Baudelaire, Eleştiri Ne İşe Yarar?

Eleştiri metinlerine geçmişten doğru bir ek.

Ne işe yarar? Eleştirmeni, daha ilk bölüme adım atmak istediği anda ensesinden yakalayıveren kocaman ve korkunç bir soru işareti. Sanatçının eleştiriye kin duymasının ilk gerekçesi, eleştirinin burjuvaya hiçbir şey öğretememesidir, çünkü burjuvanın ne resim yapmaya, ne de uyak koşmaya niyeti vardır; sanatçı eleştiriyi sanata da bir şey öğretememekle suçlar, çünkü eleştiri zaten sanatın bağrından çıkmıştır.

Oysa, zamanımızın birçok sanatçısı o zavallı ünlerini sırf eleştiriye borçludur! Belki eleştiriye yöneltilebilecek ilk hakiki suçlama da budur.

Gavarni’nin, (5) tuvalin üzerine iki büklüm eğilmiş çalışan bir ressamı tasvir eden eserini görmüşsünüzdür; arkasında çok ciddi, donuk, kazık gibi duran, beyaz kravatlı bir beyefendi, elinde son makalesini tutar. “Sanat soyluysa şayet, eleştiri kutsaldır.” “Kim demiş bunu?” Eleştirmenler!” Söz konusu sanatçıların baş tacı edilmesinin nedeni, eleştirmenin, o saymakla tükenmeyen diğer eleştirmen kitlesinden bir farkı olmamasıdır.

Eserlerin kendisinde görülen araçlara ve yöntemlere gelince, (*) izleyicilerin ya da sanatçıların bu konuda buradan öğrenecek hiçbir şeyleri yoktur. Bu işler atölyede öğrenilir, izleyici de sadece sonuçla ilgilenir.

En iyi eleştirinin hem eğlendirici, hem şiirsel olduğuna içtenlikle inanıyorum; her şeyi açıklama iddiasıyla nefretten de tutkudan da yoksun olan, her türlü duygudan bile isteye kendini arındıran o soğuk, cebir denklemlerini andıran eleştirinin yararına inanmıyorum – güzel bir tablo, bir sanatçının düşünüp tasarladığı doğa olduğu için, en iyi eleştirinin, akıllı ve duyarlı bir aklın tasarladığı bir tablo olabileceğini söylüyorum tekrar. Dolayısıyla bir tablo hakkındaki en iyi değerlendirme, bir sone veya bir eleji olabilir.

Ama bu tür eleştiri şiir derlemelerine ve şiir okurlarına yöneliktir. Gerçek anlamda eleştiriye gelince, umarım filozoflar ne söylemek istediğimi anlayacaklardır: Eleştiri, nesnesine doğru şekilde odaklanabilmek, yani bir varlık nedenine sahip olmak için, taraflı, tutkulu, siyasî olmalı, yani dışlayıcı bir bakış açısına sahip olmalıdır – tabii bunun, en geniş ufukların önünü açan bir bakış açısı olması kaydıyla. (6)

Kuşkusuz renk karşısında çizgiyi veya çizgi beğenisiyle renk beğenisini hangi oranlarda karıştırdığını, sonucunu bir tablo olarak veren bu alaşımı hangi gizemli yöntemlerle gerçekleştirdiğini bilemezsiniz. (7)

O halde iyi düşünülmüş bir bireyselcilik, daha geniş bir bakış açısı oluşturacaktır: Sanatçıdan naiflik, mesleğinin sağladığı tüm araçların yardımıyla ortaya konmuş içten bir mizaç ifadesi bekler bu bakış açısı. (**) Mizacı olmayan kişi, tablo yapmaya layık değildir ve -gerek taklitçilerden, gerekse eklektiklerden bıktığımız için- mizaç sahibi bir ressamın yanında işçi olarak çalışmalıdır. İleriki bölümlerden birinde bunu kanıtlayacağım.

Artık sağlam, doğadan çıkarsanmış ölçütlerle donanmış eleştirmen, ödevini tutkuyla yerine getirmelidir; çünkü eleştirmen olmak sizi insan olmaktan çıkarmaz ve tutku, benzer mizaca sahip olanları yakınlaştırıp aklı yeni yüksekliklere çıkarır.

Stendhal bir yerde şöyle demişti: “Resim sanatı, görünür kılınmış bir ahlâkî değerler sisteminden başka bir şey değildir!” (8) Bu “ahlâkî değerler” ifadesini az çok geniş anlamda yorumlasanız bile, tüm sanatlar hakkında aynı şey söylenebilir. Sanatlar, bireyin duyguları, tutkuları ve düşleriyle ifade edilmiş güzel olduğu, yani birlik içindeki çeşitlilik veya mutlağın çeşitli yüzleri olduğu için, eleştiri her zaman metafiziğin kıyısındadır.

Her çağ, her halk kendine özgü bir güzellik ve ahlâkî değer ifadesine sahip olduğu için, romantizm de güzelliğin en son ve en modern ifadesi olarak kabul edilirse, mantıklı ve tutkulu eleştirmenin gözünde büyük sanatçı, yukarıda öne sürdüğümüz naiflik şartı ile romantizmin en yüksek derecesini birleştirebilen kişidir.

(5) Paul Gavarni diye bilinen Sulpice-Guillame Chevalier (1804-1866), çok saygı gören bir ressam ve karikatüristti.
(*) Günümüz eleştirmenlerinin farklı iddialar taşıdığını biliyorum; onlar her zaman koloristlere deseni, desencilere de renkleri öğütlemeyi sürdürecektir. Bu çok mantıklı ve çok ince bir beğeni sorunudur!
(6) Baudelaire, kesinlikle tarafsız, hatta bilimsel olmayan, yani ifadesiz kalmayan, “öznel” bir eleştiri yanında saf tutuyor. Baudelaire’e göre, gerçek bir eleştiri tavırlıdır, tavrını belirleyen övme veya yerme isteğidir, kendi algılayışını dayatma isteğidir.
(7) Renk ve çizgi kavgası antik çağdan bugüne sanat meraklılarını bölmeye devam eden eski bir kavgadır. Baudelaire, sanatın özünün eserin büründüğü görünümde değil, eserin o görünüme bürünmesine yol açan şeyde yattığını göstererek, sorunu başka bir düzleme taşıyor.
(**) Bireyselcilik konusunda, bkz. Salon de 1845‘te William Haussoulier hakkındaki makale. Bu konuda bana yöneltilen tüm suçlamalara karşın, duygumda ısrar ediyorum – ama tabii önce makaleyi anlamak gerek.
(8) Bu cümle, Histoire de la peinture Italie‘nin CLVI. bölümünde yer almaktadır.

Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, çev. Ali Berktay, İletişim Yayınları, 2014 [1846, 1863], 8. basım, s. 93-5.

Lerner, Şiir Nefreti ve Sevgisinin Savunusu

Yer gibi okuduğum iki romanının ardından, Lerner’a henüz doyamadığımdan, her ne kadar şiirden ve şiire dair metinlerden pek bir şey anlamasam da bu denemesini de okumak istedim, nitekim benim içinde olduğum okur grubunu ilgilendiriyormuş kitap.

Lerner’ın autofiction romanları nasıl kendi geçmişine ve kişiliğine dönüşlüyse, bu deneme de sadece aşırı-öznel düşüncelerine dönmekle kalmıyor, çocukluk anılarına kadar inebiliyor. Gayet iyi yazılmış, toparlayıcı bir sonuç bölümü ve son derece kişisel bir kısım olduğundan aşağıdaki pasajı buraya taşıdım. Aynı zamanda, kitapta şiire ve şiire yaklaşımlara dair kurduğu hipotezi bu pasajda bir sinema filmi başlamadan önce duyduğu hislerle örneklendirmesi hoşuma gitti.

Lerner’ın ışıklar sönüp film başlarken hissettikleri bana çok yakın geldi. Sinemada izleyeceğim filmlere gitmeden filmin genel konusu ile ilgili hiçbir şey bilmek istemem. Bir heyecanı yok edecektir o bilgiler diye düşünürüm. Lerner bu çocuksu merakın ve beklentinin şairler, okurlar ve okumazlar açısından nasıl yaşandığını araştırıyor kitap boyunca. En kaba hâliyle, bir sanat eserine, bir şiire yaklaşırken “ideal” olan ile karşılaşmayı bekliyor olabiliriz. Sonunda başarısızlığa uğrayacağımızı bile bile, bir filme ya da şiire bir heyecan duygusuyla yaklaşıyoruz. Sonunda büyük ihtimalle beklentiyi karşılamayacak, belki bu tatminsizlik bir nefret uyandıracak fakat sadece bu heyecan için bile sinemaya gitmeye ya da şiir okumayı denemeye devam edebilir insan.

Lerner, Platon’un şiire dair yasaklayıcı sözlerini şiirin potansiyel gücüne, yoldan çıkarıcı olabilme ihtimaline yoruyor. Buradan doğru açıyor şiire dair ikircikli duygularını: şiiri sevmeyenleri, şiirden anlamayanları, şiire burun kıvıranları, kendi yazdığına inanmayan şairleri, daha büyük bir şiir ihtimalini betimleyen şiirleri, çok kötü yazılmış şiirleri, “şiirleriniz yayınlandı mı” diye merak eden ya da “şiir öldü” diye ilân eden bütün ötekileri, şiirin politikayla bağlarını araştıranları, şiirlerdeki hataları tespit eden eleştirmenleri, şiirin düzyazı içerisinde edindiği yerleri, “gelecekteki geçmişin hayaleti” olan Fütüristleri ve başka birçok konumu “şiir” kavramına dair kendince tespit ettiği kökensel hat üzerine yerleştiriyor:

Şiirle uğraşmak başından yetersizliği kabul etmektir. Öte yandan, şiirin gizil güçlerine dair bir inanç da söz konusudur. Yine de bu “fiili” şiirde bir türlü ortaya çıkmaz, zahiri olanda yerleşiktir. Bu sebeple, etraftaki herkesin şiirle ilişkisi gerilim yüklü olmaya, ne yazık ki / ne mutlu ki, yazgılıdır.

(Her ne kadar bu deneme biraz cesaretlendirmiş olsa da İngilizce şiirleri okumaktan hâlâ korkuyorum -Lerner’ın da anlayacağı gibi, hiçbir şey anlamamaktan ürküyorum çünkü, nefret duymasam da. O yüzden ne Atocha’dan Ayrılış’ta sürekli anılan John Ashbery’yi ne de bu kitapta anılan büyükler Whitman ya da Keats veya ilk kez bu kitapta duyduğum, sanırım bugünlerde ABD’de meşhur Rankine’i hiç okumadım. Nefret aşka dönüşebilir ama anlayış kıtlığı aşka dönüşür mü bilmiyorum.)

Aklıma bir de Gage Park’ta düzenlenen Doğaya Dönüş Günü Kampı’na katıldığım o yaz geliyor. Hava cehennem gibi sıcaktı ve sıcaktan sersemlemiş biçimde ortalıkta gezinen genç kamp rehberleri, kafamıza güneş geçmesi diye biz ufaklıkları beş gün arka arkaya Gage 4 Sineması’ndaki bir dolarlık gündüz seansına götürmüşlerdi. Maymunlar Cehennemi‘ni hatırlıyorum – yaşı küçük olan çocuklar dehşet içerisinde ağlayıp durmuşlardı. Salonun ışıkları karardığında -bunlar ailemle birlikte izliyor olmanın duygusal konforunu yaşamadan bir sinema salonunda izlediğim ilk filmlerdi- başka dünyaların mümkün olabileceğini hissediyordum; tüm duyularım bilenmiş ve keskinleşmiş gibiydi ve sanki beni saran karanlıkta ellerindeki kocaman kola bardaklarıyla oturan çocukların duyularıyla birleşip kaynaşıyor gibiydiler. Bu his, film başlayıp alternatif bir dünyanın görüntüsü ekranda gözlerimizin önüne serilir serilmez hızla azalmaya başlıyordu. Film bitip parlak günışığına tekrar geri salındığımızda sözünü ettiğim histen eser kalmazdı; fakat ışıklar her söndüğünde ve filmin ilk görüntüleri ekranı aydınlatmaya başladığında, şiirle bağdaştırdığım soyut bir gücün beni etkisi altına aldığını hissediyordum. Filmin kendisi değildi beni etkisi altına alan (film çok güzel olduğunda bile); salonun sağladığı küçük alandı bu. (Birkaç yaz önce, Santa Fe’deki muhteşem açık hava tiyatrosunda, fena halde vasat bir opera izledim ve içimdeki sıkışmışlık hissi bir trans haline dönüşmeye başladığında, sahneye oldukça uzak olan oturma yerimden, nasıl olduysa, orkestranın etrafında dolanıp duran bir ateşböceği gözüme ilişiverdi. Ateşböceği bir süre sonra sahneye doğru süzüldü ve nihayet perdenin ötesine geçip gözden kayboldu: Işığı bir orada New Mexico’da bir Sevilla’ya üç fersah uzaklıkta, bir orada gerçek zamanda bir sanatın sürekli şimdiki zamanında beliriyordu. O günden beri, fırsat buldukça açık hava tiyatrolarına giderim; sergilenen oyundan çok, mesela, Central Park üzerinde gezinen bir polis helikopterinin Arden Ormanı semalarına süzülüşünü izlemekle meşgul olurum -bir yandan da tarihsel şimdiki zamanda suçlunun kaçtığını düşünmek hoşuma gider.)

Hem sıradan bir deneyimdir bu hem de sıradanın ardındaki yapının deneyimlenmesi, gerçeğin içinden bakan ham bir kanvasın parçaları. Ve -neden söylemeyelim ki- düzüşmek ve kafayı bulmak da bunun bir parçasıydı, seksin ve kimyasal maddelerin algı parçacıklarını biçim deneyimine dönüştürebilmesi gibi. Bir insanın şarkı söyleyerek kekemeliğini düzeltebilmesi gibi.

Tahrif edilmeden somutlaştırılamayacak bir yetenek hakkında, ona uygun örnekler üretemeyecek bir dürtünün örneklerini çoğaltıp durmaya gerek yok. Bu satırları hem şiiri savunmak hem de onu suçlamamızı savunmak için yazdım, çünkü imkânsız olduğu için önemini kaybetmeyecek bir uğraşın mantığı budur. Şiirden nefret edenlerden -ve ben, keza, onlardan biriyim- tek istediğim küçümsemelerini kusursuzlaştırmak için çabalamaları, hatta işi şiirle ilgilenme noktasına kadar getirmeyi düşünmeleri; o noktada nefret yok olmayacak, aksine derinleşecek, ve yine o noktada, imkân ve mevcut yokluklar için (duyulmayan melodiler gibi) bir yer yaratarak, nefret aşka benzemeye başlayabilir.

Ben Lerner, Şiir Nefreti, çev. Hakan Toker, Everest Yayınları, 2018 [2016], s. 85-8.

Han, Adorno, Uykusuz Gece ve Zamanın Ufalanışı

Bu pasajı seviyorum, Minima Moralia’ya da gittim buradan, uykusuz gecelerde ânın deneyimi üzerine düşünerek vakit geçirilebilecek fikir kırıntıları ve bağlar içeriyor. Gözler faltaşı gibi açıldığında Cioran’a yürüyüp gelse insan, biraz yorulur ve tükenir, uykuya dalabilir. Hiç mümkün değilse uyumak, o kadar yönetilmemişse zaman, yine de çok tedirgin değilse zihin, belki bir gün Proust okumaya bile başlayabilir bazı gözler.

Vaadini yerine getirmiş zamanın karşıt imgesi içi boş bir süreme genişletilmiş, başı ve sonu olmayan bir zamandır. Boş sürem zamanın sürüklenmesinin karşısında değil, hemen yanı başındadır. Sessiz sedasız bir formdur ya da hızlandırılmış edimin olumsuz tarafıdır, yani içi boş bir edimin zaman formudur. Hem içi boş sürem hem de zamanın sürüklenmesi zamansızlaştırmanın (Entzeitlichung) sonuçlarıdır. Hızlandırılmış edimin huzursuzluğu uykuya kadar sızar. Geceleyin, uykusuzluğun süremi olarak devam ettirir kendini. “Uykusuz gece: İşte en kısa formülü, içi boş zamanın geçişini unutmaya çalışır ve tan ağartısını boşuna beklerken hiç sonu gelmeyecekmiş gibi uzayan azap dolu saatlerin. Ama uykusuz gecelerin asıl korkunç olanlarında, zaman sanki büzüşüp ufalmıştır ve avuçlarımızın arasından verimsizce kayıp gidiyordur. … Ama saatlerin bu büzüşmesinin açığa çıkardığı şey, vaadini yerine getirmiş zamanın tersidir. Eğer ikincisinde deneyimin gücü sürenin efsununu çözerek geçmişi ve geleceği şimdide topluyorsa, telaşlı uykusuz gecede katlanılmaz bir korku demektir süre.” (10) Adorno’nun “telaşlı uykusuz gece” ifadesi bir paradoks teşkil etmez çünkü telaş ve içi boş sürem aynı kaynaktan çıkar. Günün telaşı içi boş bir form olarak geceye hükmeder. Şimdi bütün dayanağından, dayanacağı her tür kuvvet çekiminden yoksun bırakılmış zaman ileri doğru atılır, durdurulamaz biçimde akıp gider. Zamanın bu şekilde sürüklenip gitmesi geceyi içi boş bir süreme dönüştürür. İçi boş zamanın geçişine maruz kalınca uyumak imkânsız olur.

İçi boş sürem eklemlenmemiş, yönetilmemiş zamandır. Ne anlamlı bir önceye ve sonraya ne de anılara ve beklentilere yer vardır bu zamanda. Zamanın sonsuzluğu karşısında, kısacık insan yaşamı bir hiçtir. Ölüm, yaşamı uygunsuz zamanda sonlandıran bir dış güçtür. İnsan hep vaktinden önce, hep uygunsuz bir zamanda ölür. Yaşamdan, insanın yaşam süresinden meydana çıkan bir bitim olsaydı bir güç teşkil etmezdi ölüm. İnsanın yaşamını sonuna kadar yaşamasını, tam zamanında ölmesini sağlayacak tek şey budur. Kötü sonsuzluğa karşı bir sürem, anlamlı, vaadini yerine getirmiş bir zaman üretecek tek şey, zamansal bitim formlarıdır. İyi bir uyku da nihayetinde bir bitim formudur.

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde‘si anlamlı bir şekilde şöyle başlar: Longtemps, je me suis couché de bonne heure / Uzun zaman, geceleri erken yattım. Almanca çeviride “bonne heure” neredeyse tamamen ortadan kalkar. Zaman ve mutluluktan çok daha kapsamlı bir sözcük söz konusudur oysa (bon-heur). İyi zaman anlamına gelen bonne heure, uyumanın mümkün olmadığı kötü sonsuzluğun, içi boş, yani kötü süremin tam zıddıdır. Zamandaki yırtılma, herhangi bir anımsamaya da geçit vermeyen zamanın radikal süreksizliği ıstırap veren bir uykusuzluğa yol açar. Romanın ilk pasajları ise mutlu eden bir süreklilik deneyimini tasvir eder. Hafıza ve algı imgelerinin huzur veren akıcı maddesi içinde uyuma, rüya görme ve uyanma arasında salınma, geçmişle şimdi arasında, katı bir düzenle gayriciddi bir karmaşıklık arasında serbestçe gidip gelme hali sahnelenir. Kahramanı içi boş bir süreme iten bir zaman yırtılması söz konusu değildir. Uyuyan kişi zamanla oynayan, onda gezinen, ona hükmeden biridir daha çok: “Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralanmasından oluşan bir halkayla çevrelenmiştir.” (11) Arada bir düzensizlikler ve irkilmeler de baş gösterir. Ama hiçbiri bir felakete yol açmaz: Her zaman “iyilik meleği kesin bilgi” yardıma koşar: “… gecenin ortasında uyandığım zaman, nerede olduğumu hatırlamadığım için, ilk anda kim olduğumu dahi bilmezdir, … ama sonra, hatıra denen şey … kendi başıma içinden çıkamayacağım bu boşluktan beni çekip almak üzere gökyüzünden uzatılmış bir yardım eli gibi bana geri dönerdi, uygarlığın asırlarını bir saniyede aşıverirdim, petrol lambalarının, ardından devrik yakalı gömleklerin hayal meyal görünen bulanık suretleri, benliğimin esas özelliklerini yavaş yavaş tekrar bir araya getirirdi.” (12) Uykusuzlukta, içi boş süremde musallat olan tipik sesler, dışarıdan gelen ilgisiz, adsız gürültüler ya da duvar saatinin yüksek tiktakları yerine, ahenkli bir ses çalınır kulağa. Gecenin karanlığı da bir kaleydeskop gibi renkli ve canlı görünür göze: “Tekrar uykuya dalardım, ara sıra, bir-iki saniyeliğine, doğramaların canlıymışçasına çıtırdamasını işitecek kadar, gözlerimi açıp karanlığın kaleydeskopuna bakacak kadar, gözlerimi açıp karanlığın kaleydeskopuna bakacak kadar, anlık bir bilinç ışıltısı sayesinde … uykunun tadına varmaya ancak yetecek kadar kısa sürelerle uyanırdım.” (13)


(10) Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis, 1998, s. 169-70.
(11) Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinde, 1. Cilt, Swann’ların Tarafı, çev. Roza Hakmen, İstanbul: YKY, 2010, s. 9.
(12) A.g.y., s. 9-10.
(13) A.g.y., s. 8.

Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi bir Deneme, çev. Şeyda Öztürk, Metis Yayınları, 2018 [2009], s. 17-9.

Emily Reynolds – Kendimi İmha Etmek İçin İçiyorum (Çeviri)

Gazetecilerin kendi hayatlarına dönüp baktıkları alkolizm denemeleri ilgimi çekiyor. Çeviriden anlamam, daha önce William Leith’in “İçkinin hayatımı teslim almasına nasıl izin verdim” yazısını çevirmeye çalıştım. Şimdi de meseleye daha olumlu bir yerden yaklaşan Emily Reynolds’un yazısını çevirmek istedim. Metinle yakınlaşayım diye… Aradaki perspektif farkı herhâlde Trainspotting ve Requiem for a Dream arasındakinden birazcık daha kısa ve çok daha sorunsuz. İki yazının yazarlarının ortak özelliği, gayet iyi işleyen alkolikler (high-functioning alcoholic) olmaları, özgeçmişleri epey parlak. 20’lerindeki Reynolds’ın bu metindeki düşünceleri yıllar içinde değişmeye teşne olabilir çünkü alkolizme giden yol ile ilgili üç ana kaynak olarak andığı biyoloji (genetik), toplumsallık ve psikoloji alkolizme giriş ve çıkış için önemli bir diğer bileşeni içermiyor: fizyoloji. Elbet yıllar sonra yeni bir metin yazdığında, o, başka birinin yazdığı başka bir metin ve hayat anlatısı olacak. Belki de sabit kalır bir Demirkubuz karakteri gibi. Neyse, hamiş vakti: bu yazıyı çevirmeye çalıştığım birkaç gün içinde bir yandan da Sharp Objects izliyor olmak beni yine kör kuyulara sürükledi, sürüklüyor.


Kendimi İmha Etmek İçin İçiyorum

Bırakmak çok kolay, yine de imkânsız gibi geliyor

Emily Reynolds, 27 Ağustos 2018, Medium

(Metnin aslı)

İlk defa sarhoş olduğumda -gerçekten sarhoş- 14 yaşındaydım. Mevsimlerden yazdı, tek başımaydım; annem hemşireydi ve günde 16 saat çalışıyordu, beni yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir evde yalnız başıma bırakıyordu. Herhalde başka bir genç bu kazara özgürlük içinde alem yapmaya başlardı. Ben, basitçe hiçbir arkadaşı olmayan ben, başımı belaya sokmadım -en azından o zamanlarda aşikar olacak bir belaya.

Rutinim basitti. Sabah 9’da kalkar ve bilgisayarı açar, karanlık ve soluk çalışma odasında, gece yatma vakti gelene kadar yabancılarla konuşurdum. Bir gün içki içmeye karar verdim.

Ailemin alkol dolabını açmaya beni itenin ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Bildiğim tek şey bunu bir zorunluluk gibi hissettiğim; içmek hoşuma gitmedi, daha ziyade bir mecburiyet ya da garip bir sorumluluk hissettim. Öylesine bir yudum almadım, uçarı bir şekilde keyiflenmedim, bu eylem bana bir kuralı yıkmanın yasadışılığının heyecanını da vermedi. Yavaşça ve angarya bir işmişçesine neşesizce lıkırdatarak içtim, ta ki birkaç saat sonra annemin oturma odasının pencere camına ısrarla vurmasıyla uyanmama dek. Ben sızmışım, o da anahtarlarını unutmuş. Beni yatırdı, bir daha bunun hakkında konuşmadık.

Hâlâ hayatında ilk kez partilerde sarhoş olmuş arkadaşlarımı kıskanırım, büyük kardeşlerinden şeftali schnapps şişeleri ya da köpek öldüren şarap çalmış, rutubetli çimenlerin üzerinde kendilerinden geçmişlerdir; aşırı eğlenmekten dolayı hastalanan bu kişileri çok kıskanırım. O zamanlar, içki içmek benim için bir eğlence olmadı -zevk ve keyif de yoktu. O günlerde farkına varmadığım -hem içme arzum hem de bu konuda nasıl davrandığım ile ilgili olan o- şey, hayatımın büyük bölümüne hükmeden ve bağımlılık hakkında çok şey anlatan, kayıtsızlığa dair sonu gelmeyen bir arayıştı.

Benim için hiçbir yere varmamanın en hızlı yolu

Eğlenmek istemediğim için, başka hiçbir şey hissetmek de istemiyordum. İstediğim, olduğum her şeyden tamamen sıyrılmaktı: imha olmak ve tekrardan inşa etmek. Bireyliğimin en temel hâline indirgenmek, mutlak boşluk olmak istiyordum. Bedenimden bir şekilde ayrışmak, mümkünse var olduğumu unutmak istiyordum.

O noktaya acıyla da geldim, tıbbi malzeme kutusundan çaldığım neşterle tenimden şeritler keserken; sonraları uyuşturucu ve seks ile, ve kendimi aç bırakarak. Ama içmek daha hızlıydı -ve hâlâ, bugün de, benim için hiçbir yere varmamanın en hızlı yolu.

. . .

Garip bir şekilde, bana alkol ile ilgili çok fazla şey hatırlattığı için bir mouse pad aldım. Bir Louis Wain baskısı —bir masanın etrafında duran beş kedi, küçük kapları içmek için dolduruyorlar. Kedilerin bazıları oldukça sevimli, yüzlerine düzmece bir sırıtma iliştirilmiş. Ama iki tanesi manyakça duruyor, süte bakarken tamamen kafayı yemiş gibi.

Eğer bunlar romantik şeyler gibi geliyorsa, sebebi öyle hissetmemdir —gerçekten bunaltıcı bir takıntı. Yedi ay ayık kaldıktan sonraki ilk içkim, aşık olmak gibiydi. Bir arkadaşımla akşam yemeğine çıkıp birer bardak şarap içmeye karar verdik —sadece bir bardak. Bir şişe aldık, sonrasında kendi payımın sonuna geldim, bir çocuğun gazoz içişi gibi kana kana içtim. Başım döndü, hakikaten yükselmiş hissettim —sanki ilk buluşmadaymışım gibi. İçkimi bitirdim. Restoranı terk ettiğimizde, bir an duraksadım ve onun bardağının dibindeki tortuyu da içtim. İğrençti. Erotikti. O an, hayatımda o güne kadar yaptığım her şeyden daha mantıklı geldi.

Heyecanın bir kısmı da risk, elbette, başınıza gelenlerini umursamamak —hasta olmak, canın yanması, hatta ölmek. Tekrar içmeye başlamamdan aylar önce, yiyeceğimiz yemeğin kuliner değerine ikna olmayan bir adamla steak tartare yerken, şeylerin birincil olarak keyif vericiliklerinden değil aynı zamanda risklerinden de keyif aldığımı fark ettim. Ağzımdaki çiğ etin tadını ne kadar seviyordum, ya çiğ yumurtanın? Bana ne kadar lezzetli geliyordu, gerçekten? Peki ya bu zevkin ne kadarı yediğim şeyin beni hasta edebileceği fikriyle ilgiliydi —basit, alelade bir şekilde hasta edebileceği? Belki de bu gibi riskleri alan bir insan olduğum fikrini sevdim.

Bu aynı zamanda da eğlenceli! Sıkça kayıtsızlık hissine düşüyorum, evet, ama bu bir öte yandan da neşenin olmadığı anlamına gelmiyor: Asla iki üç içkiden sonra, sokakta bir partiye, buluşmaya ya da bir pub’a giderken, umut ve imkânlarla dolu o geceyi, özellikle, daha fazla alkolü düşünürken içinde olduğum ruh hâlinden daha iyi hissetmedim. Simya tuttuğunda — hâlâ kontrol elindeyken, daha çok içkinin geleceğini ve seni hiçbir şey ya da hiçbir kimsenin durduramayacağını bilirken— gerçekten büyülü bir durum oluyor. İçmek seni yaşamın vahşi kalbinin içine yerleştiriyor: Yozlaşmış, duyumsal ve özgür hissediyorsun, tüm sinirlerin zaptedilemez bir feral enerjiyle doluyor.

Yine de çaresiz, huzursuz bir heyecan, sabah işe gideceğini hatırladığın bir partide olmak gibi, yarım saat içinde terk etmen gereken bir otel odasında sevişmek gibi, yazın bütün o güneşi altında güneş kremsiz yatmak gibi, yanacağını bilmek fakat ânı da korumaya çalışmak istemek, teninin sıcaklığının tadını çıkarmak. Bir şeyden çıkabilecek şeyi sonuna kadar çekmek için yapılan doyumsuz bir baskı —teninin tamamına sokulan o somut, yükselen delilik.

İçki içtiğin için uğultuyu da, harareti ve heyecanı da hissediyorsun, o tanıdık parıltı boğazında başlıyor ve yavaşça bütün bedenine yayılıyor. Yüzün kızarıyor; kalçaların ateş saçıyor, omzundaki altın rengi saçların güneşte parlıyor. O ânın sonsuza dek süremeyeceğini biliyorsun —sonsuza dek sarhoş kalamazsın, hayatını bu şekilde yaşayamazsın — ama aynı zamanda duramazsın da, bunu elinden bırakamazsın. Bir battaniye gibi ona sarılırsın, seni terk etmeye, gitmeye çalışan bir sevgilinin bacağı gibi.

. . .

Alkol sana ne yapıyor, tam olarak? Şişiriyor ve lekeler bırakıyor, tenini kuru, kızarık ve kabarık hâle getiriyor. Organlarına zarar veriyor, birden ve rastgele bir biçimde, sebepsiz ve habersiz yere bedenine sancılar saplıyor. Tüm sabahları imkânsız kılıyor, daimi bir akşamdan kalmalık hâli, kalınan bir akşamı ortadan kaldırıyor, artık uyandığında hep sanki birkaç araba çarpmış gibi hissetmeye uyum sağlıyorsun. Sabahları yemek yemek için fazla hasta hissediyor, o yüzden akşamları saçma derecede fazla tıkınıyorsun.

Alkol aynı zamanda arkadaşlıklarına da zarar veriyor, insanların senden bıkmasına sebep oluyor. Kötü kararlar vermene ve aslında unutmaman gereken şeyleri unutmana yardımcı oluyor. Seksi mahvediyor: seni pasaklı ve çekici olmayan bir hâle getiriyor, ya da basitçe, sızmana sebep oluyor. Alman gereken ilaçları almıyorsun. Mesajlara cevap vermeyi unutuyorsun, ya da daha kötüsü, kin dolu, fazla içten veya ayık olduğunda hissediyor olsan bile o anda yanlış ifade ettiğin ya da dönüşü olmayan bir tutkuyla yazdığın mesajlar gönderiyorsun. Kimliğin olmadan sana hizmet vermeyeceğini söyleyen market görevlisine çıkışıyorsun, sokakta sevdiğin insanlara bağırıyorsun ve sonunda neden sinirli olduğuna dair hiçbir hatırân olmadan uyanıyorsun. Arkadaşın o gün eve erken dönmek istediğinde ya da daha fazla içmek istemediğinde tedirgin oluyorsun. Eğer içkin biterse ve daha fazla alman mümkün değilse, panikliyorsun, hakiki bir varoluşsal korku boğazının etrafını sarıyor. Seni tehlikeye sokuyor ve birinin yardımlarına karşı çok acımasız ve dobra kılıyor.

Henüz bilmediğim şey, içmenin beni öldürüp öldürmeyeceği

Aynı zamanda seni çok temelden değiştiriyor. Bazı çalışmalar alkolizmin, tıpkı travma gibi, nöral yollarını baştan sona değiştirdiğini iddia ediyor: Alkol beynini yeniden yapılandırıyor, nöronlarında seni içmeye devam etmek zorunda hissettiren örüntüler kuruyor.

Bağımlılık, çoğumuz için, kendimizi dönüştürme arzusuyla başlıyor: kendimizi yeni bir şey ya da yeni birisi olarak biçimlendirme ve kaçınılmaz olmadığını umduğumuz o diğer kısımları reddetme. Ve bunu başarıyor: Kemiklerini, kanını, beynini değiştiriyor. Umduğun dönüşüm bu değil, ama yine de oluveriyor.

. . .

Ben şanslıyım. 26 yaşındayım, yani genç yaştayım. Sıkı çalışıyor, iyi iş görüyorum. İçki yüzünden işe gidemediğim ya da çalışırken sarhoş olduğum bir durum hiç olmadı. Asla bir teslim tarihini kaçırmadım, en dibe vurduğum anlarda bile. Bir ultrasonda karaciğerimin zarar gördüğü ortaya çıktığında, çok geç kalmadığımı, eğer istersem bunu düzeltebileceğimi söylediler. Ben de, hayati bir şekilde, yardım almaya dair yetenekliyim: İyileşmenin ne demek olduğunu ve oraya varabilmek için neler yapmam gerektiğini anlıyorum. Bunu daha önce de yaptım, şu anda da yapmaya devam ediyorum.

Henüz bilmediğim şey, içmenin beni öldürüp öldürmeyeceği. Beni baştan çıkartan bu: İyileşmek hem çok kolay hem de imkânsız. Sonuçta, içki içmemekten daha kolay ne olabilir? Eve giderken iki şişe şarap almayı bırakmaktan? Arkadaşlarınızla aynı hızda içmekten, dört durak gittiğiniz bir yolculukta yanınıza matara almamaktan, buzdolabına şarap almak için her gittiğinizde bardağınızı ağzının son noktasına kadar doldurmamaktan?

İçmek sizi bencil, sevgisiz ve kaba yapabilir, önceliklerinizi sizi tanınmayacak hâle getirecek kadar yer değiştirebilir, sizi alçak, vurdumduymaz, zalim, düşüncesiz ve zor bir insan yapabilir. Çoğu zaman da bu bir seçimmiş gibi gelir: o şeyler olmayı, yaptıklarınızı, gerçekten söylememeniz gereken o şeyleri söylemeyi siz seçmişsiniz gibi hissedersiniz.

Yine de durmazsınız. Şaraplarla dolu reyondan sepetiniz boş geçemezsiniz. Birisi tek değil de duble ister misiniz dediğinde, “yok, teşekkür ederim” demezsiniz. Arkadaşınız tuvaletteyken barda bir shot daha atarsınız. Biriyle beraber yemek pişirirken o kişi arkasını döndüğünde şişeden bir yudum alırsınız. Marketten ekşimiş, alkol kokan nefesinizi saklamak için sakız alma amacıyla yolunuzu uzatırsınız. Bağımlılık bazen pasif hissettirir, sanki sizin başınıza gelmiş bir şey gibi. Ama bazen de aktiftir. Bazen kurban değil de fail sizsinizdir. Bazen, zararı yaratan bizzat sizsinizdir.

Korkunç olan şeyse, tedavinin mümkün olmasıdır, erişilebileceğini bilirsiniz. Onu gördünüz! Ona dokundunuz! Bizzat deneyimlediniz. Buluşmalara gidersiniz, doktorunuzu görürsünüz, terapistinize nasıl hissettiğinizi anlatırsınız. Aşık olduğunuz kişilerin nasıl ayık olmayı başardığını ve bunu devam ettirdiğini; arkadaşlarınızın, zorlu adımlarla, nasıl daha iyiye doğru gittiklerini izlersiniz. Belki siz de iyileşirsiniz; bir haftalığına, birkaç aylığına, bir yıllığına. Belki onun bıraktığı boşluk yavaş yavaş başka, daha iyi şeylerle dolar. Belki de neden tekrar içmeye başlamak istediğinizi ifade edemezsiniz, kendinizden hâlâ neden bu kadar uzakta olduğunuzu anlayamazsınız.

Bunu çözmeye çalışabilirsiniz, bunu yapan ilk kişi de olmazsınız. Bağımlıların doğuştan mı yoksa sonradan mı böyle oldukları epey tartışılmıştır, hem bağımlıların kendileri tarafından, hem onlar üzerine çalışanlar hem de onları sevenler tarafından. Bazı çalışmalar alkolizmin belirli genlerle ilişkili olduğunu iddia eder, biz de alkol problemi olan bir ebeveyn veya kardeş sahibi olmanın aynısını yapma ihtimâlini artırdığını biliriz. Travma — tecavüz, şiddet, çocuk istismârı — da çeşitli madde bağımlılıklarına eğiliminiz üzerinde etkilidir. Biyolojik, toplumsal ve psikolojik etkilerin sert bir karışımının alkolizme katkısı olduğu söylenebilir.

Bunları nasıl yorumlamalı? Hangi anların bir anlamının olduğu, hangilerinin olmadığını, süregiden akıl sağlığımda yer eden kayar kapıları nasıl çözebilirim? Travma yaşadığımı biliyorum; ailemde bağımlılığa meyil olduğunu biliyorum; büyük annem, babamın annesi, alkolik ve uyuşturucu/ilaç bağımlısıydı. Bir keresinde eve arkadaşlarıyla geldiğinde, babam onu koridorda sızmış hâlde bulmuş. Bu olaydan sonra, onun evde sarhoş mu ayık mı olduğunu bilemediğinden, eve insanları davet etmeyi bıraktı.

Babamın kardeşini, halamı aramalıyım, bunun hakkında konuşmak, bununla ilgili bir hikâye üretmeme yardım etmesi, bu sayede de kendimin neden bu şekilde olduğumu açıklayabilmemi sağlamak için. Hikâyeyi ete kemiğe büründürmem anlamına gelir bu, bu hikâyeyi kendime ve diğer herkese anlatmak için heybemde taşıyabilirim. Olup biteni anlamlandırmama yardımcı olur.

Yine de bunu yapmaya kendimi iknâ edemiyorum. Bunu yapmak bir nevi kaçınılmazlık hissini davet edecektir, ve bunun kaçınılmaz olduğunu hissetmek kendimi buna tamamen teslim etmem anlamına, bir çeşit ölüm anlamına gelecektir. Bu da tabiatı gereği kaotik olan bir şeye düzen dayatmak gibi olur. Düzleştirici bir etkisi olur, hayatın kendisini başı, ortası ve sonu olan bir hikâyeye, bir anlatı arkına çevirmek anlamına gelir. Birinci sahne: kuruluş. İkinci sahne: yüzleşme. Üçüncü sahne: çözülüş. Karman çorman bir şeyi düzenli hâle getirmek çekici bir beklenti ama çözülüş gerçek hayatta nadiren filmlerde olduğu gibi gerçekleşiyor.

Keza, neden içtiğim sorusuna yanıt aramanın bir anlamının olmadığını da fark ediyorum. Aynı şekilde, kendinize neden neşeli olduğunuzu, neden içten olduğunuzu ya da neden matematikte iyi olduğunuzu sorabilirsiniz. Kim bilir neden neşelisiniz, öte yandan, işi özünde, kimin umrunda ki? Öylesiniz işte. Ben neşeliyim, içtenim ve akıllıyım. Aynı zamanda, ne sebeptense, alkoliğim.


Agamben, Utanç Fikri

I.

Antik dünyanın insanı, ne sefalet duygusunu bilir ne de son kertede insanın talihsizliğinden tüm azameti söküp alan şansı. Elbette neşe, ϋβριζ gibi, her an tersine dönüp en acı yanılsama haline gelebilir; işte tam o anda trajik araya girer ve sefalet ihtimalini bertaraf etmek için kahramanca müdahale eder. Antik insanın kader karşısında yaşadığı başarısızlık trajik boyutlardadır; mutsuzluğu da mutluluğu gibi büyüktür. Trajik, komedide saçma yüzünü gösterir; gene de, tanrıların ve kahramanların terk ettiği bu dünya sefilliğin değil, zarafetin dünyasıdır: “İnsan nasıl bir zarafete sahip olur.” der Menander’in karakterlerinden biri, “gerçekten insan olduğunda”.

Antiklerin dünyasında, Stavrogin’in inancını felç eden utanca ya da Kafka’nın saraylarının ve şatolarının efsanevi hafifmeşrepliği ya da pisliğine zorlanmadan benzeteceğimiz bir duygunun ilk ve tek izi komedide değil, felsefede bulunur. (Antik dünyada pislik asla efsanevi olamaz: Cesur Herakles doğanın güçlerine boyun eğdirerek Augias’ın ahırlarını temizler. Ancak bizler pisliğimizin, mitolojik bir tortunun her daim yapışık kaldığı diplerine hiçbir zaman varamayız.) Bu durum şaşırtıcı bir biçimde, genç Sokrates’in Eleacı filozofa teorisini açıkladığı o Parmenides pasajında çıkar karşımıza. Parmenides’in “kıl, pislik, çamur ya da doğanın en değersiz şeylerinden meydana gelmiş” düşüncelerin var olup olmadığı yönündeki sorusuyla karşılaşan Sokrates, öylece kalakaldığını itiraf eder: “tüm evreni kapsayacak kadar genişletilebilecek bu düşünce canımı sıkmıştı. Ama onu kavrar kavramaz, aptallık kuyusuna düşüp kendimi kaybetme korkusuyla bu düşünceden kurtuldum.” Ama bu sadece bir an sürer. “Çünkü daha çok gençsin,” diye cevap verir Parmenides, “felsefe daha seni avucuna almadı, ama tahminim o ki bir gün alacak ve o gün geldiğinde bu türden şeyler karşısında titremeyeceksin.”

Düşüncenin nazarında, sefaletin yarattığı baş dönmesini bir anlığına da olsa açığa çıkarma uğraşının metafizik (ve son kertede teknolojik) bir sorun olarak ele alınması önemlidir. Tanrının kendisi -Demiurgos’un duyuların dünyasını yaratırken örnek aldığı model, ideaların hiper-uranian dünyası (hakikat alanı)- bugün bize son derece tanıdık gelen bu tiksindirici onayı verir; paganlarsa bunun karşısında bakışlarını ondan sakınır, antik dünya insanın dindarlığını gösteren o αίδώζ’yı hissederlerdi. Tanrının yaptıklarını meşrulaştırmaya ihtiyacı yoktur: Devlet‘te θεόζ άυαίποζ bakire Lakhesis’in hükmünü haykırır.

Diğer yandan modern insan teodiseye (*) ihtiyaç duyar, ki bu da en sefilinden bir başarısızlığa işaret eder. Tanrı kendi kendini suçlar ve kendi teolojik pisliği içinde yuvarlanır; huzursuzluğumuza gizlenemez niteliğini veren tam da budur. Aklımızın üzerinde salındığı dipsiz kuyu, zorunluluğun değil, arıziliğin ve kötülüğün sıradanlığının kuyusudur. İnsan bir tesadüften ötürü suçlu ya da masum olamaz; sokakta muz kabuğuna basıp kaydığınız zamanlardaki gibi, sadece utanç duyar. Bizim Tanrımız mahcup bir Tanrıdır. Ama nasıl her titreyiş tiksinmenin nesnesiyle girilen gizli dayanışmayı ifşa ediyorsa, utanç da duyulmamış-olanın işaretidir, insanın kendisine korkutucu bir biçimde yakın olduğunu gösterir. Sefalet duygusu, kendisiyle baş başa kalan insanın son utancıdır; tıpkı tesadüfün, insanlığın kaderini etkileyen biricik insani gayelerin artan ağırlığını gizleyen maske olması gibi.

II.

Kafka’nın eserlerinde, yalnızca suçlu bir insanın yabancı ve uzak bir Tanrı’nın gücü karşısında çektiği ıstırabın hülasasını gören bir okuma, son derece zayıf bir okumadır. Aksine, burada asıl kurtarılması gereken Tanrı’dır; Kafka’nın eserleri için hayal edebileceğimiz yegane mutlu son, tozlu koridorlarda bir araya toplanmış ya da insanın üzerine üzerine gelen alçak tavanların altında iki büklüm olmuş Klamm’ın, Kont’un ve isimsiz yargıçlardan, avukatlardan, gardiyanlardan oluşan teolojik topluluğun üyelerinin kurtulmasıdır.

Kafka’nın dehası, Tanrı’yı dolaba kapatmış, mutfağı ve tavan arasını mükemmelleşmiş teolojik mekânlar haline getirmiş olmasından gelir. Nadiren karakterlerinin hareketlerinde beliren büyüklüğüyse, sadece utanca yoğunlaşabilmek için, bir noktadan sonra teodiseden, suç ve masumiyet meselesinden vazgeçmiş olmasından gelir.

Kafka’nın karşısında duran şey, dünyanın dört bir yanındaki orta sınıftı; utanç -en mahrem anlamıyla benliğin saf ve boş biçimi- haricinde tüm deneyimlerine el konmuş orta sınıf. Böyle insanlar için mümkün olan yegâne masumiyet türü, tedirginlikten uzak bir utanç duygusudur. Αίδώζ antikler için utanç verici bir duygu değildi; aksine, bu insanlar utançla karşılaştıklarında, Hekabe’nin çıplak göğsü karşısında dikilen Hektor gibi, cesaretlerini ve inançlarını geri kazanırlardı. Kafka insanlara ellerinde kalan tek iyiliği kullanmayı öğretir: İnsanın kendini utançtan kurtarması değil, utancı kurtarması. Joseph K.’nın tüm duruşma boyunca yapmaya çalıştığı şey tam da budur; en sonda ısrarla celladın bıçağına uzanması da masumiyetini değil utancını kurtarmak içindir: “Ona göre,” diye yazar tam ölüm anında, “utancı onu yaşatacak.”

Sadece bu vazifeyle, insanlığın en azından utancını muhafaza ederek, Kafka antik mutluluğa benzer bir şeyi yeniden bulmuş oldu.

(*) Şeytanın ya da kötülüğün varlığını hesaba katarak Tanrının varlığını mantıklı ve anlamlı kılma uğraşı. –ç.n.

Giorgio Agamben, Nesir Fikri, çev. Fırat Genç, Metis Yayınları, 2009 [1985], s. 83-6.