Baudelaire, Kalabalığa Karışmak Üzerine

“Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir; bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak; beşiğinde bir periden kılık değiştirme ve maske zevkini, ev kinini ve yolculuk tutkusunu almış kişi, yalnız o kişi, insan türünün sırtından bir canlılık sarhoşluğuna dönüştürür bunu.

Kalabalık, yalnızlık: etkin ve verimli ozanın birbirileriyle kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığını kalabalıkla doldurmasını bilmeyen kişi telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilmez.

Ozan şu benzersiz ayrıcalığın, gönlü istedi mi kendi kendisini, istemedi mi başkası olabilmenin tadını çıkarır. Diledi mi herkesin kişiliğine bürünür, kendilerine bir beden arayan, başıboş ruhlar gibi. Yalnız ona açıktır her şey; kimi yerlerin ona kapalı gibi görünmesiyse, onun için girmek çabasına değmediklerindendir.

Yalnız ve düşünceli gezgin bu evrensel kaynaşmada eşsiz bir sarhoşluğa erer. Kalabalıkla kolayca kaynaşan kişi ateşli hazlar tadar, kutu gibi kapalı bencil ile istiridyeler gibi evine çekilmiş tembel bu hazlardan yoksun kalacaktır. Yalnız ve düşünceli gezgin karşısına çıkan tüm uğraşları, tüm sevinçleri, tüm yoksunlukları kendininmiş gibi benimser.

Bu anlatılmaz şölenle karşılaştırılınca, ortaya çıkan beklenmedik olaya, geçen yabancıya kendini tümüyle, tüm şiiri, tüm yardımseverliğiyle veren ruhun bu kutsal orospuluğuyla karşılaştırılınca, insanların aşk dedikleri şey çok küçük, çok sınırlı, çok zayıf kalır.

Bu dünyanın mutlularına bazı bazı kendi mutluluklarından daha üstün, daha geniş, daha derin mutluluklar bulunduğunu anımsatmakta yarar vardır, yalnızca budala gururlarını sarsmak için bile olsa. Sömürge kurucuları, halk önderleri, dünyanın ta öbür ucuna göç etmiş misyoner papazlar bu gizemli sarhoşluğu biraz bilirler kuşkusuz; dehalarının sağladığı geniş ailenin kucağında, çok sallantılı yazgıları, çok arı yaşamlarından dolayı kendilerine acıyanlara da gülerler herhalde.”

Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, çev. Tahsin Yücel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2013 [1869], 6. basım, s.22-3.

Benjamin, Evden Kaç(-ama)mak Üzerine

“Tıpkı barfiksde büyük dönüşü yapmaya çalışan jimnastikçi gibi her çocuk, er ya da geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen talih çarkını kendisi için çevirir. Çünkü yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Dolayısıyla hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.”

Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Gürbilek, 2014, Metis Yayınları, 7. basım, s. 52-3.

Bernhard, Ölümsüzlük Üzerine

“Stefan Kilisesi’nde ölüm yere düşünceye kadar oturma isteği duymuştum, dedi. Ama başaramadım, bu isteğe karşı duyduğum derin yoğunluğa rağmen. Bunun daha da ötesine geçecek yoğunluğa olanağım olmadı, dedi, zaten isteklerimiz de ancak en yüksek yoğunlukla dilersek yerine gelir. Çocukluğundan beri ölme isteği duymuş, hani denir ya, kendini öldürme isteği, ama hiçbir zaman bu konuda en yüksek yoğunluğu gösterememiş. Daha başlangıçtan beri, aslında her şeyiyle ona iğrenç gelen bir dünyanın içine doğmuş olmakla başa çıkamamış. Büyümüş ve bu ölme isteğinin birden yok olacağına inanmış, ama en yüksek yoğunluğa gene de ulaşamamış, dedi. Sürekli merakım intiharımı engelliyordu, dedi, diye düşündüm. Babamızı bizi döllediği için, anamızı bizi doğurduğu için, kız kardeşimizi de sürekli olarak mutsuzluğumuzun tanığı olduğu için affetmeyiz. Var olmak umutsuzluğa düşmekten başka bir değildir ki, dedi. Uyandığımda iğrenerek düşünüyorum kendimi ve başıma geleceklerin hepsi tüylerimi diken diken ediyor. Yattığımda ölmekten, bir daha uyanmamaktan başka bir isteğim olmuyor, ama sonra gene uyanıyorum ve bu korkunç süreç yineleniyor, yineleniyor sonuçta elli yıl boyunca, dedi. Elli yıl boyunca ölmekten başka bir şey düşünmediğimizi düşünerek gene de yaşıyor olmamız ve bunu tamamen tutarsız olduğumuz için değiştiremememiz, dedi. Çünkü biz kendimiziz acınacak olan, alçağın ta kendisiyiz. Müzik yeteneği yok! diye bağırdı, var olma yeteneği yok! O kadar kendimizi beğenmişiz ki, müzik eğitimiyle olacak bu iş sanıyoruz, oysa yaşama yeteneğimiz bile yok, var olmayı bile beceremiyoruz, çünkü var olmuyoruz bile, var olunuyoruz! diye söylendi bir keresinde Wahringer Caddesi’nde halimiz kalmayıncaya kadar dört buçuk saat Brigittenau’da dolaşmamızdan sonra. Eskiden gece yarılarını Koralle‘de geçirirdik, dedi, artık Kolosseum‘a bile gitmiyoruz! dedi, her şey nasıl da tamamen uygunsuzluğa doğru değişti. Bir dostumuz olduğunu sanıyoruz, ama zamanla dostumuz olmadığını görüyoruz, çünkü kesinlikle hiç kimsemiz yok, gerçek bu, dedi.”

Thomas Bernhard, Bitik Adam, çev. Sezer Duru, Yapı Kredi Yayınları, 2016 [1983], 6. basım, s. 36-7.

Houellebecq, Fedakarlık Üzerine

“Bu kadın yedi yaşından başlayarak çiftlik işlerinde, yarı ilkel alkolikler arasında korkunç bir çocukluk geçirmişti. Erişkinlik dönemi, bir anısı olamayacak kadar kısa sürmüştü. Kocasının ölümünden sonra hem dört çocuğunu yetiştirmiş hem de fabrikada çalışmıştı. Kış ortasında, ailenin temizliği için avludan su taşımıştı. Altmışından sonra, henüz emekli olduğunda, yeniden küçük bir çocukla oğlunun oğluyla uğraşmayı kabul etmişti. O çocuğun da hiçbir eksiği olmamıştı; ne temiz giysiler ne pazar öğlenleri güzel yemekler ne de sevgi eksikti. yaşamı boyunca tüm bunları yapmıştı bu kadın. İnsanlık tarihinin -az bile olsa- tümü kapsayan bir araştırması, bu tür olayları göz önünde tutmak zorundadır. Tarihsel olarak bu tür insanlar yaşamıştır. Tüm yaşamları boyunca, yalnızca özveri ve sevgiyle çalışan, zor koşullarda çalışan, yaşamlarını bir özveri ve sevgi anlayışı içinde, gerçek anlamda başkalarına adayan, hiçbir zaman kendilerini feda ediyormuş duygusuna kapılmayan, başkalarına yaşamlarını adamaktan başka bir yaşama biçimi düşünmeyen insanlar. Uygulamada bu tür insanlar genellikle kadınlardı.”

Michel Houellebecq, Temel Parçacıklar, çev. Osman Senemoğlu, Can Yayınları, 2013 [1998], s. 90.

Zerzan, Sol Eleştirisi

“Sol, birey ve doğa açısından çok büyük ölçüde iflas etti. Sol ile yeni anarşi hareketi arasındaki mesafe, bu arada giderek genişliyor. Örneğin Pierre Bourdieu ve Richard Rorty saçma sapan şekilde, entelektüeller ile sendikalar arasında yeni bir ilişkinin özlemini çekiyorlar, sanki bu gerçekleşmesi olanaksız fikir her nasılsa temel düzeyde değişiklik yaratacakmış gibi. Jurgen Habermas’ın kaleme aldığı Between Facts and Norms (Olgular ile Normlar Arasında), mevcut ilişkilere yönelik bir özür dilemedir ve modern yaşamın gerçek sömürgeleştirilmesine kördür; önceki yapıtlarına nazaran çok daha eleştiriden yoksun ve olumlayıcıdır. Hardt ve Negri, ilgili tercihe daha doğrudan değiniyorlar: Üretken işbirliği ağlarından kurulmuş bir maddesellik açısından, diğer bir deyişle üretken bir şekilde inşa edilmiş bir insanlık perspektifinden konuşmuyor olsaydık, anarşist olacaktık… Kesinlikle anarşist değil, komünistiz.” Diğer taraftan, bu meseleyi daha fazla netleştirmek için Jesus Sepulveda “anarşi ve yerli halk hareketleri, uygar düzene ve onun standartlaştırıcı uygulamalarına karşı mücadele ediyorlar,” gözleminde bulundu.

Elbette tüm anarşistler, teknoloji ve uygarlık karşısında artan kuşkuyu paylaşmıyor. Örneğin, Noam Chomsky ve Murray Bookchin, ilerleme hareketinin geleneksel kucağında kalmakta inat ediyorlar. Anarko-sendikacılığın Marksist damarı, bu bağlılığın tipik örneğini teşkil ediyor ve solcu akrabalarıyla birlikte yavaş yavaş yok oluyor.

Üretim süreci ve yıkıcı rotasının etkisinden fazlasıyla haberdar olan Marx, teknolojik dinamiğin yine de kapitalizme içten içe zarar vereceğine inanıyordu (ya da inanmak istiyordu). Ne var ki “katı olan her şey buharlaşmıyor“*; daha çok, her zaman olduğu haliyle kalıyor. Bu durum kapitalizm için olduğu kadar uygarlık için de geçerlidir.

Ve uygarlık artık, toplumsal düzenin geri kalanından -sermayeye özgü dünya peyzajından- ayrılması mümkün olmayan, teknolojinin kendisine verdiği formu taşıyor ve teknoloji, uygarlığın en derin değerlerini biçimlendirip dışa vuruyor. Heidegger, “büsbütün teknolojik koşullarla baş başa kaldık” sonucuna vardı; Heidegger’in açık seçik ifadesi, teknolojinin “yansızlığı” mitini tek başına teşhir etmek için yeterlidir.

*[Marx’ın Komünist Manifesto‘da, “her şey kendi anti-tezine gebedir” anlamında kullandığı “katı olan her şey buharlaşıyor” ifadesine gönderme. -y.n.]

John Zerzan, Makinelerin Alacakaranlığı, çev. Rahmi G. Öğdül, Kaos Yayınları, 2003 [2008], s. 98-100.