Beckett, Sayıklamalar (I) – Acaba Nasıl

mutlu gün yolculuk bitiyor hiçbir terslik yok görünürde şaka güldürmüyor artık eskidi iyice bedenin sarsılışları duruyor açık havaya ciddi şeylere dönüyorum yeniden dosdoğru Abraham’ın bağrına sığınmam için küçük parmağımı oynatmam yeterli söyleyeceğim ona müsait yere sokmasını

yine de birkaç düşünce sıralayayım işler biraz daha düzelsin diye beklerken rahatlığın gelip geçiciliği üzerine hayvanlar dünyasındaki çeşitli türler üzerine önce süngerlerden başlıyorum sonra hadi bırak bu konuyu atla geç hadi

doşkılar hayır benim bunlar ama seviyorum onları yarı boş parmakların gevşeyerek bıraktığı eski kutuları hayır başka bir şeyi çamur yutuyor her şeyi ben tek başımayım çamur taşıyor beni yimi kilomu otuz kilomu zorlanıyor biraz bu ağırlığın altında sonra zorlanmıyor ben kaçmıyorum sürgün yaşıyorum

hep aynı yerde kalmalıyım başka bir arzum olmadı hiç küçük ölü ağırlığımla bu ılık çirkef suda yuvamı kazmak sonra bir daha oradan hiç kımıldamamak arada sırada canlanan eski düşüm bu şu anda da yaşıyorum bu düşü şu ağır ağır akan günde şu anda değerinin ne olduğunu eskiden değerinin ne olduğunu biliyorum

kara havadan kocaman bir kütle çekiyorum içime ve en sonunda yolculuk yaşamıma son veriyorum Pim’den önce birinci bölüm acaba nasıldı ötekilerden yerinden kımıldamayanlardan önce Pim ile birlikte Pim’den sonra acaba nasıldı acaba nasıl müthiş uzun bir zaman dilimi hiçbir şey görmüyorum bu sırada işitiyorum sesini sonra uzaktan göğün sonsuzluklarından ve derinliklerden gelmiş olan şu öteki sesi işitiyorum içime giriyor ses soluk alış veriş durduğunda artıklar mırıldanıyorum onları

bu huzursuzluklar bitti artık bir an bile sürmeyecek bulunduğum yerde rahatıma diyecek yok küçük parmağımı kaldıramayacak kadar güçsüzüm bunun beklentisi altımdaki çamurun önce yarılıp sonra yeniden kapanacağı mı yani

soru eski soru evet ya da hayırsa eğer bu karmaşa her gün eğer her gün ah işitmek fısıldamak zorunda kaldığımız şu sözcük bu karmaşa evet ya da hayır eğer her gün kaldırıp havalandırıyor mu beni kirlerimden arındırıyor mu

gün iyice ilerledi sonuna geliyoruz neredeyse bin günden oluşuyordu belki de eskinin güzel bir sorusu bu kafayı karıştırıyor hep evrensel anlamda geçerli üstelik muhteşem bir şey bu

Pim’in kronometresinde sahip olmak bir terslik var burada saatin ölçeceği bir şey yok demek ki artık yemek yemiyorum hayır artık içki içmiyorum ve yemek yemiyorum ve kımıldamıyorum ve uyumuyorum ve görmüyorum ve bir şey yapmıyorum bunların hepsini bir kısmını yeniden yapacağım günler gelecek belki de önce evet dendiğini işitiyorum sonra da hayır

sesi niye ölçeyimki ses benim değil sessizlik olsa ölçerdim bana yarardı bir işe yarardım bir şeye Tanrım

Tanrı’ya lanet okuyorum hiç sesim çıkmıyor saati kazıyorum belleğime ve bekliyorum gün ortasını gece yarısını Tanrı’ya lanet okumak için ya da kutsamak için onu saat elimde bekliyorum ama günler yine ortaya çıktı şu sözcük belleksiz ne yapacağım çuvaldan bir parça koparıyorum düğüm yapıyorum ip olarak kullanıyorum çok güçsüzüm

ama önce yolculuk yaşamımı noktalıyorum birinci bölüm Pim’den önce çamurda adı konulmamış bir debelenme benim bu ne anlıyorsam onu söylüyorum çuvalı karıştırıyorum ipi çıkarıyorum çuvalın ağzını sicimle bağlıyorum ipi boynuma geçiriyorum yüzükoyun yatıyorum elveda diyorum hiç sesim çıkmıyor atılıyorum ileri

on metre on beş metre sola yarım yan sağ ayak sağ el ha it ha çek yüzükoyun fışkırmalar hiç sesim çıkmıyor sağa yarım yan sol ayak sol el ha it ha çek yüzükoyun fışkırmalar hiç sesim çıkmıyor bu betimlemede her şey noktasına virgülüne kadar doğru

karmakarışık hesaplar yapıyorum böylece rotamda bir iki saniyelik sapma oluyor en fazla bir gün bir gece usa sığmaz yola çıkış anımda söylemişlerdi yönümü rastlantı sürüklemişti beni zorunluluk sürüklemişti her ikisi de sürüklemişti üçüncüden biri doğru batıdan güçlü bir duygu var içimde doğuya çıkmıştım yola

işte böyle çamurda karanlıkta yüzükoyun düz bir çizgi boyunca aşağı yukarı iki yüz üç yüz kilometre başka sözcüklerle ifade edersem hiç durmasam sekiz bin yılda dönmüş olurdum dünyanın çevresini yani bir o kadar yolu kat ederdim

eğitimimi nerede gördüm matematik gökbilim hatta fizikle ilgili bilgilerimi nereden aldım söylenmiyor bu bana ama bunlar damgasını vurdu bana kişiliğimi oluşturdu önemli olan bu

bu ufuklara yönlendikçe duyumsamıyorum yorgunluğumu ama o belli ediyor kendini yine de çaba gösterdiğim bir yanımdan öteki yanıma geçişim arada benimsediğim yüzükoyun konumun devamı niteliğinde bu sessiz ilenmelerim artıyor

bir aşağı yukarı kesinlik aniden bir santim daha ilerliyorum ve küçük bir vadiye yuvarlanıyorum ya da bir duvara çarpıyorum kendi bildiklerim dışında bir şey söylemiyorlar bana umutlar işte bu tarafta gizli beni düşümden koparıyor teslim oldum

yaşamıyoruz diye yakınıyorlardı yukarıdaki insanlar böylesi bir zamanda tuhaf buluyorum bunu kafalarındaki bu aptalca düşünceyi hepsi öldü şimdi şimdi bunun yaşam olmadığı ötekilere gelelim devamı çok tuhaf doğrusu yani anlıyorum onları

oldum olası anladım her şeyi anlamadığım birkaç şey oldu yalnızca coğrafta tarih örneğin her şeyi anladım ve hiçbir şeyi bağışlamadım olumsuz bir görüşüm olmadı hiçbir konuda gerçekten de öyle oldu hayvanlara yapılan acımasızlıkları bile kınayamadım hiçbir şeyi sevmedim

böylesine aptalca bir düşünceydi işte şimdi yok oldu gitti günün artık zararı dokunamaz bana

çok güçsüz olmamalı insan aynı düşüncedeyim daha güçsüz olsun isteniyorsa hayır en güçsüzü olması gerekiyor sonra daha da güçsüzü ne duyuyorsam onu her sözcüğü söylüyorum hep

günüm günüm yaşamım işte böyle geri dönüyor hep eski sözcükler hayır pek dönmüyorlar artık ben yalnızca yeni bir ortama uyum sağlamaya çalışıyorum sonra uykuya kadar sürdürmeye çalışıyorum varlığımı uykuya dalıp delirmemeliyim değmez ki

Samuel Beckett, Acaba Nasıl,  çev. Uğur Ün, Ayrıntı Yayınları, 2014 [1992], 2. basım, s. 40-3.

Birsel, Gözlemciliğin Sınırları (II)

Birsel, Gözlemciye Giriş (I)

Tütün Yaprakevi’nden kovulmama ben yeryüzündeki gözlemcilik görevimin daha iyi gerçekleşmesi için Tanrı’nın düzenlediği bir olay gözüyle bakıyordum.

Biriyle konuşur, ekmeğimi böler, çarşıda dolaşır, kadınlarla yatarken derlediğim gözlemlerin artık daha derin anlamları vardı.

Eskiden gözlemcilik, varlığıma ekli bir varlık durumdayken, şimdiler damarlarımda akmağa başlamış, etime, sinirlerime karışmıştı.

Tam bir özgürlük içinde olmak nesneler karşısındaki tutuma da yeni bir yeni bir yön verdi.

Önceleri kendimi, ya da karşımdakileri gözlerken, bu işin de bir gözlemi olabileceğini hesaba katmamıştım. Tütün Yaprakevi’nden ayrılmamın sinirlerime, gözlem gücüme kazandırdığı keskinlik beni gözlemlerin de gözlemi olabileceği düşüncesine götürdü.

Öyle oldu ki, ya kendimi, ya başkalarını gözlem altına alırken, gözlem altına alışımı da gözlemlemeğe başladım.

Bu buluşum gözlemlerime renk katmış, onların değerini bir kat daha artırmıştı.

Ama bununla da yetinmedim.

Bu kez de, kendi gözlemciliğimi, gözlem altına alışımı da gözlemlemeğe koyuldum.

Daha sonra, bu üçüncü gözlemin de gözlemini çıkarmağı denedim.

Her gözlemin gözlemini buldukça, o bulduğum gözlemin de gözlemine varmaktan kendimi alamıyordum.

Böylece, içiçe, sonsuza doğru, bir gözlemler zinciri belirmeğe başladı.

Buna, zamanla, o kadar alıştım ki, artık her yeni gözlemde, bunun hemen ikincisi, onuncu, otuzuncu, yüz otuzuncu gözlemini de araştırıyordum.

Bu davranışın karşısında bir gözlem hiçbir vakit sonuçlanamıyor, boyunca sonsuza doğru, gözlemlerin gözlemi durumunda uzayıp gidiyordu. Başka gözlemlere geçtiğim zaman ise, bir yandan yeni gözlemler biçimleniyor, bir yandan da eski gözlemlerin gözlemleri sürüp gidiyordu.

O duruma gelmiştim ki, içimde gözlemler, milyonlar, milyarlar ya da sonsuzu gösteren sayılarla yanyana duruyordu.

Bir hesap makinesinden, bir bilgisayardan hiç mi hiç başkalığım kalmamıştı. Boyuna çalışıyor, toplamlar, çıkarmalar, çarpmalar yapıyordum.

Bir gün, biraz dinlenebilmek, sinirlerime çingene keyfi ettirebilmek düşüncesiyle bu gözlemlerin gözlemlerine ara vermek isteyince korkuyla gördüm ki, benim bu işten dönmemin artık hiçbir yolu yoktur.

Sade o değil, gözlem yapmak ya da yapmamak da benim isteğime bağlı olmaktan çıkmıştır.

İçim, doymak nedir bilmeyen bir fırın gibi boyuna gözlem atıştırıyor, gözlemlere bana mısın demiyordu.

Bir gözlemi tek olarak da algılayamıyordum artık. Zaten yanaklarımla, omuzlarımla, kollarımla, ellerimle de gözlem yaptığım için, buna bir bakıma, olanak da yoktu.

Yeni bir gözlem derlediğim vakit, bu, içimde hemen on bin, yirmi bin, dört yüz bin çarpılıyordu.

Bir robot hâline geldiğimi, ayarımı yitirdiğimi seziyordum.

İçim dışım gözlem olmuştu.

Biraz sarsılsam, biraz coşsam, içimden binlerce, milyonlarca gözem döküyordu.

Bunun için otobüslerde, sinemalarda, kalabalık yerlerde çok dikkat ediyor, kimseyle sürtüşmemeye büyük bir özen gösteriyordum.

İskemleye oturur, yatağa girerken bile bedenimin sarsılmamasını sağlayacak hareketler yapıyor, kimi zaman yemek yemekten bile çekiniyordum.

Ama yine de cezvede üçlü bir çay tutmuşçasına kendimden memnundum.

Kendimi Harunreşit’ten daha zengin görüyor, kimsenin bu denli, bir gözlem koleksiyonunu elinde bulunduramıyacağını düşünerek esenlikten esenliğe konuyordum.

Bir gece yine bir evin penceresine burnumu dayamış, iki üç bin gözlem atıştırıyordum ki ensemde hiç de hoş olmayan bir laf patladı:

– Ne o, afyonuna cilâ mı veriyorsun?

Başımı döndürdüm, baktım mahalle bekçisi.

–Ne cilâsı görmüyor musun perdeler kapalı.

– Yarım saattır, perdenin kenarından içeri dikizliyordum ama.

– İçeriye değil, perdenin çiçeklerine bakıyordum.

– Sen onu benim külahıma yuttur. Bu seninkine bal gibi röntgencilik derler.

– Ne röntgenciliği? Dalga mı geçiyorsun? Ben içerdekileri tanımam bile.

– Röntgenci olmak için, tanıdıkları mı dikizlemek gerek?

– Tanımazsam, neyi dikizlediğimi anlayamam ki…

–Şinanay yavrum, şinanay. Sen bunları gel de bay komsere anlat.

Bekçiyle anlaşamayacağımı sezmiştim.

Alt tarafı, dünya sorunlarına çok küçük bir mazgal deliğinden bakan biriydi bu bekçi. Gözlemcilikten değil, dikizcilikten bile anlayamazdı.

Tartışmayı uzatmamak için:

– Yürü gidelim karakola.

Bekçi, belki, olay üzerine çokça durmayacaktı. Ama ben “Yürü gidelim” deyince bunu “açıkça göreve karışma” diye yorumladı. İçerlediğini belli edercesine:

– Yürü gidelim, diye yineledi.

Komseri karakolda bulamadık.

Masasına nöbetçi polislerden biri oturmuştu. Bizi görünce:

– Ne o, dedi, yine bir gece kuşu mu?

Polisin yüzüne öfkeli öfkeli baktım.

Bekçi:

– Bir röntgenci, şair bir röntgenci. Perdelerin çiçeklerini dikizliyormuş.

– Bay bekçi yanılıyor, dedim. Benim röntgencilikle bir ilgim yok.

Polis hiç oralı olmadı:

– Sen röntgenciliğin yasak olduğunu bilmiyor musun?

– Sayın bay polis, ben röntgenci değilim. Ben namuslu bir gözlemciyim.

– Röntgenciliğin namusla ilgisi olur mu be?

– Röntgenci değil efendim, gözlemciyim.

– Şimdiye kadar röntgencilikten hiç hüküm giydin mi?

– Sayın bay polis, ben gözlemci olduğumu söylüyorum, sizse röntgenciliğim üzerinde duruyorsunuz. Sizin o röntgenci dedikleriniz hasta insanlardır. Tıp dilince onlara skoptofilyak derler.

– Ne ayağı derler?

– Skoptofilyak. Bir gözlemcinin, bir röntgenciyle karşılaştırılması doğrusu beni üzer. Gözlemci bir filozoftur. Bir bilge, bir ahlâkçı, bir öğretmendir.

– Neler yumurtluyorsun be?

– Bana inanmanızı isterim sayın bay polis. Bir röntgenci seyrettiği şeyden, gözlemci ise seyretme işinden hoşlanan biridir.

– Sen insanı çıldırtırsın. Hem dikiz geçtiğini kabul ediyor, hem de röntgenci değilim diyorsun.

– Ben nesnel konuşuyorum bay polis. Bir gazeteci gibi davranmak istiyorum.

Polis memuru koltuğunda doğrulur gibi oldu:

– Gazeteci misin? Söylesene gazeteci olduğunu.

– Gazeteci değilim, ama gazeteci gibi davranmağa çalışıyorum.

Polis memuru rahatlamıştı:

– Yani kendine gazeteci süsü mü veriyorsun?

– Hayır, sadece gazeteciler gibi her şeyi görmeğe, her şeyi değerlendirmeye bakıyorum.

– Gazeteciler her şeyi görür, her şeyi bilir mi sanıyorsun sen yoksa? Onlar yazdıklarını hep bizden alırlar.

– Haklısınız efendim.

– Biz olmasak hiçbir gazete çıkmaz.

– Haklısınız efendim.

– Hani o cart curt öten başyazarlar var ya, biz haberleri bir keselim, alimallah onlar da süt gibi kesilirler.

– Haklısınız efendim.

Polis memuru birden durdu.

Söz tıkanıklığına uğramıştı sanki.

Bir iki derin nefes aldı, sonra da:

– Sen iyi bir delikanlıya benziyorsun.

– Sağolun efendim.

– Ahmet efendi, bu delikanlıdan şikâyetçi var mı?

Bekçi konuşmaların nereye yöneleceğini anlamak için gözlerini dört açmış bekliyordu. Polisin, bu delikanlıdan şikayetçi var mı sorusundan sonucu az çok kestirmeğe başlamış olmalı ki isteksiz, isteksiz:

– Yok ama…

dedi ve sonunu getiremedi.

– Ben sana kaç kez tembih ettim. Şikâyetçi yoksa suç da yoktur.

– Hem sonra, dikizlediğim söylenilen ev de bir şeye benzese bari.

Bekçi işin sonunu, artık iyice kestirmişti. Odadan çıkmak üzere kapıya doğru yürüdü. Polis memuru onu eşikte yakaladı:

– Ahmet efendi!

– Buyur!

– Bayın dikizlediği ev kimin?

– Taşıma şirketinde çalışan biri var, onun. Bir memur olacak.

– Memur mu? Bir memurun evi her zaman gözetlenebilir Ahmet Efendi. Bunun suç neresinde?

Sonra bana döndü:

– Buyur delikanlı, sen de gidebilirsin. Büyüklerden birinin evi olmadıktan sonra her evi istediğin zaman, istediğin biçimde dikizleyebilirsin.

Salâh Birsel, Dört Köşeli Üçgen, Sel Yayıncılık, 2016 [1985], 3. basım, s. 56-61.

Barthes, Biçem İşçiliği

“Biçim pahalıya mal olur.” Collège de France’daki derslerini neden yayımlamadığını sordukları zaman, Valéry böyle demiş. Oysa, koca bir dönem, burjuva sınıfının utkunluk dönemi boyunca, biçim aşağı aşağı yukarı düşünce pahasınaydı; hiç kuşkusuz, düzenine, örtmecesine özen gösteriliyordu, ama yazar düzenekleri hiçbir yenilik saplantısına kapılmadan, el sürülmeden aktarılan, önceden oluşmuş bir araç kullandığı için, biçim daha da ucuza mal oluyordu; biçim bir iyelik nesnesi değildi; klasik dilin evrenselliği bu dilin bir ortak mal olmasından ve yalnızca düşüncenin başkalık damgası taşımasından ileri geliyordu. Bütün bu zaman boyunca biçimin bir kullanım değeri olduğu söylenebilirdi.

Oysa, gördüğümüz gibi, 1850’ye doğru, Yazın bir doğrulanma sorunuyla karşı karşıya gelmeye başlar: Yazı kaçamaklar arayacak ve kullanımı üzerinde bir kuşku gölgesi yükselmeye başladığı için, geleneğin sorumluluğunu tümüyle yüklenmek kaygısını güden bütün bir yazarlar sınıfı yazının kullanım-değerinin yerine bir emek-değer getirecektir. Yazı ereği gereği değil, kendisi için harcanacak olan emek yardımıyla kurtarılacaktır. O zaman, evinde çalışan bir işçi gibi, söylencesel bir yere kapanarak yontan, incelten, parlatan, tıpkı bir cevahir işçisinin sanatını özdekten çıkarması gibi biçimini oturtan, bu işe düzenli olarak yalnızlık ve çaba saatleri ayıran işçi-yazar imgesi oluşmaya başlar. Gautier (Güzel-Yazın’ın kusursuz ustası), Flaubert (Croisset’de tümcelerini örer.), Valéry (kuşluk zamanı odasında) ya da Gide (bir tezgâh başındaymış gibi eğik çalışma masasının başında ayakta) gibi yazarlar Fransız Yazını’nın bir tür işçi derneğini oluştururlar, burada biçim çalışması bir loncanın göstergesi ve özelliği olur. Bu emek-değer biraz da deha-değer yerini tutar, biçim üzerinde çok çok ve uzun uzun çalışıldığı söylenirken işin içine bir tür cilve katılır; hatta bazı bazı büyük barok seçkinciliğine (örneğin Corneille’inkine) karşıt bir kısalık seçkinciliği (bir özdeği işlemek genellikle ondan bir şeyler atmaktır) yaratılır; biri dilin bir genişlemesine yol açan bir Doğa bilgisini dile getirir, öteki aristokratça bir yazınsal biçem üretmeye çalışırken, tarihsel bir bunalımın koşullarını yerleştirir. Bu bunalımsa, “estetik” bir amaçlılık artık bu gününü doldurmuş dil uzlaşımını haklı çıkarmaya yetmediği, yani Tarih yazarın toplumsal iççağrısıyla Geleneğin kendisine aktardığı araç arasında kesin bir kopma getirdiği gün başlayacaktır.

Bu işçilik yazını Flaubert en büyük düzenle kurdu. Ondan önce, burjuva olgusu ilginçlik ya da uzaksıllık (33) düzeyindeydi; burjuva düşüngüsü evrenselin ölçüsünü veriyor, bir arı insanın varlığını savunarak burjuvayı kendi kendine indirgenemeyen bir gösterim olarak esenlikle ele alabiliyordu. Flaubert için, burjuva koşulu yazara bulaşan, iyileşme bir hastalıktır, ancak açıkgörüşlülükle yüklenilerek ele alınabilir -bu da “trajik” bir duygunun özelliğidir. Frédéric Moreau’nun, Emma Bovary’nin, Bouvard ve Pécuchet’nin bu burjuva zorunluluğu, bir kez düşüldükten sonra, aynı biçimde bir zorunluluk içeren ve bir Yasa’yla donanmış bir sanat gerektirir. Flaubert anlatımda acılığın uygulayımsal kurallarını içeren -çelişki- kuralcı bir yazı kurmuştur. Öte yandan, hiç de görüngübilimsel bir düzene (örneğin Proust’un yapacağı gibi) uymadan, anlatısını özlerin birbirini izleyişiyle oluşturur; eylem zamanlarını uzlaşımsal bir kullanım içinde kurar, böylece bu zamanlar kendi yapaylığı konusunda bizi uyaran bir sanat gibi, Yazın’ın göstergeler‘i olarak etkirler; bir yazılı uyum oluşturur, bu uyumsa, konuşulan söz sanatından uzakta, Yazın’ın üretici ve tüketicilerinin içinde, tümüyle yazınsal bir altıncı duyuya varan bir tür büyü yaratır. Öte yandan, bu yazınsal çalışma izgesi (34), bu yazarın çalışmasıyla bağıntılı alıştırmalar toplamı, bir tür bilgeliğe desteklik eder, hatta bir hüzne, bir içtenliğe de desteklik eder, çünkü Flaubert’in sanatı maskesini parmağıyla göstererek ilerler. Yazınsal dilin bu yalınlaştırıcı düzenlenimi yazarı evrensel bir koşulla uzlaştırmayı amaçlamasa bile, hiç değilse ona biçiminin sorumluluğunu vermeyi, kendisine Tarih’in getirdiği yazıyı bir sanat‘a, yani açık bir uzlaşıma, insanın henüz dağınık bir doğada bir konum almasını sağlayacak içten bir antlaşmaya dönüştürmeyi amaçlıyordu. Yazar kurallarında herkesçe görülebilen, açık bir sanat verir topluma, toplum da buna karşılık yazarı benimseyebilir. Örneğin Baudelaire şiirinin hayranlık verici düzyazısallığını bir tür işlenmiş biçim putçuluğuna bağlarcasına Gautier’ye bağlamak istiyordu. Bu tutku burjuva etkinliklerinin yararcılığının dışında kalıyordu kuşkusuz, gene de bir bildik çalışmalar düzeni içinde yer alıyor, kendisni denetleyen toplum onda düşlerini değil, yöntemlerini buluyordu. Yazın’ı kendisinden yola çıkarak yenemeyeceğimize göre, onu açıkça benimsemek, bu yazınsal küreğe yargılı olarak, “iyi iş” çıkarmak daha iyi değil miydi? Bunun için, ister fazla güç beğenir olmayanlar bu işe hiç sorun çıkarmadan kendilerini bıraksınlar, ister en arılar buraya önlenmez bir koşulun tanınması olarak dönsünler, yazı’nın flaubertselleştirilmesi yazarların gene bir bedel ödemesidir.

Çevirmenin Notları
(33) “Uzaksıllık”: “exotisme”
(34) “İzge”: “le code”

Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, çev. Tahsin Yücel, Metis Yayınları, 2006 [1953], 3. basım, s. 56-8.

Blanchot, Edebi Cemaat (dost ve öteki için varolma)

Edebi iletişimin ideal cemaati. Bu cemaate koşullar yardım etmiştir (tesadüfün, şansın, gelip geçici tarihsel hevesin veya rastlantının önemi; gerçeküstücüler -hepsinden önce de André Breton- bunu önceden hissetmiş ve hatta erkenden kuramlaştırmışlardır.) Birkaç şahit-okuru bir masanın etrafında gerektiğinde bir araya getirebilmek mümkündü (bu, Yahudi paskalyasına erken gelenleri hatırlatır), bu insanların, hemen hemen hepsinin çeşitli sıfatlarla karışmış oldukları ve onları beklenmedik, kesin bir yokoluşa maruz bırakan savaşın olağanüstü boyutu göz önüne alındığında, bir araya gelmelerine neden olan hassas olayın öneminin bilincinde oldukları söylenemezdi. İşte: Zaten ölüm sonrasına ait olmasına rağmen baştan oluşturulmuş bir cemaat imkânını, tekil varoluşlara özgü yanlış anlamalar yoluyla bir an için kabul etmeyi sağlayan bir şey vuku bulmuştur: Bu cemaatten geriye bir şey kalmayacaktı, bu insana hüzün veriyordu, ama coşku da veriyordu; tıpkı yazının talep ettiği silinme tecrübesi gibi.

Georges Bataille içsel deneyime ilişkin olarak bir cemaat talebinin kendi gözünde veya ruhunda dayattığı iki anı yalın bir şekilde dile getirdi (belki de fazla yalın; ama bu durumu bilmez değildi). “Dostlarımla birlikteyken davranışımı güdüleyen bir şey var: Hiçbir varlığın, tek başına varlığın sonuna kadar gitmeye muktedir olduğunu sanmıyorum” diye yazdığında, bu önerme deneyimin tek bir kişi için gerçekleşemeyeceği anlamına gelir, çünkü deneyimin niteliği özelin özelliğini bozmak ve onu ötekine maruz bırakmaktır, dolayısıyla esas olarak öteki için varolmasıdır; “yaşamımın benim için bir anlamı olmasını istiyorsam öteki için bir anlamı olması gerekir.” Veya: “Kendimi aşırılığa kışkırtmadan duramam ve iletişim kurmayı arzuladığım başkaları ile kendi arama farklılık koyamam.” Bu ifade zımni bir bulanıklık içerir: Kimi kez -ve aynı anda-, deneyim ancak iletebildiği sürece böyle olabilir (“aşırılığa gider”), ve deneyim, özünde dışarıya ve ötekine açılış olduğu için, ben ve başkası arasında şiddetli bir asimetri ilişkisine, yırtılma ve iletişime neden olan hareket olduğu için iletilebilirdir.

Demek ki, iki an, birbirlerini ortadan kaldırarak biri diğerini gerektirse de, birbirlerinden ayrı olarak analiz edilebilirler. Örneğin, Bataille şöyle der: “Sözünü ettiğim cemaat, Nietzsche’nin varoluşundan itibaren potansiyel olarak varlık bulan (bu varoluşu talep eden) ve her Nietzsche okurunun kaçarak -yani sorulan bilmeceyi çözmeyerek (hatta okumayarak)- bozduğu cemaattir.” Ama Bataille ile Nietzsche arasında büyük fark vardır. Nietzsche’de şiddetli bir anlaşılma arzusu vardı, ama kabul edilemeyecek kadar tehlikeli ve yüksek bir hakikati kendinde taşıdığına dair kimi zaman gururlu bir kesinliğe de sahipti. Bataille’a göre dostluk “egemen işlem”in parçasıdır; Suçlu‘nun önce Dostluk [L’Amitié] alt başlığını taşıması tesadüfi değildir; dostluğun yanlış tanımlandığı doğrudur: Erimeye kadar varan, kendi için dostluk; zorunlu süreksizlikten yola çıkarak bir sürekliliğe geçiş ve bunun onaylanması olarak karşılıklı dostluk. Ama okuma -esersiz eser çalışması- kimi zaman sarhoşluğun baş dönmesine ait olmasına karşın, dostlukta eksik değildir. “… Daha şimdiden çok fazla şarap içmiştim. Yanımdan ayırmadığım kitaptan bir bölüm okumasını X’ten istiyordum ve o da yüksek sesle okudu (tanıdığım hiç kimse ondan daha acımasız bir yalınlıkla, ondan daha tutkulu bir yücelikle okumaz). Çok sarhoştum, bölümü tam olarak hatırlamıyorum. O da benim kadar içmişti. İçki içmiş insanların yaptığı böyle bir okumanın kışkırtıcı bir paradoks olduğunu düşünmek hata olur… Bizi birleştiren şeyin, ikimizin de yıkıcı güçler karşısında açık, -cazibe nedeniyle- savunmasız, ama cüretkâr insanlar gibi değil, korkak bir saflığın asla terk etmediği çocuklar gibi savunmasız oluşumuz olduğunu sanıyorum.” İşte muhtemelen Nietzsche’nin desteklemeyeceği bir şey: Nietzsche kendinden ancak delilik anında vazgeçer -çöküş- ve bu vazgeçiş telafi edici megalomanyak hareketlerle kendini göstererek devam eder. Bataille’ın bize betimlediği ve kimler arasında geçtiğini bildiğimiz (ama bunun önemi yoktur) ve yayımlamak üzere yazılmamış sahne (yine de belli bir gizlilik kaydı düşülmüştür: Muhatap belirtilmemiştir, ama öyle anlatılmıştır ki dostlar onu adlandırmadan tanıyabilirler; dostluktur o, dosttan daha az bir şey değildir), başka bir günün tarihini taşıyan şu önermenin ardından gelir: “Bir Tanrı’yı meşgul edecek bir şey yoktur.” Bu hareketsizlik esersizliğin özelliklerinden biridir, ve dostluk, sarhoşluk okumasıyla birlikte, Jean-Luc Nancy’nin bizi düşünmeye davet ettiği ama daha ileriye gitmemizi de istediği “esersiz cemaat”in özelliklerinden biridir.

Yine bu konuya (er veya geç) döneceğim. Ama önce okurun, okuduğu şey karşısında özgür, basit bir okur olmadığını belirtmek gerekir. Okur istenmiş, sevilmiştir ve belki de hoşgörülmeyendir. Neyi bildiğini bilemez ve bilmediğinden daha fazla bilir. Kendini bırakmaya bırakmış, kendini kaybetmiş ve olup biteni ve böylelikle elinden kaçan şeyi daha iyi anlamak için aynı zamanda da yolun kıyısında duran arkadaş. Belki de şu coşkulu metinlerde bu söylenmektedir: “Hemcinslerim! Dostlarım! Camları tozlu havasız evler gibi: Gözler kapalı, göz kapakları açık!” Ve biraz daha ilerde: “Kendisi için yazdığım (sen diye hitap ettiğim) kişi, okumuş olduğu şey için ona acıyın, ağlaması gerekecektir, sonra gülecektir, çünkü o kendini tanıdı.” Ama ardından şu gelir: “‘Kendisi için yazdığım kişiyi’ tanıyabilirsem -fark edebilir ve keşfedebilirsem- öleceğimi hayal ediyorum. O, beni, bana yaraşır şekilde küçümseyecektir. Ama ben, o beni küçümsediği için ölmem: Hayatta kalmanın yerçekimine ihtiyacı vardır.” (8) Bu hareketler ancak görünüşte birbirileriyle çelişirler. “Kendisi için yazdığım kişi” tanınmayacak olandır, meçhul kimsedir ve meçhul olanla ilişki, yazı yoluyla bile olsa, beni ölüme veya sonluluğa maruz bırakır; ölümü yatıştıracak şey bu ölümde yoktur. Bu durumda dostluğa ne olur? Dostluk: Dostu olmayan meçhul kişi için dostluk. Veya dahası eğer dostluk yazı yoluyla cemaate çağırıyorsa, ancak kendi kendini dışlayabilir (bütün dostlukları dışlayan yazma istemi için dostluk). Peki o halde “küçümseme” neden? “Bana layık” -bunun canlı bir tekillik olduğunu varsayarak- en aşırı alçaklığa, yani küçümsemeyi bana layık kılacak tek yakışıksızlığın deneyimine kadar inmelidir: Bu bir anlamda kötülüğün hükümranlığıdır veya artık paylaşılamayan ve küçümsemeyle ifade edilerek yaşamaya veya sürünmeye izin veren değersizleşmeye varacak olan ayaklar altına alınmış hükümranlıktır veya artık paylaşılamayan ve küçümsemeyle ifade edilerek yaşamaya veya sürünmeye izin veren değersizleşmeye varacak olan ayaklar altına alınmış hükümranlıktır. “İkiyüzlü! Yazmak, samimi ve çıplak olmaktır, kimse bunu yapamaz. Bunu yapmak istemiyorum.” (Suçlu) Ama aynı zamanda, aynı kitabın ilk sayfalarında şu vardır: “Bu notlar beni Ariane ipi gibi hemcinslerime bağlıyor ve gerisi bana boş geliyor. Yine de bu notları hiçbir dostuma okutamam.” Çünkü, o dönemde, kişisel dostlar kişisel okuma yapardı. Hiç kimseye hitap etmeyen ve meçhul kişiyle ilişkileri dolayısıyla, Georges Bataille’ın (en azından bir defa) “olumsuz cemaat: Cemaati olmayanların cemaati” diye adlandıracağı şeyi inşa eden kitabın anonim olması buradan kaynaklanır.

(8) Œuvres complètes, Gallimard, cilt V, s. 447.

Maurice Blanchot, İtiraf Edilemeyen Cemaat, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, 1997 [1983], s. 34-8.

Birsel, Gözlemciye Giriş (I)

Ben bir gözlemciyim, uluslararası bir gözlemci.

Gece uyurken bile gözlemcilik görevimi elden bırakmam.

Gazinoda oturanlar, işportacılar, memurlar, müdürler, satınalma kurulu üyeleri, şoförler, karaborsacılar, önemli derneklerin genelyazmanları, orospular, hırsızlar, aydınlar hep benim gözetimim altındadır.

Ben, bu gözlemciliğe, çalıştığım Tütün Yaprakevi’nin deposunda alıştım.

İşimin, günün yirmi dört saatinde etrafı kolaçan etmek olması beni, ister istemez, kimi gerçeklere varmağa, gerçeklerin öteki yanlarını, üçüncü yanını, dördüncü yanını, beşinci, on beşinci, otuz beşinci yanını görmeğe götürüyordu.

Benim bu görevimi çokları anlamamıştır.

Gözlem gücümü depodaki işlere açık tutuşumun, tütünlerin havalandırması gerektiğini şeflerime haber verişimin özel bir anlamı olduğuna kulak asmayanlar:

— Ulan, şuna açıkça bekçiyim desene, diye bana çıkışmışlardır.

Kimileri daha da ileri gitti:

— Sen bir gözlemci isen bizim dostumuz değilsin. Dost, hiçbir arka düşüncesi olmıyan [sic] kişidir.

Bana içerliyenlerin yanıldıkları nokta burasıdır sanırım.

Gözlemciliğin arka düşünceyle hiç mi hiç ilgisi yoktur. Gözlemcilikte bütün düşünceler öndedir. Vitrindedirler. Bunları istediğiniz zaman avucunuza alabilir, istediğiniz biçimde bıçağınızı yüreğine saplayabilirsiniz.

Hem ne var, birçokları bu arka düşünceyi gözlemci olmadan taşıyorlar.

Bence, insanların bütün eksikliği gözlemciliğe el uzatmalarından geliyor. İnsanların hepsi gözlemci olduğu yada tütün depolarına bekçi yazıldıkları gün bu dünyanın yüzü renk değiştirecektir.

Durun, hemen de gülmeye kalkmayın, otuz yıl tütün depolarında gözlemde bulunmuş bir profesörün vereceği felsefe dersi ile kitaplar arasında bunalmış bir profesörün vereceği ders arasında büyük ayrılıklar vardır.

Gerçi, bir kitap kurdunun bildiği şeyleri kimselerin bilebilmesine olanak yoktur ama, üzerine tütün, deri yada buğday kokusu sinmiş bir kişinin söyleyeceği sözü de hiçbir bilge, hiçbir filozof söyleyemez.

 

Kimileri de bana acıyordu:

— Bir kıyıya çekilip insanların nasıl yürüdüklerini, nasıl yemek yediklerini, nasıl çocuklarını okula götürdüklerini, nasıl kendilerini sekiz katlı apartmanlardan aşağı attıklarını, nasıl otomobil satınaldıklarını seyredeceğine, atıl, çalış, kendini göster, zenginliklerini ortaya koy!

Ben, bu gibilerin sözlerine bana mısın demiyordum.

Benim gözlemciliğim çorap gibi istenildiği zaman çıkarılığ karyolanın altına fırlatılacak şeylerden değildi. İnsan, kolundan, bacağından nasıl geçemezse, ben de gözlemciliğimden silkinemiyordum.

Hem, “kendini göster” sözü de öyle sağlam temele oturtulmuş deyişlerden sayılamazdı. Tütün deposunda işler öylesine düzenlenmişti ki, ben, 5000 mumluk elektrik ampülü altında dursam bile kimseler beni göremezdi.

Doğrusu ya, ben, istiften aşağı yuvarlanmış bir tütün yaprağını alıp yerine koyar, vazistaslardan içeri giren havanın nemini ölçmek için elimin ve yüzümün derisini havayı dinlemeye bırakırken kendimi yeter derecede gösterdiğime inanıyordum.

Bunu, ensemi kaşır, cigara içer, dahası, bağışlayın ayakyoluna giderken bile belli ettiğimi sanırım.

Nedir, benim gözlemciliğime sinirlenen büyüklerim bende dişe gelir bir yön bulamıyorlardı da, pazara sürülecek hiçbir malı olmayan asansörcü İsmail’e zeki, çalışkan, anlayışlı, dünya güzelliklerine açık bir kişi gözüyle bakıyorlardı.

İsmail’in çalışkanlığına ben de kalıbımı basarım.

Bir asansörcünün çalışkan olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktur. Ama zeki, anlayışlı sözlerinin İsmail’le bir alış verişi olabileceğini düşünemiyordum.

Zaten, uzağa gitmeyin, şu dünyada kaç kişi belli bir zekâya ulaşmıştır? Kaç kişi anlayışlıdır? Kaç kişi dünya güzelliklerine açıktır?

İsmail’i kesseler, bir damla kanı akmazdı.

Bunu biliyordum.

Ama bunu, sadece ben biliyordum.

Ötekiler, tütün işçileri, memurlar, şefler, patron, patronun karısı, öyle ya patronun karısı, İsmail’in çalışkan bir dolap beygirinden başka bir şey olmadığı düşüncesini gülünç buluyorlardı.

Hoş, ilk zamanlar, bunu pek belli etmediler. Ama, sonradan, bir yaz günü, patronun karısı, kendi gibi yarı giyinik üç bayanla depoyu gezmeğe geldikleri vakit işler karıştı.

Patronun karısı önde yürüyor, yanındakilere çok şeyler bildiğini yada kocasının çok önemli bir işi olduğunu anlatmak için ellerini, kollarını sallayarak açıklamalarda bulunuyordu.

Kadınlar da ona gereğince saygı gösteriyormuş gibi davranıyorlar, süslü bayanlara özgü dinleme yöntemlerine uyarak, hareket etmekten kapanan göğüslerini, sık sık eski durumlarına getiriyorlardı.

Bütün bunlar iyiydi.

Patronun karısı konuklarıyla, benim çalıştığım depoyu gezip de öteki katlardaki depoları da görmek için asansöre yaklaştığı vakte kadar da bu kadınca düzen sürgit oldu.

Ama patronun karısı asansörün düğmesine basıp, gerekli zaman sonunda, asansörün gelmediğini görünce bana döndü:

— Bu asansöre de ne oldu, ışık yandığı halde gelmiyor?
— Öyle katırları asansörde çalıştırırlarsa böyle olur.

Amanın, ortalık o an bulandı.

Sağdan sola, önden arkaya doğru havayı boşlukta tutan binlerce, milyarlarca iplik de bir saniyede kopuverdi.

— O da ne demek?

Salâh Birsel, Dört Köşeli Üçgen, Ada Yayınları, 1980 [1961], 2. basım, s. 7-10.