Duras, Söz Otoyolu ve Zaman Harcamak

Söz Otoyolu

“Kitaba benzemeyen şu kitapta her gün, bütün öbürlerine benzeyen, sıradan bir gün boyunca yaptığımız gibi, her şeyden ve hiçbir şeyden söz etmek isterdim. Sözün büyük otoyoluna, anayoluna dalmak, hiçbir özel şey üzerinde eğlenmemek. Anlamın dışına çıkmak, hiçbir yere gitmemek, belli bir bilgi ya da bilgisizlik noktasından yola çıkmaksızın konuşmak ve sözlerin itiş kakışı arasında rastgele bir yere varmak olanaksızdır. Yapamayız bunu. İnsan aynı anda hem bilip hem bilmemeyi başaramaz. Bundan ötürü, söz konusu otoyol olmasını istediğim, aynı anda her yere gitmesi gereken şu kitap, her yere birden gitmek isteyen, ama bir seferinde yalnız bir tek yere giden, geri dönen ve herkes gibi, bütün kitaplar gibi, yeniden yola koyulan bir kitap olacak, susarsa o başka, ne var ki susma da kâğıda dökülemiyor.” (s. 13)

Zaman Harcamak

“İnsan benim yaşımda, gençlikten bunca uzaktayken, gençlerin zamanlarını nasıl harcadıklarını görmek son derece gizemli bir şey oluyor. Hem çok ürkütücü, hem çok gizemli. Özel durum her zaman en kötüsü. Ömrünü dolu dolu geçirmeyi ancak çocuklu kadınlar beceriyor. Onların algıladıkları açık seçik gerçek bu. Çocukların istekleri, bedenleri, güzellikleri, her birine göstermek gereken özen, her birinin beklediği, bulamayınca yaşayamadıkları sevgi kadınların boyunu aşıyor. İnsanın kolunu kanadını kırmayan tek görüntü, çocuklu kadınlar. Yoksa tıpkı sizlerin birbirinizden alabildiğine uzak oluşunuz gibi, size oranla bulunduğum uzaklıktan, her varoluş anlamsız, herhangi bir canlı türüne özgü olamayacak kadar gereksiz görünüyor. Hem varoluş, çözümsüz bir sorun. Konutlarda dikey olarak sıralanmış sahanlıklarda yaşayan komşulara bakınca, bunun nasıl olabildiğini merak ediyor, ama siz de o sıralardan birini oluşturuyorsunuz.

Zamanı dolduran, gerçekten de, onu harcamak oluyor.

Kilise önlerinde, büyük alanlarda, Darty’de, Hal Alanında dikilip bekleyen bütün o gençler, Paris kapılarının Toplu Konutlardaki işçi dairelerine bakmaktan, kış gecesi, canlı kalmayı sürdürebilmek için işe gitmek üzere çalan saatlerden çok daha az acı veriyor insana.” (s. 116)

Marguerite Duras, Somut Yaşam: Marguerite Duras Jérôme Beaujour’a Anlatıyor, çev. Bertan Onaran, Can Yayınları, 1997 [1987].

Uyar, İstanbul’la Aram Bozuk Bu Aralar

“Kadın, kente kapalıdır uyandığında – dünyanın neresinde olur­sa olsun. “Ev”i yaşama başlatma görevi yüzyıllardır ona veril­miştir çünkü. Belki perdeleri aralayıp havanın nasıl olduğuna bir göz atar: Ev halkının o havaya göre giyinmesini sağlayacak, eksikleri giderecektir çünkü. O arada gözüne ilişen görkemli bir ağacın ya da kenti saran pus tabakasının dikkatini dağıtmasına izin vermez, radyodan yükselen içli bir şarkıyla anılara sürük­lenmez.

Sabah saatleri, onun o anda yapmak, sıraya koymak zorun­da olduğu işlerle yüklüdür. Ev halkının nedense hep son ana ertelediği, son anda hesabını kendisinden sorduğu sorunla da uğraşır. Üniformanın bir düğmesi düşmüştür, pergel nerededir, görmüş müdür acaba? Pardösü, temizleyiciden gelmiş midir?.. Kendi ördüğü, dünyaya karşı savunduğu bu kozanın içinde, demli çay, kızarmış ekmek kokusuyla sarmalanmış, kraliçeliğin ve köleliğin çelişkili, buruk tadını çıkarmaya çalışır.

Herkes gittikten ev boşaldıktan sonra, bir yorgunluk çayı ya da kahvesi içerken kendine birkaç dakika ayırabilir ancak. Yü­zünü inceler, kaşlarını alır, saçına bir biçim verir, o gün ne giyeceğini kararlaştırır; belki de aynaya bakıp dilini çıkarır, kimbilir… Ev kadını konumundaysa ola ki “Özel Bir Gün” filmin­deki Sophia Loren gibi çok çocuk doğurup rejime hizmet etti­ği için ideal anne ödülünü kazanan, Mussolini hayranı İtalyan anası gibi şöyle mırıldanır kendi kendine: “Şu yatakları toplaya­cak bir başka anne gerek, bir anne de bulaşıkları yıkamalı, bir de yorulacak bir anne gerek.” Yine de yanaklarına hafif bir allık sürmekten geri durmaz. Kentle buluşacaktır ya…

Kadınların süslenmesini; toplumca kabul edilme isteğine, bir çevreye yaranma, erkeklere ya da belli bir erkeğe güzel görünme çabasına yoranların gözden kaçırdıkları en önem­li nokta, kadının artık nerdeyse içgüdüleşmiş bir alışkanlık­la tıpkı evini güzelleştirişi gibi dünyayı da güzelleştirme is­teğidir. (Son yıllarda erkekler de bu gereksinimi duyuyorlar iyi ki.)

O yüzden de, sözgelimi Çayırbaşı kesiminde yaşıyorsa ken­tin, allı-morlu, iri güllü pantolon-şalvarının üstüne yeşil bir hır­ka geçirerek, başına kenarları iğne oyalı beyaz bir yemeni, onun üstüne çağdaş bir eşarp bağlayarak, bilmeden de olsa karşı çıkar evrensel renk uyumuna, yalnızca yaşadığı kent parçasına, alaca­lı kıyıya uyarlanır, cesur renklerle savunur varlığını (Oysa koca­sı, poturlu ve kasketliyken de kentli erkeğin uygun bulduğu gri renkten şaşmaz).

Fatih yöresinde, kadınların başlarını bağlamadan geçe­medikleri sokaklardan birinde yaşıyorsa (evet, bugün!) solgun başörtüsünün altında kalan, görünmeyen saçlarını beliklerle güzelleştirdiğini varsayabilirsiniz.

Kent, her gün içli-dışlı olduğu kadının, yaşama kültürünü, beğenisini, hatta kilosunu, hatta yüz çizgilerini belirleyen bir aynadır. O kadarına ki, iyi bir gözlemciyseniz bir kadının han­gi kentte büyüdüğünü, hangi kentle beslendiğini çabucak anla­yabilirsiniz. Kentin hangi kesiminden geldiğini bile. Kültür dü­zeyini kestirebilmek için bir zamanlar tek ipucu, konuştuğu dil­di ama bugün Türkçe artık kesin bir gösterge değil bu konuda: Televizyon Türkçesi en az ortaklaşmayı belirledi bile.

“Bir kentin tarihini kavramanın en kestirme yolu,” diyor bir dostum, “o kentte doğup büyümüş bir kadının yıllar yılı es­nafla ilişkilerinde kullandığı dili incelemektir. “Bu dildeki değişmeleri… Beşiktaş pazarındaki bir tezgahtan don-sütyen alan bir İstanbullu ile Bağdat caddesindeki bir mağazadan alışveriş edenin seçtikleri sözcükler ne gibi farklılıklar gösterir acaba? Bu fark kentle beslenen kadını, hemen her dilde kadın olarak ta­nımlanan kenti nasıl açıklar?

Beşiktaş pazarcılarına, kadına sır saklar akrabalar gibi yak­laşmalarını palabıyıklı da olsalar hafif kadınsı davranmalarını; öte yandan Rumeli Caddesi esnafına kadın müşterinin gözleri­nin içine “erkekçe” bakmalarını öğreten gizli iletişim, yalnızca toplumsal sınıf ayrımından kaynaklanmasa gerek. Bir sokakta “Yenge” ya da “Bacı” olan kadın, iki sokak ötede “Hanımefendi” katına yükselebilir.

Şimdilerde bakıyorum da, doğduğum, yaşadığım, ilikleri­me kadar bağlı olduğum İstanbul’la bir besleme ve kalkındırma ilişkisi kalmamış aramızda. Bir nostalji canavarının eline düş­müş, yalnızca asimetrik iskeletiyle ayakta durabilen, gururu kı­rılmış bir kent artık İstanbul. Resmi tarihlere elbette bel bağlan­maz ama bu izlenimci tarihlere bel bağlanır anlamına gelmez ki. Nostalji canavarı, çok özel, çok kişisel ve özellikle yarım yama­lak levanten bilgilerden bir tarih derlemeye çalışıyor bu aralar yaşamadığı, ya da en azından bir bölüğünü yaşadığı bir geçmişi bütünüyle yakıştırmaya çalışıyor bu kente: İnsansız bir geçmiş.

Hadi Ahmet Mithat Efendi’nin “günahkar Beyoğlu”su ile “saf Fatih”ini önemsemiyorsunuz, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Rasim, Ahmet Hamdi Tanpınar, hele Sait Faik, hepten unutuldu mu? Beyoğlu’na dizilen müsamere lambaları, kafanı­za düştü düşecek “mobil”ler, düzeltilmiş kaldırım taşları, eski tangolarla, valslerle kalkındırılmış eski “lokal”ler, korunmaya alınmış yapılar, kentin “dekoratif tarihi”ne (ne demekse!) kılıkılına bağlı sokaklar, şadırvan çevresindeki tıpatıp çiçek türle­riyle özel alanlar neye yarayacak sonuçta? Oralara saydığım bu yazarların ve başka yazarların hiçbiri artık adım atamayacağı­na göre, aslına bakılırsa, yaşasalardı da adım atmayacaklarına göre, kent tarihinin en önemli bölümü, yaşanmış bölümü es ge­çilmiyor mu? İnsanları yani… Beyoğlu kalkındığında caddede salınacak Frenk giysili cicibeyler, Müslüman semtlerde dolana­cak süzgün dilberlerle bıçkın kabadayılar nereden getirilecek? Televizyon dizilerinden ödünç mü alınacak yoksa?

İstanbul’la aram bozuk bu aralar. Ben onun istediği giysile­ri giyemiyorum, o bana yapay bir ağırlama sunuyor barlarında­ kafelerinde-çarşılarında. Kalkıp Balık Pazarı’na uzanmak var, Kabataş’taki kahvede bir çay içmek, Boğaz yolunda yürüyüp bir sigara tellendirmek… Genç yaşta bile kalçaları sarkan yine de o ge­niş kalçalara sıkı kot pantolonlar giymekten, enine çizgili tişörtle­rini pantolonların üstüne çıkarmaktan, kulaklarına taktıkları ina­nılmaz ağırlıktaki küpelerle havalandıracakları kenti yerçekimine uğratmaktan gocunmayan genç kadınların -belki de haklı olarak yarattıkları- çağdaş metropol imgesini görmezden gelerek… (Kıyı ­köşede bir şeyler kalmıştır, birileri kalmıştır avuntusuyla oyalan­mak daha kolay, neden yalan söylemeli bu kargaşada?)

Metropollerin ekonomik baskılar sonucu taşra kültürüne boyun eğmek zorunda olduklarını biliyorum ama İstanbul’un baştan bu kültürle başedecek bir apayrı kültürü yok muydu? Ka­famı kurcalayan o.

Bir kadının bir kentle nasıl bütünleştiğini, nasıl onunla bir­likte soluduğunu anlatan romanı Mrs. Dalloway’de sabahın er­ken saatlerini şöyle anlatıyor Virginia Woolf:

“Bond Sokağı büyülerdi; o mevsim, sabahın erken saatlerin­de; uçuşan bayraklarıyla; dükkanlarıyla; ne bir su sesi; ne bir ya­kamoz; babasının elli yıldır takım elbise satın aldığı dükkanda bir top tüvit; bir-iki inci, buz kabı üstünde alabalıklar.

‘Hepsi bu kadar,’ dedi balıkçıya bakarak. ‘Hepsi bu kadar,’ diye yineledi eldivencinin vitrininde duralayarak. Savaş’tan önce kusursuz denilebilecek eldivenler vardı bu dükkanda. İh­tiyar William amca, bir hanımefendi, pabuçlarıyla eldivenlerin­den belli olur, derdi. Savaşın ortasında bir sabah, yatağında doğ­rulmuş, öbür yana dönmüş. ‘Artık dayanamayacağım,’ demişti. Eldivenler ve pabuçlar; kendisi eldivene pek düşkündü gerçek­ten, ama öz kızı, Elizabeth’i, hiç aldırmazdı böyle şeylere.”

Ev kadınlarının ördükleri kozayı küçümserken bir yandan hep aynı barlara, aynı güvenceli dost birleşmelerine gitmeyi öz­gürlük ve yiğitlik sayan, kentin getirebileceği belalardan kork­mayı ilke edinip caddelerini boş bırakan, bir balıkçının sıcak ba­kışları karşısında bile kendilerini “meta yerine konmuş” sayan kadınlardan olmadığıma göre belki de artık tam anlamıyla bir kent sayılamayacak kadınsız İstanbul’la, tam anlamıyla bir kadın sayılamayacak kentsiz ben, ortak bir yazgıyı paylaşıyoruzdur.”

Çağdaş Şehir, Sayı 4, Haziran 1987

Tomris Uyar, Kitapla Direniş: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, haz. Handan İnci, Yapı Kredi Yayınları, 2011, s. 246-9.

Auster, Kafka’nın Oyuncak Bebek Hikâyesi

“Peki. Hikâye. Oyuncak bebek hikâyesi… Kafka’nın ölmeden önceki son yılı; Polonya’daki Yahudi ailesinden kaçıp Berlin’e yerleşir, Dora Diamant adında on dokuz yirmi yaşlarında bir kıza âşık olur. Kız, Kafka’nın yarı yaşındadır; ama ona yıllardır yapmak isteyip de yapamadığı şeyi, Prag’dan ayrılma cesaretini bu kız verir ve Kafka’nın birlikte yaşadığı ilk ve tek kadın olur. Kafka 1923 sonbaharında Berlin’e gelir ve ertesi ilkbaharda da ölür; ama bu son aylar muhtemelen yaşamındaki en mutlu aylardır. Giderek bozulan sağlığına rağmen. Yiyecek kıtlığı, siyasal ayaklanmalar, Alman tarihinin gördüğü en ağır enflasyon gibi Berlin’deki sosyal durumlara rağmen. Bu dünyada fazla zamanı kalmadığını kesinlikle bilmesine rağmen.

Kafka her ikindi vakti parkta gezintiye çıkar. Hemen her seferinde Dora da onunla birlikte gider. Bir gün hıçkıra hıçkıra ağlayan küçük bir kızla karşılaşırlar. Kafka kıza ne olduğunu sorar. Çocuk bebeğini kaybettiğini söyler. Kafka, olup biteni açıklamak için hemen bir hikâye uydurur. ‘Bebeğin seyahate çıktı,’ der. Kız, ‘Nereden biliyorsun?’ diye sorar. Kafka, ‘Çünkü bana mektup yazdı,’ diyince kız kuşkulanır. ‘Mektup yanında mı?’ der. Kafka, ‘Ne yazık ki hayır, yanlışlıkla evde bırakmışım ama yarın getiririm,’ diye cevabı yapıştırır. Konuşması öylesine inandırıcıdır ki, kız ne düşüneceğini bilemez. Bu gizemli yabancı doğru söylüyor olabilir mi?

Kafka mektubu yazmak için hemen eve gider. Masasının başına geçer; Dora onu seyrederken, mektubu tıpkı kendi yapıtlarını yazdığı zamanki ciddiyet ve gerginlikle yazdığını görür. Kafka, küçük bir kızı kandırmak üzere yazmamaktadır. Bu, gerçekten yazınsal bir çabadır ve Kafka da onu doğru yapmaya kararlıdır. Güzel ve inandırıcı bir yalan uydurabilirse, çocuğun kaybettiği bebeğin yerini bir başka gerçekle doldurabilecektir; belki uydurma bir gerçek ama edebiyat yasalarına göre geçerli ve inandırıcı bir gerçek.

Kafka ertesi gün mektubu alıp parka koşar. Küçük kız onu beklemektedir; çocuk henüz okumayı sökemediğinden Kafka mektubu yüksek sesle okur. Taş bebek gittiği için üzgünmüş; ama hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmış. Dünyayı görmek, yeni arkadaşlar edinmek istiyormuş. Küçük kızı sevmediğinden değil ama çevresini değiştirmek istediği için gitmiş, bu yüzden bir süre ayrı kalacaklarmış. Ama kıza her gün mektup yazıp neler yaptığını anlatacağına da söz veriyormuş.

İşte bu noktada hikâye yüreğimi sızlatmaya başlıyor. Kafka’nın ilk mektubu yazmak zahmetine girmesi bile yeterince şaşırtıcıyken, bir de kalkıyor, günün birinde parkta karşılaştığı, hiç tanımadığı bir kız çocuğunu avutmak için her gün mektup yazmaya girişiyor. Böyle bir şeyi kim yapar? Kafka, üç hafta mektup yazmayı sürdürmüş Nathan. Tam üç hafta. Gelmiş geçmiş en büyük yazarlardan biri, kayıp bir yaş bebekten gelen uydurma mektuplar için zamanını, hem de çok azaldığı için çok daha değerli olan zamanını feda ediyor. Dora, Kafka’nın her cümleyi en ufak ayrıntısına kadar özenle yazdığını, yazdıklarının kusursuz, komik ve inandırıcı olduğunu söylüyor. Bir başka deyişle, özgün Kafka edebiyatı. Kafka üç hafta boyunca her gün parka gidip kıza mektup okur. Taş bebek büyür, okula gider, yeni insanlarla tanışır. Küçük kızı ne kadar çok sevdiğini her mektupta yineler; ama birtakım sorunların eve dönmesini engellediğini yazar. Kafka, taş bebeğin küçük kızın hayatından tamamen çıkacağı ana yavaş yavaş hazırlar çocuğu. İnandırıcı bir son bulmaya çalışır, bunu başaramazsa büyünün bozulacağından korkar. Birkaç olasılık üzerinde kafa yorduktan sonra, sonunda bebeği evlendirmeye karar verir. Bebeğin âşık olduğu delikanlıyı tarif eder, nişanı, köy düğününü, hatta bebekle kocasının oturdukları evi bile uzun uzun anlatır. Ve mektubun son satırında, bebek eski ve sevgili arkadaşına veda eder.

Tabii o noktaya gelindiğinde, kız artık bebeğini özlemekten, onu aramaktan vazgeçmiştir. Kafka, bebeğin yerine başka bir şey vermiştir çocuğa ve o üç hafta içinde mektuplar kızın üzüntüsünü gidermiştir. Kızın bir hikâyesi vardır artık ve insan bir hikâyenin içinde, bir hayal dünyasında yaşayabilecek kadar şanslıysa, gerçek dünyanın acıları sona erer. Çünkü hikâye devam ettiği sürece gerçek yoktur.”

Paul Auster, Brooklyn Çılgınlıkları, çev. Seçkin Selvi, 2017 [2005], 8. basım, s. 164-6.

Culler, Yazın Kuramı ve Kültürel Çalışmalar

“Sigara ile Amerikalıların yağlarla takıntısı konusunda yazan Fransızca profesörleri; biseksüelliği çözümleyen Shakespeare uzmanları; seri katiller üzerinde çalışan gerçeklik uzmanları. Neler oluyor?

Burada olan şey 1990’larda sosyal alanda gerçekleşen temel bir etkinlik: ‘kültürel çalışmalar.’ Bazı yazın profe­sörleri Milton’dan Madonna’ya, Shakespeare’den sudan dizilere yönelmiş, yazın çalışmasını tamamen terk etmiş olabilir. Bunun yazın kuramıyla ilişkisi nedir?

Kuram, yazınsal eserlerin incelenmesini büyük ölçüde zenginleştirdi ve güçlendirdi, fakat Bölüm 1’de belirttiğim gibi, kuram bir yazın kuramı değildir. Eğer ‘kuram’ın ne kuramı olduğunu söylemeniz gerekseydi, yanıt ‘anlam yük­leyici uygulamalar’, deneyim süreci ve betimlemesi, insana özgü konuların yapılandırılması gibi şeyler olurdu – kısa­cası, en geniş anlamda kültür gibi bir şey. Ve kültürel çalış­malar alanının da, geliştiği biçimiyle, kafa karıştıracak dü­zeyde disiplinler arası olması ve ‘kuram’ın kendisinin açık­lanması kadar da zor olması çarpıcıdır. Bu ikisinin birlikte gittiği söylenebilir: ‘kuram’ kuramdır ve kültürel çalışmalar da uygulama. Kültürel çalışmalar bizim kısaca ‘kuram’ diye adlandırdığımız kuramın uygulamasıdır. Kültürel çalışmaları uygulayanlardan bazıları ‘yüksek düzey kuram’dan şikayet etmektedir; fakat bu, kuramın sonsuz ve göz korkutucu külliyatından sorumlu tutulmamak isteğini göstermekte­dir.

Kültürel çalışmalarda sürdürülen çalışma, aslında, bu kitapta ele aldığım anlam, kimlik, betimleme ve aracı hakkındaki kuramsal tartışmalara bağımlıdır.

Fakat yazınsal çalışmalar ile kültürel çalışmalar arasındaki ilişki nedir? En geniş görüşüyle, kültürel çalışma­ların projesi kültürün özellikle modern dünyada işlev görüşünü anlamaktır: hem bireyler hem de gruplar açısından değişik ve birbirleriyle karışmış topluluklar, devlet erki, medya endüstrileri ve çokuluslu şirketlerin oluşturduğu bir dünyada kültürel üretimlerin nasıl işledikleri ve kültü­rel kimliklerin nasıl yapılandırıldıkları ve düzenlendikleri. Şu halde, prensipte, kültürel çalışmalar yazını incelemeyi özel bir kültürel uygulama olarak gören yazınsal çalışmaları içerir ve çevreler. Ama bu ne tür bir sonuçtur? Bu noktada birçok tartışma söz konusudur. Kültürel çalışmalar yazınsal çalışmaların yeni bir erk ve anlayış kazanmasını sağlayan geniş bir proje midir? Yoksa, kültürel çalışmalar yazınsal çalışmaları yutup yazını yok etmekte midir? Sorunu kavra­mak için kültürel çalışmaların gelişmesine yönelik bir par­ça arka plan bilgisi gerekir.

Kültürel Çalışmaların Ortaya Çıkışı

Modern kültürel çalışmaların iki atası bulunur. Önce­likle, (yazın da dahil olmak üzere) kültürü kuralları ya da gelenekleri betimlenmesi gereken bir seri uygulama olarak ele alan 1960’ların Fransız yapısalcılığından (bakınız Ek) gelmektedir. Kültürel çalışmalar konulu ilk eserlerden biri olan, Fransız yazın kuramcısı Roland Barthes’ın Mythologies (1957) başlıklı kitabı, profesyonel güreş ile araba ve deter­jan reklamlarından Fransız şarabı ve Einstein’ın beyni gibi söylencesel kültür nesnelerine kadar çeşitli kültürel etkin­liklerin kısa ‘yorum’larını ele alır. Barthes, kültür içinde doğal görülür hale gelen şeyleri olumsal, tarihsel yapılandırmalara dayandıklarını göstererek sıradanlaştırmakla özellikle ilgilenmektedir. Kültürel uygulamaları çözümlerken, altlarında yatan gelenekleri ve bunların toplumsal önem­lerini tanımlar. Örneğin, profesyonel güreş ile boksu karşı­laştırırsanız, farklı gelenekler olduğunu görebilirsiniz: Bok­sörler yumruk yediklerinde acıya katlanabildiklerini sergi­leyecek biçimde davranırken güreşçiler acı içinde kıvranır ve basmakalıp tipleri çok iyi bir biçimde oynarlar. Boksta rekabet kuralları, maçın ötesine geçmemesi gereken sınırlar oluşturması açısından, maçın dışındadır; güreşte kurallar, üretilebilir anlamların boyutunu artıran eğilimler biçimin­de maçın tamamen içindedir: Kurallar apaçık bir biçimde çiğnenmek için çokça vardır ve böylece ‘kötü adam’ ya da kötü kahraman ne kadar kötü olduğunu etraflıca sergi­lerken seyirciler de intikam hiddetiyle kamçılanmış olur. Böylece, profesyonel güreş, her şeyin ötesinde iyi ve kötü net bir biçimde karşıtlık oluşturduğu için, ahlaksal anlaşı­labilirliği çok iyi karşılamaktadır. Yüksek düzeyde yazından yiyeceklere kadar çeşitli konularda kültür çalışmalarını inceleyen Barthes’ın örneği kültürel imgelerin yananlamlarını yorumlamayı ve kültürün tuhaf yapılanmalarının sosyal işlevlerini çözümlemeyi teşvik etti.

Çağdaş kültürel çalışmaların diğer kaynağı İngilte­re’deki Marksist yazınsal kuramdır. Raymond Williams’ın çalışması (Culture and Society, 1958) ve Birmingham Centre tor Contemporary Cultural Studies (Birmingham Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi) kurucusu Richard Hoggart’ın çalışması (The Uses of Literacy, 1957) kültür yüksek düzeyde yazın tarafından tanımlanırken gözden kaçırılmış bulunan popüler, emekçi sınıf kültürünü yeniden kazanıp incelemeyi amaçlamaktaydı. Yitik sesleri yeniden kazanma, tarihi taban­dan tavana doğru yapılandırmaya yönelik bu proje, kitle kül­türünü (‘popüler kültür’ün karşıtı olarak) baskıcı bir ideo­lojik oluşum biçiminde, okuyucuları ya da izleyicileri tüketiciler konumuna yerleştirmek ve devlet erkinin yaptıkla­rını haklı çıkarmak için işleyen anlamlar biçiminde çözümle­yen diğer bir kültür kuramlaştırılması ile -bu kez Avrupa Marksist kuramının ürünü- karşılaştı. Bu iki kültür çözümle­mesi -kültür insanlara ait bir ifadedir diyen ile kültür in­sanlar üzerine uygulanan bir ifadedir diyen çözümlemeler- arasındaki etkileşim önce İngiltere’de ardından diğer yerlerde kültürel çalışmaların gelişimi için çok önemli olmuştur.

Gerilimler

Bu gelenekteki kültürel çalışmaları, popüler kültürü in­sanların ifadesi olarak yeniden canlandırma ya da marji­nalleştirilmiş gruplara kendilerini ifade hakkını sağlama arzusu ile kitle kültürünün ideolojik bir yükleme, baskıcı bir ideolojik oluşum olarak incelenmesi arasındaki gerilim yönlendirmektedir. Bir yanda, popüler kültürü inceleme­nin amacı, zarifliklerden zevk alan insanların ve profesör­lerin yaşamlarının karşısında sıradan insanların yaşamında -onların kültürlerinde- neyin önemli olduğu konusunda bir fikir edinmektir. Öte yanda, insanların kültürel güçler tarafından nasıl şekillendirildiklerini ya da yönlendirildiklerini göstermeye ilişkin güçlü bir teşvik söz konusudur, insanlar onları belirli arzulara ve değerlere sahip insanlar biçiminde ‘sorgulayan’ ya da davranan kültürel biçimler ve uygulamalar tarafmdan ne ölçüde yapılandırılır? Sor­gulama kavramı Fransız Marksist kuramcı Louis Althusser’den gelmektedir. İnsanlara -örneğin reklamlar tarafın­dan- özel bir tür nesneymiş (belirli niteliklere değer veren bir tüketici) gibi davranılmaktadır ve sürekli bu biçimde davranılınca da insan bu tür bir konuma yerleşir durumu gelmektedir. Kültürel çalışmalar kültürel biçimler tarafın­dan ne ölçüde yönlendirildiğimizi ve ne ölçüde ya da hangi yollardan onları diğer amaçlar için kullanabildiğimizi, yani ‘aracı’ olarak adlandırılan durumu gerçekleştirdiğimizi sor­maktadır. (Elimizdeki kuramın tanımını kullanırsak, ‘ara­cı’ sorunu, eylemlerimizden ne ölçüde sorumlu olabileceği­miz, bize ait gibi görünen seçimlerimizin bizim denetimi­mizde olmayan güçler tarafından ne ölçüde sınırlandırıldıkları sorunudur.)

Kültürel çalışmalar, çözümcünün, kültürü, insanları ilgi noktalarından uzaklaştıran ve sahip oldukları arzuları yaratan bir düzgüler ve uygulamalar seti olarak çözümleme isteği ile popüler kültürde otantik bir değer ifadesi bulma isteği arasındaki gerilime dayanır. Bunun bir çözümü, insanların kendilerine anamalcılık ve onun medya endüstrileri tarafından kendilerine ait bir kültür oluşturmak ama­cıyla dayatılan kültürel malzemeleri kullanabildiklerini göstermektir. Popüler kültür kitle kültüründen yapılır. Po­püler kültür ona karşı olan kültürel kaynaklardan yapılır ve bu nedenle de bir çatışma kültürüdür, yaratıcılığı kitle kültürünün ürünlerini kullanmaktan oluşan bir kültür­dür.

Kültürel çalışmalar üzerine eserler özellikle kimliğin sorunsal yapısına ve kimliklerin şekillendirildiği, yaşandığı ve aktarıldığı sayısız yollara uyarlanmıştır. Bu nedenle de, kendilerini içinde buldukları daha geniş kültürle -kendisi de ideolojik yapıyı kaydırmakta olan bir kültür- özdeşleş­mekte sorunlar yaşayan gruplar – etnik azınlıklar, göçmen­ler, kadınlar- için oluşan kimlikleri ve dengesiz kültürü incelemek ayrı bir öneme sahiptir.

Şu halde, kültürel çalışmalar ile yazınsal çalışmalar ara­sındaki ilişki karmaşık bir ilişkidir. Kuramsal açıdan, kültürel çalışmalar her şeyi içermektedir: Shakespeare ve rap müzik, yüksek düzeyde kültür ve düşük düzeyde kültür, geçmişin kültürü ve bugünün kültürü. Ama uygulamada, anlam farklılığına dayanan bir şey olduğu için, insanlar kültürel çalışmaları bir başka şeye karşıt biçimde gerçekleşti­rirler. Neye karşıt biçimde? Kültürel çalışmalar yazınsal çalışmalardan doğduğu için, buna verilen yanıt genellikle “geleneksel anlamda, yazınsal çalışmalara” olmaktadır; geleneksel bağlamdaki yazınsal çalışmalarda amaç yazınsal eserleri yazarlarının başarıları biçiminde yorumlamaktı ve yazın çalışması yapmanın savunmasını da büyük eserlerin özel değeri oluşturuyordu: bu eserlerin karmaşıklığı, güzelli­ği, kavrayışı, evrenselliği ve okuyucu açısından potansiyel yararlar içermesi.

Fakat yazınsal çalışmalar asla geleneksel ya da başka bağlamlarda onun ne yapmakta olduğu çevresinde birleşmemiştir; kuramın ortaya çıkışından beri, yazınsal çalış­malar, hem yazınsal hem de yazınsal olmayan eserleri ele alan her türden projenin dikkatleri çekmek için yarıştığı çekişmeli bir disiplin olmuştur.

Şu halde, prensipte yazınsal çalışmalar ile kültürel çalış­malar arasında bir uyuşmazlık olmasına gerek yoktur. Ya­zınsal çalışmalar, kültürel çalışmaların yadsıması gereken yazınsal nesneler kavramıyla uğraşıyor değildir. Kültürel çalışmalar, yazınsal çalışmalar tekniklerinin diğer kültürel malzemelere uygulanması olarak doğmuştur. Kültürel ürün­leri yalnızca sayılmayı bekleyen ürünler olarak değil, okun­ması gereken ‘metinler’ olarak ele almaktadır. Ve, bunun karşın olarak, yazınsal çalışmalar, yazın özel bir kültürel uygulama olarak incelendiğinde ve eserler diğer söylemlerle ilişkilendirildiğinde yarar sağlayabilir. Kuramın etkisi ya­zınsal eserlerin yanıtlayabileceği soru erimini genişletmek ve kendi çağlarının fikirlerine karşı koymak ya da bunları karmaşık hale sokmak için kullandıkları çeşitli yollara dik­katleri yoğunlaştırmak olmuştur. Prensipte, kültürel çalış­malar, yazın konusunu anlam kazandırıcı uygulamalardan biri olarak incelemekte ve onun değerli kılındığı kültür rollerini incelemekte ısrarcı olmalarıyla, yazın inceleme­sinin karmaşık bir metinler arası olgu biçiminde yoğunlaş­tırabilirler.”

Jonathan Culler, Yazın Kuramı, çev. Hakan Gür, Dost Kitabevi Yayınları, 2007 [1997], s. 65-71.

Woolf, Romanın Sınırları ve Olay Aritmetiği

“Çoğunlukla romanlar bir yerlerde başarısızlığa uğrar zaten. Hayalgücü devasa bir kuvvetin altında duraksar. Sezgilerin kafası karışır; doğru ile yanlışı birbirinden ayıramaz hale gelirler, her daim farklı yeteneklerin kullanılmasını gerektiren o muazzam uğraşa devam edecek gücü bulamazlar. Ancak nasıl oluyor da bütün bunlar romancının cinsiyetinden etkileniyor, diye sordum Jane Eyre‘e ve diğerlerine bakarken. Cinsiyetleri bir şekilde kadın romancıların tutarlılığının önüne mi çıkıyor; yazarın belkemiği dediğim o tutarlılığın? Jane Eyre‘den yaptığım alıntılarda öfkenin romancı olarak Charlotte Brontë’nin doğruluğunu etkilediği aşikar. Kendini tamamen ona adaması gerekirken hikâyesini bırakıp kişisel sıkıntılarına yönelmişti. Hak ettiği deneyimden mahrum bırakıldığını hatırladı; özgürce dünyayı dolaşmak isterken bir papaz evinde çorap yamayıp yerinde sayıyordu. Hayalgücü öfkesinden sapmıştı ve biz saptığını hissedebiliyorduk. Ancak hayalgücü ile mücadele eden, onu yolundan döndüren, öfkeden daha büyük pek çok faktör vardı. Cehalet, örneğin. Rochester’in portresi karanlıkta çizilmiştir. Onda korkunun izlerini görürüz; baskının getirdiği o ekşi tadı, tutkusunun altında alev alev yanan o gömülü ıstırabı, acı bir kasılma ile bu muhteşem kitapları daraltan o kini hissettiğimiz gibi.

Roman yaşamın kendisi ile bu kadar benzerliğe sahip olduğundan, değerleri de bir dereceye kadar örtüşmektedir. Ancak öyle görünüyor ki çoğunlukla kadınların değerleri karşı cins tarafından ortaya çıkarılan değerlerden oldukça farklıdır; bittabi böyledir bu. Geçerli olan eril değerlerdir. Basitçe anlatmak gerekirse futbol ve spor ‘önemli’ iken modaya hayran olmak, alış veriş yapmak ‘önemsizdir’. Bu değerler kaçınılmaz olarak yaşamdan kurmacaya aktarılır. Bunun önemli bir kitap olduğunu farz eder eleştirmen; çünkü savaş hakkındadır. Bu ise önemsiz bir kitaptır; çünkü misafir odasındaki kadının duygularından bahsedilir. Bir savaş sahnesi, bir mağazada geçen bir sahneden çok daha önemlidir; değer farklılıkları her yerde, daha kurnaz bir şekilde sürdürür varlığını. Böylece, eğer yazar bir kadınsa, on dokuzuncu yüzyılın başlarında roman yapısının bütünü yavaşça çizgisinden çıkarılan ve açık görüşü dış otoriteye göre değiştirilen bir zihin tarafından oluşturulurdu. Yazarın eleştirildiğini tahmin etmek için yalnızca bu eski, unutulmuş romanlara göz gezdirmek ve yazıldıkları ses tonunu dinlemek yeterli olacaktır; bunu kızgınlıkla söylemiş, şunu sakince. “Yalnızca bir kadın” olduğunu kabul etmişti ya da “en az erkekler kadar iyi” olduğunu savunmuştu. Yaratılışı gereği bu eleştiriyi uysallıkla, mahcubiyet içerisinde ya da öfkeyle, şiddetli bir şekilde karşılamıştı. Nasıl olduğu önemli değildi; bir şeyi düşünürken o şeyin kendisini düşünmemişti aslında. Merkezinde bir hata vardı. Kadın yazarların romanlarını düşündüm; meyve bahçesindeki lekeli, küçük elmalar gibi dağınık bir şekilde serilmişlerdi Londra’daki sahaf dükkânlarının içinde. Onları çürüten tam ortalarındaki hataydı. Yazarları, değerlerini başkalarının düşüncelerine göre değiştirmişti.”

 

Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Nilay Öztürk, İthaki Yayınları, 2016 [1929], 2. basım, s. 83-5