Demiralp, Benjamin ve Pasajlar ve Kent ve Aylak

Oğuz Demiralp’in 49’a parçaladığı denemesinden aşağıdaki alıntı parça Benjamin’in Pasajlar metninin tamamlanamamış alıntı-kitaplığından yazarın kent ve aylak tasavvurlarına doğru bir iz sürüyor. (Onun kendi parçaladığı yerden bir adım önce parçalayıp birleştirdim alıntıyı). Baş kahraman Baudelaire’in yanı sıra Poe ve Auster de var Demiralp’in okuduğu bağlantılar arasında, Auster’i neden bu kadar sevdiğimi bu satırları okuyana kadar bu kesinlikte fark etmemiştim. “Öncoşumcular” tüm bunlara ne der, bilmiyorum, fakat yürüyüşteki esriklik ve tam ifade edilmese de yabancılaşma hissine birçok kişi ortak olabilir. Daha yeni, Ahlat Ağacı da sinemamızda aylaklara davet sunmasa da başkalarıyla -yarı yabancılarla- yapılan yürüyüşlerde hafifleyen veya duruma göre sertleşen sohbetleri tahakkuk etti. Hayalleri olan genç imamlar ya da herhangi başka yeni yetmelerle yürüyün ve onların anlattıklarına kulak kesilin, olgun yazarları didiklemekten ise kaçının diye salık verdi. 

Dolaşan kişilerin öyküleri bunlar, kentlerin sokakların labirentinde, yeryüzünde bir limandan ötekine gezinen yalnız adamların, aylakların öyküleri. Gelgelelim, hiç ağırlık, karanlık yok bu öykülerde. Her türlü ayrıntısıyla bilinmeyeni öğrenmek isteyen, dünyayı seven, dirim duygusuyla dolu kişilerin öyküleri. Geriye doğru buruk bir özlem duygusuyla bakan, pişmanlıktan söz etmeyen, aradıklarını bulamamanın ya da yitirmenin burukluğuna karşın devinmiş olmaktan zevk almış kişiler. “Talihin pek az yüzüne güldüğü eski dostumu … böylesine dingin bir zevkle çay içerken görmekten mutluluk duydum” cümlesi özetliyor bu öykülerin havasını. Bir tümce daha koyalım bunun yanına: “insanlarımız bu geniş dünyada çok dolaştılar. Kötüyü iyiden ayırmayı öğrendiler.”

-XXXIV-

Gezmeyi seven Benjamin’in bu öyküleri gezileri sırasında kaleme almış olmasını olası görürler. Ancak, Benjamin’in öykülerdeki kişilerin çoğundan önemli bir ayrımı, bütün dünyada değil, yaşlı kıta Avrupa’da dolaşmış olmasıdır.

Paris’te Pasajlar‘ı yazdığı dönem Walter Benjamin’in kendisini bulduğu bir dönemdir. Kitabın bitmemiş olması, bitseydi uzun çok uzun bir çalışma biçimini almış olacağı izlenimini vermesi de Benjamin’e uygundur. Kentte dolaşarak, kütüphanede evde çalışarak satırlarla sokaklar arasında arayıştadır Walter Benjamin, giderek arayışın ta kendisidir.

Pasajlar Benjamin’in en çok tanınan kitabıdır. Ancak bir bitmiş bir yapıt yoktur Pasajlar başlığını taşıyan kalın ciltte. Bir kitap için yapılmış alıntılar, tutulmuş notlar, geliştirilmek üzere altı çizilmiş fikirler vardır. Nedir ki, öncoşumcuların tekniğiyle yazılmış parçalar da vardır.

Benjamin, “17. yüzyıl için Barok üzerine yazdığı kitaptaki yönteme benzeyen bir yöntemle 19. yüzyılı inceleyeceğini, ancak şimdiki zamana bu kez daha fazla ışık tutacağını” söylerek belirtir çalışmasının önemli bir yönünü. Başka bir sayfada, yazınsal kurgulama (montaj) yöntemi kullanacağını, kendisinin söyleyecek birşeyi olmadığını, göstermesinin yeteceğini belirtir. “Çalışmamın yöntembilimsel amaçlarından birinin, ilerleme fikrini kendinde ortadan kaldırmış bir tarihsel özdekçiliğin varlığını göstermek olduğu söylenebilir. Tarihsel özdekçilik burada kendini kentsoylu düşünce alışkanlıklarından ayırdetmek için her türlü nedene sahiptir. Temel kavram ilerleme değil güncelleştirme, edimli hale getirmedir.” diyerek bildiğimiz düşüncelerine Paris’te ve tarihsel özdekçilik içinde yatak kazmaya çalışmaktadır.

“Kültür tarihi eytişimi için küçük bir yöntembilimsel öneri. Her dönemde çeşitli “alanlarda”, belirli görüş açılarına göre ikilikler ortaya çıkarmak kolaydır. Öyle ki, bir yanda “verimli”, “gelecek dolu”, “canlı”, “olumlu” bölüm vardır, öbür yanda ise bu çağın yararsız, geri kalmış ve ölü bölümü. Olumlu bölümün sınırları, ancak öbürüne karşıt olduğu takdirde net biçimde ortaya çıkabilir. Ama, öbür yandan bakıldıkta, her değilleme ancak canlı olanın, olumlu olanın çizgilerine arka düzlem görevi yaptığı ölçüde değer taşır. Öyleyse önce koparılıp bir yana konulan bu olumsuz bölümün içinde de yeniden bir bölümleme yapılması belirleyici önem taşımaktadır. Yalnızca görüş açısının yeri (ölçek değiştirilmeden) oynatılarak, bu bölümden, yeniden, daha önce çıkarılmış olandan ayrımlı bir olumlu öğe çıkarılabilir. Bu böyle sürebilir, sonsuza değin, geçmişin tümü, tarihsel bir kurtuluşa yönelme biçiminde şimdiki zamana getirilinceye değin.” Walter Benjamin, geleceği şimdiki zamanda kurtaracak olumlu öğeleri geçmişten çıkarmak, şimdiki zamandaki olumlu âna erişmek, ermek, Mesih’e kapıyı açmak, Mesih krallığını kurmak istemektedir. Tarihe gizemci yaklaşımını sürdürmektedir. Başka bir açıdan bakılarak, kurtuluşu geçmişte, geçmişe sığınmakta aradığı da söylenebilir.

Benjamin, Pasajlar‘ı çalışmaya ilk kez 1927 yılında başlamıştır. Aynı yıl, şimdiki İsrail’e Musevilerin vaadedilmiş toprağına göç etmeyi de düşünmüş. Yorumculara göre, Pasajlar ve İsrail arasında seçim yapmaya itilmiş Benjamin o yıl. Pasajlar‘ı seçmiştir. Avrupa’da kalmayı. Alın yazısını Avrupa ile sınırlamıştır böylece. Bu sınırı aşamayacak, aşmayı da reddedecektir sonunda.

Pasajlar, Paris’te 19. yüzyılda gelişmiş, bu yüzyılın başına değin sürmüş, üstü kapalı alışveriş merkezleri, anamalcılığın kapalıçarşılarıdır. Gaz lambalarıyla aydınlanma dönemine denk gelir pasajların toplum tarihi içindeki parlak dönemi. “Işığını yukarıdan alan, nerdeyse bir kent, bir minyatür dünya”dır pasaj. Daha önce de birtakım yönleri üzerinde durmuştuk bu kapalı dünyanın. Daha büyük bir kapalı dünyanın içinde yer alır pasajlar: Paris’te. Paris kenti yalnızca “19. yüzyılın” değil, tarihin, kendi tarihinin başkentidir. Bütün zaman ve kültür ırmakları Paris’e akar. Benjamin, kenti, kentin geçmişini kentin şairi Baudelaire’i okuyarak, yukarıda alıntıladığımız bölümde okumaya çalışarak tarihi tarihten kurtarmak, aşmak isteyecektir. Bu istemle, hırsla geçmişe gömülecektir, arşivlere, kitaplara; sokakları arşınlayacaktır.

Paris’tir aylak adamı yaratan diyecek denli özdeşlenecektir bu kentle: “… aylak adam çift düzeyli parke taşlı yolda sanki içinden bir saat mekanizmasıyla itiliyormuş gibi yürür. İçerde, bu mekanizmanın gizlendiği yerde, eski bir oyuncaktaymış gibi bir müzik kutusundan şu işitilir: çocukluğumdan bu yana / çocukluğumdan bu yana / bir şarkı izliyor beni hep. Çevresinde onu sarmış olanı tanır, bu ezgi sayesinde, bir çocukluk konuşur onunla, kendi gençliğinin geçmişi değildir bu…..daha önce yaşamış bir çocukluktur, bu çocukluğun kendisininki ya da bir atasınınki olması önemli değildir. Yollarda amaçsız olarak uzun süre yürüyeni bir esriklik kaplar. Her adımda, yürüyüş yeni bir güç kazanır, mağazalar, bistrolar, gülümseyen kadınlar çekiciliklerini yitirmeyi sürdürürler; sokağın gelecek imgesi, sis içinde uzak bir yer ve önünde yürüyen kadının sırtı onun için gittikçe daha karşı konulmaz bir çekicilik yüklenirler. Sonra karın açlığı belli eder kendini. Ancak gezinen adam açlığını giderebileceği yüzlerce yeri bilmezlikten gelir. Bir hayvan gibi dolanır tanımadığı mahallelerde, bir gıda, bir kadın peşinde, ta ki yorgunluktan tükenmiş olarak, onu kucaklayan yabancı ve soğuk odasına çekilip çökene dek. Paris yaratmıştır bu tipi.” Aslında Walter Benjamin’in Berlin’de yaratmış olduğu aylak adam Paris’te kendini bulmuştur. Birçok başka aylak adam gibi.

19. yüzyılın başşairi saydığı Baudelaire’i yeniden yeniden okurken, Blanqui’nin ruhsal serüvenlerini araştırırken kendi “şahsi masalını” örmektedir Benjamin. Aynı anda, acıklı öykü diliyle söylersek, “kader de ağlarını örmektedir”.

Alman öncoşumcularının Coleridge’i, onun da Poe’yu, Poe’nun ise Baudelaire’i etkilediği bilinir. Yazın yapıtları arasındaki bu müthiş devr-i âlemde Benjamin, Baudelaire yoluyla ulaştığı anlaşılan Edgar Allan Poe’nun “Kalabalıkların Adamı” öyküsünü anar sık sık. Çağdaş kent insanının ruhsal haritasının çizildiği bir öykü olarak bilinen “Kalabalıkların Adamı”nda anlatıcı, sokaklarda dolaşan bir yaşlı adamı biraz merak biraz da şüpheden saatlerce izler, Paul Auster’in romanlarını öncelercesine. Sonunda kim olduğuna ayar: “bu yaşlı adam… derin suçluluk bilincinin temsilcisidir. Yalnız olmaktan kaçmaktadır. Kalabalıkların adamıdır o.” “Aylak adamdır”, Benjamin’e göre. Yukarıda alıntıladığımız satırlarda anlattığı Paris’in yarattığı aylak adam ile Poe’nun kişisi arasında kan bağı olduğu açıktır.

Herhalde Benjamin’in sözünü ettiği aylak adamı birisi gizlice izleyip gördüklerini yazsaydı “Kalabalıkların Adamı” öyküsü yinelenmiş olurdu. Benjamin, Baudelaire’de de bu kişinin yansısını görür. (Aylak adamın ruh iklimini, Baudelaire’in “spleen”ini de “sürekli felakete tekabül eden duygu” olarak tanımlar. Baudelaire’in bu durumunun anlatımı alegoriyle olmaktadır elbette, “Kalabalıkların Adamı” öyküsünün bir alegori olması gibi.)

“Aylak adam için kent -Baudelaire örneğindeki gibi doğduğu kent bile olsa- anayurt değildir artık. Seyirlik sahnedir.” der Benjamin. Bu satırların yazıldığı yıllarda temaşacı adam sürgündedir. Almanların eline düşmeye hazırlanan 19. yüzyılın başkentinde seyirci olarak kalmayacak, aylak adamı da sergileyecektir kimselere göstermeden.

Oğuz Demiralp, Tanrı Bakışlı Çocuk: Walter Benjamin Üzerine 49’a Parçalanmış Deneme, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s. 142-6.


Uzun yıllardan sonra -çok değil, sadece uzun süren birkaç yıl- bugün bir AVM’de film izlemeye niyetlendim, Lynne Ramsay’in filmini sinemada göreyim istedim. Filmden bir saat önce girdim pasaja. İki kat aşağıya inerken, her zamanki gibi yürüyen merdivenleri bulmakta zorlandım. Tek zorlanan ben değildim, aşağı inen merdivenlerde yukarı çıkmayı umarak tökezleyen diğerlerini de gördüm. Bebek arabaları, kahvecilerdeki hoş sohbetler, henüz çıktığı mağazadan aldıklarını giymiş gibi görünen şık insanlar, pazar günü rahatlığı, dev tabaklarda İskender döner yiyenler, sıkılmış çocuklar, güler yüzlü çiftler, cüzdan, telefon ve anahtarlığın yanına bırakıldığı x-ray cihazları ve çantanın içini gören kalın elektronik kılıçlar, ziyaretçileri “hoşgeldiniz, keşke ölseniz, ölseler” diye karşılayan güvenlik görevlisi, baharı müjdeleyen tuvalet ve basmalı musluk, erken dönem uyuşturucusu rengarenk şekerler, parlak zemin, ürün satın almamasına rağmen kasadaki bitmek bilmez sırada bekleyen Benjamin. Kısa bir bakışmadan sonra gişeye yöneldim, o beni görmedi. Yeşil koltuklardan bilet alabileceğim söylendi fakat boş salonda yeşil yanan sadece 10 koltuk vardı, onlar da her sıranın en sonundakilerdi. Kişiye göre koltuk gösterilmeye başlamış diye düşündüm, üzüldüm. Görevlinin, “Film Türkçe altyazılı ve arasızdır (içinden: sevgili koltukludur).” uyarısına rağmen yeterli aksiyon sürem olmadığından kendimi bilet almış buldum. Koltuk seçeneklerinin neden böyle olduğunu sonradan anlayıverdim. Artık bir biletim vardı fakat filmin başlama saatine kadar zaman geçirmeyi başaramayacağımı fark edince bu mega kompleksten çıkıp gittim. Uzun yıllar sonra elimde gidilmemiş, taze bir bilet -fiş- var. Onunla izleyecek bir şeyler bulmalıyım.

İleri, Kent ve Alıntılama: Erkmen, Pamuk ve Vila-Matas

Dipnottaki alıntıların alıntısı.
Buradan bir sayfa sonra Aylak Adam’ın Tünel’deki yangın kulesi ile Tehlikeli Dönüşler’e, oradan Kenarda’ya bağlanıyordu. Cem İleri kendi kişisel kayıtlarını da kurguya sokan inanılmaz bir montaj operatörü, okur ve yazarmış. (Henüz) Okuduğum tek kitabıyla entelektüel süper-kahramanlarım arasına girdi.

Kente böyle bakmaya başlayınca sayısız Erkmenvari iş, durum, olasılık görmeye başlıyorum. Bazı yerleri işaretleyip bırakıyorum. Dolmabahçe Sarayı’na aydınlatma ve gaz sağlamak amacıyla 1853 yılında Sultan Abdülmecit tarafından inşa ettirilmiş olan Dolmabahçe Gazhanesi, örneğin. Erkmen burada bir şey yapsın istiyorum. Yapamayacak olsa da, bu şey orada varlığını sürdürüyor. Gazhanenin tarihiyle, aydınlatmayla, havagazı/doğalgaz geçişiyle, şeffaf endüstriyel kule biçimiyle, paralel evrende bürüneceği kültür merkezi kılığıyla, yıkıntı estetiğiyle, atıllığıyla sanat yapıtının getireceği önerileri kendiliğinden barındırıyor. Bu kendiliğindenlik, Erkmen’in işlerinin temel niteliklerinden biri. Dışarıdan bir öğe almaksızın, kendisine verilenle yetinerek, o birkaç aracı kullanarak dönüşümü gerçekleştirmek.

Erkmen’in İstanbul’la kurduğu ilişkinin zirve noktasında “Boğazın Suları Çekildiğinde” adlı olanaksız proje yer alabilirdi. Giderek büyük bütçeli işler gerçekleştirmeye başlayan Erkmen’in Kara Kitap‘taki bu bölümü okuduğunda, en azından aklının bir köşesinde bir tür fantezi olarak bunu düşlemiş olduğunu düşlemek hoşuma gidiyor: “Ellerinde ceza fişleri oradan oraya koşan belediye memurlarının bakışları arasında, eskiden ‘Boğaziçi’ denen bu boşluğun çamurunda kurulmaya başlayacak yeni mahallelerden söz ediyorum: Gecekondulardan, salaş, bar, pavyon ve eğlence yerlerinden, atlı karıncalı lunaparklardan, kumarhanelerden, camilerden, derviş tekkeleri ve Marksist fraksiyon yuvalarından… Bu kıyametimsi kargaşanın Şirketi Hayriye’den kalma yan yatmış gemi leşleriyle gazoz kapağı ve denizanası tarlaları görülecek. Suların bir anda çekildiği son günde karaya oturmuş Amerikan trans-atlantikleriyle yosunlu İon sütunları arasında açık ağızlarıyla tarih öncesinden kalma bilinmeyen tanrılara yalvaran Kelt ve Likyalı iskeletleri olacak. Midyeyle kaplı Bizans hazineleri, gümüş ve teneke çatal bıçaklar bin yıllık şarap fıçıları ve gazoz şişeleri ve sivri burunlu kadırga leşleri arasında yükselecek bu medeniyetin antik ocak ve lambalarını yakacak enerjiyi uskuru bir bataklığa saplanmış köhne bir Romen petrol tankerinden alacağını da hayal edebiliyorum.”

Enrique Vila-Matas Dublinesk adlı romanında, yakın arkadaşı Dominique Gonzales-Foerster’ı kurmaca bir karaktere dönüştürür ve sanatçının gerçek bir işinden bahseder; Erkmen’in potansiyel kıyamet sahnesinin bir versiyonu olarak okuyorum bu işi: “Dominique son zamanlarda ilginç cümlelere karşı büyük bir tutku duyuyordu ve sona, aslında dünyanın sonuna dair bir kültür, edebi alıntılamanın apokaliptik kültürünü inşa etmeye çalışıyordu. Turbine Hall için hazırladığı enstelasyonda Godard’ın alıntılarla olan dinamik ilişkisini yansıtmak ve ziyaretçileri yıllardır durmaksızın yağan yağmur sonrası 2058 Londra’sıyla karşılaştırmak istiyordu. Dominique, e-postasında, düşüncesinin büyük bir sel tarafından değiştirilmiş Londra’yı göstermek olduğunu anlatıyordu; son yıllarda durmadan yağan yağmur garip etkiler yaratmış, şehrin heykellerinde mutasyona neden olmuş, bunun tek sebebi de nemin yarattığı erozyon ve istila değilmiş, bu heykeller tropik bitkiler ve kavrulmuş topraklar misali büyüyüp heybetlenmiş. Bu tropikalleşme veya organik büyümeyi durdurmak için onların Turbine Hall’a konulmasına karar verilmiş; heykellerin etrafına da selin kurbanlarını, gezginleri veya uyuyan adamları ağırlaması için yüzlerce metal yatak yerleştirilmiş.” İthaki, 2016.

Cem İleri, E Evi, Norgunk Yayıncılık, 2018, s. 235-6.

Levinas, Şiirden Düz Yazıya (Blanchot Bahsi)

İfadenin gelip düşünceye eklenmemesi, onun -metaforun- bu düşünceyi düşünülen temanın ötesine taşıması; -hala bir çekiç ya da bir belge gibi aktarılabilir olan- bu temanın ötesinde, harflerin -açılıp serpilmeleri içinde, edebiyatları içinde- Söylenenin spermsi nedenlerini koruması ve yorumcuya, yani okuyucuya daha uzak ve daha eski ya da daha derin bir anlamı, esinli bir anlamı vadetmesi -bu, kuşkusuz, Anlaşırlığın bizzat kendisidir. Kendiliğinden (de soi) -ve sadece sonlu bir zihin için değil-, anlaşılırlık yazarlar ve okuyucular talep eder, kendiliğinden Kitap talep eder.

Bu okuma -veya bu yorumlama- çeşitli tarzlarda yapılabilir. O, her bir kimseye ihtiyaç duyan Aklın görünüşünde (epiphanie), her bir kişinin payıdır. Hiçbir okuma, hakiki kitabın çok çağrışımlı (multivoque) sırrını veya gizemini dağıtmaz; ama her bir okumada, yazarın tasarısının barındırdığı olanakların ötesinde, Yazılanın sayısız ve gelecek -veya eski- yaşamları filizlenmektedir. Sonuna kadar akıllı olsa bile, yazar okur olarak kendiliğindeliğini gözetler ve böyle yakayı ele vermiş anlamla yazısını şimdiden büker, o yazısı ki esinli olmakla birlikte otomatik olmak gereğini duymaz.

Blanchot’nun kısa ve şimdiden eski bir metniyle ilgili olarak burada sunulan okuma, sanki bunlar sadece sembolik güçleri için araştırılmışçasına, metnin kuruluşunun bazı noktalarına değinmektedir. Kılı kırk yaran bilgiçlik ve şiire aykırılık mı? Kesinlikle. Ama, kuşkusuz şifresini çözme işine rehberlik eden fikir reddedilse bile, bu durum aynı zamanda bu yapıtın olanaklı yaşamlarından biridir. Şiirin indirgenemez -esinli- egzotizminin, asıl anlamıyla söylemeye, temalaştıran söylemeye başvurduğu şeklindeki fikir, sergilediği gizemi bozmamak için söylediğinin tersini söylemek zorunda olsa da. (1)

Blanchot’dan bahsetmek kolay değildir. Şu son yıllarda ona ayrılmış en iyi sayfalar, bereket versin ki -burada bizim de yaptığımız gibi- bir çağdaşı veya bir Blanchot’yu “kendisinin kendini anladığından daha iyi” anlama iddiasından uzaktır. François Collin, Blanchot’nun, eleştirel eserlerinin ötesine uzanan yazınsal uzam içinde, çağdaş felsefeden ödünç alınmış bazı yararlı ilk adımları atmıştır ve Philippe Boyer de güncel yazının çıkardığı gürültüler yoluyla onu, sessizliklerinin yankıları olarak kavranılır kılmıştır. (2) Roger Laporte, parlak ve dokunaklı bir metinde, tüm eserlerine şöyle bir göz atar ve, ona has bir tarzda, Blanchot’dan bahsetmenin imkansız olduğunu anlatarak Blanchot’dan bahseder. Bernard Noel, kendi yaşamında, kendisine neredeyse ölümcül bir şekilde çarpan bir canavar gibi, Blanchot’nun Ölüm Hükmü‘ne (3) çarpmıştır. Yaratıkbiçim, [Teratomorphie] muhtemelen, kendisi uyarınca, hayvan yaşamının evrimi içinde, insanı da kapsayan yeni türlerin oluşmasına kadar varan mutasyonların ortaya çıktığı kipliktir. (4) Ve Pierre Madaule, Blanchot’nun şiirsel yapıtını kendi şiirinin fablına sokmuştur. (5) Hiçbir kimse onun figürlerini patavatsızca sorgulamak için ve sanki onların şiirini düz yazıya tercüme etmek üzere bir şifrenin onlara uygulanması mümkünmüşçesine, Blanchot’nun şiirsel metnine dokunmak istememiş, böyle bir kendini beğenmişlik önünde, böyle bir kutsallık çiğneme (profanisation) ya da ihanet önünde geri çekilmişlerdir. Her ne kadar, sonradan, kirli ellerin yaptığı bu iş unutulsa ve bu yazıya anlamlayansız anlamlılığı, yani müzikalitesi içinde yaklaşmayı yeniden mümkün kılsa da, -dilin harcını biçimlendiren bir sanat söz konusu olduğundan- böyle bir girişimin, atıldığı tüm tehlikelere rağmen, her türden başka giriş/nüfuz için zorunlu [bir] başlangıç alıştırması olmadığı olmadığı yine de kesin midir? Tek başına görevin güçlüğü, burada kısa ve özlü bir metnin seçilmesini açıklar. Ama Blanchot’nun tüm yapıtları gibi, muhtemelen bu da, kendiliğinden insani olanda kurulan varlığın kapalılığının “fabl”ıdır: boğulma, ama bitimsiz bir can çekişme içinde. Örneğin Aminadab veya Yüceler Yücesi (6) kadar karmaşık yapıtların şiirine dokunmak için, hatırı sayılır, belki de ölçüsüz entelektüel kaynaklar gerekli olacaktır. Burada yararlandıklarımız hangileri olursa olsun, yorumun karşı koyulmaz baştan çıkarıcılığı, okuyucu için, kapalılık hakkındaki bu metnin ilham edilmiş olduğunu, İmge’nin ve Harf’in başkasının, orada, Söylenenin aynısını uyanma ve ayılma kipliğine göre parçaladığını ve bu yazının Kitap olduğunu onaylar.

Bu ölçüde, yorum şimdiden ondan sapar ve, zaman zaman, Kitabı yorumlayan kişiyi Yazardan ayıran (separer) ayrım (différance) içinde nefes alma olanağı bulur.

(1) Bkz. Bizim yazdığımız Autrement qu’etre, s. 53 ve De l’Existance a l’existans s. 83 vd., ayrıca bkz. << La Realite et son ombre >> in [sic] Temps Modernes, kasım 1948.
(2) Françoise Collin: Maurice Blanchot et la Question de l’Ecriture (Gallimard). Philippe Boyer: L’ecarteé(e) (Seghers et Laffont)
(3) Maurice Blanchot, Ölüm Hükmü, Kabalcı, 1999, çev. Arzu Dalgıç Aydın, Berna Kılınçer [L’Arret de Mort, Gallimard, 1948, ed.n.].
(4) Roger Laporte et Bernard Noël: Deux Lectures de Maurice Blanchot (Fata Morgana, Montpellier).
(5) Pierre Madaule: Une tache serieuse? (Gallimard).
(6) Maurice Blanchot, Yüceler Yücesi, Kabalcı, 2008, çev. İsmail Yerguz [le Très Haut, Gallimard, 1948, ed.n.].

Emmanuel Levinas, Maurice Blanchot Üstüne, çev. Kudret Aras, Monokl Yayınları, 2011 [1975], s. 79-84.

Tanpınar, Düşe Kalka Sorumsuz Seyreden İnsan

İhsan devam etti:

— Sen insandan mesuliyet duygusunu kaldırıyorsun. Yerine birtakım hazır, yaradılıştan gelme faziletler koyuyorsun. Halbuki insan mesuliyet duygusundan başlar. Öbürleri mizaç zenginlikleridir. Nitekim hikâyende bir evlenme, bir hayal düşüşü veya sebepsiz nefretle kahramanın, tasavvur ettiğin tanrı adam, cinayete doğru değişiyor. Halbuki mesuliyet duygusu…

– Mesuliyet duygusu da değişir. Yalnız ameliye genişler… İlk önce kıymetleri yıkar.

– Yıkar ama, o zaman daireden çıkar! Çünkü insanlık mesuliyet duygusu ile başlar.

Suat başını salladı:

– Ne çıkar bundan?..

– Şu çıkar. İnsanlarla, hayatla dediğin gibi barışmış olmaz. Bilakis onlarla arasına kan girmiş olur. İnsanla ve kâinatla barışık kalmak için onların bendeki çehresinin tam ve yerinde durması lâzımdır. Halbuki cinayet, hattâ en ufak haksızlık bu çehreyi bizde bozar. Kâinatı inkâr etmiş oluruz. Yahut kâinat bizi kusar.

– Senin ıstırabın bunu bozmuyor mu?

İhsan tereddütsüz cevap verdi:

– Bilakis, ben ıstırabımla insanlarla barışıyorum. Onu mustarip olduğum zaman daha iyi anlıyorum. Aramıza o kadar sıcak bir şey giriyor ki… o zaman mesuliyet duygumu daha iyi idrak ediyorum. Istırap günlük ekmeğimizdir; ondan kaçan insanlığı en zayıf tarafından vurmuş olur, ona en büyük ihanet ıstıraptan kaçmaktır. Bir çırpıda insanlığın talihini değiştirebilir misin? Sefaleti kaldırsan, bir yığın hürriyet versen, yine ölüm, hastalık, imkânsızlıklar, ruh didişmeleri kalır. O hâlde ıstırap karşısında kaçmak kaleyi içten yıkmaktır. Ölüme kaçmak ise büsbütün korkunçtur. O sadece mesuliyetsiz hayvanlığa sığınmaktır.

Bir dakika durdu. Onun da Suat kadar ve belki de daha fazla ıstırap çektiği belliydi.Yüzü ter içindeydi. Ağır ağır devam etti.

– İnsan talihinin mahpusudur. Ve bu talihin karşısında imandan ve bilhassa ıstıraba katlanmaktan başka silâhı yoktur.

– İmandan bahsediyorsunuz, aklın yolundan gidiyorsunuz.

– Akıldan gidiyorum. Elbette akıldan gideceğim. Sokrat, akıllı âşık ihtiraslı âşıktan iyidir diyor. Akıl, insanın ayırıcı vasfıdır.

– Fakat öldürenin de, kendisi de öldürme hareketinde ölenle beraber ölmüyor mu?..

– Bir bakıma göre doğru… Ama işte bu ölüm istediğin yeniden doğuşu temin edemez. Hiç olmazsa her zaman için. Çünkü bu isyanla biz kategorinin dışına çıkarız. Sen insanı kâinatın içine lâyıkiyle yerleştirmiyorsun. Halbuki işe oradan başlamalı. Ben insana tanrılık vasfını reddedenlerden değilim! Bilakis kâinatın efendisi insan ruhudur.

Suat güldü:

– İhsan’ın coşkun tarafına rastgeldim, dedi. Fakat Mümtaz sen yine bu hikâyeyi yaz!

Mümtaz ilk defa söze karıştı:

– İyi ama, niçin benim yazmamı istiyorsun da kendin yazmıyorsun?..

– Gayet basit. Sen hikâyecisin. Yazmaktan hoşlanıyorsun. Rollerimiz ayrı. Ben sadece yaşıyorum!

– Ben yaşamıyor muyum? Bu suali Mümtaz en yumuşak sesiyle, yoksa öldüm mü? der gibi sormuştu.

– Hayır yaşamıyorsun; yani benim gibi değil. Sen bir noktaya çekilmiş orada yaşıyorsun. Geniş ve parlak hayallerin var. Zamana hükmedeceğim diyorsun. Kendine yarayacak hiçbir şeyi kaybetmemek için çırpınıyorsun. Bu bana yarar, bu yaramaz, diye ayırıyorsun. İstediğine bakıyor, istediğine bakmıyorsun. Âdeta kendi kendine konuşuyorsu. İkide bir öksürüyor, her öksürükten sonra aldırmayın geçer… der gibi başını sallıyordu. – Senin behemehal kendinin olmasını istediğin bir dünyan var. Yapmacık da olsa onda kalıyorsun. Ben senin gibi miyim? Ben sefil, maddî, ayyaş, vazifesinden kaçan bir adamım. Benim ömrüm biçare bir israftır. Su gibi akıyorum. Hastayım, içki içiyorum; evlât babasıyım, yüzlerini görmek istemiyorum. Kendi hayatımı bir tarafa bırakmışım, her an başka bir insanın derisinde yaşıyorum. Bir hırsız, bir katil, bacağını sürükleyerek yürüyen bir zavallı, hepsi, her gördüğüm canlı mahluk, benim için ayrı ayrı davetler oluyor. Beni çağırıyorlar. Hepsinin peşlerinden koşuyorum. Bana kabuklarını açıyorlar, yahut ben onlara vücudumu açıyorum, farketmeden içime yerleşiyorlar, elimi, kolumu, düşüncemi zaptediyorlar, korkuları, vehimleri, benim korkularım, vehimlerim oluyor, geceleyin onların rüyasını görüyorum. Onların azabıyla uyanıyorum. Sade bu mu? Bütün inkâr edilenlerin azabını içimde yaşıyorum. Her düşüşü tecrübe etmek istiyorum. Bizim bankanın kasasını, bana emanet edilen kasayı kaç defa soydum biliyor musun?

Macide ağlayacak gibiydi:

– Neler söylüyorsun Suat?.. Dinlemeyin bunu Allah aşkına… Ter içinde baksanıza…

Mümtaz yengesine baktı; yüzü bembeyazdı, gözleri büyük büyük açılmıştı. Macide tam bir asab krizi içindeydi. Fakat Suat onun telâşına ehemmiyet vermedi:

– Merak etme Macide. Zannettiğin gibi değil. Hakikatte soymadım. Fakat belki yüz defa kasayı soymayı düşündüm. Sade düşünmedim, soyduğumu tahayyül ettim. Belki yüz defa bankadan en geç olarak çıktım. Arkamda her an beni yakalayacak adamlar vehmederek küçüle küçüle yürüdüm, hiç geçmediğim yollardan yürüdüm.

İlhan sordu:

– Peki ama niçin yaptın bunu?

Fakat Suat hep Mümtaz’a bakarak cevap verdi.

– Niçin hayatımı en mânasız şekilde budalaca yaşadıysam, niçin eğlendiysem, niçin içtiysem, niçin evlendiysem. Zamanı öldürmek için. Yaşamak için; çürümemek için! Omuzlarını silkti; ne bileyim ben? Kendimi duymak istiyorum da ondan! Uçuruma, her an ben varım, demek ihtiyacı. Şimdi niçin sen yazasın istiyorum, öğrendin mi? Bir kere olsun belkemiğinde dehşet ürpersin diye! Hepinizin kafasında sevgi, ıstırap diye bir yığın kelime var. Kelimelerde yaşıyorsunuz. Ben kelimelerin mânasını öğrenmek istiyorum. Onun için yaptım. Meselâ öldürecek derecede sevmediğini öğrenmek için yazmalısın. Fakat sen ölümü de bilmezsin… Kahkahalarla gülüyordu: Eminim ki senin için ölüm bir fırında iyice piştikten sonra, tıpkı bir müzede muhafaza edilen eşya gibi ebediyette daha parlak, daha kendisi olarak beklemektir. Öyle değil mi? Ve sen ölümden iğrenmezsin, onu güzelin ve aşkın kardeşi görürsün. Hiç ölümün iğrenç bir şey olduğunu düşündün mü? İğrenç bir çürüme ve kokma!..

Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, Dergâh Yayınları, 2010 [1948], 18. basım, s. 290-4.

Edgü, Yürüyen / Bir Garip Sürgün / Yol / İz

YÜRÜYEN

Nereye gidiyorsun böyle?
Bilmem. Bir yere gider gibi miyim?
Burnunun doğrultusunda yürüyorsun. Her zamanki gibi.
Karşına dikilmesem beni bile göremeyecektin.
Her yürüyen bir yere mi gider ki! Her burnunun doğrultusunda ilerleyen
sencileyin bir duvara mı toslar?
Ben yalnızca hatırını sormak istemiştim.
İşte hatırım, meraklı dostum, dilersen sen, buna, hatıra da diyebilirsin dedi,
bacağıma doğru bir tekme savururken.
Bunun hesabını vereceksin, diye bağırdım ardından.
Aldığım yanıt, sokakları çınlatan, uzun, çok uzun bir kahkaha oldu.

BİR GARİP SÜRGÜN

Demir için

Ben daha önce hiçbir yabancı tanımamıştım.
Çocukluğumda onlardan uzak durmam söylenmişti; ben de uzak durmuştum. Ama, tüm yaşadıklarımdan sonra, artık gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, onların dillerini öğrenip, kitaplarını okuyup, hattâ, aralarından birkaçıyla dostluk kurduktan sonra yaşamım değişti.
Bir an durdu. Sonra ekledi: Biliyor musun, kimseye verecek bir hesabım yok.

YOL

Doğrusu, alacakaranlıkta uçan kuşları severim. Özellikle bir göl kıyısında. Hiç değilse bir havuz başında.
Bir zamanlar, böylesi günbatımı görünümlerini benimle paylaşan bir sevdiğim vardı. O, nicedir yok. Kuşlar da yok. Zaten ben de, ne bir göl kıyısındayım, ne de havuz başında.
Bir ormanda ilerlemeye, yolumu bulmaya çalışıyorum.
Kim bilir, belki de geriliyorum.
Aslında, öyle ya da böyle, beni şaşırtan ya da korkutan bir şey yok yeryüzünde. Dolayısıyla yolumu bulmamın ya da bulamamamın da bir anlamı yok.

İZ

O günlerde sürekli izleniyordum.
Bıktım.
Ben de beni izleyenleri
izlemeye başladım.
Böylece onlarla aramda bir eşitlik doğdu:
Onlar da, ben de
hem izleyen, hem izlenen olduk.

Ferit Edgü, Leş (Toplu Öyküler), Sel Yayınları, 2014, 3. basım, s. 26, 38, 43, 55.