Barthes, Poujade ve (Anti-)Entelektüel(izm) Üzerine

Türkiye’deki anti-entelektüel, gelenekçi ve sağ (sola doğru da yayılan) söyleme ne denli benziyor. Öncesinde de olmakla birlikte, 1980 sonrası hız kazanan, muhafazakar iktidarlar döneminde şahlanan bir entelektüel eleştirisi ve eleştirinin eleştirisi. Kadıköy’ün Baylan pastanesi, Barthes’da önceden “sol yakanın şık barları” olarak tınlamış. Elbette, yüzyıllar boyunca, başka sonsuz örneği var bu entelektüel (ve mekanının) eleştirilerinin, onları da derlemeye, uç uca eklemeye çalışacağım. Entelektüelin olumsuz imgesine dair bu ortaklaşan gözlemler, “belli bir tür” entelektüelin kimliğine dair mi, entelektüel üzerine çeşitli kanatlardan üretilebilen söylemlere dair mi daha çok fikir veriyor? Lokantacının, ne göklere çıkabilen, ne de halk arasında yürüyebilen helikopter-entelektüeli de Barthes okumasındaki hazzın kristalize örneği olarak kalsın. Sona doğru kurduğu, anti-entelektüalizmin ancak entelektüellerin varlığında kendine ifade ve var olma alanı bulabilmesi argümanı da Türkiye’yi düşündürüyor. Pasajda geçen Fransız mahalleri ve entelektüelleri, aşina olmasak da, ne kadar da yerel bağlama oturtulabilecek vurgular içeriyor.

“Aydınlar kimlerdir, Poujade’a göre? Öncelikle “öğretmenler” (“Sorbonne’sallar, arslan eğitmenler, ilçe merkezi aydınları”) ve teknisyenler (“teknokratlar, çokteknikliler, çokbilenler ya da çokçalanlar”). Poujade’ın aydınlara karşı sertliği, kökeninde, basit bir vergisel kine dayanmış olabilir: “öğretmen” bir vurguncudur; önce bir ücretli olduğu için (“Zavallı Pierrot’cuğum, ücretliyken ne denli mutlu olduğunu bilmiyordun”*), sonra da özel derslerini maliyeye bildirmediği için. Teknisyene gelince, bir “sadik”tir: nefret uyandıran denetleyici kisvesi altında, vergi yükümsülüne işkence eder. Ama poujade’cılık hemen kendi büyük ana-örneklerini kurmaya giriştiğinden, aydın hemen vergi ulamından söylenler ulamına taşınmıştır.

Her söylensel varlık gibi aydın da genel bir izleğe, bir töze bağlanır: havaya, yani (bunun pek bilimsel sayılamayacak bir kimlik olmasına karşın) boşluğa. Yukarıdan bakan kişi olarak, aydın havada durur, gerçeğe (gerçek de, söylemek bile fazla, yeryüzü, yani hem ırk, hem kırsallık, hem taşra, hem sağduyu, hem de adsız çoğunluk, vb. anlamına gelen bulanık bir söylendir) “oturmaz”. Dükkânına düzenli olarak aydınlar gelen bir lokantacı helikopter diye adlandırır onları, yani yukarıdan uçuştan uçağın erkeksi gücünü çekip alan, aşağılayıcı bir imge kullanır: aydın gerçekten kopar, ama havada, olduğu yerde, kendi çevresinde dönüp durur; yükselişi ödlekçedir, büyük dinsel gökten de, sağduyunun sağlam toprağından da aynı ölçüde uzaktır. Eksiği, ulusun bağrında “kökler”i bulunmamasındadır. Aydınlar ne ülkücüdür, ne gerçekçi, puslu, “alık” yaratıklardır. Yükselti düzeyleri bulut, yani şu eski Aristophanes nakaratıdır (o zaman aydın Sokrates’ti). Aydınlar yükseklerde boşluğa asılı dururken boşlukla dolmuşlardır, “yelle öten davul”durlar: burada her türlü karşı-aydıncılığın kaçınılmaz temelinin belirdiğini görüyoruz: dil kuşkusu, kendine görmediği kusuru başkasında yakalamak, kendi kusurlarının etkisini başkasına yüklemek, kendi körlüğünü karanlık, kendi sağırlığını sözün çığırından çıkması diye adlandırmak biçiminde ortaya çıkan küçük kenter tartışmalarının yöntemine uygun olarak, her türlü karşıt sözün bir gürültüye indirgenmesi.

“Üstün” kafaların yükseltisi burada bir kez daha soyutlamaya mal edilir, bu da hiç kuşkusuz yükseklik ile kavramın ortak özelliği, yani yoğunluk azalması aracılığıyla yapılır. Aydınlar yalnızca düşünme makineleri olduklarından, mekanik bir soyutlama söz konusudur bu­rada (eksiklikleri, duygucu filozofların söyleyeceği gibi, “yürek” değildir, sezgiyle beslenen bir tür taktik olan “açıkgözlülük”tür). Bu ma­kinemsi düşünce izleği kötülüğünü daha da artıran özgün niteliklerle donanmıştır: önce alaycılık (aydınlar Poujade karşısında kuşkucu­dur), sonra da kötücüllük, çünkü makine soyutluğu içinde “sadik”tir: Rivoli sokağının memurları vergi yükümlüsüne acı çektirmekten haz duyan “kokuşmuş” kişilerdir: Düzen’in yardakçıları olarak, onun soğuk karmaşıklığını, şu bir tür kısır bulgulama, olumsuz çoğalma özel­liğini kendi benliklerinde de taşırlar. Bu özellik, daha önce de Cizvit’ler dolayısıyla, Michelet’nin çok çığlıklar koparmasına yol açmıştır. Öte yandan, Poujade’da, politeknikliler eski liberaller için Cizvit’lerin oynadığı rolü. oynarlar aşağı yukarı: tüm vergi belalarının kaynağı (Cehennem’in örtmeceli adı olan Rivoli sokağı aracılığıyla), sonra Cizvit’lerin deyimiyle kendilerinin de cesetler gibi uydukları Düzen’in kuruculandırlar.

Çünkü, Poujade’da, bilim tuhaf bir biçimde aşırılıklara düşebilir. Düşünsel bile olsa, her insansal olgu ancak nicelik olarak varolduğundan, bir olgunun aşırı olduğuna karar vermek için oylumunu orta poujade’çının kapsamıyla karşılaştırmak yeter: bilimin aşırılıklarının erdemin ta kendisi olması, bilim dediğimiz şeyin Poujade’ın kendisini yararsız bulduğu noktada başlaması da olanaklı. Ama bu niteleme Poujade sözbilimi için çok değerlidir, çünkü canavarları, teknisyenleri, yani gerçeğe ancak cezalandırma amacıyla uygulanan arı, soyut bir bilimin savunucularını doğurur.

Poujade’ın politekniklilere (ve aydınlara) ilişkin yargısı umut kırıcı olduğu için değil: hiç kuşkusuz, “Fransız aydını”nı “adam etmek” ola­nağı bulunacaktır. Onu rahatsız eden şey “aşırı büyüme”dir (demek ki ameliyat edilebilecektir), küçük esnafın normal us miktarına aşırı öl­çüde ağır bir eklenti yapıştırmış olmaktır; bu eklenti de, tuhaf bir bi­çimde, bilimin kendisinden, hem nesnelleştirilmiş, hem kavramsal­laştınlmış bir bilimden, tıpkı bakkalın tartı tam gelsin diye, teraziye koyduğu ya da kaldırdığı elma ya da tereyağı parçası gibi insana ya­pıştırılıp koparılabilen bir tür ağır maddeden oluşmuştur. Politeknikli­nin matematikten sersemlemiş olduğunu söylemek, belirli bir bilim oranı aşılınca, zehirlerin nicel dünyasına gelindiğini söylemektir. Ni­celliğin sağlıklı sınırlarının dışına çıkılınca, bilim bir olarak tanım­lanamadığı ölçüde gözden düşer. Aydınlar, sorbonne’sallar, politek­nikliler ve memurlar hiçbir şey yapmazlar: “estet”tir bunlar, taşranın içkili kahvesine değil, sol yakanın şık barlarına giderler. Burada tüm güçlü yönetimlerin gözde izleği: aydınlığın başıboşlukla özdeşleştiril­mesi çıkıyor karşımıza: aydın tanımı gereği tembeldir, onu şöyle bir güzel işe koşmak, ancak zararlı aşınlıklarıyla ölçülebilen bir etkinliği somut çalışmaya dönüştürmek, yani onu poujade’çı ölçünün sınırları içine almak gerekir. Gerçekte çukur kazmaktan ya da taş yığmaktan daha nicelleşmiş -dolayısıyla daha yararlı- çalışma olamayacağı da bilinir: an durumda çalışmadır bu, tüm poujade’çılık sonrası yönetimlerin mantıksal olarak başıboş aydına sakladıkları çalışma da budur.

Çalışmanın böyle nicelleştirilmesi doğal olarak bedensel gücün, kasların, göğsün, kolların yüceltilmesine yol açar; başsa, tersine, ürünlerinin nicel değil de nitel olduğu ölçüde kuşkulu bir yerdir. Beyine yöneltilen beylik aşağılamayı yeniden buluruz burada (Poujade’da sık sık, balık baştan kokar, denilir), başın kaçınılmaz aşağılan­ması da kuşkusuz konumunun merkezden uzaklığından, bedenin ta tepesinde, “bulutlar”ın yakınında, “kökler”den uzakta bulunmasından kaynaklanır. Üstünlüğün çift anlamlılığı sonuna dek kullanılır; beden­sel, ruhsal ve toplumsal benzerliklerle oynanır durmadan: bedenin başla savaşı “küçükler”in savaşı, dirimsel adsızın yukarıyla savaşıdır.

Poujade da kendi bedensel gücünün söylencesini çok çabuk geliştirmiştir: cebinde spor eğitmeni diplomasıyla, eski R.A.F., rugbyman olarak, geçmişi değerine tanıklık eder: bedenin gücü olduğuna göre, önder, katılmalarına karşılık olarak, özü gereği ölçülebilir bir güç ve­rir birliklerine. Bu nedenle de Poujade’ın en büyük saygınlığı (yani kendisine beslenebilecek tecimsel güvenin temeli) dayanıklılığıdır: (“Poujade Şeytan’ın ta kendisidir, yorulmaz o”). İlk kampanyaları üs­tinsanlığa ulaşan (“Şeytan’ın ta kendisidir”) bedensel edimler olmuş­tur. Bu çelik güç heryerdeliği yaratır (Poujade aynı zamanda her yer­dedir), maddenin kendisini bile çökertir (Poujade kullandığı tüm ara­baları dağıtır). Bununla birlikte, Poujade’ın dayanıklılıktan başka bir değeri de vardır: mal-güçten fazla olarak, çok eski hukuklarda, alıcı­nın bir taşınmaz mal satıcısını susturmak için kullandığı şu gereksiz nesnelerden biri gibi verilmiş bir tür bedensel büyü: önderi önder ya­pan ve Poujade’ın dehası olarak beliren bu “bahşiş”, bu salt zamanla­ma ekonomisinde niteliğin saklı payı da sesidir. Hiç kuşkusuz, ses be­denin ayrıcalıklı bir yerinden, aynı zamanda hem orta, hem kaslı yerden, tüm beden söylensellerinde karşı-baş olan göğüsten çıkar, ama düzeltici sözü taşıyan ses niceliklerin katı yasasından sıyrılır: sıradan nesnelerin yazgısı olan yıpranmanın yerine lüks nesnelerin şanlı tehli­kesi olan kırılganlığını getirir: ona yakışan yorgunluğun kahramanca küçümsenmesi, yılmaz dayanıklılık değildir: püskürtecin tatlı okşayışı, mikrofonun yumuşak desteğidir: Poujade’ın sesi başka söylenselerde aydın beyninin payına düşen nedeni açıklanmaz ve çok saygın değeri kazanır.

Daha kaba ve daha az şeytansı olmakla birlikte, Poujade’ın yardımcısının da aynı görkemlilikten payını aldığını söylemek bile gerek­mez: “Topuz gibi” adamdır: “Eski ragbi oyuncusu erkek Launay… kıllı ve güçlü bilekleriyle… bir ana kuzusuna benzemez öyle”, Canta­lou, “taş gibi, iri, sağlam, dosdoğru bakar, el sıkışı erkekçe ve içten­dir.” Çünkü, iyi bilinen bir “karıştırmaca”ya göre, tinsel açıklığı be­densel tümlük temellendirir: yalnız güçlü insan açık olabilir. Düşünü­lebileceği gibi, tüm bu saygınlıkların ortak özü erkekliktir, erkekliğin tinsel yedeği de “karakter”, yani Poujade göğüne hiç sokulmayan usun karşıtıdır: usun yerini burada özel bir düşünsel erdem alır: Açık-görüşlülük: kahraman, Poujade’da, hem saldırganlık, hem kötücüllükle donanmış bir kişidir (“Uyanık çocuktur o”). Bu kurnazlık, ne denli anlıksal olursa olsun, tiksinilen mantığı Poujade’ın tanrılar tapınağına sokmaz: küçük kenter tanrılar, salt şansın buyruğunca, keyiflerince alıp verirler bunu: ayrıca, biraz yakından bakılacak olursa, neredeyse bedensel bir vergidir bu, hayvanların koku alma yetisine benzer: gü­cün ender bulunur bir çiçeğidir yalnızca, tümüyle sinirsel bir yel sez­me gücüdür (“Ben radarla yürürüm”).

Bunun tersine, aydın bedensel çirkinliğiyle mahkum edilir: Mendès maça ası gibidir, bir Vichy şişesine benzer (hem suya, hem hazımsızlı­ğa yöneltilen çifte hoşgörü). Tüm düşünsel varlık, kırılgan ve yararsız bir başın aşın büyümesine sığınmış durumda, bedensel kusurların en ağırına, yorgunluğa (çöküşün bedensel karşılığı) uğramıştır: işsiz, güçsüz olmasına karşın, doğuştan yorgundur, poujade’çının çalışkan­lığına karşın hep dinlenmiş olması gibi. Burada törel mi törel insan be­deni düşüncesine geliyoruz: ırk düşüncesine. Aydınlar bir ırktır, pou­jade’çılarsa başka bir ırk.

Bununla birlikte, Poujade’ın ilk bakışta çelişkin bir ırk anlayışı var­dır. Orta Fransız’ın birçok karışımın ürünü olduğunu saptadıktan son­ra (beylik hava, Fransa, ırkların potası), Poujade, görkemli bir biçim­de, yalnız kendi aralarında birleşmiş olanların dar mezhebinin (açık­çası Yahudilerin) karşısına bu kökenler karışımını çıkarır. Mendès-France’ı** göstererek “Irkçı sensin!” diye haykırır, sonra da yoruma geçer: “İkimizden bir o ırkçı olabilir, çünkü onun bir ırkı var.” Poujade karışım ırkı diyebileceğimiz şeyi sonuna dek kullanır, herhangi bir tehlikesi yoktur bunun, değil mi ki bunca göklere çıkarılan “karışım”, Poujade’ın kendisine göre, ancak Dupont’ları, Durand’ları ve Poujade’ları, yani tıpkısının aynısını harman etmiştir. Hiç kuşkusuz, bire­şimsel bir “ırk” düşüncesi çok değerlidir, çünkü kimi zaman bağdaş­tırmacılık, kimi zaman ırk kavramı üzerinde oynamayı sağlar. Birinci durumda, Poujade bir zamanlar devrimci bir nitelik taşımış ve Fran­sa’da tüm özgürlükçü düşünceleri beslemiş olan eski ulus kavramını kullanır (Augustin Thierry’ye karşı Michelet, Barrès’e karşı Gide, vb.): “Atalarım, Kelt’ler, Arvemi’ler, hep karışmışlardır. Ben istila ve göçlerin potasından doğdum.” İkinci durumda, fazla güçlük çekme­den, ırkçılığın ana nesnesini, Kan’ı bulur (bu da özellikle Yeni Sol’un estetlerinden ırksal bir uçurumla ayrılan sağlam Bröton Le Pen’in Kelt kanı ya da Mendès’in yoksun bulunduğu Galyalı kanıdır). Us ko­nusunda olduğu gibi burada da saymaca bir değerler dağılımı çıkar karşımıza: kimi kanların (Dupont’ların, Durand’ların ve Poujade’ların kanının) toplamı ancak arıkan üretir, böylece bağdaşık niceliklerin toplamının güven verici düzeni içinde yaşanabilir; ama başka kanlar (özellikle yurtsuz teknokratların kanı) tümüyle nitel olgulardır, bu ne­denle de poujade’çı evrende aşağılanırlar: karışamaz, büyük Fransız niceliğine, sayısal utkusu “seçkin” aydınların yorgunluğuyla karşıtlaştırılan “halk”a erişemezler.

Öte yandan, güçlüler ve yorgunlar, Galyalılar ve yurtsuzlar, bayağı ve seçkin arasındaki bu ırksal karşıtlık, yalnızca taşrayla Paris’in karşıtlığıdır. Paris tüm Fransız kusurlarını: düzeni, sadizmi, düşünselliği, yorgunluğu özetler: “Paris bir canavardır, çünkü burada yaşam çığı­rından çıkmıştır: sabahtan akşama dek, patırtılı, sersemleştirici, bu­naltıcı yaşamdır.” Paris, sağduyunun nicel dünyasının karşısında yer aldığını gördüğümüz şu zehirle, özünden nitel tözle (Poujade bunu ne denli güzel söylediğinin ayrımına varmadan eytişim diye adlandırır) aynı türdendir. “Nitelik”e kafa tutmak Poujade’ın belirleyici deneyi­mi, Rubico’su*** olmuştur: Paris’e yürümek, burada başkentin etkisiyle yoldan çıkmış, ırklarından dönmüş, köylerinde elde tırmıkla beklenir olmuş ılımlı taşra milletvekillerini yeniden kazanmak, bu adım, bir si­yasal yayılmanın da ötesinde, büyük bir ırk göçünü tanımlamıştır.

Böylesine sürekli bir kuşku karşısında, Poujade herhangi bir aydın biçimini kurtarabilir, ona ülküsel bir görüntü verebilir, tek sözcükle poujade’çı bir aydın öngörebilir miydi? Poujade bize Olympos’una yalnızca “bu ada yaraşır aydınlar”ın gireceğini söyler. İşte gene dö­nüp dolaşıp şu ünlü özdeşlikle tanımlamalardan birine (A = A), yani bu kitapta birçok kez yineleyim diye adlandırdığım şeye, hiçe geldik. Her türlü karşı-aydıncılık dilin ölümünde, yani toplumculuğun yıkılışında son buluyor.

Ne denli çelişkin görünürse görünsün, poujade’çı izleklerin çoğu, yozlaşmış romantik izlekler. Poujade halkı tanımlamak istediği zaman uzun uzun Ruy Blas‘ı anar; Poujade’ın gözüyle aydın da, üç aşağı beş yukarı, Micheletnin Cizvit’i ya da Hukukçu’sudur, boş, kısır, kuru, alaycı adamdır. Bugün de küçük kenter sınıfı dünün “özgürlükçü” kenter sınıfının düşüngüsel kalıtını, toplumsal yüksel işine yardım etmiş olan kalıtı topluyor: Michelet’nin duyguculuğu nice gericilik tohumları saklamaktaydı. Barrès bunu biliyordu. Aradaki büyük yetenek farkı olmasa, Poujade, Michelet’nin Le Peuple‘ünün (1846) kimi sayfalarının altına kendi imzasını koyabilirdi.

Bu nedenle, aydınlar sorununda, poujade’çılık Poujade’ı fazlasıyla aşıyor: karşı-aydıncı düşüngü değişik siyasal çevreleri kapsıyor, düşüne kin duymak için ille de poujade’çı olmak gerekmiyor. Çünkü burada hedeflenen şey, tüm bir açıklayıcı, bağımlı ekin biçimi, kurtarılan da “günahsız”, yani saflığıyla zorbanın önünü boş bırakan bir ekin.

Bu nedenle, yazarlar, gerçek anlamda, poujade’çı ailenin dışına atılmış değildir (kimi çok ünlü yazarlar Poujade’a pohpohlayıcı adamalarla yapıtlarını yollamışlar). Burada mahkum edilen aydındır, ya­ni bir bilinç, daha da iyisi bir Bakış’tır (Poujade, bir yerde, lise öğren­cisiyken arkadaşlarının kendisine bakmasından ne denli rahatsız ol­duğunu anımsatır). Hiç kimse bize bakmasın, işte poujade’çı karşı aydıncılığın ilkesi. Yalnız, budunbilimcinin açısından, benimseme ve dışlama davranışları birbirini bütünler, bir anlamda da, kendisi buna inanmasa bile, Poujade’ın aydınlara gereksinimi vardır; çünkü onları suçluyorsa, büyüsel kötülük olarak suçluyor: poujade’çı toplumda, aydın yozlaşmış bir büyücünün lanetli ve zorunlu yerini tutmakta.

*Çoğu alıntılar Poujade’ın kitabı J’ai choisi le combat‘dandır.
**Mendès-France Yahudi kökenlidir. (ç.n.)
***Julius Caesar’ın Roma Senatosu’nun buyruğunu almadan geçtiği ırmak (İtalya ile Galya arasında). (ç.n.)

Roland Barthes, Çağdaş Söylenler, Metis Yayınları, çev. Tahsin Yücel, 2014 [1957], 4. basım, s. 169-75.

Harari, Düşünce ve Tekniğin İlişkisi Üzerine

Pasajın beni etkileyen ana fikri basit: nasıl günümüzde insanı, bilinci ve genel olarak canlıların zihnini bilgisayar biliminde olduğu gibi algoritmalarla işleyen bir mekanizma olarak tasarlıyorsak (herkes böyle düşünmese de, kimi geek’ler ve bazı nörobilimciler böyle düşünüyor), düşünürler de geçmişte insana, zihne ve bedene dair düşünceler üretirken kendi dönemlerinin teknik ve bilimsel gelişmelerini örnek almışlar. Dolayısıyla, yanılıyor olabiliriz. Çok berrak bir şekilde, Freud’dan iknâ edici ve neredeyse dokunsal (tactile) bir örnekle açmış argümanını Harari. Ulus’un andığı, Marx’a atfettiği, Feuerbach Üzerine Tezler’de geçen fakat aslında Marx’ın Feuerbach’dan alıntıladığını anladığım “Bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür.” alıntısını çakıverdi, bir derste hep bir hoca örnek verirdi. Her ne kadar direkt bu konuyla değil de ideoloji tartışmalarıyla ilgili olsa da, düşünceyi görelileştirme ve zaman-mekanla ilişkilendirme çabaları örtüşüyor. Sonunda, düşünceler toplumsal, tarihsel ve coğrafiler. Fakat öte yanda bir de bu göreceliliklere rağmen bazı düşüncelere tutunma gereksinimi var.

“Belki de yaşambilimlerinin meseleye yaklaşımında sorun vardır. Ya­şambilimlerinin temel varsayımı, yaşamın veri işlemekten ibaret ve tüm organizmaların da hesap yapıp kararlar veren makineler olduğu yönündedir. Ancak organizmalar ve algoritmalar arasındaki bu benzetmenin bizi yanlış yönlendirme ihtimali yüksektir . 19. yüzyılda biliminsanları beyni ve zihni buhar- makinesine benzetirdi. Buhar makinesini seçtiler çünkü dönemin en ileri teknolojisi olan bu maki­neler trenleri, gemileri ve fabrikaları çalıştırıyordu; hayatı açıklama­ya çalışanlar da beynin benzer ilkelere göre çalıştığını varsayıyordu. Zihin ve beden, basınç yaratıp tahliye ederek hareket ve iş üreten borular, silindirler, vanalar ve pistonlar gibi algılanıyordu. Freudcu psikoloji üzerinde bile derin etkileri olan bu bakış açısı nedeniyle psikoloji jargonu bugün hala makine mühendisliği kavramlarıyla doludur.

Şu Freudcu tezi inceleyelim: “Ordular saldırganlığı körüklemek için cinsel dürtüden yararlanır. Ordu cinsel dürtüleri tavan yapmış genç erkekleri toplar. Askerlerin cinsel ilişkiye girerek tüm o basın­cı azaltma fırsatlarını sınırlayarak gerilimin içlerinde birikmesine neden olur. Daha sonra bu birikmiş basıncı yeniden yönlendirir ve bu basıncın askeri saldırganlık olarak dışavurumunu sağlar.” Bu­har makineleri de tam olarak bu yöntemle çalışır. Buharı kapalı bir kazana hapsedersiniz. Buhar gittikçe daha çok basınç biriktirir ve vanayı açıp basıncı önceden belirlenmiş bir yönde tahliye ettiğiniz­de amacınıza ulaşmış olursunuz. Bu benzetme sadece ordular için geçerli değildir, gündelik hayatta pek çok sebeple içimizin sıkıştığın­dan ve biraz “deşarj olmazsak” patlayacağımızdan bahsederiz.

21. yüzyılda insan psikolojisini buhar makineleriyle karşılaştır­mak epey çocukça kaçar. Bugün çok daha karmaşık ve gelişmiş tek­nolojilere sahibiz, dolayısıyla insan psikolojisini basıncı düzenleyen bir buhar makinesi yerine veri işleyen bir bilgisayar olarak açıklıyo­ruz. Ne var ki bu analoji de zaman içinde bir önceki kadar naif ka­labilir. Sonuçta bilgisayarların zihni yok. Yazılım hataları karşısında kahrolmuyor ya da baskıcı rejimler tüm ülkedeki web ağına müdahale ettiğinde, erişime kapatılan internetin canı yanmıyor. O halde neden bilgisayarları zihni anlamak için bir model olarak alıyoruz?

Bilgisayarların duyuları ve istekleri olmadığına sahiden emin mi­yiz? Şimdilik bunlara sahip olmasalar da yeterince karmaşıklaştıklarında bilinç geliştirebilirler mi? Eğer bunlar ihtimal dahilindeyse bu süreci nasıl anlayabiliriz? Otobüs şoförlerimizin, öğretmenleri­mizin, psikoloğumuzun yerine geçtiklerinde, duyguları olan bilgi­sayarlar mı yoksa sadece akılsız algoritmalar mı olduklarını nasıl ayırt edebileceğiz?

Konu insanlar olduğunda, bilinçli zihinsel deneyimleri bilinçsiz beyin aktivitelerinden ayırabiliyoruz. Bilinci anlamaya hala fersah fersah yolumuz olsa da biliminsanları bilincin bazı elektrokimya­sal izlerini belirlemeyi başardılar. Biliminsanları bir şeyin bilincin­de olduklarını beyan eden insanlara inanabileceklerini varsayarak koyuldular bu yola. Bu varsayıma dayanarak, insanlar bilinçli ol­duklarını bildirdiklerinde beyinde beliren, bilinçsiz anlardaysa asla ortaya çıkmayan belirli kalıpları ayırt edebildiler.

Bu sayede bitkisel hayatta olan bir hasta bilincini tamamen mi yitirdi, yoksa sadece bedeni ve konuşması üzerindeki hakimiyeti­ni mi kaybetti, artık belirlenebiliyor. Hasta, beyni bilinç belirtileri gösteren kalıplar sergiliyorken konuşamıyor ya da hareket edemi­yor olsa bile muhtemelen bilinci yerindedir. Öyle ki kısa bir süre önce doktorlar fMRI görüntüleme tekniklerinden faydalanarak bu tip hastalarla iletişim kurmayı da başardılar. Yalnızca “evet” ya da “hayır”la yanıtlanabilecek sorular sorarak, hasta “evet” demek is­tiyorsa tenis oynadığını hayal etmesini, “hayır” cevabı vermek is­tiyorsa da evini düşünmesini istediler. Hastanın motor korteksleri aydınlandığında “evet,” uzamsal bellekle alakalı bölümler harekete geçtiğindeyse “hayır” cevabı aldıklarını gözlemlediler. (7)

Tüm bunlar insanlar için anlaşılırken, konu bilgisayarlara geldi­ğinde durum ne olur? Silikon tabanlı bilgisayarlar, karbon tabanlı insan sinir ağından oldukça farklı yapılara sahip olduğuna göre bilincin insandaki izleri benzerlik göstermeyebilir. Bir kısırdöngüye girmiş gibiyiz. İnsanların bilincinde oldukları beyanını doğru var­sayarak insan bilincinin izlerini belirliyor ve bunun da insanların bilinçli olduğunun “kanıtı” olduğunu düşünüyoruz. Peki yapay bir zeka da kendi bilinci olduğunu beyan ettiğinde ona da hemen inan­malı mıyız?”

Yuval Noah Harari, Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi, çev. Poyzan Nur Taneli, Kolektif Kitap, 2016, s.127-9.

 

Perec, Şehre Bakan Aylak Üzerine

“Sen bir aylak, bir uyurgezersin, bir istiridyesin. Tanımlar saatlere, günlere göre değişiyor ama taşıdıkları anlam az çok belli: Yaşamanın, harekete geçmenin, bir şey yapmanın pek sana göre olmadığını hissediyorsun; sadece sürüp gitmek istiyorsun, sadece bekleyişi ve unutuşu istiyorsun.

Modern yaşam bu tür eğilimleri genelde pek hoş karşılamaz. Çevrende her zaman eyleme, büyük tasarılara, coşkuya ayrıcalık tanındığını gördün: öne atılan adam, gözlerini ufka dikmiş adam, dimdik ileriye bakan adam. Pırıl pırıl bakış, kararlı çene, kendinden emin yürüyüş, karın içerde. Kararlılık, girişkenlik, ses getiren hareket ve zafer, son derece örnek bir yaşamın son derece berrak yolunu gösterir, yaşam mücadelesinin pek saygıdeğer resimlerini çizerler. Yerinde sayanların ve batağa saplananların düşlerini süsleyen pek kıymetli yalanlar, ihmal edilen binlerce kişinin yitik hayalleri, çok geç gelmiş olanlar, valizlerini kaldırıma koyup terlerini silmek için üstüne oturanlar. Ama senin özürlere, pişmanlıklara, nostaljilere ihtiyacın yok. Sen hiçbir şeyi dışlamıyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemekten vazgeçtin, ama zaten ilerlemiyordun ki, yeniden yola çıkmıyorsun, vardın sen, daha uzağa gidip de ne yapacağını kestiremiyorsun: Bir şeylerin kırılması, değişmesi, çözülmesi için ve böylece bu düş kırıcı, bir eşek külâhı kadar gülünç ve can sıkıcı, bir Gaffiot sözlüğü kadar ağır hakikatin gün ışığına çıkması için -ne var ki Saint Honoré sokağındaki hizmetçi odası asla yeterince gün ışığı almaz- havanın çok sıcak olduğu bir Mayıs günü, ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan neskafenin ve içinde altı adet çorabın yüzdüğü, siyahımsı bir suyla dolu pembe plastik bir leğenin uygunsuzca bir araya gelişi yetti, yetti sayılır. Ne bir şeylerin ardında koşma, ne kendini koruma, ne de saldırma isteği duyuyorsun.

Dostların bıktı artık, kapını çalmıyorlar. Onlarla karşılaşabileceğin sokaklarda pek yürümüyorsun artık. Sorulardan, rastlantı eseri karşına çıkan birinin bakışlarından kaçıyor, sana ısmarlamak istediği birayı ya da kahveyi kabul etmiyorsun. Sadece gece ve odan, üstüne uzandığın dar sedir, her an yeniden keşfettiğin tavan seni koruyor; geceleyin, Grands Boulevards’ın kalabalığı ortasında tek başınayken, gürültülerden ve ışıklardan, hareketten, unutuştan zaman zaman adeta mutlu oluyorsun. Biriyle konuşmaya, bir şey istemeye ihtiyacın yok. République’ten Madelaine’e, Madelaine’den République’e gidip gelen insan selini izliyorsun.”

Georges Perec, Uyuyan Adam, çev. Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları, 2016 [1967], 4. basım, s. 18-9.

Yavuz, Kültür ve Entelektüel Üzerine Notlar

“Batı uygarlığının temelini Orta Asya’nın otokton halkı olan Türklerin hazırladığı konusundaki aşırı yeni-ulusçu tez, bilimsel doğrulardan uzak bir duygusallığa dayandığı için bir yana bırakılmıştı; Ataç, bu tezi (buna ‘aşırı partikularist tez’ diyorum) olumsuzluyor, ama Batı kültürü varken ulusal bir senteze gitmenin gereksizliğini savunarak, bu kez, aşırı üniversalist bir tezi kesinlemiş oluyordu. Ataç’ın kültür anlayışı, Batı kültürünün evrenselliği düşüncesine dayanmaktaydı; evrensel bir kültürün değerlendirilmesi sözkonusu olunca, ulusal bir senteze, Türk kültürü açısından özgün, sui generis yapılara gitmek….gereksizdi.” (s. 14)

“Ulusal kültürü temellendirmek için tutulacak yol, dün’den bugün’e gelmek değil, tam tersine, ‘bugün’den dün’e gitmektir . . . Althusser, Lire le Capital’de Marx’ı alıntılayarak sistemli, sıradüzenli ve eklemlenmiş bir kombinasyon (‘Gliederung’) olarak çağdaş toplumun bilgisinin, daha önceki yapıları anlayabilmek için gerekli olduğunu bildirir…. Gadamer’in de farklı bir düzlemden bakarken, aynı sonuca varmasıdır: “Geçmişin yorumu, zorunlu olarak, şimdi’nin bakış açısından yapılan bir yorumdur.” (s. 16-7)

[Huzur’dan önce, Türk romanı daima verili bir söyleme dayanır: Sonuç olarak: ] “Roman karakterlerinin, sorunsal (problematik) kahramanlara döünşmesine olanak vermeyen söylemler bunlar.”, [Huzur ile birlikte, ilk defa üstsöylem -metadiscourse] “Tanpınar, Mümtaz bağlamında şöyle koyuyor bu sorunsalı: “Benim diyebileceği ve kendi başına bir hayatı yoktu. Hep tezad halinde ve birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde yaşıyor, onlarla düşünüyor, onlarla görüp duyuyordu. İkiz bir ömrü yaşıyordu. Cennet ve cehennemi beraberinde gezdiriyordu. ‘Bu iki haddin’ arasında uçurum kenarlarında şiddetli uyanışlarla dolu bir somnanbül hayatı vardı. Zaman olurdu ki, bütün hayatı sadece kaçışlardan ibaret kalırdı.” Mümtaz’ı bu iki haddin arasındaki uçurumda konumlayan, Türk aydınının sorunsalı: Doğu/Batı sorunsalı.” (s. 63-4)

“Türkiye’nin tarihi, Türk aydınına bir yandan hem Doğu’nun hem de Batı’nın ürettiği bilgi ve düşünceleri ‘temellük ederek’ bir ‘terkip’te birleştirmeyi, ama öte yandan da böyle bir ‘terkib’in olanaksız olduğunu empoze ediyor. Huzur’da Mümtaz’ın açmazı (üst-söylemin yapısını belirleyen açmaz) budur: Kendi tarihöncesini aşma, bir zorunluluk olarak hem bir ‘terkib’i hem de bir ‘terkib’in olanaksızlığını birlikte getiriyor! Türk aydını, doğuyla Batı arasında bir ‘terkib’e ulaşma ardındaki sorunsal arayışından vazgeçerek, ama Doğu’yu ve batı’yı sorgulamadan kesinlemeyi de kabul etmeyecektir. Huzur’u, Lukacs’ı izleyerek söylersek, bir tür Bildungsroman kılan da budur.” (s. 65-6)

[Türkiye ve kitle kültürü: ] “… Türkiye’nin geçmişinde, Batı’nın 17. yüzyıldan bu yana yaşamakta olduğu türden bir yapılaşmadan söz edilemiyor. Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin tarihinde, kapitalist üretim tarzının normları ve değerleriyle bireysel düzlemde hesaplaşmayı (ve başkaldırmayı) getiren başat bir yapıdan söz etmek olanaksız. Bu yüzden, bugün Türkiye’de yaşamakta olan ayaktakımı kültürünü, Batı’nın kitle kültürü gibi, 19. yüzyılın bireysel kimlikleri destekleyici burjuva kültürüyle karşılaştırıp diyalektik bir bütünlük içinde görmek durumunda değiliz. Tam tersine, bugünün Türkiye’sinin ayaktakımı kültürünün bu anlamda bir geçmişi yok. Bu kültürü, tarihimizle eklemleyemeyişimiz bundan dolayı.” (s. 100)

“Lümpen tabakaların sınıfsal kimlikten yoksun oluşları, onların kendilerine ilişkin imajlarını da belirliyor. Bir lumpen, kendini hangi konumda, nasıl görüyor? Ne köylüdür lumpen, ne kentli. Ne Doğuludur lumpen, ne Batılı… Sınıfsız ve tarihsiz olmanın belirlediği bir konumda görüyör kendini lumpen: Ne o, ne öteki. Türk lumpeni hem kırsal kültürü hem kentsel kültürü, hem Doğu kültürünü hem Batı kültürünü olumsuzluyor. Onun yaşam ve kimlik imajını belirleyen bağıntı budur: Ne o, ne öteki.” (s. 101)

[Türkiye’de lümpenin simgesi olarak ‘bira’: ] “Bu bağıntı, yaşam pratiğini oluşturan farklı kesitlerde, kendini, belirli bazı nesnelerin simgeleşmesiyle belli ediyor. Örneğin, bira. Türkiye’de 1970’lerden 1980’lere uzanan bir veri var: bira tüketimi artıyor. Her köşebaşında bir birahane açılıyor. Neden bira? Bira, Türk lumpeninin simgesi olmaya yatkın bir konumda. Çünkü ne Doğulu, ne de Batılı bir sınıfsal tarihi var biranın.”  (s. 101)

[Şarap, rakı ve bira aritmetiği: ] “Şarap, batılı ve burjuva beğenisine gönderme yapan, yananlamaları olan bir içki. Şarap içmenin belirli normları, belirli kuralları var. Belli yemeklerle, belli türleri içilebiliyor. Bir doğu içkisi rakı. Ama onun da osmanlı beğenisine gönderme yapan, yananlamlarıyla bir tarihi, belirli kuralları ve normları olduğunu biliyoruz. Hangi tür yemeklerle içilebileceği de belirlenmiş. Bira öyle değil oysa. Kuralsız, normsuz bir içki. (Çiçek Pasajı, biraya değer ve norm kazandırmayı denedi; ama bu, biraya sınıfsal bir tarih ve kimlik kazandıramadı.) Bira, “ne o, ne öteki” (ne rakı, ne şarap) oldu! “Ne o, ne öteki” olan lumpenin simgesi olması da bu yüzden.”  (s. 101-2)

“Türkiye’de eğlence endüstrisi, bir yandan batı’da olduğu gibi kitleselleşirken, öte yandan da, 1980’lerden başlayarak kadın mı erkek mi oldukları belirsiz bir grup (transvesti mi, hermafrodit mi? transseksüel mi?) gazinoculuk endüstrisinin baş köşesine oturdu. Bülent Ersoy, Talha Özmen, Savaş Sökmen vb. bu anlamda lumpenliğin…. simgesi oldular. Adı erkek, cinsiyeti kadınsı şarkıcılar, Türkiye’de eğlence endüstrisinin, seyirciye sunduğu metalar durumuna geldiler.”  (s. 102)

“Aydın”ın tanımını yapmak güç. Bu sözcük bizde “entelektüel” karşılığında kullanılıyor. Oysa Osmanlıcası “münevver”di; “aydın” da “entelektüel”i değil, sözcük anlamıyla “münevver” karşılıyor.” (s. 118-9)

“Entelektüeli, dönüştürücü ve biçimlendirici, dolayısıyla eleştirel işlevi içinde düşündüğümüzde ise, Antik Yunan’dan Kant’a uzanan idealist geleneğin yerine, onu olumsuzlayan bir başka geleneği koymuş oluyoruz. Gramsci’nin yaptığı da bu. Ben gene de, “aydın” sözcüğünü yeğlerim. Dönüştürücü, biçimlendirici dolayısıyla eleştirel işlevini, “entelektüel” sözcüğünden çok daha iyi vurguladığı için…” (s. 119)

“Öyle diyor Deleuze: “belli kodlardan kaçarak aynı yerde kalmak için göçebeleşenler”. Türkiye’de batı tipi aydının (deyim, senindir) da yapmak istediği bu: aynı yerde kalarak kodlardan kaçmak istiyor. Ama kaçıyor mu gerçekten? Sakallı Celal’in ünlü sözünü anımsa: “Türkiye hep doğuya giden bir gemi gibidir, ki yolcuları batıya doğru koşar.” Batı tipi Türk aydını bu anlamda gerçekten bir göçebe değil. Kodlardan kaçamıyor ki! Ne denli batılılaşmaya kalksa, o denli doğulu kalıyor.” (s. 120)

“Bana öyle geliyor ki, 60’dan önceki kuşak, yani daha önce adlarını saydığım fikir adamları (Tanpınar, Hilmi Ziya, Mustafa Şekip vb.) sorunlara daha global olarak bakan insanlar idiler. Ve bana öyle geliyor ki, bunların entelektüel donanımları, 60’dan sonrakilere göre…. çok daha ağırlıklı, çok daha derindi.” (s. 125)

“Klasik münevver dediğimiz Türk aydınının yerini kendi alanında uzmanlaşmış, sadece kendi alanını bilen, kendi alanında bile dar ve sınırlı bir uzmanlık edinmiş bilim adamları yer alıyor. Bunu elbette küçümsüyor değilim. Mikro düzeyde iş gören bir uzmanlaşma, makro düzeyde düşünce üretiminin yerini alıyorsa ve ‘aydın’ kavramı içinde böyle bir yer değiştirme gerçekleşiyorsa, o zaman bunun nedenleri üzerinde düşünülmesi gerekir. Bu çok önemli bir nokta. ‘Aydın’ sorunu gündeme gelecekse, bu durum yabana atılmamalı.” (s. 125)

“Bir takım arayışlar var. Gerek sağdaki, gerekse soldaki arayışlar bana öyle geliyor ki, düşünce üretiminin en azından işlevini ve önemini yeni baştan kavramaya başlayan bir kuşağın ortaya çıkması demektir.”, [80’ler] “Şimdi seksen sonrasının önemli değişikliği, bütün bu şiddetle yaşanmış tecrübelerden sonuçlar çıkarmış bir genç kuşağın, sorunları daha kuşatıcı görmeye yatkın, daha bir fikir adamı gibi görmeye yatkın bir eğilim edinlemelerine neden olmuştur.” (s. 126-7)

Hilmi Yavuz, Kültür Üzerine, Bağlam Yayınları, 1987.

Nerval, Balık Pazarı ve Ermeni’nin Öyküsü

“Ne garip kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç; başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burda; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar. (257)

Eski Müslüman gelenekleri gereğince hâlâ gerçekleştirebilecek son bağnazlık ve barbarlık eylemini görmek benim alınyazım mıydı? – Pera’da, portrelerinden ve tablolarından elde ettiği kazançla gül gibi geçinen ve üç yıldır burada yaşayan, en eski dostlarımdan birini, bir Fransız ressamı buldum. (258) – İşte bu da, Konstantinopolis’in, sanat tanrıçalarıyla, arasının sanıldığı kadar açık olmadığını kanıtlıyor. Frenk semti Pera’dan, Türk semti İstanbul’un çarşılarına gitmek üzere birlikte yola çıktık. (259)

Galata’nın tahkim edilmiş limanından geçtikten sonra, iki yanında meyhaneler, pastacı dükkânları, berberler, kasaplar ve bizimkileri hatırlatan, masalarının üzerine Yunan ve Ermeni gazeteleri yığılmış olan Frenk kahvehanelerinin bulunduğu uzun ve dolambaçlı bir yoldan inmemiz gerekti; – Mora’dan gelen Yunancalar sadece bir ana, Konstantinopolis’te bu gazetelerden beş ya da altı tane basılıyor. – Günden güne yenilenen bu canlı Yunan dilinden birkaç kelimeyi anlamak için, her seyyahın klasik bilgilerine başvurması konusunda bir fırsat işte. Bu gazetelerin çoğu, anlaşılmayacak hale düşmemeyi gözeterek modern taşra ağzından uzaklaşmayı ve eski Yunancaya yaklaşmayı amaçlıyorlar. Latince kelimelerin büyük ölçüde bir karışımı olduğu için bizim Yunancadan çok daha kolay anlayabildiğimiz Romence basılmış Ulah ve Sırp gazeteleri de var burda. Türk kahvecilerinin bilmediği şekerli bir gloria içmek için bu kahvehanelerden birine girdim. – Daha aşağılarda, Konstantinopolis’i çevreleyen kırsal alanların verimliliğinin şahane örnekleri olan meyveleri sergileyen pazar yer alıyor. Dolambaçlı ve kalabalık yollardan geçilerek de, nihayet, Haliç‘in öteki tarafına geçmek için bir kayığa binilmesi gereken limana ulaşılıyor. Haliç, bir kilometre genişliğinde ve aşağı yukarı dört kilometre uzunluğunda; İstanbul’u Pera ve Galata semtlerinden ayıran dünyanın en güvenli ve harika limanı.

Bu küçük yerdeki trafik inanılmaz boyutlarda; liman tarafındaysa zarif kayalıklarla çevrili ahşap bir iskele var. Kürekçiler, ipek bürümcükten yapılmış uzun kollu ve çok afili gömlekler giymiş; kayıkları, balık şeklinde olmaları sayesinde, limanın girişini dolduran bütün uluslara ait yüzlerce teknenin arasından güçlük çekmeden süzülüp geçiyor.

On dakikada, Balık Pazarı’nın bulunduğu karşı taraftaki limana ulaşılıyor ve işte orada, olağandışı bir manzaranın tanığı olduk. – Pazarın dar bir kavşağında, birçok insan çember şeklinde toplanmıştı. Bir hokkabazlar çekişmesinin ya da ayı oynatmanın söz konusu olduğunu sandık önce. Kalabalığı yarınca, yerde, mavi ceketli ve pantolonlu, boynu vurulmuş birinin cesedini gördük; kasketli başı, biraz aralanmış bacaklarının arasına konmuştu. Frenk olduğumuzu anlayan bir Türk, bize dönüp, şöyle dedi: “Şapkalı kafalar da kesiliyor olmalı.” Bir Türk için, kasket ya da şapka önyargı konusu bir şey; bunun nedeni, namaz kılarken, başlıklarını çıkarmadan alınlarını yere değdirmeleri gerektiği için, siperli bir başlık giymelerinin Müslümanlara yasaklanmış olması. – İğrenerek bu manzaradan uzaklaştık ve pazarlara gittik. Bir Ermeni, dükkânında şerbet içmeye davet etti bizi ve bu garip infazın hikâyesini anlattı.

Gördüğümüz başı kesilmiş ceset, üç gündür Balık Pazarı’nda duruyordu ve bu da balık satanların pek hoşuna gitmiyordu. Üç yıl önce, bir Türk kadınıyla basılmış Yuvakim adında bir Ermeninin cesediydi bu. Bu durumda, ölüm ile dininden vazgeçme arasında bir seçim yapması gerekiyordu. Bir Türk olsaydı sopa yeme cezasına uğrayacaktı. – Yuvakim de Müslüman oldu. Daha sonra, korkuya kapılıp direnmemesinden pişmanlık duydu; yeni dininden döndü ve Yunan adalarına çekildi.

Üç yıl sonra, başına gelen işin unutulduğuna inandı ve bir Frenk elbisesi giyerek Konstantinopolis’e döndü. Bağnazlar onu ele verdiler ve Türk resmi makamları, o sırada adamakıllı hoşgörülü olmalarına rağmen yasayı uygulamak zorunda kaldılar. Avrupalı konsoloslar Yuvakim’i kurtarmaya çalıştılar, ama kesin bir yasa metnine karşı ne yapılabilirdi? Doğu’da, yasa, hem sivil hem de dinidir; Kuran ve mevzuat özdeştir. Türk adaleti, aşağı sınıfların hâlâ çok zorlu olan bağnazlığını hesaba katmak zorunda. Yuvakim’e dininden yeniden dönerse özgür kalma olanağı önerildi önce. Yuvakim, bu öneriyi kabul etmedi. Daha da kolaylık gösterildi ona; kaçmasını sağlayacak olanaklar sunuldu. İşin garibi, Yuvakim, Konstantinopolis’ten başka bir yerde yaşayamayacağını, bu kenti terk ederse üzüntüden, yeniden din değiştirip kalırsa utançtan öleceğini söyleyerek, bu önerileri de reddetti. O zaman, infaz gerçekleşti. Yuvakim’in dininden birçok kimse, onu bir aziz olarak gördü ve onuruna mumlar yaktı.

Bu hikâye bizi çok etkilemişti. Alınyazısı, bu olaya öyle durumlar ve koşullar yerleştirmişti ki, hiçbir şey bir başka sonuç yaratamazdı. Cesedin Balık Pazarı’nda gösterildiği üçüncü günün akşamı, âdet olduğu üzere, üç Yahudi onu omuzlarına alıp, denizin şurada burada kıyılara attığı boğulmuş köpeklerin ve atların arasına, Boğaz sularına atıyordu.

Tanığı olmak bahtsızlığına uğradığım bu üzücü hikâyeden sonra, yeni Türkiye’nin ilerici eğilimlerinden hiç de kuşku duymak istemem. (260) Burada olduğu gibi İngiltere’de de, yasa, daha iyi yorumlanabildiği zamana kadar, bütün iradeleri ve kafaları baskı altında tutuyor. Günümüzde sadece, zina ve dinden dönme gibi sorunlar, bu kadar üzücü olaylara yol açabiliyor hâlâ.

İstanbul’un merkezini oluşturan görkemli çarşıları gezdik. (261) Burası, Bizans zevkiyle taştan ve çok sağlam biçimde inşa edilmiş koskoca bir lâbirent ve sıcak günler için büyük bir sığınak. Kabartmalı direkler ve sütunlarla donatılmış, kimi kemerli kimi sivri kubbeli çok geniş galerilerin her birinde, belli bir mal satılıyor. İnsan özellikle, kadın giysilerine ve şıpıdık terliklere, nakışlı ve lame kumaşlara, kaşmirlere, halılara, altın, gümüş ve sedef kakmalı mobilyalara, mücevherlere ve hepsinden fazla, çarşının bedesten denilen bölümünde bir arada sergilenen pırıl pırıl silahlara hayran kalıyor.

Deyim yerindeyse, bu yeraltı kentinin bir ucu, Seraskerlik meydanı denilen ve çevresinde büyük binalar ve camiler bulunan çok keyifli bir yere açılıyor. (262) Burası, özellikle kadınların ve çocukların geldiği kent içi bir gezinti yeri.

İstanbul’da kadınlar, Pera’da olduğundan çok daha fazla örtünmüş durumdalar; yeşil ya da mor bir ferace giyiyorlar, yüzleri kalın bir tülle örtülmüş durumda; gözlerinden ve burunlarının üst kısmından başka bir şeyi gösterdiklerine rastlamak çok nadir. Ermeni ve Rum kadınları, yüzlerini, çok daha ince bir kumaşla örtüyorlar.

Meydanın bir yanında, müstensihler, minyatürcüler ve kitapçılar yer alıyor; avlularında, kimi zaman meydana üşüşen binlerce güvercinin uçuştuğu, avluları ağaçlarla dolu komşu camilerin zarif yapıları, (263) kahvehaneler ve mücevherlerin sergilendiği tezgâhlar, hemen yakındaki Seraskerlik kulesi (264) -bütün kente tepeden bakıyor- hatta daha uzakta bulunan ve valide sultanın ikâmet ettiği Eski Saray’ın (265) karanlık görünümlü duvarları, bu meydana eşsiz bir özgünlük kazandırıyor.”

(257) İstanbul’un nüfusu, 1844’de, 331.647 kişiydi. Nerval daha sonra, Ubucini’ye dayanarak, 1850’de nüfusun 797.000 olduğunu söylemiştir. Demografi bilginlerine göre, bu sayıya ancak yüzyılın sonunda ulaşılacaktır. (Bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu [1830-1914] Demografik ve Sosyal Özellikleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003). Nerval, Flaubert ve Gautier’in seyahatleri döneminde, Konstantinopolis’in, Hıristiyan (Ermeniler ve Rumlar) ve Yahudi nüfusunun, Müslüman nüfus kadar kalabalık olduğunu belirtmek gerekir.
(258) Bu ressam, İtalya’ya gitmek üzere 1837’de Paris’ten ayrılmış ve oradan Konstantinopolis’e gelmiş olan Camille Rogier’dir. Çalışmalarından oluşan albümü, 1846’da, Lemaire basım evinde, La Turquie: moeurs et usages des Orientaux au dix-neuvième siècle adıyla yayımlanmıştır.
(259) Demek ki, yolcularımız, Galata Köprüsüne yöneliyorlar.
(260) Nerval, Reformlar Türkiyesi’nden, yani Tanzimat hareketinden söz ediyor. 1839’da başlatılan bu hareket, daha 1843’te epey yavaşlamıştı.
(261) Kapalı Çarşı söz konusu.
(262) Eskiden, Harbiye nezaretinin bulunduğu bugünkü Beyazıt meydanı.
(263) Sultan II. Beyazıt‘ın 1501 ve 1506 arasında yapılmış olan camisi.
(264) Sultan II. Mahmud tarafından, yangınları gözetlemek için 1828’de yaptırılan Beyazıt Kulesi.
(265) Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan ilk saray.

Gérard de Nerval, Doğu’da Seyahat, Yapı Kredi Yayınları, çev. Selahattin Hilav, 2004 [1851], s. 553-6.