Perec, Şehre Bakan Aylak Üzerine

“Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun.

Modern yaşam bu tür eğilimleri genelde pek hoş karşılamaz. Çevrende her zaman eyleme, büyük tasarılara, coşkuya ayrıcalık tanındığını gördün: öne atılan adam, gözlerini ufka dikmiş adam, dimdik ileriye bakan adam. Pırıl pırıl bakış, kararlı çene, kendinden emin yürüyüş, karın içerde. Kararlılık, girişkenlik, ses getiren hareket ve zafer, son derece örnek bir yaşamın son derece berrak yolunu gösterir, yaşam mücadelesinin pek saygıdeğer resimlerini çizerler. Yerinde sayanların ve batağa saplananların düşlerini süsleyen pek kıymetli yalanlar, ihmal edilen binlerce kişinin yitik hayalleri, çok geç gelmiş olanlar, valizlerini kaldırıma koyup terlerini silmek için üstüne oturanlar. Ama senin özürlere, pişmanlıklara, nostaljilere ihtiyacın yok. Sen hiçbir şeyi dışlamıyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemekten vazgeçtin, ama zaten ilerlemiyordun ki, yeniden yola çıkmıyorsun, vardın sen, daha uzağa gidip de ne yapacağını kestiremiyorsun: Bir şeylerin kırılması, değişmesi, çözülmesi için ve böylece bu düş kırıcı, bir eşek külâhı kadar gülünç ve can sıkıcı, bir Gaffiot sözlüğü kadar ağır hakikatin gün ışığına çıkması için -ne var ki Saint Honoré sokağındaki hizmetçi odası asla yeterince gün ışığı almaz- havanın çok sıcak olduğu bir Mayıs günü, ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan neskafenin ve içinde altı adet çorabın yüzdüğü, siyahımsı bir suyla dolu pembe plastik bir leğenin uygunsuzca bir araya gelişi yetti, yetti sayılır. Ne bir şeylerin ardında koşma, ne kendini koruma, ne de saldırma isteği duyuyorsun.

Dostların bıktı artık, kapını çalmıyorlar. Onlarla karşılaşabileceğin sokaklarda pek yürümüyorsun artık. Sorulardan, rastlantı eseri karşına çıkan birinin bakışlarından kaçıyor, sana ısmarlamak istediği birayı ya da kahveyi kabul etmiyorsun. Sadece gece ve odan, üstüne uzandığın dar sedir, her an yeniden keşfettiğin tavan seni koruyor; geceleyin, Grands Boulevards’ın kalabalığı ortasında tek başınayken, gürültülerden ve ışıklardan, hareketten, unutuştan zaman zaman adeta mutlu oluyorsun. Biriyle konuşmaya, bir şey istemeye ihtiyacın yok. République’ten Madelaine’e, Madelaine’den République’e gidip gelen insan selini izliyorsun.”

Georges Perec, Uyuyan Adam, çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 2016 [1967], 4. basım, s. 18-9.

Yavuz, Kültür ve Entelektüel Üzerine Notlar

“Batı uygarlığının temelini Orta Asya’nın otokton halkı olan Türklerin hazırladığı konusundaki aşırı yeni-ulusçu tez, bilimsel doğrulardan uzak bir duygusallığa dayandığı için bir yana bırakılmıştı; Ataç, bu tezi (buna ‘aşırı partikularist tez’ diyorum) olumsuzluyor, ama Batı kültürü varken ulusal bir senteze gitmenin gereksizliğini savunarak, bu kez, aşırı üniversalist bir tezi kesinlemiş oluyordu. Ataç’ın kültür anlayışı, Batı kültürünün evrenselliği düşüncesine dayanmaktaydı; evrensel bir kültürün değerlendirilmesi sözkonusu olunca, ulusal bir senteze, Türk kültürü açısından özgün, sui generis yapılara gitmek….gereksizdi.” (s. 14)

“Ulusal kültürü temellendirmek için tutulacak yol, dün’den bugün’e gelmek değil, tam tersine, ‘bugün’den dün’e gitmektir . . . Althusser, Lire le Capital’de Marx’ı alıntılayarak sistemli, sıradüzenli ve eklemlenmiş bir kombinasyon (‘Gliederung’) olarak çağdaş toplumun bilgisinin, daha önceki yapıları anlayabilmek için gerekli olduğunu bildirir…. Gadamer’in de farklı bir düzlemden bakarken, aynı sonuca varmasıdır: “Geçmişin yorumu, zorunlu olarak, şimdi’nin bakış açısından yapılan bir yorumdur.” (s. 16-7)

[Huzur’dan önce, Türk romanı daima verili bir söyleme dayanır: Sonuç olarak: ] “Roman karakterlerinin, sorunsal (problematik) kahramanlara döünşmesine olanak vermeyen söylemler bunlar.”, [Huzur ile birlikte, ilk defa üstsöylem -metadiscourse] “Tanpınar, Mümtaz bağlamında şöyle koyuyor bu sorunsalı: “Benim diyebileceği ve kendi başına bir hayatı yoktu. Hep tezad halinde ve birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde yaşıyor, onlarla düşünüyor, onlarla görüp duyuyordu. İkiz bir ömrü yaşıyordu. Cennet ve cehennemi beraberinde gezdiriyordu. ‘Bu iki haddin’ arasında uçurum kenarlarında şiddetli uyanışlarla dolu bir somnanbül hayatı vardı. Zaman olurdu ki, bütün hayatı sadece kaçışlardan ibaret kalırdı.” Mümtaz’ı bu iki haddin arasındaki uçurumda konumlayan, Türk aydınının sorunsalı: Doğu/Batı sorunsalı.” (s. 63-4)

“Türkiye’nin tarihi, Türk aydınına bir yandan hem Doğu’nun hem de Batı’nın ürettiği bilgi ve düşünceleri ‘temellük ederek’ bir ‘terkip’te birleştirmeyi, ama öte yandan da böyle bir ‘terkib’in olanaksız olduğunu empoze ediyor. Huzur’da Mümtaz’ın açmazı (üst-söylemin yapısını belirleyen açmaz) budur: Kendi tarihöncesini aşma, bir zorunluluk olarak hem bir ‘terkib’i hem de bir ‘terkib’in olanaksızlığını birlikte getiriyor! Türk aydını, doğuyla Batı arasında bir ‘terkib’e ulaşma ardındaki sorunsal arayışından vazgeçerek, ama Doğu’yu ve batı’yı sorgulamadan kesinlemeyi de kabul etmeyecektir. Huzur’u, Lukacs’ı izleyerek söylersek, bir tür Bildungsroman kılan da budur.” (s. 65-6)

[Türkiye ve kitle kültürü: ] “… Türkiye’nin geçmişinde, Batı’nın 17. yüzyıldan bu yana yaşamakta olduğu türden bir yapılaşmadan söz edilemiyor. Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin tarihinde, kapitalist üretim tarzının normları ve değerleriyle bireysel düzlemde hesaplaşmayı (ve başkaldırmayı) getiren başat bir yapıdan söz etmek olanaksız. Bu yüzden, bugün Türkiye’de yaşamakta olan ayaktakımı kültürünü, Batı’nın kitle kültürü gibi, 19. yüzyılın bireysel kimlikleri destekleyici burjuva kültürüyle karşılaştırıp diyalektik bir bütünlük içinde görmek durumunda değiliz. Tam tersine, bugünün Türkiye’sinin ayaktakımı kültürünün bu anlamda bir geçmişi yok. Bu kültürü, tarihimizle eklemleyemeyişimiz bundan dolayı.” (s. 100)

“Lümpen tabakaların sınıfsal kimlikten yoksun oluşları, onların kendilerine ilişkin imajlarını da belirliyor. Bir lumpen, kendini hangi konumda, nasıl görüyor? Ne köylüdür lumpen, ne kentli. Ne Doğuludur lumpen, ne Batılı… Sınıfsız ve tarihsiz olmanın belirlediği bir konumda görüyör kendini lumpen: Ne o, ne öteki. Türk lumpeni hem kırsal kültürü hem kentsel kültürü, hem Doğu kültürünü hem Batı kültürünü olumsuzluyor. Onun yaşam ve kimlik imajını belirleyen bağıntı budur: Ne o, ne öteki.” (s. 101)

[Türkiye’de lümpenin simgesi olarak ‘bira’: ] “Bu bağıntı, yaşam pratiğini oluşturan farklı kesitlerde, kendini, belirli bazı nesnelerin simgeleşmesiyle belli ediyor. Örneğin, bira. Türkiye’de 1970’lerden 1980’lere uzanan bir veri var: bira tüketimi artıyor. Her köşebaşında bir birahane açılıyor. Neden bira? Bira, Türk lumpeninin simgesi olmaya yatkın bir konumda. Çünkü ne Doğulu, ne de Batılı bir sınıfsal tarihi var biranın.”  (s. 101)

[Şarap, rakı ve bira aritmetiği: ] “Şarap, batılı ve burjuva beğenisine gönderme yapan, yananlamaları olan bir içki. Şarap içmenin belirli normları, belirli kuralları var. Belli yemeklerle, belli türleri içilebiliyor. Bir doğu içkisi rakı. Ama onun da osmanlı beğenisine gönderme yapan, yananlamlarıyla bir tarihi, belirli kuralları ve normları olduğunu biliyoruz. Hangi tür yemeklerle içilebileceği de belirlenmiş. Bira öyle değil oysa. Kuralsız, normsuz bir içki. (Çiçek Pasajı, biraya değer ve norm kazandırmayı denedi; ama bu, biraya sınıfsal bir tarih ve kimlik kazandıramadı.) Bira, “ne o, ne öteki” (ne rakı, ne şarap) oldu! “Ne o, ne öteki” olan lumpenin simgesi olması da bu yüzden.”  (s. 101-2)

“Türkiye’de eğlence endüstrisi, bir yandan batı’da olduğu gibi kitleselleşirken, öte yandan da, 1980’lerden başlayarak kadın mı erkek mi oldukları belirsiz bir grup (transvesti mi, hermafrodit mi? transseksüel mi?) gazinoculuk endüstrisinin baş köşesine oturdu. Bülent Ersoy, Talha Özmen, Savaş Sökmen vb. bu anlamda lumpenliğin…. simgesi oldular. Adı erkek, cinsiyeti kadınsı şarkıcılar, Türkiye’de eğlence endüstrisinin, seyirciye sunduğu metalar durumuna geldiler.”  (s. 102)

“Aydın”ın tanımını yapmak güç. Bu sözcük bizde “entelektüel” karşılığında kullanılıyor. Oysa Osmanlıcası “münevver”di; “aydın” da “entelektüel”i değil, sözcük anlamıyla “münevver” karşılıyor.” (s. 118-9)

“Entelektüeli, dönüştürücü ve biçimlendirici, dolayısıyla eleştirel işlevi içinde düşündüğümüzde ise, Antik Yunan’dan Kant’a uzanan idealist geleneğin yerine, onu olumsuzlayan bir başka geleneği koymuş oluyoruz. Gramsci’nin yaptığı da bu. Ben gene de, “aydın” sözcüğünü yeğlerim. Dönüştürücü, biçimlendirici dolayısıyla eleştirel işlevini, “entelektüel” sözcüğünden çok daha iyi vurguladığı için…” (s. 119)

“Öyle diyor Deleuze: “belli kodlardan kaçarak aynı yerde kalmak için göçebeleşenler”. Türkiye’de batı tipi aydının (deyim, senindir) da yapmak istediği bu: aynı yerde kalarak kodlardan kaçmak istiyor. Ama kaçıyor mu gerçekten? Sakallı Celal’in ünlü sözünü anımsa: “Türkiye hep doğuya giden bir gemi gibidir, ki yolcuları batıya doğru koşar.” Batı tipi Türk aydını bu anlamda gerçekten bir göçebe değil. Kodlardan kaçamıyor ki! Ne denli batılılaşmaya kalksa, o denli doğulu kalıyor.” (s. 120)

“Bana öyle geliyor ki, 60’dan önceki kuşak, yani daha önce adlarını saydığım fikir adamları (Tanpınar, Hilmi Ziya, Mustafa Şekip vb.) sorunlara daha global olarak bakan insanlar idiler. Ve bana öyle geliyor ki, bunların entelektüel donanımları, 60’dan sonrakilere göre…. çok daha ağırlıklı, çok daha derindi.” (s. 125)

“Klasik münevver dediğimiz Türk aydınının yerini kendi alanında uzmanlaşmış, sadece kendi alanını bilen, kendi alanında bile dar ve sınırlı bir uzmanlık edinmiş bilim adamları yer alıyor. Bunu elbette küçümsüyor değilim. Mikro düzeyde iş gören bir uzmanlaşma, makro düzeyde düşünce üretiminin yerini alıyorsa ve ‘aydın’ kavramı içinde böyle bir yer değiştirme gerçekleşiyorsa, o zaman bunun nedenleri üzerinde düşünülmesi gerekir. Bu çok önemli bir nokta. ‘Aydın’ sorunu gündeme gelecekse, bu durum yabana atılmamalı.” (s. 125)

“Bir takım arayışlar var. Gerek sağdaki, gerekse soldaki arayışlar bana öyle geliyor ki, düşünce üretiminin en azından işlevini ve önemini yeni baştan kavramaya başlayan bir kuşağın ortaya çıkması demektir.”, [80’ler] “Şimdi seksen sonrasının önemli değişikliği, bütün bu şiddetle yaşanmış tecrübelerden sonuçlar çıkarmış bir genç kuşağın, sorunları daha kuşatıcı görmeye yatkın, daha bir fikir adamı gibi görmeye yatkın bir eğilim edinlemelerine neden olmuştur.” (s. 126-7)

Hilmi Yavuz, Kültür Üzerine, Bağlam Yayınları, 1987.

Nerval, Balık Pazarı ve Ermeni’nin Öyküsü

“Ne garip kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç; başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burda; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar. (257)

Eski Müslüman gelenekleri gereğince hâlâ gerçekleştirebilecek son bağnazlık ve barbarlık eylemini görmek benim alınyazım mıydı? – Pera’da, portrelerinden ve tablolarından elde ettiği kazançla gül gibi geçinen ve üç yıldır burada yaşayan, en eski dostlarımdan birini, bir Fransız ressamı buldum. (258) – İşte bu da, Konstantinopolis’in, sanat tanrıçalarıyla, arasının sanıldığı kadar açık olmadığını kanıtlıyor. Frenk semti Pera’dan, Türk semti İstanbul’un çarşılarına gitmek üzere birlikte yola çıktık. (259)

Galata’nın tahkim edilmiş limanından geçtikten sonra, iki yanında meyhaneler, pastacı dükkânları, berberler, kasaplar ve bizimkileri hatırlatan, masalarının üzerine Yunan ve Ermeni gazeteleri yığılmış olan Frenk kahvehanelerinin bulunduğu uzun ve dolambaçlı bir yoldan inmemiz gerekti; – Mora’dan gelen Yunancalar sadece bir ana, Konstantinopolis’te bu gazetelerden beş ya da altı tane basılıyor. – Günden güne yenilenen bu canlı Yunan dilinden birkaç kelimeyi anlamak için, her seyyahın klasik bilgilerine başvurması konusunda bir fırsat işte. Bu gazetelerin çoğu, anlaşılmayacak hale düşmemeyi gözeterek modern taşra ağzından uzaklaşmayı ve eski Yunancaya yaklaşmayı amaçlıyorlar. Latince kelimelerin büyük ölçüde bir karışımı olduğu için bizim Yunancadan çok daha kolay anlayabildiğimiz Romence basılmış Ulah ve Sırp gazeteleri de var burda. Türk kahvecilerinin bilmediği şekerli bir gloria içmek için bu kahvehanelerden birine girdim. – Daha aşağılarda, Konstantinopolis’i çevreleyen kırsal alanların verimliliğinin şahane örnekleri olan meyveleri sergileyen pazar yer alıyor. Dolambaçlı ve kalabalık yollardan geçilerek de, nihayet, Haliç‘in öteki tarafına geçmek için bir kayığa binilmesi gereken limana ulaşılıyor. Haliç, bir kilometre genişliğinde ve aşağı yukarı dört kilometre uzunluğunda; İstanbul’u Pera ve Galata semtlerinden ayıran dünyanın en güvenli ve harika limanı.

Bu küçük yerdeki trafik inanılmaz boyutlarda; liman tarafındaysa zarif kayalıklarla çevrili ahşap bir iskele var. Kürekçiler, ipek bürümcükten yapılmış uzun kollu ve çok afili gömlekler giymiş; kayıkları, balık şeklinde olmaları sayesinde, limanın girişini dolduran bütün uluslara ait yüzlerce teknenin arasından güçlük çekmeden süzülüp geçiyor.

On dakikada, Balık Pazarı’nın bulunduğu karşı taraftaki limana ulaşılıyor ve işte orada, olağandışı bir manzaranın tanığı olduk. – Pazarın dar bir kavşağında, birçok insan çember şeklinde toplanmıştı. Bir hokkabazlar çekişmesinin ya da ayı oynatmanın söz konusu olduğunu sandık önce. Kalabalığı yarınca, yerde, mavi ceketli ve pantolonlu, boynu vurulmuş birinin cesedini gördük; kasketli başı, biraz aralanmış bacaklarının arasına konmuştu. Frenk olduğumuzu anlayan bir Türk, bize dönüp, şöyle dedi: “Şapkalı kafalar da kesiliyor olmalı.” Bir Türk için, kasket ya da şapka önyargı konusu bir şey; bunun nedeni, namaz kılarken, başlıklarını çıkarmadan alınlarını yere değdirmeleri gerektiği için, siperli bir başlık giymelerinin Müslümanlara yasaklanmış olması. – İğrenerek bu manzaradan uzaklaştık ve pazarlara gittik. Bir Ermeni, dükkânında şerbet içmeye davet etti bizi ve bu garip infazın hikâyesini anlattı.

Gördüğümüz başı kesilmiş ceset, üç gündür Balık Pazarı’nda duruyordu ve bu da balık satanların pek hoşuna gitmiyordu. Üç yıl önce, bir Türk kadınıyla basılmış Yuvakim adında bir Ermeninin cesediydi bu. Bu durumda, ölüm ile dininden vazgeçme arasında bir seçim yapması gerekiyordu. Bir Türk olsaydı sopa yeme cezasına uğrayacaktı. – Yuvakim de Müslüman oldu. Daha sonra, korkuya kapılıp direnmemesinden pişmanlık duydu; yeni dininden döndü ve Yunan adalarına çekildi.

Üç yıl sonra, başına gelen işin unutulduğuna inandı ve bir Frenk elbisesi giyerek Konstantinopolis’e döndü. Bağnazlar onu ele verdiler ve Türk resmi makamları, o sırada adamakıllı hoşgörülü olmalarına rağmen yasayı uygulamak zorunda kaldılar. Avrupalı konsoloslar Yuvakim’i kurtarmaya çalıştılar, ama kesin bir yasa metnine karşı ne yapılabilirdi? Doğu’da, yasa, hem sivil hem de dinidir; Kuran ve mevzuat özdeştir. Türk adaleti, aşağı sınıfların hâlâ çok zorlu olan bağnazlığını hesaba katmak zorunda. Yuvakim’e dininden yeniden dönerse özgür kalma olanağı önerildi önce. Yuvakim, bu öneriyi kabul etmedi. Daha da kolaylık gösterildi ona; kaçmasını sağlayacak olanaklar sunuldu. İşin garibi, Yuvakim, Konstantinopolis’ten başka bir yerde yaşayamayacağını, bu kenti terk ederse üzüntüden, yeniden din değiştirip kalırsa utançtan öleceğini söyleyerek, bu önerileri de reddetti. O zaman, infaz gerçekleşti. Yuvakim’in dininden birçok kimse, onu bir aziz olarak gördü ve onuruna mumlar yaktı.

Bu hikâye bizi çok etkilemişti. Alınyazısı, bu olaya öyle durumlar ve koşullar yerleştirmişti ki, hiçbir şey bir başka sonuç yaratamazdı. Cesedin Balık Pazarı’nda gösterildiği üçüncü günün akşamı, âdet olduğu üzere, üç Yahudi onu omuzlarına alıp, denizin şurada burada kıyılara attığı boğulmuş köpeklerin ve atların arasına, Boğaz sularına atıyordu.

Tanığı olmak bahtsızlığına uğradığım bu üzücü hikâyeden sonra, yeni Türkiye’nin ilerici eğilimlerinden hiç de kuşku duymak istemem. (260) Burada olduğu gibi İngiltere’de de, yasa, daha iyi yorumlanabildiği zamana kadar, bütün iradeleri ve kafaları baskı altında tutuyor. Günümüzde sadece, zina ve dinden dönme gibi sorunlar, bu kadar üzücü olaylara yol açabiliyor hâlâ.

İstanbul’un merkezini oluşturan görkemli çarşıları gezdik. (261) Burası, Bizans zevkiyle taştan ve çok sağlam biçimde inşa edilmiş koskoca bir lâbirent ve sıcak günler için büyük bir sığınak. Kabartmalı direkler ve sütunlarla donatılmış, kimi kemerli kimi sivri kubbeli çok geniş galerilerin her birinde, belli bir mal satılıyor. İnsan özellikle, kadın giysilerine ve şıpıdık terliklere, nakışlı ve lame kumaşlara, kaşmirlere, halılara, altın, gümüş ve sedef kakmalı mobilyalara, mücevherlere ve hepsinden fazla, çarşının bedesten denilen bölümünde bir arada sergilenen pırıl pırıl silahlara hayran kalıyor.

Deyim yerindeyse, bu yeraltı kentinin bir ucu, Seraskerlik meydanı denilen ve çevresinde büyük binalar ve camiler bulunan çok keyifli bir yere açılıyor. (262) Burası, özellikle kadınların ve çocukların geldiği kent içi bir gezinti yeri.

İstanbul’da kadınlar, Pera’da olduğundan çok daha fazla örtünmüş durumdalar; yeşil ya da mor bir ferace giyiyorlar, yüzleri kalın bir tülle örtülmüş durumda; gözlerinden ve burunlarının üst kısmından başka bir şeyi gösterdiklerine rastlamak çok nadir. Ermeni ve Rum kadınları, yüzlerini, çok daha ince bir kumaşla örtüyorlar.

Meydanın bir yanında, müstensihler, minyatürcüler ve kitapçılar yer alıyor; avlularında, kimi zaman meydana üşüşen binlerce güvercinin uçuştuğu, avluları ağaçlarla dolu komşu camilerin zarif yapıları, (263) kahvehaneler ve mücevherlerin sergilendiği tezgâhlar, hemen yakındaki Seraskerlik kulesi (264) -bütün kente tepeden bakıyor- hatta daha uzakta bulunan ve valide sultanın ikâmet ettiği Eski Saray’ın (265) karanlık görünümlü duvarları, bu meydana eşsiz bir özgünlük kazandırıyor.”

(257) İstanbul’un nüfusu, 1844’de, 331.647 kişiydi. Nerval daha sonra, Ubucini’ye dayanarak, 1850’de nüfusun 797.000 olduğunu söylemiştir. Demografi bilginlerine göre, bu sayıya ancak yüzyılın sonunda ulaşılacaktır. (Bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu [1830-1914] Demografik ve Sosyal Özellikleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003). Nerval, Flaubert ve Gautier’in seyahatleri döneminde, Konstantinopolis’in, Hıristiyan (Ermeniler ve Rumlar) ve Yahudi nüfusunun, Müslüman nüfus kadar kalabalık olduğunu belirtmek gerekir.
(258) Bu ressam, İtalya’ya gitmek üzere 1837’de Paris’ten ayrılmış ve oradan Konstantinopolis’e gelmiş olan Camille Rogier’dir. Çalışmalarından oluşan albümü, 1846’da, Lemaire basım evinde, La Turquie: moeurs et usages des Orientaux au dix-neuvième siècle adıyla yayımlanmıştır.
(259) Demek ki, yolcularımız, Galata Köprüsüne yöneliyorlar.
(260) Nerval, Reformlar Türkiyesi’nden, yani Tanzimat hareketinden söz ediyor. 1839’da başlatılan bu hareket, daha 1843’te epey yavaşlamıştı.
(261) Kapalı Çarşı söz konusu.
(262) Eskiden, Harbiye nezaretinin bulunduğu bugünkü Beyazıt meydanı.
(263) Sultan II. Beyazıt‘ın 1501 ve 1506 arasında yapılmış olan camisi.
(264) Sultan II. Mahmud tarafından, yangınları gözetlemek için 1828’de yaptırılan Beyazıt Kulesi.
(265) Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan ilk saray.

Gérard de Nerval, Doğu’da Seyahat, Yapı Kredi Yayınları, çev. Selahattin Hilav, 2004 [1851], s. 553-6.

Gürbüz, Yaşamı Gözlemlemek

“Sanki oldum olası bir büyük odayı arşınlıyor; ara sıra elimi muma uzatıp yakıyor, ve haykırışımı hep sonraya saklıyorum. “Dur!” denilen yeri de, yaşamak üzere erteleye erteleye tüketiyorum. Beklerken beklemediğimi düşünüp kahkahalar atıyor; bu arada elimi duvarlara, cama, burnuma, kalemlere… sürüyorum. Kapının çalındığını duyar gibi oluyor; ne açıyor ne de kapıyorum. Bu hep tekrarlanıyor gibi görünse de, “tekrar” diye, “kalmak” diye bir şey yok. Sağım sanki solum gibi – solum, hiç yok. Gökyüzü her zamanki gibi, her zamankinden farklı – bu da sıradan. Bazen bakıp, herkes gibi “Ah!” diyorum; ama bunu hak edip etmediğimi bilmiyorum. Ve bu daha varmamışçasına geçen zamanda, biraz sallanan yerde durmadan kala kalanım – ki bu bilinci ürkekçe tüketmek değil; daha ileri götürmek istiyorum oyunu.

Durmadan ölüyorum yaşayabilmek için – belki de bütün psikanalizi tersine çevirmek gerek; yaşamın saçmalığı rüyalarınkinden kat kat fazla, ve zamanın hızı, tehlike getiriyor, başka değil. Bunca ses arasında duyulan, bir tehlike sireninin sesi; herkes için çalan… Bir yerden gelip bir yere gitmemek, asıl asılsızlık bu. Kendim hariç her şeye uzağım, ve çok kişiyi öldürdüm; kafam, cinayetlerle dolu.

Tüketmek gerek anlamları – ama üretmek ve tüketmek… Yok etmek – ama var edip sonra yok etmek… Güneşi suçluyorum – söndürmek gerek bu boş yangını.

Bana en uzak yerlerdeyim çoğu zaman – sonsuz yaşamın içindeki düzelmeyen kambur… Benim gökyüzüm delinmedi; delinen, anlar ve zihnimin saydamlığı.

 

Günün en güzel saatleri akşam altı-yedidir diyordum ya; sanıyorum bu da doğru değil. Sonbaharı da (sahip olamadığım tek mevsimimi; yani yaşamımı) yine elimden kaçırdım. Gerilerden konuşuyorum, sık sık (getirdiğim bir şey olmamasına rağmen). Bazen de öne geçmeyi deniyorum, ve nereye baksam, yaşamım değil gördüğüm. Bunu doğruluyor bir başka yüzüm. Kendimi ve sesimi suya düşürdüğüm yeri ve zamanı bile hatırlamıyorum. Bir yankı olarak kalıyorum suyun üstündeki aksimle – bir gün silivermeyi düşlediğim…

Yaşamım bir can çekişme süresini bilmediğim.

Ve hiçbir şeye şaşmıyorum – her şey bildik diyordum ya; bu da doğru değil. Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim – durmadan şaşırmaya…

 

Ama ne söylersem söyleyeyim, ne çalarsam çalayım, bu kamburu yüklendiğim için oyunbozan oluyorum.

 

Yine söylemek istediğim bunlar değil-
Ve tüm ağıtlar gibi bu da iğrenç.”

Şule Gürbüz, Kambur, İletişim Yayınları, 2015 [1992], 6. basım, s. 85-7.

Deleuze & Guattari, Clastres ve Devletin Varoluşu Üzerine

“Devletin ne üretim ilişkilerinin gelişme­siyle ne de politik güçlerin farklılaşmasıyla açıklanabileceğini gösteren Clastres’ı izliyoruz. İlgili kamu iş­levlerinin örgütlenmesini, artık-ürünün oluşmasını büyük bayındırlık işlerinin girişimini olanaklı kılan, tersine devlettir. Yönetilenler ve yönetenler ayrımını olanaklı kılan da odur. Onun öngördüğüyle, isterse diyalektiğe başvursun, devletin nasıl açıklanacağını pek göremiyoruz. Anlaşılana göre, devlet aniden, İmparatorluk biçiminde meydana çıkıvermiştir ve gelişimci ögelere gönderimde bulunmaz. Devletin yerinde baş­ gösterivermesi tıpkı bir üstün yetenek darbesi gibi olan Athena’nın doğuşudur. Bir savaş makinasının devlete karşı yönlendirildiğini, ya oluşumunu başından beri sövmüş olduğu gizil devletlere karşı ya da yıkımlarını önerdiği güncel devletlere karşı yönlendi­rildiğini gösterdiğinde Clastres’i yeniden izliyoruz. As­lında, savaş makinası, şüphesiz, ilkel toplumların “Vah­şi” düzenlemelerinden çok göçebe “barbar, savaşçılarının düzenlemelerinde gerçekleşmiştir. Her halükarda savaşın bir devlet üretmesi yahut da galiplerin, yendiklerine yeni bir kanunu zorunlu kıldığı bir savaşın sonucu olan devletin üretilmesi, savaş makinasının güncel veya gelecekteki devlet biçimine karşı yönlen­dirildiğine göre, tamamen bir kenara atılmalıdır. Dev­leti anlamak için politik ve ekonomik güçlerin geliş­mesi, onun savaşın bir sonucu olmasından daha tat­min edici değildir. Buradan itibaren Pierre Clastres kopma’yı kazıyor: ilkel denilen devlete karşı toplum­larla, canavarımsı denilen devletli toplumlar arasında, onların nasıl oluştuklarını görmek olanaksız hale geli­yor. Clastres tıpkı La Boetie’de olduğu gibi, “istekli bir hizmetkarlık” sorunuyla yanıp tutuşuyor: mütebessim ve istenç dışı savaştan ortaya çıkmayan bir hizmetkar­lığı insanlar nasıl arzu ettiler veya istediler? Hani dev­lete karşı bir mekanizmaları vardı: öyleyse, niçin ve nasıl devlet oluştu? Niçin devlet bu zaferi kazandı? Pierre Clastres, sorunu genişlete genişlete, sorunu çözme yollarını kaybetti (13). O ilkel toplumlardan kendi kendine yeterli bir bütün, bir uknum (hipostaz) yapmaya doğru gitmekteydi. (Bu nokta üzerine çok ıs­rar ediyordu). Biçimsel dışarıdanlıktan gerçek bir ba­ğımsızlık oluşturuyordu. Bu nedenle de evrimci kalmaktaydı ve kendini doğa durumuna bağlı hissediyor­du. Fakat, bu doğa durumu salt bir kavram olacağına, Clastres’a göre, tamamen sosyal bir gerçeğe bağlıydı ve bir evrim, bir gelişim olacağına, ani bir değişinim (mütasyon) oluyordu. Çünkü, bir yandan devlet oluşmuş olarak ansızın fırlıyor, diğer yandan ise devlete karşı toplumlar devlete sövmek ve ortaya çıkmasına engel olmak için çok kesin mekanizmalara sahip oluyordular. Bu iki önermenin geçerli olduğuna inanıyo­ruz, fakat birbirlerine zincirlenmelerinde hata var. Çok eski bir şema vardır: “Klanlardan İmparatorluklara”… Ama hiç bir şey bu yönde bir evrimin varlığı­nı bize göstermiyor; çünkü çeteler ve klanlar İmpa­ratorluk-Krallıklardan az örgütlü değillerdir. Öyleyse iki terim arasındaki kesintiyi kazıyarak, yani çetelere kendi kendilerine yeterlilik ve devletten daha canavarımsı veya mucizevi bir şekil vererek, evrim varsayı­mıyla ilgi kesilmez.

Devletin daima varolduğu, onun mükemmel ve çok iyi biçimlenmiş olduğu söylenmeli. Kazıbilimciler yeni buluşlar yaptıkça, birçok İmparatorluk buluyorlar. Ur devletinin varsayımı doğrulanmış gibi gözüküyor, “devlet insanlığın en eski zamanlarına kadar gidiyor.” İlkel toplumların büyük İmparatorluk devletleriyle ilişkide olup, iyi denetlenmemiş alanlarda ve çevrede yaşadıklarını düşünemiyoruz. Fakat en önemlisi, bu­nun tam tersi olan varsayımdır: yani devletin kendisi daima dışarısıyla ilişki halindeydi ve bu ilişkinin dışın­da onu düşünebilmek mümkün değildir. Devletin yasaları, bunların hepsi veya hiçbiri değildir (Devletli toplumlar veya devletsiz toplumlar) ama dışarısının ve içerisinin toplumları vardır. Devlet egemenlik de­mektir. Ama egemenlik içine aldığı, üzerinde yerel olarak kendine edindiği ölçüde hüküm sürebilir. Hem evrensel devlet yoktur, hem de devletlerin dışarısı “dış politikaya” indirgenemez, yani devletler arası ilişkilere indirgenemez. Dışarısı aynı anda iki yönde durur: dev­letlere nazaran çok geniş bir özerklik sahibi olan ve belli bir anda tüm oecumene’e (evrensel -dini anlamda-) dağılmış olan büyük dünyasal makinalar (örne­ğin “büyük ticaret şirketleri” tipindeki örgütler, ya­hut sanayileşmiş yapılar, hem de mesihçilik, peygam­bercilik vb. gibi hareketler, İslâmiyet, Hıristiyanlık gi­bi dini oluşumlar); ama aynı zamanda çetelerin, ke­narda kalanların, devletin iktidar organlarına karşı parça parça toplumların haklarım doğrulamaya devam eden azınlıkların yerel mekanizmaları. Çağdaş dünya bu iki yönde, özellikle gelişmekte olan imge­leri, bugün, hem evrensel-dinsel dünyevi makinaların yanında, hem de Mac Luhan’ın betimlemiş olduğu ye­ni klancı bir toplumun yeni-ilkelliğinde bize sunar. Bu yönler, her zaman olduğu gibi tüm sosyal alan­larda yok değildir. Hem de kısmi olarak bunlar birbir­lerine bile karışabilirler, örneğin bir ticari örgüt birçok işinde ve yolunun bir bölümünde, bir korsan yahut yağma çetesidir; yahut dinsel bir oluşum çeteler tarafından işler. “Burada ortaya çıkan, dünyasal örgüt­lerlerden daha az önemli olmayan çetelerin devlete indir­genemez bir biçim sunmalarıdır ve bu dışarıdanlık bi­çimi yaygın ve çok biçimli, zorunlu olarak bir savaş makinasının biçimi gibi ortaya çıkar. Bu yasadan çok değişik bir “nomos”tur. Devlet-biçimi içeridenlik biçi­mi olarak daima kamu bilgisine hitap ederek, rahatça kutuplarının sınırında tanınabilen değişiklikler süre­since kendisine özdeş ve kendi kendini yeniden üret­meye yatkındır. (Maske takmış bir devlet mümkün de­ğildir). Ama savaş makinasının dışarıdanlık biçimi ken­di değişmelerinde varolmasını öngörür. Savaş makina­sı hem sanayici buluşlarda, dini yaratıcılıklarda, tek­nolojik buluşlarda, devlet tarafından ikincil olarak edi­nilmeye bırakılan tüm akımlarda ve akışlarda varlığı­m gösterir. İmparatorlukları büyük makinaları, kral­lıkları ve çeteleri devlete özdeş aygıtları ve değişken savaş makinalarını, içeridenliği ve dışarıdanlığı, bağım­sızlık terimlerinde değil, daima birbirleriyle ilgili sü­rekli bir alanda, rekabet ve birliktelik varolma terimlerinde düşünmek lazımdır. Aynı alan içeridenliğini devletlerde gösterdiği gibi, devlete karşı dikilen veya devletlerden kurtulanlarındakindeki dışarıdanlığı da betimler.”

(13) Clastres, (Devlete Karşı Toplum), s. 170. “Devletin başgöstermesi Uygarlar ve Vahşiler arasındaki büyük topolojik paylaşmayı oluşturdu. Onun ötesinden sonrasındaki silinmeyen kopmayı (kesintiyi) tamamen değiştirerek kayda geçirdi, çünkü zaman Tarih olmaya başladı.” Bu başgöstermeyi anlamak için Clastres öncelikle demografik bir öğeyi anımsattı fakat “ekonomik determinizmin yerine demografik bir determinizm getirmeye kalkmayı düşünmeden…” ve aynı şekilde savaşçı makinanın olaylara bağlı zıvanadan çıkması (?), veyahut hiç beklenmeyen bir biçimde önce “şeflere” karşı olan, sonra başka türlü korkunç bir iktidar üretecek olan bir şekilde peygamberliğin dolaysız rolü. Fakat, Clastres’in bu soruna vermiş olduğu çözümlerden daha iyisini önyargılamak, tabii ki, olanaksızdır. Peygamberliğin olayları bağlı rolü üzerine, Helene Clastres’in kitabına başvurulur. La terre sans mal, le prophetisme tupi guarani. (Acısız Toprak, Tupi Guarani Peygamberliği) Seuil Yay.

Gilles Deleuze & Felix Guattari, Kapitalizm ve Şizofreni I – Göçebebilimi incelemesi: Savaş Makinası, Bağlam Yayınları, çev. Ali Akay, 1990 [1980], s. 39-43.

Capitalisme et Schizoprenie: Mille Plateaux’dan ‘Traité de Nomadologie’ adlı bölümün çevirisi. (Edition de Minuit, 1980)