Perec, Gezinmek Üzerine

“Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, bir kahveye giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, Seine Nehri’ne, kasak dükkânlarına, trenlere, afişlere, insanlara bakıyorsun. Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyor ve orada az önce gördüğüne benzer bir film görüyorsun; fazla akıllı bir beyefendi tarafından anlatılan aynı alıkça hikâye, incelik ve müzik dolu, sonra ara oluyor; yirmi kez, yüz kez gördüğün reklam filmleri, haftanın belli başlı olayları üzerine, bu kez, yirmi kez gördüğün kısa bir film, sardalyalar hakkında, ya da güneş hakkında. Hawaii ya da Ulusal Kütüphane hakkında bir belgesel, daha önce gördüğün ve yine göreceğin bir filmin parçaları, az önce gördüğün film bir kez daha başlıyor, parçalı jeneriği, Etretat plajı, denizi, martıları, kumda oynayan çocukları ile.

Dışarı çıkıyor, fazla ışıklandırılmış sokaklarda sürtüyorsun. Odana dönüyor, soyunuyor, çarşafların arasına sokuluyor, ışığı söndürüyor, gözlerini yumuyorsun. Bu, çok çabuk soyunan düşsel kadınların çevrene üşüştüğü saattir; bu yüz kez okunmuş kitaplardan bunaldığın saattir; bu, bir türlü uyuyamadan yüz kez oradan oraya döndüğün saattir. Gözlerin karanlıkta faltaşı gibi açık, elin dar sedirim ayak tarafında bir küllük, bir kutu kibrit, son bir sigara aranırken, mutsuzluğunun büyüklüğünü sakin sakin ölçtüğün saattir bu.

Artık geceleri kalkıyorsun yataktan. Sokaklarda avare dolaşıyor, barların, Rosebud’ın, Harry’s’in taburelerine tünüyor, Saint-Honoré Sokağı’nda, neredeyse odanın karşısına düşen Franco-Suisse’de gidip oturuyor, Hal’deki bir kahveye gidiyor ve saatlerce orada kalıyorsun. Sonuna kadar, bir biranın, sütsüz bir kahvenin ya da bir bardak kırmızı şarabın karşısında oturarak. Girip çıkan ötekilere, kasap çıraklarına, çiçekçilere, gazete satıcılarına, akşamcı güruhlarına, yalnız sarhoşlara, fahişelere bakıyorsun.

Yalnızsın ve yalpalıyorsun. Issız caddelerde, cılız ağaçlar, sıvası dökülmüş cepheler, karanlık kapı sundurmaları boyunca yürüyorsun. Batignolles’ün, Pantin’in bitmez tükenmez çirkinliğine dalıyorsun. Çoktan kurumuş Wallace çeşmelerinden, vıcık vıcık kiliselerden, delik deşik şantiyelerden, rengi atmış duvarlardan başka bir şey çıkmıyor karşına. Demir parmaklıkları arasına hapsolduğun küçük parklar, kanalizasyon ağızlarının yakınındaki durgun su birikintileri, fabrikaların devasa kapıları. Europe Mahallesi’ndeki madeni yaya köprülerinin altında, buharlı lokomotifler beyaz dumanlarını dalga dalga savuruyorlar. Barbès Bulvarı, Clichy Meydanı; sabırsız kalabalıklar gözlerini göğe doğru çeviriyorlar.

Yalnızlığın büyülü çemberini kırmayacaksın. Yalnızsın ve kimseyi tanımıyorsun; kimseyi tanımıyorsun ve yalnızsın. Ötekilerin birbirlerine yapıştıklarını, birbirlerine sokulduklarını, birbirlerini koruduklarını, birbirlerine sarıldıklarını görüyorsun. Oysa sen, ölü bakışlı, saydam bir hayaletten, külrengi bir cüzzamlıdan, çoktan toza dönüşmüş bir siluetten, kimsenin yaklaşmadığı tutulmuş bir yerden başka bir şey değilsin. Olasılık dışı karşılaşmaların umuduyla kendini zorluyorsun. Ama deri, bakır, ağaç senin için ışıldamaya başlamıyor ki, ışıklar yoğunluklarını senin için azaltmıyorlar ki, sesler senin için duyulmaz hale gelmiyorlar ki. Ağırlaşan dumana, Lester Young’a, Coltrane’e rağmen yalnızsın, barların tüy gibi yumuşak ve sessiz sıcaklığında, ayak seslerinin çınladığı boş sokaklarda, kapanmamış içkili kahvelerin yarı ayık suçortaklığında yalnızsın.

Sadece bir kez karşı karşıya geleceğin düşmanlar var; insanın kanını donduran yılanların soğuk ıslığını tanıyıp anlayacak kadar zaman var, tam zamanında geri çekilecek kadar, yalnızlıktan ve sabırsızlıktan donmuş olarak, mahvolmuş olarak; seni ele veren kendi bakışın, en ufak ayrıntıların gittikçe anlamsızlaşan ve gittikçe keskinleşen algısı: bir saç buklesi, bir bardağın gölgesi, bırakılmış bir sigaranın oynak izi, kapanan iki kanatlı bir kapının son sarsılışı. Gözünden bir şey kaçmıyor, ama yakaladığın bir şey de yok, yakalasan da çok geç, hep çok geç, gölgeler, yansımalar, çatlaklar, savuşmalar, gülümsemeler, esnemeler, yorgunluk ya da vazgeçiş.”

Georges Perec, Uyuyan Adam, çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 2016 [1967], 4. basım, s. 76-8.

Gürbüz, Sıkıntı Üzerine

“Çocukluğumda sıkılır, sıkılırdım. Yetişme çağımda biraz daha başka türlü sıkılmaya, bazen sıkıntımdan utanmaya, bazen de sıkıntımdan gururlanmaya başladım. Çünkü önceden sıkılan bir bendim buna sebep sıkılmak utanılacak bir şeydi. Sonra sıkılanlarda bir hava ve başkalık olduğunu görecek kadar etrafa açılınca bunu ben de bir eşarp gibi, şapka gibi taktım. Beğenmesem de, varlığından rahatsız olsam da, zevksiz ve ağır duysam da taktım. Sonra, işte sonra sıkıntısından sıkılan aksesuarını çıkardı, ne rahatsa onu giydi, ne makbulse onu taktı. Ben şapkanın kafam, eşarbın boynum olduğunu o zaman anladım. Her zaman işte böyle aptaldım.

Kendimi kabullenmekte zorlanmadım ama başka da hiçbir şeyi, hiç kimseyi kabullenemedim. Başka bir şeye ait en ufak kabulüm kendi reddim olacaktı. Hesabı buna devirmedim. Kendimi de hesaplamadım. Sıkıntımı engin ve derin zannederdim. Bir zaman sonra baktım ki sıkıntım dünyayı kuşatacak ve başka herkesi de sıkacak genişlikte değil. Dünya o zaman başıma yıkıldı. Çünkü bazı başka sıkılanların sıkıntısı ve bunu dile getirişleri benim sıkıntımı tanımlıyor onu anlamlı ve önemli hale getiriyordu. O zaman benimkinin sıkıntıdan çok bir darlık, benim hâlimin de bu darlıkta sıkışma olduğunu anladım. Dünya diye dar bir yere girdiğimi düşündüm. Bunu anlamak beni o kadar daralttı ki bu darlıkta artık ne bedenim ne varsa ruhum soluk alıp kıpırdayacak bir yer bulamadı. Soluksuz kaldım. Kendime uzun uzun baktım. Başkalarına uzun uzun baktım. Uzun uzadıya bakacak uzunlukta ve genişlikte fazla bir şey olmadığını yaşayanların ve yaşamanın ince uzun dar bir çizgide arkaya zor dönülür ve görülür bir darlıkta sıkışmak ve güçlükle ve tek yöne iradesiz ve amaçsız bir sıkıntılı yürüyüş olduğunu iyice anladım. Kimse başka bir şey söylemesin. Söyleyemeyeceğinden değil; dinlemeyeceğimden.”

Şule Gürbüz, Öyle Miymiş, İletişim Yayınları, 2016, s. 50-1.

Geçgin, Sokak İnsanı ve Sınır Üzerine

“O sıra az ötemde Şair denen herifi gördüm. Duvarın üstüne tünemiş, iki büklüm oturuyordu. Berbat görünüyordu. Yüzü dayak yemiş gibiydi -ama elbette yediği darbeler, yumruklar, tekmeler görünmez türdendi- çevresi kararmış, altları morarmış çapaklı gözleri neredeyse kapanmıştı, gülüyormuşçasına yanlara doğru gerilmiş, kasılmış ağzında diş yoktu, saçı sakalı kaskatı, üstü başı berbat durumdaydı, başı taşıyamıyormuş gibi öne doğru düşmüştü. Sokakta şu hayalet gibi dolaşan yarı deli evsizlerden farkı kalmamıştı, aylardır sokakta olmalıydı. Beni görür korkusuyla kaykılıp önümde oturan kişinin sırtına gizlendim. Gerçi bir şeyi görecek, görse bile fark edecek halde değildi. Artık bütünüyle rastlantıların eline kalmış gibiydi, biri sözgelimi onu oradan itekleyip kaldırmasa ölene kadar orada oturabilirdi. Benden bir farkı var mıydı gerçekte (doğrusu ona bakarken kendimi düşünüyordum) beni böyle bir durumdan koruyan ne vardı ki, evet, böyle olabilirdim bu hale düşmek bana çok uzak görünmüyordu. Korkutucuydu bu, ama engellemek olanaklı mıydı? Dikkatin yitimi? Nedir bu, aslında kişinin gücünü yitirmesi değil mi? Az sonra kalktı, kalabalığın içinde karnı geriye yapışmış, iki büklüm yürümeye başladı, o yürürken insanlar iki yana açılıyordu. Önümden geçip aşağıya yöneldi. Arkasından baktım. Pantolonunun kıç tarafı kocamak, koyu, belirgin bir lekeyle kaplıydı. Acaba diye düşündüm, altına mı etmeye başlamıştı? Belki, hem neden olmasın, belki sınır altını tutup tutmamayla birlikte çiziliyordu. Altına etmeye başlamakla insan yasadan, kurallardan, dilden, kısaca insan dünyasından (sözcüğü sözcüğüne bu dünyanın içine ederek) geçip belirsiz bir çıkışa doğru gidiyordu. Aşağılara doğru yürüdü, arkasından kapanan kalabalıkta kayboldu. Ben de kalkıp Erdal’a doğru yürümeye koyuldum. Yürürken hâlâ Şair’i düşünüyordum. Neden Şair diyorlardı bu adama, bilmiyordum, belki bir zamanlar şiir karalıyordu da ondan, gerçek adını da bilmiyordum, belki kendisi de kullanmıyordu artık, gereği kalmamıştı. Tek bildiğim buraya başka yerden okumak için geldiğiydi, ama ne okuyordu, ne zaman bırakmıştı bilmiyordum. Ben onu ilk gördüğümde de dilenci gibi dolaşıyordu. Demek şimdi de altına ediyordu! Evet, bir sınır vardı. Yalnızca tarih olaylarının değil her günkü içler acısı yaşamın sefaletiyle karşılaştığımız, savmaya çalıştığımız bir sınır olmalıydı. Kulağa ne kadar soyut gelse de bu sınıra insan‘dan başka bir sözcük bulamıyorum. Sanki geçilmemesi gereken bu sınır insanın kendisi olmuştu. Bir yerden sonra insan bitiyordu. Ruhu bedene bağlayan çapa kopuyordu. Ruh, ipini, gevşekçe tutan bir çocuğun gezdirdiği balon gibi bir karış yukarıda geziniyordu. Ruhunu kalktığı sırada unutmuştu sözgelimi, ya da belki dalgın, şaşkın, uyurgezer ruh gövdesini orada unutmuştu; ruh önden gidiyor, gövde ağır, uyuşmuş, unutulmuş, kurşun bir heykel gibi orada kalakalmış. Ya da belki kâh o, kâh öteki birbirlerini unutup ayrı ayrı eyliyorlardı, ama böyle ne kadar zaman yeniden bulabilirlerdi ki birbirlerini? Elbette bir gün bütün bütüne kaybolacak, ip kopacak, ruh yükselip gidecekti.”

Ayhan Geçgin, Gençlik Düşü, Metis Yayınları, 2013 [2006], 2. basım, s. 212-3.

Handke, Konuşmak, Yazışmak ve Muhabbet

“Parlak bir öğlen vaktiydi. Terasta kadın ve Franziska, iki sallanan sandalyede, iyice örtünmüş olarak yan yana oturmuşlar, kurumuş noel ağacını kırıp ateş yakan çocukları seyrediyorlardı.

Bir süre sonra Franziska, “Kapıya kadar gelip içeri girememiş olmanı anlıyorum” dedi. “Bazen ben de, sakin evimden çıkıp birileriyle buluşmaya giderken, kalabalık içinde bulunmak istemediğim için, kendimi ölecek kadar yorgun hissediyorum…”

Kadın: “Arkasından gelecek ‘ama’yı bekliyorum.”

Franziska: “Önceleri bana da aynısı oluyordu. Örneğin günün birinde konuşamamaya başladım. Yazışarak anlaşıyordum insanlarla. Ya da açık dolabın önünde saatlerce dikilip, ne giyeceğimi bilemediğim için ağlıyordum. Bir keresinde bir arkadaşla bir yere gitmek için yol çıkmıştık, ansızın durdum. Öylece duruyordum, o da beni yürümem için ikna etmeye çalışıyordu. O zamanlar çok daha gençtim tabii. Senin başkalarıyla birlikte mutlu olmak gibi bir isteğin yok mu?”

Kadın: “Hayır. Ben mutlu olmak istemiyorum, en fazla hoşnut olmak isteyebilirim. Mutluluktan korkuyorum. Sanırım beynim buna tahammül edemezdi. Çıldırırdım veya ölürdüm. Ya da birini öldürürdüm.”

Franziska: “Hayatın boyunca böyle yalnız kalmak mı istiyorsun? Bedeni ve ruhuyla senin dostun olabilecek bir insanın özlemini çekmiyor musun?”

Kadın sesini yükseltti: “Ah evet. Ah evet. Ama onun kim olduğunu bilmek istemiyorum. Onunla sürekli birlikte olsam bile onu kesinlikle tanımak istemezdim. Sadece…” -kendisine gülüyor gibiydi- “Onun beceriksiz biri olmasını isterdim, tam bir sakar yani; neden bunu istediğimi ben de bilmiyorum.” Kendi lafının arasına girdi: “Ah Franziska yeni yetme biri gibi konuşuyorum.”

Franziska: “Ama benim neden sakar biri istediğim konusunda bir açıklamam var! Baban da böyle biri değil mi? Son ziyaretinde tokalaşmak için masanın üzerinden uzandığında hardal kabına daldırmıştı elini.”

Kadın güldü; oyun oynayan çocuk annesinin gülmesi alışılmadık bir şeymiş gibi bakmıştı.

Franziska: “Baban bugün öğleden sonra trenle geliyor. Telgraf çekip gelmesini istedim. Onu tren garından alırsınız.”

Bir süre suskunluktan sonra kadın, “Bunu yapmamalıydın” dedi. “Şu an kimseyi istemiyorum. Birileri oluca herşey [sic] masum ve zararsız görünüyor.”

Franziska: “Bence sen bir süredir evdeki diğer insanları sadece yabancı sesler olarak yaşıyorsun.”

Elini kadının koluna koydu. “Şu an çevirdiğim kitapta Baudelere’den bir alıntı var” dedi kadın. “Anladığı tek politik eylemin başkaldırı olduğunu söylüyor. O sırada ansızın benim anladığım tek politik eylemin amok koşusu olduğunu düşündüm.”

Franziska: “Bruno mutlu olmak için yaratılmış birine benziyor. Şu anki şaşkınlığının nedeni de bu. Bu nedenle böylesine dramatik davranışlar sergiliyor! Sinirlerimi bozduğunu söylemeliyim. Yakında onu kapı dışarı edeceğim.”

Kadın: “Ah Franziska. Hepsi için aynı şeyi söylüyorsun ve her devasında terkedilen [sic] sen oluyorsun.”

Franziska birkaç kez karşı çıkacakmış gibi yaptıktan sonra beklenmedik biçimde yanıt verdi: “Aslında haklısın!”

Göz göze geldiler. Sonra kadın, iki düşman gibi birbirlerine arkalarını dönmüş duran çocuklara -şişko çocuk daha üzgündü- seslendi: “Hey çocuklar, bugün düşmanlık yok!”

Şişko çocuk gülümsedi; hafiflemişti. İki çocuk başları öne eğik, biraz zorlanarak da olsa birbirleriyle konuşmaya başladılar.”

Peter Handke, Solak Kadın, çev. Süheyla Kara, Kırmızı Yayınları, 2014 [1976], s. 46-8.

Gürbüz, Kendini Anlatan Birisi

“Ben çıktığım yere, gezip gördükten sonra girmek ve giderek küçülerek orada kalmak, bitmek istiyorum. Ne yaptığım sorulursa, olur ya, sadece bekliyorum. Bazen Üsküdar’a yürürken gözlerim sanki çok acılı ve ağlamaklı bir geceden çıkmışım gibi kırpışarak, adeta tutuşarak yanıyor. Etrafıma, gelen geçene bakmak istiyor, bakamıyorum. Gözlerim kırpışıyor. Balıklar, marullar, kırmızı soğanlar, turplar; acaba onların bu tezgah neşesi nereden geliyor? Bir balık suda telaş ve korkuyla yaşıyor da şu boyası silinmiş tahta tezgahta şimdi böyle ağzı açık, kıpkırmızı yüzgeçleri çevrilmiş, turpla komşuluğa razı yatıyor. Yaşamış olana ölüm zor gelmiyor. Yeter ki artık bir uzansın, şöyle kaçmadan korkmadan artık bir uzansın, ister marulun üstüne yatsın, ister sahile bir ceset olarak vursun. Balığa hayran baktım. Etrafta babamı tanıyanların bana acıyarak baktıklarının farkındayım. Sebebini anlamıyorum ama seziyorum. Sezmek anlamaktan çok kötü. Anlamak bir, sezmek bindir, anlamak bir müddet içinizde yürür, anladığınızla bir amorf da olsa şekil alırsınız. Sezmek şekilsiz ve hep sancılıdır, her gün yeni bir sancı doğurur. Babam belki anladığı ile ıstıraplı idi, ben ise sezdiklerimle şekilsiz ve kalitesiz, tanımsız ve arkadaşsız bir ıstıraptayım. Etrafta babamın uyandırdığı bir şey varmış, bende şimdi etrafı uyandığına pişman eden bir şey var, biliyorum. Hiçbir şeyi bilmeyene bu gereksiz bilgiler niye verilir, bilmiyorum. Bazen üniversite yıllarımda filmlerden etkilenen ve onları kendi hayatına aplike eden arkadaşlarım vardı. Ben de kendimi bir şeye iliştirmek ve tek başıma bir şey olmamak istiyorum. Kötü bir film görsem içine dalmak, bir köhne eve girip yatmak istiyorum. Sonra da, bunlar zaten benim hayatım, zaten ekim, zaten öyleyim. Öyleyim de şunu söyleyeyim, öyleyim demek filmlerdeki gibi bir hıçkırık, bir iç çekme, iki duble viski ile kabul edilir bir şey değil. Kabul ettin, istersen etme, peki, yine de peki de, ne peki? Ha, ne peki? Bu buna dışarıdan bakanın anlık bir sezgisi değildir, benim bütünüme bir anda sızan hayatın ta kendisidir. Şimdi tekrar başlasam, başlayamam, çok da iştahsızım, tatlarda da emin değilim, görüntülerden de. Şimdi tekrardan babamın elini tutsam acaba ne olur? Onun benim elimi bir evlat eli gibi tuttuğu vakte dönsem, dönebileceğim başka yer ve tutabileceğim başka şey yok çünkü. Aradım, bakındım, evet şuursuzdum, arayamadım bile, bu arama ile ne bulunur? Bakındım da bu gözler ne görür, her şeyi aynı görür, bunu artık biliyorum. Ellerim, gözlerim kendilerinden bir şey umulur şeyler değil, bu belli. Babamın elinde iken onun uzattıklarını tutup bu çöl kuraklığını azıcık yeşertebilirdim. Ama galiba babamın sandığı kadar değil. Onun benim elime tutuşturmaya çalıştıkları bu halimi gizlemeye yarayacaktı, bundan kurtulmaya ya da başka olmaya değil. İlim ve irfan, yetenek ve olgunluk zaten hep gördüm ki öyle olunmadığını, bir türlü olunamadığını o yola dahi girememişe gösterme ve öyle görünme hali. Ben veya her kimse, gerçekten bir şey olsa bunu gösterebilir mi, ben bir şey olsam beni gören olur mu, bilen olur, tanıyan olur mu? Biliyorum, olmaz. Olmaz. Olmaz.”

Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, İletişim Yayınları, 2015 [2012], 4. baskı, s. 141-2.