesin.

Bu Peruk Fransa’daki 68 Mayısı direnişini ve başkalarıyla birlikte “altmış sekizliler” diye adlandırdıklarını eleştiren ilk kişi değil. Peruk’a göre bu öfkeli elitler halka ihanet edip liberal hiper-kapitalizmin teşvikçileri olarak iktidarı ele geçirmek için zamanın tüm yalanlarına başvurdular. Haksız değil: Alçak Mao’nun damıttığı zehir zaten bu radikal ihanetten başka bir şeye yol açamazdı. Tuhaf bir biçimde Peruk’u öfkelendiren yine de Freud. Aslına bakılacak olursa Marksist delilik yok oldu, ama cinsel bunalım devam ediyor ve bunalımı yatıştıracak olan da İslamcı baskı değil. Sonuçta, aşırı derecede kokuşmuş Katoliklikten daha ziyade İslam’ın saflığı neden olmasın? Tutarlı bir akıl yürütme.

Peruk’un uluslararası üne sahip yaşayan en büyük Fransız yazarı keşfetmesi zaman aldı: Michel Houellebecq. Houellebecq de haritalı ve topraklı tam bir taşralı, bilimkurgu uzmanı ve yaygınlaşan cinsel sefaleti gören bir vizyoner. Peruk “kâhin” olarak onu Rimbaud ile karşılaştırıyor ve Houellebecq’e peygamberlere özgü şamanik özellikler atfediyor. Kuşkusuz Houellebecq nihilist, Schopenhauer ve Auguste Comte’un müridi, aslında Peruk’un benimsediği Nietzscheciliği rahatsız edecek türden. Ama bakın Nietzsche artık moda değil, gittikçe antisemitist ve faşist bir mizojin olarak anılıyor. Nietzsche “popüler” mi? Gülmek istiyorsunuz. Gerçeklik nihilist olduğu için Houellebecq gerçekliğe aynasını tutuyor, hepsi bu.

Peruk vagonunu aynı reklamcı dergilerin hiç durmadan övdüğü (ebedi olarak sürme riski yok) Houellebecq trenine bağlamakta haklı. Ama Fransız annenin frijitliği hakkındaki en büyük sırrı Houellebecq biyografisi okurken öğreniyoruz.

“Ben bebekken, annem beni yeterince kucağında sallamadı, okşamadı, pohpohlamadı, basitçe yeteri kadar yumuşak değildi, hepsi bu ve bu geri kalan her şeyi açıklıyor, kişiliğimin neredeyse tamamını, her halükârda en çok acıyan yerlerini. Bugün de bir kadın bana dokunmayı, beni okşamayı istemediğinde, bundan çok büyük bir acı duyuyorum, paramparça oluyorum, yıkılıyorum, bu öylesine ürkütücü geliyor ki risk almaktansa herhangi bir baştan çıkarma girişiminden vazgeçmeyi hep yeğliyorum. Bu anlarda ağrı o kadar şiddetli ki tam olarak betimleyemem bile, başka şekillerde öğrendiğim ahlaki acıların ve fiziki acıların hepsini geride bırakıyor; bu anlarda gerçekten ölmüşüm, yok olmuşum gibi geliyor bana. Fenomen basit hiçbir şeyin açıklanması ve yorumlanması bana daha basit gelmiyor, bunun iyileştirilemez bir ağrı olduğuna da inanıyorum. Denedim. Psikanaliz böylesine köklü patolojilere karşı mücadele etmekte ne kadar güçsüz olduğunu hep söyledi, ama rebirthe ve ilk çığlığa umut bağladığım bir zaman oldu. Hiçbir şeye yaramadı. Şimdi şunu biliyorum: Ölünceye kadar terk edilmiş, korkudan ve soğuktan dolayı bağıran, okşanmaya aç küçücük bir çocuk olarak kalacağım.”

Bu metin beni gözyaşlarına boğdu. Başka bir şekilde duygulanmış görünmeyen Nora üzerinde aynı yöntemi deniyorum. Nora’ya psikanalizin böylesine derin bir acıyı iyileştirip iyileştiremeyeceğini ya da en azından yatıştırıp yatıştıramayacağını soruyorum, başka bir şekilde söylenecek olursa bir seans sırasında bir an ayağa kalkıp, Houellebecq’in yanağına dokunup onu okşayıp okşamayacağını soruyorum. Transferde annesine dönüşmüş oluyor ya. Nazikçe gülümsüyor ve konuyu değiştiriyor.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra frijitleşmiş Fransız anne kendileri de yaygın olarak frijitleşmeyi devam ettiren bir sürü frijit kız çocuğu doğurdu. Görünen o ki Houellebecq epey Tayland masajı yaptırmış, ama baştan çıkarmayla müşteri olunmuyor. Doğrusu zamanla tuhaf bir tipe sahip oldu ama onu çok da kötü bulmayan hatta “sevimli” bulan arkadaşlarım var. Bir kadın bir erkek için “sevimli” diyorsa, teskin edici gelecek yolu açıktır. Hiçbir kadın beni “sevimli” bulmuyor.

Philippe Sollers, Merkez, çev. Nilgün Tutal, Alfa Yayınları, 2019 [2018], s. 56-8.

Walser, Jakob von Gunten Dolaşıyor

Epeydir yürüme metinleri taşımıyordum buraya. Yürüme edebiyatına ilgimi de iyiden yitirmişken Walser geri çağırdı. Tramvay, otobüsler, itiş kakış… Metrobüs öncesi kent kurgusu ve bakan insanlar.

Sık sık tek başıma sokaklarda dolaşmaya çıkıyorum ve çok vahşi olduğu izlenimi uyandıran bir peri masalının içinde yaşadığımızı düşünüyorum. Nasıl bir itiş kakış, nasıl bir gürültü. Bağırış çağırışlar, sesler, tangırtılar, gümbürtüler. Ve her şey o kadar iç içe geçmiş halde ki. İnsanlar, çocuklar, genç kızlar, adamlar ve asil kadınlar arabaların tekerlekleri dibinde yürüyorlar. Kalabalığın içinde yaşlı adamlar, sakatlar ve başı örtülü insanlar da var. Sürekli yenilenen bir insan ve araç silsilesi… Tramvayın vagonları insan figürleriyle doldurulmuş kutulara benziyor. Otobüsler kocaman hantal bir böcek gibi hareket ediyor. Sonra bir de gözetleme kuleleri gibi görünen arabalar var. İnsanlar yüksek sürücü koltuğuna oturup yürüyen, zıplayan ne varsa altlarına alıp yollarına devam ediyorlar. Kalabalığın arasından yenileri çıkıyor, yaklaşıyor, geçiyor ve bu böyle hiç aralıksız devam ediyor. Atlar yürüyor. Hızla geçen resmî arabaların açık camlarından kuş tüyleriyle süslenmiş güzel şapkalar görünüyor. Buraya Avrupa’nın dört yanından insan örnekleri gönderiliyor. Asilleri, düşkün ve acizlerin yanında görmek mümkün. Nereye gittiğini bilmediğiniz insanlar görüyorsunuz ve nereden geldiğini bilmedikleriniz alıyor onların yerini. İnsan nereden gelip nereye gittiklerini tahmin etmeye çalışıyor. Az da olsa çözebildiği zaman seviniyor. Ve güneş hâlâ herkesi aydınlatıyor. Birinin burnuna, diğerinin ayakucuna vuruyor. Ayakuçları parıltılı ve algıları yanıltan bir şekilde eteğin altından çıkıyor. Köpekçikler saygın hanımefendilerin kucağında arabalarda geziyorlar. Göğüsler çıkıyor insanın karşısına; elbiselerin, dekoltelerin içine sıkışmış dişil göğüsler. Bir sürü aptal sigara, o aptal adamların ağızlarında. Ve insanın aklına, akla hayale gelmeyen sokaklar, görünmez, yeni ve yeni olduğu kadar da insan kaynayan bölgeler geliyor. Akşamları saat altı ile sekiz arası caddelerin en kalabalık zamanı. Bu saatlerde toplumun en üst tabakası yürüyüşe çıkıyor. Peki bu kalabalık arasında; bu renkli, bitmek bilmeyen insan seli arasında nedir insan? Bazen tüm bu renkli yüzler kızıla dönüyor, batan akşam güneşinin rengine boyanıyor. Peki ya hava kapalıysa ve yağmur varsa? O zaman benim de dâhil olduğum, bir şeyler arayan ve görünüşe göre güzel ve doğru hiçbir şey bulamayan bu insan kalabalığı, hayali figürler gibi karanlık tülün altında kayboluyor. Herkes zenginlik ve akla hayale sığmayacak lüks ürünler peşinde. Çok hızlı yürüyorlar. Hayır, herkes otokontrol sahibi ancak telaş, hırs, baskı ve huzursuzluk arzuyla parlayan gözlerden dışarı taşıyor. Sonra her şey yine sıcak öğle güneşine teslim oluyor. Her şey uyuyormuş gibi görünüyor; arabalar, atlar, tekerlekler, sesler… Ve insanlar öyle anlamsız bakıyorlar ki. Yıkılacakmış izlenimi uyandıran yüksek evler rüyaya dalmış gibiler. Genç kızlar ellerinde paketlerle o evlere doğru koşturuyor. İnsanın küfredesi geliyor. Geri döndüğümde Kraus oturduğu yerden benimle dalga geçiyor. Ona insanın biraz da dünyayı tanıması gerektiğini söylüyorum. “Dünyayı tanımak mı?” diyor bana, derin derin düşünür gibi. Ve yüzüne küçümseyen bir gülümseme yerleşiyor.

Robert Walser, Jakob von Gunten, çev. Gül Gürtunca, Jaguar Yayınları, 2019 [1909], s. 32-4.

Elif Batuman | Budala (Okuma Notları)

Budala, Türkiye’den ABD’ye göçmüş bir ailenin kızı Selin’in üniversitedeki ilk yılındaki karşılaşmalarını konu ediyor. Selin, 90’ların ortasında Harvard’da e-postayla, ilk aşkıyla, Macaristan’da öğretmenlik yapma deneyimiyle tanışıyor. Bir yazarın büyüme romanı olarak görülebilecek kitap, büyük ölçüde Elif Batuman’ın kendi başından geçen olaylardan yola çıkıyor. Öyle ki, bir önceki kurmaca dışı kitabı Ecinniler’deki otobiyografik öğelerin hafif değiştirilmiş hallerinin izi kolayca sürülüyor.

Olay örgüsünün ve diğer karakterlerin seslerinin asgaride tutulduğu romanda, anlatıcı Selin, durmaksızın fiziksel ve düşünsel hareket halinde, anlama merakının peşinde koşuyor: “Üniversiteyle ilgili en iyi şey buydu: Ayrılmak çok kolaydı.” (s. 36) Epigraf’ta, “bir şeyler öğrendiğimiz tek yaş, ilkgençliktir” diye sonlanan Proust alıntısındaki ortama Harvard gibi olanaklarla dolu bir üniversite kampüsü ve kurmaca dünyalar için yaşayan bir kahraman eklenince roman okurlarını ikiye bölme potansiyeline varıyor. Sözü edilenlere ilgi ve yakınlık duyanlar için nükteli ve düşünceli bir kitap kurtluğu güzellemesi ya da bu kadarıyla tatmin olmayanlar için kültürlü bir ergenin sözde-edebi sayıklamaları…

Sözü edilen olayların büyük bölümü, Selin’in dili, edebiyatı ve iletişimi bir sorun olarak karşısına almasına işaret edecek şekilde dizilmiş. İlk aşkı e-posta yazışmalarıyla elektrikleniyor, yeni diller öğreniyor, Türkçe’nin son ekleri üzerine ödev yazıyor, dilbilim ve kurmaca dersleri alıyor, İngilizce öğretiyor, öykü yazıyor, Dickens’tan Kundera’ya sürekli roman okuyor. Ayakkabı alışverişi yapmakta bir Kül Kedisi hüznü bulduğu gündelik yaşamı metinlerle hep iç içe: “Ivan’ı daha iyi anlamak istediğim için Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nı okudum” (s. 96).

Öte yandan, Selin kendisine belli bir mesafeden bakmaya da muktedir. Meksika seyahatinde bir otelde deneyimlediklerini yücelterek yazdığı öyküye dair: “Oraya annesi tarafından getirilmiş, dünyanın en sıradan ve vakur insanıydım, Amerikalı bir ergendim” (s. 61) diyebiliyor. İleri bir noktadaysa, bu kez oda arkadaşı ikisini diğer insanlardan ayıran şeyin “yaşamlarını estetik bir anlatı olarak kurması” olduğunu söylediğinde, bunun sınıfsal bir ayrıcalık, boş vakte sahip olmanın getirdiği bir fırsat olduğunu seziyor (s. 347).

Roman, kampüs günleri ve Macaristan seyahati olarak ortadan ikiye ayrılabilir. Eleştirilerde rastladığım, seyahatname kısmının zayıflığına işaret etmeye veya bu bölümü es geçmeye dönük, katıldığım bir eğilim var. Batuman, entelektüel olana dair sorgu ve mizansenlerde güçlüyken, daha doğrudan ilişki kurulan anları konu ederken canlılığını yitiriyor. Yazmakta olduğu devam romanında bu ağırlıkların ne yöne evrileceğini merak ediyorum.

Elif Batuman, Budala, çev. Hande Dönmez, İletişim Yayınları, 2019 [2017].

Elif Batuman Konuşmaları:

 

Proust, Okuma Evreni ve Dış Dünya

O sonbahar yaptığım gezintiler, saatlerce kitap okuduktan sonra gezmeye çıktığım için, daha da zevkliydiler. Bütün sabah salonda kitap okumaktan yorgun düştüğümde, battaniyemi omuzlarıma sarıp dışarı çıkardım; uzun müddet mecburen bedenim, bırakılan bir topaç gibi, bu fazlalıkları dört bir yana savurma ihtiyacı duyardı. Evlerin duvarları, Tansonville’in çiti, Roussainville Ormanı’nın ağaçları, Montjouvain’in sırtını verdiği çalılar şemsiye veya baston darbelerine maruz kalır, neşeli çığlıklar işitirlerdi; hem darbeler, hem de çığlıklar beni coşturan, hızlı bir çıkış yoluna kolayca varmamı ağır ve zor bir aydınlanmaya tercih ettiklerinden aydınlığın sükûnetini tadamamış, karışık düşüncelerden başka bir şey değillerdi. Hislerimizin sözde ifadeleri, çoğunlukla hislerimizi bu şekilde, kendilerini tanımamıza imkân vermeyen bir biçime bürünmüş halde dışımıza çıkarmak suretiyle bizi bu hislerden kurtarmaktan öteye gitmez. Méséglise tarafına neler borçlu olduğumu, Méséglise’in tesadüfi çerçevesi ya da zorunlu esin kaynağı olduğu mütevazi keşifleri hesaplamaya çalıştığımda, duygularımızla onların olağan ifadesi arasındaki bu uyumsuzluğu ilk defa o sonbaharda, o gezintilerden birinde, Montjouvain’in yaslandığı çalılık bayırda, hayretler içinde fark ettiğimi hatırlıyorum. Bir saat boyunca yağmura ve rüzgâra karşı neşeyle mücadele ettikten sonra, Montjouvain’in küçük gölünün kenarına, M. Vinteul’ün bahçıvanının aletlerini koyduğu kiremit kaplı küçük kulübenin önüne geldiğimde, güneş yeniden açmıştı; yağmurun yıkadığı yaldızlı güneş ışınları gökyüzünde, ağaçların, kulübe duvarının, tepesinde bir tavuğun gezindiği hâlâ ıslak kitemit çatının üstünde, yepyeni parlamataydı. Esen rüzgâr, duvardaki çatlaklarda bitmiş yabani otları ve tavuğun tüylerini yana doğru çekiyor, hem otlar, hem de tüyler, cansız ve hafif nesnelerin kendini bırakmışlığıyla, botları yettiğince, rüzgârın keyfine göre uçuşuyorlardı. Güneşin tekrar yansıtıcı bir yüzey haline getirdiği gölcüğün üzerinde kiremit çatı daha önce hiç dikkatimi çekmemiş olan pembe mermer damarları oluşturuyordu. Suyun ve duvarın üstünde, gökyüzünün gümüsemesine karşılık veren solgun bir tebessüm görünce, kapatmış olduğum şemsiyemi sallayarak heyecanla, “Vay be! Vay be! Vay be!” diye bağırdım. Ama aynı anda, aslında bu muğlak sözlerle yetinmeyip, hayranlığıma bir açıklama getirmeye çalışmam gerektiğini de düşündüm.

Yine aynı anda —oradan geçmekte olan, zaten oldukça keyifsiz görünen ve şemsiyenin yüzüne çarpmasına ramak kalınca keyfi iyice kaçıp, “Bu güzel havada yürümek ne hoş, değil mi?” dediğimde soğuk bir cevap veren bir köylü sayesinde— aynı duyguların önceden belirlenmiş bir düzene göre, herkeste aynı anda oluşmadığını da öğrendim. Daha sonraları, ne zaman uzunca bir süre kitap okuyup ardından canım sohbet etmek istese, kendisiyle konuşmak için yanıp tutuştuğum arkadaşım az önce sohbetin hazzını yaşamış olur, o esnada da rahat bırakılıp kitap okumak isterdi. Annemle babamı düşünüp sevgiyle dolmuş, onların en hoşuna gidecek, en akıllı uslu kararları vermişsem, onlar tam da bu süre içinde benim unuttuğum bir kabahatimi öğrenmiş olurlar, ben onları öpmek üzere kollarına atılırken, onlar kabahatimden ötürü bana sertçe sitem ederlerdi.

Bazen yalnızlığın bana yaşattığı coşkunluğa ondan tam olarak ayıramadığım bir başka heyecan, sarılıp kucaklayabileceğim bir köylü kızının karşıma çıkıvermesi arzusundan kaynaklanan bir taşkınlık eklenirdi. Bu arzuya eşlik eden çok farklı düşüncelerin ortasında, ben sebebini tam olarak anlamaya vakit bulamadan, ansızın ortaya çıkan haz, bana o düşüncelerin yaşattığı hazzın bir üst seviyesi gibi gelirdi sadece. O esnada zihnimde yer alan her şeye, kiremit çatıdaki pembe yansımaya, yabani otlara ne zamandır gitmek istediğim Roussainville köyüne, Roussainville Ormanı’nın ağaçlarına, kilisenin çan kulesine fazladan bir değer atfederdim; sırf bu yeni heyecanı onların yarattığını zannettiğim için gözümde daha arzulanır olurlar, yelkenimi kuvvetli, meçhul ve elverişli bir rüzgârla dolduran coşku sanki beni onlara ulaştırmak için acele ederdi. Bir kadının ortaya çıkıvermesi arzusu benim nazarımda tabiatın cazibesine bir başka coşku katıyordu, ama buna karşılık, tabiatın cazibesi de kadının fazlasıyla sınırlı bulacağım cazibesini genişletiyordu. Ağaçların güzelliği bu kadının da güzelliğiymiş, bu ufkun, Roussainville köyünün, o yıl okuduğum kitapların ruhunu ellerime o kadının öpücüğü teslim edecekmiş gibi geliyordu bana ve hayal gücüm tenselliğimle temas edip ondan güç aldıkça, tenselliğim hayal gücümün bütün alanlarına yayıldıkça, arzum sınır tanımıyordu. Bunun başka bir nedeni de, —alışkanlığın faaliyetine ara verdiği, nesnelere ilişkin soyut bilgilerimizin bir yana bırakıldığı, dolayısıyla bulunduğumuz yerin özgünlüğüne, bireyselliğine derinden inandığımız, tabiatın ortasındaki tahayyül anlarında hep olduğu gibi— arzularımın seslendiği kadının bana kadın cinsinin herhangi bir örneği gibi değil, bu toprağın zorunlu ve doğal bir ürünü gibi gelmesiydi. Çünkü o sıralarda benim dışımdaki şeyler, toprak ve insanlar, bana, yetişkin erkeklere göründüğünden daha değerli, daha önemli, daha gerçek bir varoluşla donatılmış gibi görünüyordu.

Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde: Swann’ların Tarafı, çev. Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2019 [1913], 20. basım, s. 156-8.

Yesayan, Bazı İnsanlar ve Diğerleri

Zabel Yesayan Son Kadeh’te sık sık yoğun bir aşkı, arzulayan bir öznenin dilinden anlatıyor. Ben o dalgalı pasajlar yerine yine düşmüş insanı ve onun diğerleriyle karşılaştırmasını bulduğum yerleri çizdim.

Geçenlerde de bir arkadaşımla kendi hayatlarımız üzerine konuşurken buna yakın bir şeyler sezmiştik. Sabah kalk, işe git, çalış, arkadaşlarınla görüş, evde bir şeyler yap, dolaş, sevdiğin bir şeylerle uğraş, stres yap, sevin, üzül, reddet, kucakla, haftasonunu geçir, küçük başarı kazan, küçük yenilgi al derken çok sapmayan, önceden kestirilebilir bir hat üzerinde yaşayıp gidiyoruz -biz. Kişiliğimiz küçük anlarda, belli başlı kararlar ile hayatımıza yön veriyor elbette fakat büyük kırılmalar yaşama olanağı bizimki gibi sıradan hayat süren insanlara, eğer kendimiz yaşamı zorlamıyorsak, nadiren kendini gösteriyor. Bazı kıyıya vurmuş ruh hallerine girdiğimizde ya da büyük bir olay yaşadığımızda bir eyleme ihtimaliyle karşı karşıya geliyoruz (Romanda da tam böylesi bir an var). Bu da üç beş kere gelmiş bize diye düşündük. Belki de her seferinde bekleneni seçmişiz. Belki bir gün radikal olanı seçebiliriz ya da seçemeyiz. Bu illa ki üzülecek bir şey değil.

Fikrimi daha berrak şekilde izah etmeye çalışacağım: İnsanlar, erkek ya da kadın, umumiyetle kendilerini hakiki halleriyle sunmazlar. Ve sık sık üzerlerine aldıkları sahte örtüler bir şuursuzluk halinin ifadesidir. Evet, bu böyledir. Hayatta kendilerine bir rol seçerler ve bu rolü oynarlar. Onu bazen kendileri seçerler, zira güzel bulurlar. Fakat sıklıkla onu başkaları güzel saydığı için tercih ederler.

İnsan ruhu, ki onu herkes kendisiyle beraber dünyaya getirir, böylece daha çocukluktan sakatlanır. Ruh ölmez elbette. Fakat ürkmüş halde büzülür, bir köşede saklanır ve artık asla ortaya çıkmaya cesaret edemez. Hayatının şu ya da bu anında ruhları meydana çıkıp hâkimiyet kazanmış insanlar vardır. Lakin nice insan da vardır ki, ruhları daimi şekilde uyuşup kalmıştır, bunlar için uyanma zili asla çalmaz. Eğer herhangi bir fevkalade olay, büyük bir heyecan, büyük bir his ya da bilhassa büyük bir ıstırap ruha kadar nüfuz ederse ve hatta ruh mütereddit uyanış hareketleri yaparsa, huzuru kaçan bu insanlar ninniler söyler, onu uyuturlar. Zira bizzat kendi ruhlarının uyanışı onları ürkütür. Kendi kendilerine yabancılardır ve asla ruhlarının enginliğine bakmaya cesaret edemez, ödünç alınmış hisleriyle, ödünç alınmış prensipleriyle, hariçten edindikleri şekiller ve suretlerle yaşamaya devam ederler. Ve hiçbir şey, fakat hiçbir şey kaynayıp çıkmaz onların dahili âlemlerinden, varlıklarından, ruhlarından.

İşte böylece insanlar, münasip olan budur ya da şudur derler. Şu şu şartlarda böyle ya da şöyle hareket etmek iyi olacaktır. Ve başkalarını muhakeme ve mahkûm ederler, zira mevzubahis şartlarda böyle bir davranış makbul görülen şekle uygun düşmemiştir.

Kimse, hangi dahili ve karşı koyulmaz güdüye tabi oldum demez. Kimse, ruhum ne istiyor, özvarlığım hangi mukaddes ve hususi kanunları telkin ediyor bana demez. Evlilik ve hatta aşk hakkında da bu minval üzere düşünürler. Tercihlerini hesap ederek, ham hislerle ve belli şartlara uyarak yaparlar. Lakin şaşırtıcı olan şudur ki, bu tamamen şahsi meselede dahi çoklukla ağır basan şey, başkalarının fikirleri olur. Bu tercih başkalarını hayran bırakmalı, şaşırtmalı, onların rızasını kazanmalıdır. İşte o zaman her şey münasip bir şekilde tanımlanır. Böylece, insanlar görürüz ki hakiki insanlar değillerdir. Hisler tanırız, hakiki hisler değillerdir. Ve anlarız ki, insanları tek bir derdi var: tabiatın onlara bahşettiği imkânlar ile hayatın tüm tebessümlerinden dolu dolu tat almak ve yaşamak yerine, kendi edindikleri ya da başkalarının onlara verdiği rolü iyi kötü yerine getirmek. Ve işte hayat böylece hüzünlü, faydasız ve usandırıcıdır, tıpkı kabiliyetsiz bir tiyatro yazarının yazdığı bir komedya gibi.

Nadiren, kendilerine verilmiş dünyevi ve sahte edep kılıfını çeşitli talihli tesadüflerin neticesinde ya da şahsi istisnai kabiliyetleri sayesinde yırtan, kaybettirilmiş olanı, kendisini, ruhunu arayan ve ona teslim olan insanlar da vardır. Böyleleri yalnız kaldıklarında, ruhlarının şarkılarını ve romanlarını dinlediklerinde melal ile dolmazlar. Hiç şüphesiz, etrafları sislerle sarılmıştır ve onlar da sıklıkla bir rolün icaplarını yerine getirirler. Lakin fark şudur ki, uyandıkları ve kendi ruhlarını buldukları anlara sahiptirler. Peki, geri kalan çoğunluk kendi ruhunu nasıl bulacak? Onlar asla kendileriyle baş başa kalamazlar ve hatta bu yalnızlıktan ürkerler. Hayat çoğu insan için kargaşa ve rekabet içinde, ruhlarına yabancı gayelerin peşinde geçip gider. İçlerinde, ruh temayüllerinde olanı, saadetin ve zevkin esaslarını, uzakta, ulaşabileceklerinin haricindeki noktalarda ararlar. Ve gayelerinin ulaşılamaz olduğunu ne kadar zannederlerse, hayatlarının o kadar enteresan olduğunu, kahramanlar gibi yaşadıklarını düşünürler. Asla uyanmazlar, uyanmaya vakitleri yoktur, zira tıkış tıkış hayatlarında yalnızlık yoktur.

İstisnai şekilde ruhlarıyla yaşayan ender bulunur o insanlar ise, işlerinin, hislerinin ve hareketlerinin kendiliğinden akıp giden, safdil ve berrak sadeliğiyle hemen tanınırlar. Onların ruhu ürkerek varlıklarının bir köşesine sığınmaz, aksine satha çıkar, insanların çehrelerinde ışıldar, şahsiyetlerinin haricinde parıldar, şarkı söyler, tebessüm eder ve insan evladını yerlerde sürünen türlü hallerinin alın yazı olan alçaklığı sanki hissedilmez kılar. O zaman, sayısız tesadüflerle yapılan bir tasnifin onu şu ya da bu cemiyetin şu ya da bu mevkisine koymasının ne ehemmiyeti kalır? Onun fiziki şu ya da bu suretle vücut bulmasının ne ehemmiyeti kalır? Tanrı parmağını onun alnının üzerine koymuştur bir kere. O hakiki seçilmişlerden biridir ve yaşar, gittiği yolda aydınlık bir iz bırakarak bizim dünyamızdan geçip gayba karışır.

Sen böyle seçilmişlerdensin sevgilim, Tanrı’nın dokunuşunu kabul etmişlerdensin. Ruhum ruhunu hissetti, onunla kardeş oldu ve onun içindir ki seni bu kadar derin, bu kadar beklenmedik bir hal ile sevdim.

Zabel Yesayan, Son Kadeh, Aras Yayıncılık, çev. Mehmet Fatih Uslu, 2018 [1916-1924], s. 26-9.