Sebald, Casement ve Sömürü ile Mücadele

“Kongo’nun ticarete açılması çerçevesinde yerli halka uygulanan zorbalıkların tarzı ve boyutlarıyla ilgili haberler kamuoyuna ilk kez 1903 yılında, o sıralarda Boma’daki İngiliz Konsolosluğu’na atanan Roger Casement tarafından duyuruldu. Dışişleri Bakanlığı Sekreteri Lord Landsdowne’a sunduğu raporda Casement, -Korzeniovski Londralı bir tanıdığına, kendisinin uzun zamandır unutmaya çalıştığı şeyleri Casement’ın anlatabileceğini söylemişti- siyahların acımasızca sömürülmesi hakkında kesin bilgiler veriyordu. Sömürgedeki çeşitli inşaatlarda hiçbir ücret almadan, sırf boğaz tokluğuna çalışmaya zorlanıyorlardı; çoğunlukla birbirlerine zincirlenmiş oluyor ve aynı tempoyla sabahtan akşama kadar, kelimenin tam anlamıyla ölene dek çalıştırılıyorlardı. Gözünü para hırsı bürümemiş biri Kongo’nun yukarı havzasından geçerse, diye yazıyordu Casement, bütün bir halkın, İsa’nın çektiği çileleri bile gölgede bırakan eziyetler yüzünden nasıl yürek parçalayıcı bir biçimde can çekiştiğini görecektir. Her yıl çalışmaya zorlanan yüz binlerce kölenin, kendilerine gözcülük yapan beyazlar tarafından ölüme sürüklendiğine ve Kongo’da disiplini sağlamak adına her gün insanların sakat bırakıldığına, elleri ve ayaklarının baltayla kesildiğine ve vurulduklarına dair hiçbir kuşkuya yer bırakmıyordu Casement. Kral Léopold, Casement’ın ortaya çıkan durumu yumuşatmaya ve Casement’ın kışkırtmaları yüzünden Belçika’nın Kongo’yu sömürgeleştirme girişiminin karşı karşıya kaldığı tehlikeleri değerlendirmeye faydası olabilir düşüncesiyle, özel bir görüşme yapmak üzere onu Brüksel’e çağırdı. Ben, diyordu Léopold, siyahların yaptığı işi, tamamen yasal bir vergi ödeme yolu olarak görüyorum, siyahların gözetiminden sorumlu beyazlar zaman zaman kaygı uyandırıcı müdahalelerde bulunuyor -gerçi bundan bile söz etmek istemiyordu; bu üzücü fakat değiştirilmesi mümkün olmayan gerçeğin nedenleri, Kongo ikliminin bazı beyazlarda bir tür bunaklığa yol açmasında aranmalıdır ki, maalesef zamanında önleyemediğimiz durumlar da olabiliyor. Casement öne sürülen bu nedenlerle ikna olmayınca, Léopold Londra’daki ayrıcalıklarını kullandı ve oynanan diplomatik oyunlar sonucunda, Casement’ın raporu bir yandan örnek gösterilip övüldü, raporun yazarına da Saint Michael and Saint George Tarikatı’nın Commander unvanı verildi; ama diğer yandan Belçika’nın çıkarlarına zarar verilebilecek hiçbir girişimde bulunulmadı. Birkaç yıl sonra Casement -herhalde sürekli huzursuzluk yaratan bu insanı bir süreliğine uzaklaştırmak gibi gizli bir niyetle- Güney Amerika’ya gönderildi ve Peru, Kolombiya ve Brezilya’nın ormanlık bölgelerinde de koşulların pek çok açıdan Kongo’ya benzediğini keşfetti. Tek fark, burada Belçikalı ticari şirketlerin değil, merkezi Londra’da olan Amazon Company’nin (Amazon Şirketi) faaliyette olmasıydı. Aynı dönemde Güney Amerika’daki kabilelerin de kökü kurutulmuş ve bütün bölge yakılıp kül edilmişti. Casement’ın raporu ve onun her türlü haktan mahrum olan bu insanları koşulsuzca savunması Dışişleri Bakanlığı’nda saygı uyandırmasına uyandırdı, ama bir yandan da bu hevesli Don Kişot’un yaptıklarının onun aslında gelecek vaat eden kariyeri açısından hiç de iyi olmayacağını düşünen üst düzey yetkililer de kaygıyla başlarını salladılar. Sonra Casement’a, dünyadaki köleleştirilmiş halklar için yaptığı yararlı çalışmalar karşılığında asiller sınıfına girebileceği söylenerek bu sorun çözülmek istendi. Ama Casement iktidarın tarafına geçmeye niyetli değildi; aksine doğa ve bu iktidarın kaynağı ve de bu iktidardan kaynaklanan emperyalist anlayış onu gittikçe daha da çok ilgilendirir olmuştu. Tüm bunların sonucunda İrlandalılığı, dolayısıyla kendisini sorunsallaştırması da son derece doğaldır. Casement, County Antrim’de Protestan bir baba ile Katolik bir annenin oğlu olarak dünyaya geldi ve bütün eğitim dönemi boyunca, İrlanda üzerindeki İngiliz hâkimiyetini korumayı yaşamının en önemli ödevi olarak görenler arasında yer aldı. Ama Birinci Dünya Savaşı öncesinde İrlanda sorunu patlak verdiğinde, Casement “İrlanda’nın beyaz Kızılderilileri” meselesiyle ilgilenmeye başladı. Yüzyıllardır İrlandalılara yapılan haksızlık, vicdanını giderek her şeyden daha çok rahatsız eder hale gelmişti. İrlanda halkının neredeyse yarısının Cromwell’in askerleri tarafından öldürülmüş olması, binlerce kadın ve erkeğin beyaz köleler olarak Batı Hint Adaları’na gönderilmesi, yakın zamanda bir milyondan fazla İrlandalının açlıktan ölmesi ve yeni nesil gençlerin büyük çoğunluğunun kendi vatanlarından göç etmeye zorlanması, tüm bunlar aklından bir türlü çıkmıyordu. 1914 yılında, liberal yönetimin İrlanda sorununa çözüm olarak önerdiği Home Rule sistemi, çeşitli İngiliz çıkar gruplarının açıkça ya da gizliden gizliye desteklediği fanatik Kuzey İrlandalı Protestanların karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karşı çıkışıyla başarısızlığa uğrayınca, Casement için nihai karar ânı gelmiş oldu. İngiliz Milletler Topluluğu şiddetle şiddetle sarsılsa bile, İrlanda için Home Rule uğruna, Ulster’ın direnişinden ödün vermeyeceğiz, diye ilan etti Protestan azınlığın önde gelen temsilcilerinden olan Frederick Smith; Protestan azınlık, hükümetin askerî birlikliklerine karşı gerekirse silah yoluyla mücadele ederek ayrıcalıklarını korumaya hazırdı. Yüz bin insan gücündeki Ulster Gönüllüleri kuruldu ve güneyde de bir gönüllüler ordusu oluşturuldu. Casement asker toplama ve silahlandırma çalışmalarında da rol oynadı. Nişanlarını Londra’ya geri gönderdi. Kendisine teklif edilen emekli maaşını reddetti. 1915’in başında gizli bir görev için Berlin’e gitti. Amacı, Alman İmparatorluğu’nun İrlanda’nın bağımsızlık ordusuna silah temin etmesini sağlamak ve Almanya’daki İrlandalı savaş tutsaklarını bir tugay oluşturmaya ikna etmekti. Ancak iki girişim de sonuçsuz kaldı ve Casement bir Alman denizaltısıyla İrlanda’ya geri götürüldü. Casement, ölesiye yorgun ve buz gibi su yüzünden neredeyse donmuş bir halde, Tralee Koyu’nda, Banna sahilinde karaya çıktı. Artık elli bir yaşındaydı. Kısa bir süre içinde tutuklanacaktı. Yine de bir rahibe, “Almanlar yardıma hazır değil” mesajını göndermeyi başararak, 1916 Paskalya Yortusu’nda başlatılması tasarlanan ayaklanmayı engelledi; çünkü tüm İrlanda için düşünülen ayaklanmanın bu durumda başarısız olacağı zaten belliydi. Buna karşın idealistlerin, yazarlar, sendikacılar ve Dublin’deki sorumlu öğretmenlerin kendilerini ve kendilerine kulak verenleri yedi günlük bir sokak kavgasına kurban etmeleri ise ayrı bir konudur. Ayaklanma bastırıldığı sırada Casement hâlâ Londra Kulesi’ndeki hücredeydi. Avukatı yoktu. O sıralarda başsavcılığa yükselen Frederick Smith savcı olarak atanınca, davanın seyri de aşağı yukarı belli oldu. Etkili makamlardan gelebilecek her türlü af dilekçesini engellemek amacıyla, Casement’ın evinde yapılan aramada bulunan ve suçluların eşcinsel kaydını içeren “Kara Günlük”, İngiltere kralına, Birleşmiş Milletler başkanına ve Papa’ya gönderildi. Yakın zamana kadar Londra’nın güneybatısındaki Kew’da, İngiliz Devlet Arşivi’nde kilit altında tutulan Casement’ın “Kara Günlük”ünün gerçek olup olmadığından uzun süre kuşku duyuldu. Bunun en önemli nedenlerinden biri, sözde İrlandalı teröristlere karşı yürütülen davada, kanıtların toplanması ve iddianamenin hazırlanmasıyla ilgilenen yürütme ve yargı organlarının yakın zamana kadar tahmin ve suçlamalarında defalarca ihmalkâr davranmış, dahası gerçekleri kasten de değiştirerek suç işlemiş olmasıydı. İrlanda özgürlük hareketinin eski muharipleri için, şehitlerinden birinin İngiltere tarafından ahlaksızlık suçlamasıyla tutuklanmış olduğunu düşünmek bile imkânsızdı. Buna karşılık 1994 baharında günlüklerin üzerindeki yasağın kalkmasıyla birlikte, bunların bizzat Casement’ın elinden çıktığına da hiç kuşku kalmadı. Buradan çıkarılabilecek tek sonuç şuydu: Casement’ın iktidar odaklarına en uzak olan insanlara uygulanan ve toplumsal sınıflar ve ırkların sınırlarını aşan baskı, sömürü, köleleştirme hareketinin farkına varmasını sağlayan, tam da onun eşcinselliğiydi belki de. Tahmin edilebileceği üzere, Casement, Old Bailey’de görülen davalar sonucunda vatana ihanetten suçlu bulundu. Mahkemeye başkanlık eden Yargıç Lord Reading, eski adıyla Rufus Isaacs, mahkemenin kararını açıkladı. Önce hapishaneye, sonra da idam edileceğiniz yere gideceksiniz, dedi, ve orada da asılarak idam edileceksiniz. Roger Casement’ın Pentonville Hapishanesi’nin avlusundaki kireç kuyusuna atılan cesedi artık kimliği belirlenmeyecek hale gelmişti ve İngiltere yönetimi cesedin oradan çıkarılmasına ancak 1965’de izin verdi.”

W. G. Sebald, Satürn’ün Halkaları: İngiltere’de bir Hac Yolculuğu, çev. Yeşim Tükel Kılıç, Can Yayınları, 2006 [1992], s. 122-8.

Pamuk, Kendi Hikâyesi Üzerine Düşünen Yazar

“Hikâyemdeki gibi tuhaf ve şaşırtıcı olanı aramalıyımışız; evet, dünyanın bu bıkkınlık verici sıkıcılığına karşı yapabileceğimiz belki de tek şey buymuş; bunu, hep aynı şeylerin tekrarlandığı o çocukluk ve okul yıllarından beri bildiği için, hayatta dört duvar arasına kapanmayı aklına bile getirmemiş; bu yüzden bütün ömrünü gezilerde, bitip tükenmeyen yollarda hikâyeler arayarak geçirmiş. Ama, tuhaf ve şaşırtıcı olanı, dünyada aramalıymışız, kendi içimizde değil! Kendi içimizdekini aramak, kendi üzerimizde o kadar uzun boylu düşünmek mutsuz edermiş bizleri. Benim hikâyemde insanların başına gelen de buymuş işte: Bu yüzden kahramanlar kendileri olmaya bir türlü katlanamıyor, bu yüzden hep bir başkası olmak istiyorlarmış. Sonra, sordu bana: “Bu hikâyede olup bitenin gerçek olduğunu düşünelim,” dedi. “Birbirlerinin yerine geçen o insanların yeni hayatlarında mutlu olabileceklerine, ben, inanıyor muymuşum? Sustum. Sonra, nedense bana hikâyemdeki bir ayrıntıyı hatırlattı: Kolu kopuk bir İspanyol kölesinin umutlarına kendimizi fazla kaptırmamalıymışız! O zaman, o tür hikâyeleri yaza yaza, tuhaflığı kendi içimizde araya araya, bizler de başka biri olurmuşuz, Allah korusun, okuyucularımız da. İnsanların hep kendilerinden, kendi tuhaflıklarından söz ettiği, kitapların ve hikâyelerin de hep bunu anlattığı o korkunç dünyayı düşünmek bile istemiyormuş.

Ben istiyordum! Bu yüzden, bir günde seviverdiğim bu ufak tefek ihtiyar, Mekke’ye gitmek için, gün doğarken adamlarını toplayıp, tüy gibi, yola çıkınca, hemen oturup kitabımı yazdım. Belki de, geleceğin o korkunç dünyasının insanlarını daha iyi düşleyebilmek için, kitabıma kendimi ve kendimden ayıramadığım O’nu elimden geldiği kadar çok koydum. Ama elimden çok da gelmediğini, on altı yıl önce bir kenara atıverdiğim bu kitabı, bugünlerde yeniden okurken düşündüm. Bunun için, insanın kendisinden -hele duygu taşkınlıklarına kapılarak- söz etmesinden hoşlanmayan okuyucularımdan özür dileyerek bu sayfayı kitabıma ekliyorum:

Seviyordum O’nu, O’nu rüyamda gördüğüm kendi çaresiz, acınası görüntümü sevdiğim gibi, bu görüntünün utancı, öfkesi, suçu ve hüznüyle boğulur gibi kederle ölen yabani bir hayvan karşısında utanca kapılır gibi, kendi oğlumun arsızlığına öfkelenir gibi, kendimi aptalca bir tiksinti ve aptalca bir sevinçle tanır gibi seviyordum; belki de, en çok böyle: Elimin kolumun bir böcek gibi boşu boşuna kıpırdanışına alıştığım, aklımın duvarlarında her gün yankılanarak sönen düşüncelerimi bildiğim, acınası gövdemden çıkan nemin benzersiz kokusunu, bitkin saçlarımı, çirkin ağzımı, kalemimi tutan pembe elimi tanıdığım gibi: Bunun için aldatamadılar beni. Kitabımı yazıp O’nu unutmak için bir kenara attıktan sonra, çıkan bütün o söylentilere, ünümüzü duyup, bundan yararlanmak isteyenlerin oyunlarına kanmadım hiç! Kahire’de bir paşanın koruyucu kanatları altında yeni bir silahın tasarılarını yapıyormuş! Viyana bozgununda şehrin içindeymiş, bir an önce yenilmemiz için düşmana akıl veriyormuş! Edirne’de dilenci kılığı içinde görmüşler O’nu, kendi kışkırttığı bir esnaf kavgasında bir yorgancıyı bıçaklayıp kayıplara karışmış! Uzak bir Anadolu kasabasında mahalle camiinde imamlık yapıyormuş, bir muvakkithane kurmuş, bunu anlatan yeminler ediyordu; bir de saat kulesi için para toplamaya başlamış! Vebanın peşinden gittiği İspanya’da kitaplar yazarak zengin olmuş! Zavallı Padişahımızı tahttan indiren siyasi dolapları O’nun çevirdiğini bile söylediler! Slav köylerinde, en sonunda ulaşabildiği gerçek itirafları dinleye dinleye, saralı efsane bir papaz gibi el üstünde tutularak bunalımlı kitaplar yazıyormuş! Anadolu’da geziyormuş, budala padişahları alaşağı edeceğini söyleyerek, kehanetleri ve şiirleriyle büyülediği bir güruhu peşinden sürüklüyor, yanına beni de çağırıyormuş! O’nu unutmak, gelecekteki o korkunç insanların, o korkunç dünyalarıyla oyalanabilmek, hayallerimin tadını çıkarmak için hikâyeler yazdığım o on altı yılda bu söylentilerin daha başkalarını da duydum, ama hiçbirine inanmadım. Bilmiyorum, başkalarına da oluyor mu: Bazan, Haliç sırtlarındaki o dört duvarı birbirimize zindan ederken, bazan, bir konaktan, ya da saraydan bir türlü gelmeyen bir çağrıyı beklerken, bazan birbirimizden keyifle nefret ederken, bazan da karşılıklı gülüşerek Padişahımız için bir risale daha yazarken, günlük hayat içinde, bir an, ikimiz de, bir küçük ayrıntıya takılıverirdik. Sabah birlikte gördüğümüz ıslak bir köpek, iki ağaç arasına asılmış çamaşır dizisinin renk ve biçimlerindeki gizli geometri, hayatın simetrisini ortaya çıkarıveren bir dil sürçmesi! Şimdi en çok bunları özlüyorum işte! Ölümünden yıllar, belki de yüzyıllar sonra bir meraklının bizden çok kendi hayatını düşleyerek okuyacağını sandığım, aslında, kimse okumasa da pek fazla aldırmayacağım ve bunun için de O’nun adını çok da derine olmasa da gizleyerek gömdüğüm gölgemin kitabına bunun için döndüm: Veba gecelerini, Edirne’deki çocukluğumu, Padişah’ın bahçelerinde geçirdiğim güzel saatleri, O’nu o sakalsız haliyle Paşa’nın kapısında ilk gördüğüm zaman sırtımda duyduğumu sandığım ürpertiyi yeniden düşlemek için. Kaybettiğimiz hayatı ve düşleri yeniden ele geçirmek için, onları yeniden düşlemek gerektiğini herkes bilir: Ben hikâyeme inandım!”

Orhan Pamuk, Beyaz Kale, İletişim Yayınları, 2012 [1985], 39. Baskı, s. 173-6.

Sayın, Aydınlanmacılık Mitosundan Kesik Başa

“Aydınlanmacılığın bir mitos, mitosun da bir Aydınlanmacılık olduğunu, diğer canlılarla karşılaştırılınca insanın başına bela olan dikilme cinneti yüzünden Aydınlanmacılığın da mitosun da doğal mekân karşısında duyulan korkudan kaynaklandığını yazıyor Adorno ve Horkheimer. Aydınlanmacılık mekânı ele geçirmeye çalışırken, mitos onunla uyum sağlamaya, ona benzemeye, ona dönüşmeye çalışıyor. Korkudan, korktuğuna egemen olmak isteyen bir başkanlık, bir temellendirme, bir zemin, bir köken, iktidar, erk, arche mitosu oluşturmak yerine tam da ürktüğü için ürktüğüne öykünen, kendini aradan çekmeye, ölmeden önce ölmeye, ürktüğüne benzemeye, onun mekânına dönüşmeye çalışan bir baş-sızlık, bir temel-sizlik, bir zemin-sizlik, bir iktidar-sızlık, bir erk-sizlik, bir an-arche mitosunu canlandırmayı ve onun sayesinde aydınlanmayı arzuluyor Bataille. Korktuğu mekâna, örneğin ormanı keserek yok etmeye, ormanı ortadan kaldırmaya benzeyen bir egemen-oluş yerine, mekânın koordinatlarına dönüşmeyi isteyen, kendi korkusunu, kendi direncini kırmaktan, kendisi orman olmaktan geçen bir mitos arzusu bu. Doğa bilgeliklerine, artı-değer üretmeyen, bu nedenle üretim fazlalığını savaş sayesinde tüketmeye çalışmayan öğretilere benziyor biraz da. Ölüm mekanizmasına dönüşmeyen enerji fazlası… Her türlü aidiyeti ve kimlik koşulunu, kendine bile ait olmayı reddeden bu türden bir başsızlığın, tanınma savaşı vereceği yerde kendini barışçıl bir talepsizlik içerisinde kamusal alanda, sokakta ve basında görünür kıldığı anda, sahneye tankların da gireceği aşikâr. Artı-ürün sonucu olan ekonomi motoru silah sanayii geri durmayacak böyle bir tehdit karşısında: işte örneğin 1982 senesinde seher ile alacakaranlık renklerinde Ömer Uluç -hangisi olduğu tartışıldığı üzere- ister Körfez Savaşı’nı, ister 12 Eylül darbesini kastetmiş olsun, savaş ile darbe, dünya açma ile dünya kapama, silah ile insan arasındaki ayrımları açığa çıkaran tablonun arka planında ağaran savaş tanı, önünde tankın ezdiği canlı, tuval üzerine yağlıboya… Sonlu ve tekbaşlı/tekbaşkanlı bir kemikleşmeye/savaşa hizmet eden bir buyurganlık yerine sonsuz ve başsız bir dalgalanma…

Ömer Uluç, Tank, 1982

İmkânsız olduğunu bile bile, fani olurken, ölmeden önce ölürken, yere kapaklanırken, can çekişirken, gassalın elinde cesede dönüşürken, yine aynı iktidara talip olmak ve muhalefet yapmak yerine sırtını sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe, bir başlangıcın, bir olayın, ayniyet ve anlam bahşeden herhangi bir kökene yaslayacağına ve bu kökene biar edeceğine baş-sız ve başkan-sız, hüküm-süz ve hükümran-sız bir sarsılmaya teslim olanların, başsızların bir araya geldiğinde oluşturduğu bir cemaat mitosu… Yolda Buda ile karşılaşırsan, Buda’yı öldür diyen öğreti gibi hiçbir tanrıya, hiçbir öndere, hiçbir akla, hiçbir puta tapmayan, bu dünyayı bir yukarıdakine, bir ötesine teslim ederek varoluşu kendi içinde değersiz kılmayan bir mitos… Kişinin kendi buradalığının, kendi yetersizliğinin, ölümlülüğünün, bedenselliğinin ve sonluluğunun bilincinde olan, kendi olabilmek için bir ötekine ihtiyaç duyan, ancak bu muhtaçlığı ne kendisiyle ne bir başkasıyla doldurmaya kalkışmayan, içindeki yetersizlik ilkesine kâfi gelecek bir şey olamayacağının farkında olan insanların biat ettikleri, tutundukları hiç kimse ve hiçbir cemaatleri olmadığının ve olamayacağının ayırdında olanların bir aradalığından oluşan bir cemaat mitosu… Feci olan yoksunluk ya da yetersizlik değil Baudrillard’ın dediği gibi; öldürücü olan doygunluk arzusu, yetersizliği doldurma arzusu her zaman…(2) Hiçbir şeyin önderi, özgürlüğün bile önderi olmak istemeyen bir mitos arzusu Acéphale’inki… Zaaflı, zaafiyetli, başarısızlığa uğramaya mahkûm bir mitos, Alfred Rosenberg’in Alman başlangıcı mitosuna karşı, (3) dikeylik sıtmasından ve başın egemenliğinden sıyrılmış antifaşist bir direniş stratejisi olarak konumlandı… Konum ve pozisyon almaktan, kimlik ve kanaat sahibi olmaktan imtina ettiği için ise, konumlandırmayan, konumlandırılamayan bir mitos olarak kaldı: kesik baş mitosu.”

(2) Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı, 1995, s. 34.
(3) Alfred Rosenberg, Der Mythus des 20. Jahrhundrets, Münih: Hoheneichen, 1930.

Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi, Metis Yayınları, s. 30-2.

Nurdan Gürbilek: Ayhan Geçgin ve Olumsuz Yaşam Üzerine

Not: Sanırım bu post internette paylaşılmış, ziyaret edenler olmuş. Eski başlıktaki virgüllerden dolayı, başkasının yazdığı bir metin olduğu düşünülmüş olabilir. Tepeye de not düşeyim dedim, aşağıdaki bölüm Nurdan Gürbilek’in Express’te (Yaz 2016, sayı 144) yayımlanan “Uzun Yürüyüş, Eksik Halk” adlı uzun ve derin denemesinden “kaçış çizgisi” kavramını odağına alan bir alıntı.

“‘Kaçış çizgisi’ kavramının ardında, devrimci olanağın kapitalist çelişkilerinden çok, herşeyi kendi içine çeken bir denetim aygıtından, despotik bir özdeşlik düzeninden, donup kalmış bir temsil sisteminden hep daha uzağa yönelen yaratıcı kaçış hareketlerinde saklı olduğu düşüncesi vardı. “Kaçış” derken dünyadan vazgeçmekten ya da bir sığınak arayışından değil (“Bir kaçış çizgisi, evet, ama kesinlikle bir sığınak değil”), etkin bir eylemden (“kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz”), yeni dünyalar yaratan olumlu bir eylemden (“Yalnızca kırık uzun bir çizgiyle dünyalar bulunabilir”), yeni silahlar yaratmak üzere gerçekleştirilen bir arayıştan (“Yeni silahlar kaçış çizgilerinde yaratılır”), yerleşik imparatorluklar karşısında göçebelerin yaptığı gibi bazen olduğu yerde hiç kımıldamadan çizilen canlı kaçış çizgilerinden söz ediyordu Deleuze (10).

Katı bölünmeler arasındaki yekpare karşıtlıklardan çok, boruda sızıntıya yol açabilecek moleküler çatlaklardan, kodu çözülmüş arzu akışlarından, sonun önceden kestirilemediği bir firari hattan söz ediyordu: Düşünceyi başka dünyalara açmak için evin konforlu çatısını terk et. Sırf istemediğinden kurtulmak için değil, istediğine sahip olmak için de seni geçmişe çivileyen ne varsa geride bırakıp bir kaçış çizgisi boyunca ilerle. Geçmişin ölü kabuğuna saplanıp kalmak yerine etkin bir unutma gücünü, belleğin yerine deneyi geçir. (11) Verili bir yer işgal etmektense bir yer yaratmayı dene. Köstebek gibi tüneller kaz; daha iyisi yeni bir ufka doğru yılankavi bir kaçışla uzaklaş. (12)

“Kaçış çizgisi” tepkinin tarihinin (Nietzsche’nin “olumsuz yaşam”ının) uzağına doğru bir çizgi çizmeyi içeriyordu. Bir kavganın etkin değil, tepkisel bir eyleme dönüşmesinde bir nöbet değiştirme arzusu, yerleşik değerleri, iktidarı, parayı bu kez kendisi için isteyenleri görüyordu Nietzsche. “İnsan yalnızca dünyanın üzücü tarafında oturur,” der Nietzsche ve Felsefe‘de Deleuze, “dünyaya dair yalnızca kendisini kateden ve oluşturan tepkisel-oluşu anlar. Bu yüzden insanın tarihi aynı zamanda nihilizmin, olumsuzlamanın ve tepkinin tarihidir.” Etkin bir kaçış çizgisi çizmek mutsuz tutkuların, içselleştirilmiş acının, tahammülün, hıncın ve vicdan azabının dokuduğu o zehirli Nietzsche bölgesinin uzağına doğru canlı bir çizgi çizmektir: “Olumlama güçlerine dek yükselmeyen, kendini yalnızca olumsuzun çalışmasına bırakan bir etkinlik başarısızlığa mahkûmdur.” (13)

Kara bataklık

Ayhan Geçgin okurları “olumsuz yaşam”ın, “yaşam yokluğu”nun, geçmişin “ölü kabuk”unun, “hiçlik”in Geçgin’in romanlarında da sık sık karşımıza çıktığını fark etmişlerdir. “Belki tüm bu olumsuz yaşam dediğim, beni oyup duran bu yaşam yokluğunda” der Gençlik Düşü’nde, “bu çalkalanıp duran kara parçası, bu yamyamca didişmenin şiddeti, binlerce duygudan, nefretten, öfkeden, hınçtan, kaygıdan, umuttan, düşlemelerden oluşmuş aç duygular yumağı”ndan söz eder, “insan artığı yaşamlar, canlı ölülerin mezar çukuru, ölüyü diri tutan tutkularıyla -nefret, hınç, korku- canavarlarını büyüten, birbirleri üstüne salan, birbirlerini boğazlamalarını isteyen, izleyen, onların kanları, teri, ahları, çığlıkları, akılları, ruhları, yalvarmalarıyla beslenen kara bataklık.”

“Kara bataklık”ın dışına doğru bir çizgi çizme isteği daha ilk kitapta, Kenarda‘da belirir: “Gitmek istiyordu. Cümle haline gelen buydu. Gitmek, terk etmek, bırakmak istiyordu. Bu bir çağrıydı, kendisine ait olmayan güçlü bir arzuydu. Her yerden yükseliyordu, topraktan, otlardan, yapraklardan, ağaç gövdelerinden yükseliyordu, polenlerle üzerine dökülüyordu, sanki onların arzusu şimdi, burada onda dile geliyordu, rüzgârın esişi gitmeyi fısıldıyordu ama neden rüzgâr böyle essin, bir ot neden gitmek istesin, bir ağaç gövdesi neden bu arzuyla yarılsın bilmiyordu, onu çağıran neydi, bu çağrı nereden geliyordu bilmiyordu, neden gitmek istediğini de bilmiyordu ama gitmek, çekip gitmek istiyordu. Bu bir arzu olduğu kadar bir buyruk gibiydi de, sanki bir şey ona buyuruyordu, içinden arzu olarak yükseldiği gibi dışından da ona bir buyruk olarak geliyordu; yalnızca gitmeyi arzulamıyordu ama aynı zamanda gitmeliydi de. Bu bir zorunluluktu. Bir şeyi görür gibi oluyor, bir şeye yaklaşıyordu. Otların hafif hafif salınışında bir şey beliriyor, kuşların ötüşünde bir şey çınlıyordu. Kentin uğultulu ufkunda ince bir çatlak belirmişti, ezme, öğütme makinesinin kabloları boyunca uzuyor, büyüyordu. Buzdaki bir çatlak gibi kentin belirsiz, sisli, kara zemininde yayılıyor, şimdi tam buradan geçip öteye sürüp gidiyordu.”

Dört romanda da tekrarlanan bir düşünce var Geçgin’de. Yaşam bir “ölü kabuk”a (Kenarda), bir “boş kabuk”a (Gençlik Düşü), “aşınmış bir kabuk, içi boş bir kavkı”ya (Son Adım) dönüşmüştür. Ama ölü kabuğun içinde “inatçı, süregelen, arayan, koklayan, tırnaklarıyla eşeleyen” yaşam olanakları kımıldıyordur. Romanlarını bu kımıldayan şeyi, insanın yeryüzüne diktiği ikinci doğanın (“taş kesilmiş çöl”) içinde nefes almaya devam eden canlı doğayı ortaya çıkarmaya adamış gibidir Geçgin. Bunun bir etkin unutma (“belleğin ölü kabuğunda bir tünel açma”) çabası olduğu fikri de yine ilk kitapta karşımıza çıkar:

“Ama gitmek sıyrılmak, geride bırakmaktır. Savunmasız, çıplak, yaşayan varlığını ölü kabuktan sıyırmaktır. Ölü kabuğu atmak, geride bırakmaktır […] Ölü kabuk geçmiş değildir. Geçmişin de bir ölü kabuğu vardır, üstelik bu ölü kabuk da gelişir, kalınlaşır, tıpkı yaşayan her şey gibi büyür. Geçmiş kabuğun içinde canlıdır, nefes alır, bitmiş değildir, olmayı sürdürür, durmaksızın yeniden olur. Her anımsama ölü kabuğu soyma girişimidir, orada canlı olanı, yaşayanı, nefes alanı ele geçirme girişimi, hapsolmuş olanı salıverme çabasıdır. Belleğin kalınlaşan ölü kabuğunda bir tünel açmaya çalışmaktır. Böylece yalnız geçmiş değil zamanın kendisi de orada öz varlığını serebilsin; kendini ölü olandan, ölü bir yılan gibi katılaşandan kurtarsın, her şeyi bir kez daha geri çağırsın, böylece orada yeniden yenileyici gücüne, özü olan unutuşun, durmaksızın kendini kendi üzerinde katlayışının sonsuz oyununa katabilsin…”

Denizin çağrısı

Boş kabuğun içinde direnen şeyi, insanın içinde bir buyruk gibi yükselen inatçı çağrıyı tek bir kelimeyle ifade etsek belki “arzu” diyebilirdik. Ama Geçgin’de arzu aile romansına özgü bir ikinci doğa olayından çok, bir “ay tedirginliği”yle (Kenarda) tanımlanmış, med-ceziri andıran bir birinci doğa olayıdır. İnsanı yeryüzünden ayıran değil, tersine yeryüzüne yerleştiren, ona yeryüzüne fırlatılmış olduğunu değil, yeryüzünün bir parçası olduğunu hatırlatan bir dirimsellik. Deniz nasıl kabarırsa öyle kabaran, bir su kütlesi gibi kımıldayan, kabuna sığamayan şey.

“Taş kesilmiş çöl”ün içinde birden beliren “denizin çağrısı”. Yokluğun içinde “damarları zorlayarak, toprağı zorlayarak, havayı tutuşturarak” (Gençlik Düşü) beliren şey. “Bu akan, kabaran, çekilen, titreyen, salınan deniz” (Gençlik Düşü). “Kımıldayan, elektriklenen, kıvılcımlar çıkaran yoğun sıvı” (Kenarda). “Damarlarındaki kanın sana aktığını, sana varolduğunu duyuran o tuhaf, gizemli güç” (Gençlik Düşü). “Bedeninde kan gibi dolaşan, çeperlere baskı yapan bir şey” (Son Adım). “Kuyruk sokumundan ensene kadar yükselen bir titremeyle kendini hissettiren bir güç” (Son Adım). “Karanlıkta bir nabız gibi atan şey, bir titreşim, evrenin başlangıcı da olabilecek, tüm sonlarla tüm başları iç içe geçiren küçük, ölümsüz tohum, bir incir çekirdeği” (Son Adım). “Kendi ölü rahmi içinde kıpırdayan, yavaşça kabuğa doğru yol alan henüz varolmamış yaban varlık” (Kenarda). “Gelip beni dolduran, kabartan, zorlayan, inat eden, direnen” şey (Kenarda). Geçgin yazmanın kendisini de bu geniş yeryüzü arzusunun, buzun üzerinde ince çatlaklar oluşturan bu taşkınlığın, onca kayıptan sonra insana yeniden başlama gücü veren bu ilksel denizin, “sudan karaya, karadan kağıdın sayfasına doğru katlanan [bu] dalga”nın (Gençlik Düşü) bir parçası olarak görmek ister.

İlk iki kitap –Kenarda ve Gençlik Düşü– bir med-cezir ritmiyle yazılmıştı. Su yatağına sığamayıp kabarıyor, çepere baskı yapıyor, toprağı aşındırıyor, bendini yıkmak istiyor, sonra yitik yatağına geri çekiliyordu. Yay durmadan gerilip boşalıyor, Geçgin’in gezgini “kaçınılması olanaksız bir döngü boyunca” yürüyor, adımlar “bitimsiz bir kovalamaca” içinde silinip yeniden çiziliyordu. Uzun Yürüyüş sanki bu “dairesel hareket”i kırma (14), bu kez düz bir çizgi boyunca dosdoğru ilerleme arzusunun ürünü gibidir: “Ama bıkmıştı artık çemberler çizmekten, dönen, geri gelip duran şeylerden. Şimdi yolu izleyeceğim, dedi kendi kendine, dümdüz gideceğim. Benim hicretim artık başlıyor.”

Bir “tepetaklak ilerleme”: “Ama geriye bakmak yok, geride kalmış şeyleri düşünmek yok artık, dedi yeniden, bir amacım var benim, dosdoğru gitmek. Tek düşünmem gereken bu, ileriye doğru gitmek, çizginin sonuna varmak, belki çizginin sonundan, eğer varsa, öteki tarafa çıkmak.”

(10) Parantez içindeki alıntılar sırasıyla Kafka, s. 61, Diyaloglar, s. 59 ve Gilles Deleuze-Felix Guattari, A Thousand Plateaus, çev. Brian Massumi, Bloomsbury, 1998, s. 239.
(11) Bir “bellek kültürü”nün yerine “etkin bir unutma”yı öneriyordur Deleuze: “Etkin kuvvet olarak unutma, kendi hesabına herhangi bir şeyle işini bitirme gücüdür. O halde bu tür unutma, bizi bağlayan geçmişe, bizi bu geçmişe bağlayan şeye, onu geliştirmek için bile olsa, daha ileri götürmek için bile olsa saplanıp kalmanın karşısında yer alır. Öyleyse, biri bir çeşit tepkisel hareketsizlik kuvveti, diğeri ise olumlu bir unutma kuvveti olan iki unutma biçimi ayırt ettiğimizde, devrimci unutmanın, yani sözünü ettiğim unutmanın ikinci unutma olduğu açık, gerçek bir etkinliği kuran ya da gerçek politik etkinliklerin parçası olabilecek şey odur”, Deleuze, Issız Ada ve Diğer Metinler, yay. haz. David Laboujade, çev. Ferhat Taylan-Hakan Yücefer, Bağlam, 2009, s. 427-28. Benzer bir Nietzsche’ci unutuşu Foucault’da da görürüz: “Düşünüm değil, ama unutma, çelişki değil, silen itiraz; uyanık, aklı başında bir unutma -henüz gelmemiş bir güne saf açılış.” Michel Foucault-Maurice Blanchot, Dışarının Düşüncesi-Hayalimdeki Michel Foucault, çev. Ayşe Meral, Kabalcı, s. 21-55.
(12) Toprağı kazan, aşındıran, tüneller açan köstebeği “kapatma toplumları”nın, kayıp giden yılanı “denetim toplumları”nın hayvanı olarak nitelendirir Deleuze. “İçinde yaşadığımız rejimde […] bir hayvandan diğerine, köstebekten yılana geçtik.” “Bir yılanın kıvrımları bir köstebeğin açtığı deliklerden çok daha karmaşıktır”, Müzakereler, çev. İnci Uysal, Norgunk, 2006, s. 190-193.
(13) Bir baskıcı kuvvetin dışarı çıkmasını engellediği içgüdülerin içeriye dönmesinden, “içselleştirilerek” vicdan azabına dönüştürülmesinden söz ediyordur Deleuze. Nietzsche ve Felsefe, çev. Ferhat Taylan, Norgunk, 2010, s. 248 ve 215 ve 165.
(14) Orhan Koçak “Bloch ve Lukacs’ta ‘Sanatçı Romanı’: Aylak Adam ve Ayhan Geçgin’in Romanlarına Giriş” adlı yazısında aylağın arayışının “döngüsel, dairevi niteliği”nden söz eder. Lukacs ve Bloch’un sundukları kuramsal çerçevenin arayış romanlarını anlamakta yetersiz kalmasını da buna bağlar. İki kuramcı da romanı “arayış” fikriyle tanımlamalarına rağmen, arayışı tarihsel yönü olan bir yolculuk olarak ele aldıklarından, roman kahramanının hedeften sürekli kayan arzusunu (“arzunun dolambaçları”), ne hedeflerin ne de yolların belirlenmiş olduğu bir dünyadaki bu aylak arayışı anlamakta yetersiz kalır. Duvar, sayı 8, Mayıs-Haziran 2013, s. 1-9.

Nurdan Gürbilek, Uzun Yürüyüş, Eksik Halk, Express Yaz 2016, sayı 144, s. 76-80.

Bayazoğlu, Ergüder Yoldaş ve Normalleşme Üzerine

Minör yaşam, ‘delirme’, Brecht’den kalanlar, dışarlıklı müzisyen, linç, sürüden ayrılma, şiddet, romantizm, medya gösterisi, turizm, bireysel kurtuluş, sol melankoli, romansal hakikat, başkasının yaşamı ve daha nice anahtar kelimeler.

“Dikkat: Aşağıda okuyacağınız yazı, müzisyen Ergüder Yoldaş’ın Büyükada çöplüğünden polis, zabıta, doktor, hemşire ve haberciler tarafından derdest edilip, helikopterle akıl hastanesi­ne götürülüşünü anlatıyor. Yazıda “tırnak içinde” okuyacağınız ifadeler o günlerde çıkan gazetelerden aynen alınmıştır.

Bundan dört yıl önce toplum yaşamından her anlamıyla vazgeçerek Büyükada’nın arkasında sapa bir yerde, plastik ve ambalaj kutularından derme çatma bir kulübede inzivaya çeki­len müzisyen Ergüder Yoldaş’ı hafızamızdan artık tamamen silmişken, birdenbire televizyon ekranlarında “Cuma’sız Bir Robinson” kılığında görünce pek çok kimsenin, bir an için bile olsa, midesi bulandı, başı döndü. İşte, toplu yaşamın ortak nab­zının yakalandığı an!

Dudağında külü epey uzamış bir sigara, kaşlar dalbudak­lanarak göğe yönelmiş, saçlar yapağı şeklinde, bakışlar kısık, mavi, ürkek. Alnı, yüzü kırış kırış, gözlerinin altında torbacık­lar, sağ şakağında derin bir çizik mi var (yoksa darp izi mi, kan oturmuş), ağzında bir tane diş kalmamış.

Evet, hayat bir seçimdir, ama bu kadarı da olmaz ki! “Do­ğaya, geçmişine ve belki de geleceğe meydan okuyor!” O, her tür iktidara karşı duruşu, reddedişi temsil ediyor. İktidar sahip­lerine, iktidar taliplerine ve medyaya göre ise bir düşüş. “Acz içindeki bu adam” eğer Ergüder Yoldaş olmasa sorun yok. (On­lardan o kadar çok ki, üstümüze yıkılıyorlar, kaldırımlarda ayaklarımıza dolaşıyorlar da, buna rağmen bize küçük bir tiksinticikten öte fazla bir rahatsızlık vermiyorlar.) Ama bu kişi Ergüder gibi bir ‘sanatçı’ ise durum farklı. Üstelik o, müzik de­hasının yanı sıra “modern matematik, fizik, mantık, estetik, Marksizm ve epik tiyatro konularında engin bilgiye sahipse” böyle saçma sapan bir yaşamı tercih edemez. Aksi halde o bir kayıptır, sanatçı olduğuna göre herkes için bir kayıptır.

Öyle ise elbirliği ile Ergüder Yoldaş’ı kurtarmak lazım. Ama kurtarmadan önce ona şimdiki halini mazur gösterecek, rating’i topuğundan, tirajı gözünden vuracak şefkatimize layık bir biyografi yazmak gerekiyordu. Geçmişi tarandı, şimdiki çıl­gın seçiminin ipuçları yıllar öncesinde arandı. Bulundu da, za­ten o, o kadar uçuk biriydi ki, vaktiyle “bir sabah, iki rakı şişe­sinden birine tuz, diğerine şeker koyup sulandırdıktan sonra, bir iple bağlayıp boynuna asmış, bir eline üç patates, diğer eli­ne de sarı bakkal defterini aldığı gibi Laleli yokuşunu bir aşağı bir yukarı yalınayak halde koşmuş, Aynalı Hamamın orada üç kere etrafında döndükten sonra, ‘Brechtvari bir deneme’ yaptı­ğını söylemişti.”

1970’te bir trafik kazasında kaybettiği annesinin ölümünü o sırada bulunduğu Afrika’da haber almıştı, cenazesinde bulu­namadığı için “büyük bir suçluluk duygusuyla kıvranıyordu”. 1958’de konservatuvarı terk edip Avni Dilligil’in tiyatrosuna girmiş, bir turne sırasında otobüsü Asi nehrine uçmuş, İsken­derun’da bir ay hastanede tedavi görmüştü. Aynı yıl, ona iki evlat veren ilk eşiyle 16 yıl sürecek evliliğini yaptı. Özellikle At­tila İlhan’ın şiirlerinden yaptığı “bestelerine uygun” bir ses ararken, kader önüne Nur Yoldaş’ı çıkarmıştı. “Onunla evlene­bilmek için yuvasını yıktı, hayatının on yılını adadığı bu kadın­dan” bir oğlu oldu. “1983’te gittikleri İzmir Fuarı’nda Nur Yol­daş, Remzi Baba Restoran’da şarkı söylerken, Remzi Baba’nın oğluna aşık olunca, boşandılar. Artık sık sık seyahat ediyordu, hiçbir yere ait olmama duygusu depreşmişti. Aşırı alkol sonucu depresyona girerek, İzmir Amatem’e yattı.” Sonra iki kez Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ve 1991’de de Bakırköy Ama­tem’de tedavi görmüştü.

Bu biyografi çok tuttu. Ergüder Yoldaş’ı bulmaktan öte, adeta ‘keşfeden’ ne kadar paparazzi varsa, soluğu Büyükada çöplüğünde aldı. (Halbuki o 1991’den beri Ada’da, bu halde yaşıyordu ve bu da 93’ten beri yaygın olarak biliniyordu. Ama toplum vicdanına tercüman olduğuna vehmeden medya, ona, burnu biraz daha sürtsün diye iki üç yıl opsiyon vermişti.)

Artık aklı başına gelmiştir kanaatiyle Ergüder Yoldaş’ın üs­tüne çullandılar. Giderken yanlarına, “yıllar önce terk ettiği” çocuklarını, kız kardeşini, “iyileştikten sonra” şöhret yapacağı, Nur Yoldaş rolünde eski öğrencilerinden birini, ayrıca iş teklif­leri ve -n’olur n’olmaz diyerek- iki de polis aldılar. Onu Ada’nın arkasındaki Kurşun Burnunda “defne yapraklarının çam kokuları arasında uçuştuğu bir ortamda, dalgalarla söyle­şir, martılarla yarenlik ederken buldular. En büyük isteği, Or­han Veli’nin şiirindeki özgürlüğün kendisinden esirgenmeme­siydi: ‘Gün olur alır başımı giderim / Denizden yeni çıkmış ağ­ların kokusunda / Şu ada senin bu ada benim yelkovan kuşla­rının peşi sıra’ şiirinde olduğu gibi. Ergüder Yoldaş, çalılar arasına sakladığı barınağında mutluydu. Ancak onu sevenler sefa­let içinde acılar çekerek saklanışına razı olamazdı.”

Dr. Muzaffer Kuşhan derhal adaya hareket etti. Polonez­köy’deki “görkemli Sağlık Merkezi’nde, onunla birlikte çalış­maya karar vermişti. Önce sanatçı biraz zıtlaştı, karşısındaki kimdir bilmiyordu ki! Kuşhan Sağlık Tesisleri! Etine dolgun, vakti yerinde konuklar burada yüzüyorlar, spor yapıyorlar, yi­yip içmelerini disiplin altına alıyorlar, böylece fazla kilolara el­veda diyerek, tesisten ayrılıyorlardı. Ergüder Yoldaş, zayıflaya­rak sağlığına kavuşma uğraşı verenlere öğlenleri yemek müzi­ği, akşamları dans müziği çalacaktı. Bu çok cazip bir teklifti. Çünkü tabaklarında marul, maydanoz gibi ottan başka yiyecek bulunmayan insanların hiç olmazsa, müziğiyle ruhlarını tıka basa doyuracaktı.”

Onu normal hayata çağırdılar. Uçukluğun da bir sınırı var­dıra ikna ettiler. Ayrıca onu dünyadan da haberdar ettiler: “Er­güder Yoldaş, bir kadın başbakanımız (Tansu Çiller) olduğunu üç ay önce, Refah Partisi’nden Recep Tayyip Erdoğan’ın, İstan­bul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğini ise o gün paparaz­zilerden öğrendi.”

Kurtarma operasyonu 20 Ocak 1995 Cuma günü, soluk kesen, fırtınalı, ayaz bir günde gerçekleştirildi. Reyting avcıları Büyükada’ya denizden ve havadan kafileler halinde geldiler. Pata-pata helikopterler kaldırdılar. İşte, halkın nabzının yaka­landığı an bu andı. Kaşları dal budaklanarak göğe yönelmiş, saçları yapağı şeklinde savrulan, bakışları kısık, ürkek, alnı, yü­zü kırış kırış, gözlerinin altında torbacıklar, sağ şakağında de­rin bir yarık, kan oturmuş, belki de darp izi, dudağında sön­müş sigarasıyla hemşirenin kolunda başını kırıp, helikoptere bir binişi var ki, yavaşlatılmış çekimlerle yüzlerce kez gösterildi televizyonlarda.

“Sonra yıkadılar, pakladılar, Bakırköy Ruh ve Sinir Hasta­lıkları Hastanesi’ne yatırdılar. Kamuoyuna yansıyan haberler­de, ‘tedavi kabul etmediği’ açıklandı.” Paparazziler bu defa Ba­kırköy’e hücum ettiler. Onu hastane demirbaş pijamasıyla Dü­şünen Adam heykelinin önünde volta atarken, koğuşunda, ran­zasına uzanmış halde, hemşirenin uzattığı diazemi paşa paşa kabul ederken veya grup terapi sırasında fotoğrafını çekecek­lerdi. Ancak çok şaşırtıcı bir şey oldu: Doktor açıklamasına göre “Ergüder Bey’in tedaviyi gerektirecek hiçbir ciddi sorunu bu­lunmuyordu. O tamamen bilinçli olarak şimdiki yaşam biçimi­ni seçmiş, genel bir sağlık taramasından sonra da hemen tabur­cu edilmişti.”

Paparazzilere bu defa Polonezköy’ün yolları gözüktü. Onu beş yıldızlı Kuşhan Sağlık Tesisleri’nde, billur sesli öğrencisiyle piyano başında görüntülemek istiyorlardı. Fazlasını gördüler: “Ergüder Yoldaş dört yıllık sakalını üç gün önce kesmişti. Tam deklanşöre basacaklarken, ‘durun tıraş olayım, öyle çekin’ de­di. Üç günlük sakal Yoldaş’ı rahatsız ediyordu. Bu değişimin nedenini sorduk. ‘On yıllık öğrencim yüzünden, hocam şurası­nı biraz keselim, burasını biraz düzeltelim deyip duruyordu. Ben de toptan kestim, kurtuldum’. Yüzü, gözü meydana çık­mıştı, meğer cam gibi mavi gözleriyle ne kadar yakışıklı bir adammış.”

Ergüder Yoldaş ile “billur sesli öğrencisinin” daha şimdi­den birçok kaset ve klip teklifi aldığını da öğrendikten sonra, paparazzilerden en vurucu soru geliyor: “Burada mı yoksa adada mı daha mutlu olduğunu soruyoruz; ‘Çalışıyorum, üretiyorum. Elbette burada daha mutluyum’ diyor. Dört yıllık ada kaçamağı, 40 yıllık müzisyenin pırıltılı geçmişini perdeleyecek değil ya!”

Ergüder Yoldaş Polonezköy’de anılan tesiste ve Tünel’e gi­derken Garibaldi adlı bir barda kısa bir süre çalıştıktan sonra tekrar adaya kaçtı. Ancak bu haber ne medyada, ne de kamu­oyunda hiç ilgi görmedi. Artık peşini bıraktılar, onu kurtar­maktan vazgeçtiler, pes ettiler, ne halin varsa gör dediler. O şimdi üç duvarını ördüğü, çatısını örttüğü tek odalı evinin, Siv­riada’ya bakan ön cephesindeki ince işlerle meşgul. Bizimle be­raber yaşamak istemeyen birine ‘bakmak’ isterseniz, adanın bütün faytoncuları yerini biliyor, aman pazarlık edin, 600 bin li­radan kuruş fazlasını kabul etmeyin. Bisikletle de gidebilirsi­niz, yürüyerek de, hem spor olur. İnanmayacaksınız ama tabe­lası da var:

“Ergüder Yoldaş’ın yerine gider.”

Ümit Bayazoğlu, Uzun, İnce Yolcular: 37 Portre, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 174-8.