Vattimo, Postmodern: Şeffaf Bir Toplum?

İlk önce postmodern üzerine konuşacağız, çünkü kimi temel yönlerden modernliğin sona erdiğini hissediyoruz. Modernlik sona erdi denilerek ne ifade edildiğini anlamak için ilk önce modernliğin ne demeye geldiğini anlamamız gerekiyor. Birçok modernlik tanımı arasında üzerinde genel bir anlaşmaya varılabilecek bir tanım söz konusu: Modernlik, salt modern (1) olmanın kendi başına belirleyici bir değer haline geldiği dönemdir. Başka birçok dilde olduğu gibi, İtalyancada da birisini ‘gerici’ diye adlandırmanın, yani ona geçmişin değerlerini, geleneği, ‘aşılmış’ düşünce biçimlerini atfetmenin hâlâ bir aşağılama içerdiğine inanıyorum. Daha genel olarak söylenirse, modern olmaya düzülen bu övgü, bence, bütün modern kültürü ıralayan şeydir. Bu, sanatçının yaratıcı bir dâhi olarak düşünülmeye başlandığı, daha önce var olmayan “yeni ve özgün olana tapınma”nın varlığını gitgide daha çok hissettirerek ortaya çıktığı (önceki çağlarda modelleri taklit etmenin sahiden çok büyük önemi vardı) 15. yüzyılın sonuna (modern çağın “resmî” başlangıcına) kadar gerçekten gündemde olmayan bir tutumdur. Yüzyıllar geçtikçe, sanattaki “yeni ve özgün kültü”nün, çok daha genel bir bakış açısıyla bağlantılı olduğu daha da gözle görülür hale geldi. Tıpkı Aydınlanma’da olduğu gibi, bu bakış açısı da insanlık tarihini, süregelen bir özgürleşim süreci olarak, sanki insanlık ülküsünün yetkinleştirilmesiymiş gibi görür. Lessing’in “İnsan Soyunun Eğitimi Üzerine” (2) (“On the Education of the Human Race”) adlı denemesi bu bakış açısının özgün bir örneğidir. Eğer tarih bu anlamda ilerlemeci ise, en büyük değer, açıkçası daha “ileri” olana, yani sonuca ve sürecin sonuna daha yakın olana atfedilecektir. Bununla birlikte, tarihin gerçekten insanlığa özgü olanın ilerlemeci yönde gerçekleştirilmesi olarak kavranması, tarihin tekdoğrultulu bir biçimde görülmesini gerektirir. Fakat, bu durumda da ancak Tarih var ise, ilerlemeden söz edilebilir.

Öne sürdüğüm bu varsayıma göre, modernlik, tarihi artık tekdoğrultulu kavramak -çeşitli nedenlerden ötürü- olanaklı görünmediğinde sona erer. Bu türden bir görüş, olayların çevresinde toplandığı ve düzenlendiği bir merkezin varlığını gerektirir. Tarihi, İsa’nın doğduğu sıfır yılı dolaylarında düzenlenmiş olarak ve daha belirgin bir biçimde, “ilkeller”in ve “gelişmekte olan” ülkelerin dışında yer aldığı “merkez”den, yani uygarlığın mekânı Batı’dan halkların yaşamından bir olaylar dizisi olarak düşünüyoruz. 19. ve 20. yüzyılda felsefe, bu görüşlerin ideolojik niteliğini gözler önüne sererek tekdoğrultulu tarih düşüncesinin köktenci bir eleştirisine girişti. Nitekim Walter Benjamin, 1938 tarihli “Tarih Felsefesi Üzerine Savlar” (“Theses on the Philosophy of History”) adlı kısa denemesinde tekdoğrultulu tarihin, egemen gruplar ve toplumsal sınıflarca inşa edilen geçmişin bir temsili olduğunu öne sürdü. O zaman geçmişten aktarılan ne? Demek ki, gerçekleşen her şey değil, yalnızca uygun gibi görünenler. Sözgelimi, okulda savaşların tarihlerini, barış antlaşmalarını, hatta devrimleri öğrendiysek de, beslenme biçimlerindeki ya da cinsel tutumlardaki kökten değişimlerden ya da benzeri şeylerden bize asla bahsedilmedi. Tarih, zamanında iktidarı ele geçirmiş olan soyluların, egemenlerin ya da orta sınıfın önemsediği olayları anlatır. Yoksullar ve yaşamın “alt/aşağı” kabul edilen boyutları, “tarihi yapmazlar”.

Eğer bu türden gözlemler (Benjamin’den önce Marx ve Nietzsche tarafından açılan yoldan) daha geliştirilirse, tekdoğrultulu tarih düşüncesi çözülerek son bulur. Tek bir tarih yoktur, yalnızca geçmişin farklı bakış açılarından yansıtılan imgeleri söz konusudur. Diğer bütün bakış açılarını birleştirebilen nihai ya da kapsayıcı (sanat, edebiyat, savaş, cinsellik vb. tarihlerini kuşatan “Tarih” gibi) bir bakış açısının bulunduğunu düşünmek yanıltıcıdır.

Tarih düşüncesindeki bu bunalım, ilerleme düşüncesinde ikinci bir bunalımın doğmasına neden olur: İnsanlığın yaşadığı olaylar tekdoğrultulu, kesintisiz bir bütün oluşturmuyorlarsa, bu olaylar bir amaca doğru ilerleme, ussal bir gelişme, eğitim ve özgürleşim izlencesinin gerçekleştirilmesi olarak kavranamazlar. Dahası, modernliğin olayların gidişatına yön verdiğini kabul ettiği bu amacın kendisi de belirli bir insan ülküsüne göre oluşturulmuştur. Aydınlanma düşünürlerinin hemen hepsi, Hegel, Marx, olgucular ve her türden tarihçi, tarihin anlamını uygarlığın gerçekleştirilmesinde, yani Batı Avrupalı insan tasarımının ete kemiğe büründürülmesinde buldular. Tıpkı tarihin tekdoğrultulu biçimde düşünülmesinin yalnızca (kaynağını ister İsa’da ister Kutsal Roma İmparatorluğu’nda bulmuş olsun) merkezde yer alan birinin bakış açısından olanaklı olması gibi, ilerleme anlayışı da ölçüt olarak belirli bir insan ülküsünü gerektirir. Gelgelelim, modernlikte bu ölçüt daima modern Avrupa insanı olmuştur: Söylemeye bile gerek yok ama biz Avrupalılar insanlığın en iyi biçimiyizdir ve tarihin bütün seyri bu ülkünün hemen hemen eksiksiz bir şekilde gerçekleştirilmesi yönündedir.

Bu akılda tutularak, tekdoğrultulu tarih anlayışındaki mevcut bunalım ile bunun sonucunda ilerleme düşüncesinde baş gösteren bunalımın ve modernliğin sonunun yalnızca kuramdaki dönüşümler -19. yüzyıl (idealist, olgucu, Marxçı vb.) tarihselciliğinin fikir düzeyinde yönelttiği eleştiriler- tarafından belirlenmediği değerlendirmesinde bulunuluyor. Oysa ki olup biten oldukça farklı ve daha büyük çaplı: Avrupalılarca, iyi ve doğru olanla bir tutulan ‘üstün’ ve daha gelişmiş uygarlık adına sömürgeleştirilen ‘ilkel’ diye adlandırılan halklar, tekdoğrultulu ve tekmerkezli tarihi de facto (fiilen) sorunlu hale getirerek ayaklandılar. Böylece Avrupalı insanlık ülküsünün diğer ülkelerden farklı olmadığı, zorunlu olarak kötü olmasa da, şiddete başvurmaksızın insanın, doğrusu bütün insanların gerçek özü olarak varlığını sürdüremeyeceği gözler önüne serildi.

Tarih düşüncesinin çözülmesinde ve modernliğin sona ermesinde sömürgeciliğin ve yayılımcılığın sonlanışıyla birlikte belirleyici olan diğer bir etken de iletişim toplumunun gelişmesidir. Burada, ‘şeffaf toplum’la ilgili ikinci savıma varıyorum. ‘Şeffaf toplum’ ifadesinin bu kitapta bir soru işaretiyle birlikte kullanıldığı da belirtilmeden geçilmemeli. Şunu öne sürüyorum: a) kitle iletişim araçları, postmodern bir toplumun doğmasında belirleyici bir rol oynamaktadır; b) kitle iletişim araçları, bu postmodern toplumu daha ‘şeffaf’ değil daha karmaşık, hatta kaotik hale getirmektedir ve son olarak c) özgürleşim umutlarımız kesinlikle bu görece ‘kaos’ta yatmaktadır.

Yukarıda öne sürülen sava göre, modernliğin sonunu hazırlayan bir olanaksızlık olarak tarihi tekdoğrultulu düşünmenin olanaksızlığı, yalnızca Avrupa sömürgeciliğinin ve yayılımcılığının bunalımından kaynaklanmaz. Bu olanaksızlık, belki de her şeyden önce kitle iletişim araçlarının ortaya çıkmasının bir sonucudur. Bu araçlar -gazeteler, radyo, televizyon, günümüzde telematik (3) denilen şey- merkezileşmiş bakış açılarının, Fransız felsefeci Jean-François Lyotard’ın ‘büyük anlatılar’ diye adlandırdığı şeylerin çözülüp dağılmasında belirleyici oldular.Kitle iletişim araçlarının etkisine ilişkin bu görüş, felsefeci Theodor Adorno’nun benimsediği görü­şün tam karşıtı gibi duruyor. Adorno, II. Dünya Savaşı sü­resince Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadıklarından yola çıkarak (Max Horkheimer ile birlikte yazdığı) Aydınlanmanın Diyalektiği (4) (The Dialectic of Enlightenment) ve Minima Moralia (5) (Minima Moralia) gibi yapıtlarında radyonun (ve çok geçmeden televizyonun) toplumun genel bir türdeşleşmesine yol açacağı kestiriminde bulundu. Bu türdeşleşme, içinde ba­rındırdığı bir tür kötülük eğiliminden dolayı, zamanla George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (6) (Nineteen Eighty Four) adlı romanındaki ‘Büyük Birader’ gibi, sloganlan, (si­yasalın yanı sıra ticari) propagandayı ve kalıplaşmış dünya görüşlerini yayarak yurttaşları üzerinde büyük bir denetim uygulayabilen diktatörlüklerin ve totaliter yönetimlerin ku­rulmasına olanak sağlayacak ve hatta bunları destekleyecekti. Bunun yerine, gerçekte, radyo, televizyon ve gazeteler-tekellerin ve büyük sermaye odaklarının tüm çabalarına rağmen- Weltanschauungen‘in, yani dünyagörüşlerinin genel olarak patlayışının ve çoğalışının temel unsurları haline geldi. Birle­şik Devletler’de son on yıllarda yaşananlar, her türden azınlığın mikrofonlar aracılığıyla sesini duyurabildiğini gösterdi. Her türden kültür ve altkültür kamuoyunun ilgi odağı haline geldi. Doğal olarak, sesini duyurabilmenin gerçek bir siyasi özgürleşim anlamına gelmediği itirazında bulunulabilir -ne de olsa, ekonomik güç hâlâ sermayenin elinde. Bu yoldan gidilebilirse de, burada bu sorunun izini sürmeyeceğim. Gelgelelim, enformasyon ‘pazarı’nın işleyiş mantığının, bu pazarın sürekli yayılmasını gerektirdiği ve dolayısıyla hangi yoldan olursa olsun ‘her şey’in bir iletişim nesnesi haline gelmesini talep ettiği gerçeği gün gibi ortadadır. İletişimin baş döndü­rücü bir biçimde yaygınlaşmasıyla giderek daha çok altkültürün ‘kendi söz hakkına sahip olması’, kitle iletişim araçlarının en belirgin etkisidir. Günümüz toplumunun postmodernliğe doğru kayışının temel etkenlerinden biri de, Avrupa yayılımcılığımn sona ermesi ya da en azından kökten bir değişim geçirmesinin yanı sıra, iletişimin bu baş edilemez artışıdır. Batı yalnızca (sözgelimi ‘üçüncü dünya’ gibi) diğer kültür evren­leri karşısında değil, aynı zamanda her türlü tekdoğrultulu dünya ve tarih görüşünü olanaksız kılan -hem görünüşte hem de yapısal olarak karşı konulamaz olan- bu çoğullaşma bağlamında da karmaşık duygular yaşıyor.

Kitle iletişim araçları toplumunun (Lessing’in ya da Hegel’in, hatta Comte’un ya da Marx’ın tasarladığı anlam­da) daha aydınlanmış, daha ‘eğitimli’ bir toplumla keskin bir karşıtlık oluşturması gerekliliğinin nedeni de işte budur. Ku­ramsal anlamda, dünyada olan biten her şeye ilişkin ‘gerçek zamanlı’ enformasyon sunan kitle iletişim araçları, aslında Hegel’in Mutlak Tin’inin somut gerçekleşiminin bir biçimi olarak da görülebilir: Bütün bir insanlığın kusursuz kendilik bilincine ulaşması; olan bitenler, tarih ve insan bilgisi arasındaki örtüşme. Dikkatlice bakıldığında, Adorno gibi Hegelci ve Marxçı eleştirmenler, zihinlerindeki bu modelle çalışmaktadırlar ve karamsarlıkları da bu modelin (en nihayetinde pazardan ötürü) bekledikleri biçimde gerçekleşmemiş ya da (arzuların güdümlenmesi sayesinde ‘mutlu’ bile olunabilen ‘Büyük Birader’in onaylanmış dünyasında olduğu gibi) yal­nızca çarpık ve gülünç bir biçimde gerçekleşmiş olması gerçe­ğine dayanmaktadır. Gelgelelim, kitle iletişim araçlarıyla sayı­sız kültüre ve Weltanschauungen‘e sağlanan özgürlük gerçek bir şeffaf toplum ülküsünün üstünü örtmüştür. Geçerli nor­mun gerçekliğin birebir yeniden üretimi, kusursuz nesnellik ve harita ile haritası çıkarılan yerin tam özdeşliği olduğu bir dünyada, enformasyon özgürlüğünün, hatta birden çok radyo ve televizyon kanalının bulunmasının ne anlamı olabilir? As­lında, gerçekliğin sayısız biçimine ilişkin olanaklı enformas­yondaki artış tek bir gerçekliğin kavranmasını giderek zorlaştırmaktadır. Kitle iletişim araçları dünyasında Nietzsche’nin bir ‘kehanet’inin gerçekleştirilmesi olabilir bu: Sonunda ger­çek dünya bir fabl haline gelmektedir. Eğer geç modernlikte bir gerçeklik düşüncesine sahipsek, bu düşünce medyadan al­dığımız imgelerin altında ya da ötesinde nesnel biçimde verilmiş olarak kavranamaz. Böyle bir ‘kendinde’ gerçekliğe nasıl ve nerede ulaşabiliriz? Bizler için gerçeklik daha çok, birbirleriyle rekabet halindeki ve ‘merkezî’ bir eşgüdümü olmayan kitle iletişim araçları tarafından dolaşıma sokulan bir imgeler, yorumlar ve yeniden inşalar çokluğunun kesişmesinin ve (La­tince anlamıyla) ‘kirlenmesinin’ sonucudur.

Bu noktada öne sürmek istediğim görüş şudur: Kitle ileti­şim araçları toplumunda, açık seçik kendilik bilinci ile şeyleri oldukları haliyle bilen kişinin yetkin bilgisi (Hegel’in Mutlak Tini’yle ya da Marx’ın ideolojiden kurtulmuş insan anlayı­şıyla karşılaştırınız) örnek alınarak oluşturulan özgürleşim ülküsünün yerini salınıma, çokluğa ve en nihayetinde ‘ger­çeklik ilkesi’nin aşınmasına dayanan bir özgürleşim ülküsü almıştır. Günümüzde insanlık sonunda mükemmel özgür­lüğün Spinoza’nın betimlediği özgürlük olmadığını ve bu özgürlüğe ulaşmanın yolunun -metafiziğin hep düşlediği gibi- gerçekliğin zorunlu yapısının kusursuz bilgisine sahip olup bunu uygulamaktan geçmediğini fark edebiliyor. Bura­da, Nietzsche ve Heidegger’den öğrenilen felsefece derslerin büyük bir önemi vardır. Şurası bir gerçek ki her iki filozof da modernliğin ve onun tarih tasarımının sona ermesinin öz­gürleşim bağlamındaki önemini anlamamız için bize araçlar sağladılar. Nietzsche, iyi kurulmuş ussal bir düzen (dünyanın daimi metafizik imgesi) olarak gerçeklik imgesinin, yalnızca hâlâ ilkel ve barbar olan bir insanlığın ‘güven verici’ bir söy­lemi (miti) olduğunu gösterdi. Metafizik, kendisi de tehlike ve şiddet yüklü olan bir duruma verilen şiddet içeren bir karşı­lıktır. Metafizik, bütün her şeyin dayandığı ilk ilkeyi kavra­yarak (ya da kavradığını düşünerek) bir hamlede gerçekliğe hükmetmeye çalışır (ve böylelikle kendisine olaylar üzerinde iktidarı olduğu yönünde boş bir güvence verir). Heidegger de, bu bağlamda Nietzsche’yi izleyerek, varlığı temel olarak, gerçekliği de ussal bir nedenler ve sonuçlar dizgesi olarak düşünmenin, yalnızca ‘bilimsel’ nesnellik modelinin varlı­ğın bütününe dek genişletilmesi olduğunu gösterdi. Bütün her şey, ölçülebilen, güdümlenebilen, yerinden edilebilen ve dolayısıyla da kolaylıkla yön verilip düzenlenebilen katıksız mevcudiyetler düzeyine indirgenir -ve sonunda insan, onun içsel yaşamı ve tarihsel gerçekliği de aynı düzeye indirgenir.

Eğer dünyaya ilişkin imgelerin çoğalması ‘gerçeklik duygumuz’u yitirmemizi gerektiriyorsa, belki de bu, söylen­diği gibi, her şeye karşın öyle büyük bir kayıp değildir. Teknik-bilimle ölçülen ve güdümlenen nesneler dünyası (metafiziğe göre gerçeğin dünyası), içsel mantığın çarpık bir türüyle bir ticari mallar ve imgeler dünyası, kitle iletişim araçlarının düşsel görüntüler geçidi haline geldi. Bu dünyanın karşısına sağlam, bölünmez, dengeli ve ‘yetkeci’ bir gerçekliğe duyu­lan nostaljiyi mi dikmeliyiz? Böyle bir nostalji, ailevi yetkenin hem bir tehdit hem de bir teselli olduğu bebeklik dünyamızı yeniden inşa etme girişimi sırasında süreklilik arz eden nevroza dönüşme tehlikesi taşımaktadır.

Gelgelelim, gerçekliğin yitirilmesinin, gerçeklik ilkesinin bu sahici aşınmasının, özgürleşim ve kurtuluş için anlamı tam olarak ne olabilir? Bu bağlamda özgürleşim, aynı zaman­da farklılıklara, yerel unsurlara ve genelde lehçe diye adlan­dırılabilecek şeylere özgürlük tanınması anlamına da gelen yönelimsizliği içerir. Tarihin merkezî ussallığı düşüncesinin çökmesiyle birlikte, iletişimin yaygınlaştığı dünya, sonunda kendileri adına konuşabilen ‘yerel’ bir ussallıklar -etnik, cin­sel, dinsel, kültürel ya da estetik azınlıklar- çokluğunu için­de barındırmaktadır. Yerel ussallıklar artık tikelliğe, bireysel sınırlılığa, geçiciliğe ve olumsallığa aldırılmaksızın gerçekleştirilmesi gereken tek bir doğru insanlık biçimi olduğu dü­şüncesi tarafından baskı altına alınıp susturulmuyor. Sırası gelmişken, farklılıklara özgürlük tanınması zorunlu olarak bütün kurallardan vazgeçilmesi ya da duygusuz bir yakın­lık gösterilmesi anlamına gelmez. Lehçelerin de bir dilbilgisi ve sözdizimi vardır ve aslında bunları yalnızca görünür hale geldiklerinde ve kendi itibarlarını kazandıklarında keşfeder­ler. Çeşitliliğe özgürlük tanınmasıyla birlikte, lehçeler ‘kendi seslerim bulurlar’, ortaya çıkarlar ve böylelikle de onaylanma için ‘bir biçim alırlar’; bu duygusuz bir yakınlık göstermekten başka her şeydir.

Yerel ussallıklara özgürlük tanınmasının özgürleşim yö­nündeki etkisi, sanki özgürleşim nihai olarak herkesin ‘ger­çekten’ ne -siyah, kadın, eşcinsel, Protestan vb.- olduğunu göstermek anlamına geliyormuş gibi, herkesin daha çok onaylanma ve ‘sahicilik’ olanağına sahip olmasını güvence altına almakla (hâlâ metafizik, Spinozacı olan terimleri kul­lanmakla) sınırlı değildir.

Farklılıklara ve lehçelere özgürlük tanınmasının özgürle­şim yönündeki önemi ise, daha çok bunların başlangıçtaki kimliklerinin belirlenmelerine eşlik eden genel yönelimsizliğe dayanır. Eğer ben bir lehçeler dünyasında kendi lehçemi konuşacaksam, onun tek ‘dil’ olmadığının yanı sıra kesinlikle birçok dilden biri olduğunun farkında olmalıyım. Eğer bu çokkültürlü dünyada kendi dinsel, estetik, siyasal ve etnik değerler dizgemi oluşturacaksam, başta kendiminki olmak üzere, bütün bu dizgelerin tarihselliğinin, olumsallığının ve sınırlılığının kesinlikle bilincinde olmalıyım.

Nietzsche Şen Bilim‘de (7) (The Gay Science) bunu “birisinin düş gördüğünü bilmeyi düşlemeyi sürdürmek” diye adlan­dırdı. Ne ki, böyle bir şey olanaklı mı? Bu, Nietzsche’nin ‘üstinsan’ (ya da insan-ötesi), Übermensch diye adlandırdığı şe­yin özüdür. Ayrıca Nietzsche iletişimin yoğunlaştığı dünyada buna ulaşma görevini geleceğin insanlığına verir.

Lehçelerin özgürleşim sunan ‘karışıklığı’nın önemi, (ka­nımca, Heidegger için de belirleyici bir betimleme olan) Dilthey’ın estetik deneyime ilişkin betimlemesinde örnekle­nir. Dilthey’a göre, bir sanat yapıtıyla karşı karşıya gelmek (ya da aslında tarihsel bilgiye ulaşmak), somut gündelik yaşantımızda içine gömüldüğümüzden farklı varoluş bi­çimlerini ve yaşam tarzlarını imgelemde deneyimlemektir. Yaşlandıkça hepimiz herhangi bir konuda uzmanlaşarak ve kendimizi belirli bir tanış, ilgi ve bilgi çevresiyle sınırlayarak yaşam ufuklarımızı daraltıyoruz. Estetik deneyim, bizi başka olanaklı dünyalara götürmekte ve içinde yaşamak zorunda olduğumuz ‘gerçek’ dünyanın olumsallığını ve göreliliğini kavramamızı sağlamaktadır.

İletişimin yaygınlaştığı ve kültürlerin çoğullaştığı bir top­lumda imgelemlerimizde başka dünyalarla ve yaşam biçim­leriyle karşılaşma olanağı belki de Dilthey için olduğundan daha azdır. ‘Başka’ varoluş olanakları, ‘lehçeler’in çokluğun­da ve kapılan insanbilim ile budunbilim tarafından açılan farklı kültürel evrenlerde tam da gözlerimizin önünde ger­çekleşiyor. Bu çoğulcu dünyada yaşamak, özgürlüğü aidiyet ile yönelimsizlik arasında sürekli bir salınma olarak deneyimlemek anlamına geliyor.

Böyle bir özgürlük sorunludur. Bu özgürlük, kitle iletişim araçlarının bir eseri olduğundan güvence altına alınamaz ve hâlâ onaylanması, uğruna mücadele verilmesi gereken bir olanak olarak durmaktadır (kitle iletişim araçları her zaman ve her yerde “Büyük Birader”in ya da kalıplaşmış sıradanlığın sesi, anlamın geçersiz kılınması… olabilir). Dahası özgür­lüğün çehresine ilişkin halen daha açık seçik bir düşünceye sahip değiliz ve dolayısıyla da salınmayı bir özgürlük olarak görmekte zorluk çekiyoruz. Bizler güven veren ama insanın elini kolunu da bağlayan ufukların kapanışına (8) hâlâ bireysel ve toplu olarak derinlere kök salmış bir nostalji duyuyoruz. Nietzsche ile Heidegger gibi nihilist felsefeciler (ve aynca Dewey ile Wittgenstein gibi pragmacılar), varlığın zorunlu ola­rak dengeli, sabit ve sürekli olanla örtüşmesi gerekmediğini, aksine olayla, uzlaşmayla, diyalog ve yorumla uyuştuğunu tanıtlarken, bize postmodern dünyada salınma deneyimini (belki de en sonunda) insan olmanın yeni bir yolu için bir fır­sat olarak nasıl düşünebileceğimizi göstermeye çalışıyorlar.

Dipnotlar:
(1) “modern” terimi metin boyunca yeni diye de okunabilir.
(2) İnsan Soyunun Eğitimi, Gotthold Ephraim Lessing, Çev. Ahmet Aydoğan, 1. Baskı, Say Yayınları, İstanbul, 2011.
(3) Telematik: uzak mesafeden kablosuz erişim cihazlarından veri al­mak, veri göndermek ve veriyi işlemek için kullanılan sistemlere verilen ad. Günümüzde yaygınlaşan filo yönetimi ve araç takip sistemleri telematik uygulamalara birer örnektir.
(4) Türkçesi: Çev. Elif Öztarhan ve Nihat Ülner, İstanbul: Kabalcı Yayı­nevi, 2010.
(5) Türkçesi: Çev. Ahmet Doğukan ve Orhan Koçak, İstanbul: Metis Yayınları, 6. Basım, 2009.
(6) Türkçesi: Çev. Nuran Akgören, İstanbul: Can Yayınlan, 30. Basım. 2012.
(7) Türkçesi: Çev. Ahmet İnam, İstanbul: Say Yayınlan, 3. Basım. 2011.
(8) kapanış: değişik düşün ya da sanat alanlarında üretilmiş yapıtlardan, bitmişlik, sonlanmışlık, tamamlanmışlık, belli bir çözüme kavuşturulmuşluk duygusu yaratanların en belirgin özelliğini an­latmak amacıyla başvurulan yazın felsefesi terimi. Daha ayrıntı­lı bilgi için bkz. Felsefe Sözlüğü, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2008.

Gianni Vattimo, Şeffaf Toplum, çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Say Yayınları, 2012 [1989], s. 9-20.

Koçak & Göktürk, Kişisel Sol Tarih

YÜCEL GÖKTÜRK– 1948 doğumlusunuz. 1968’de yaş 20. ODTÜ’lüsünüz. Ve o dönemde TİP’lisiniz.

ORHAN KOÇAK– O sırada öyle, evet. Niye TİP’liyim, onu da bilmiyorum. Durum çok kolay değişebilirdi.

68 sadece Fransa değil, malum, Prag Baharı da var: Stalinizme karşı “insan yüzlü sosyalizm”.

O olay önemliydi. Bir yıl sonra daha da önemli oldu. TİP içinde kalmakla birlikte, TİP’li olmaktan vazgeçtim. Troçkist oldum. TİP içinde kaldık ki, oradan adam devşirelim.

Neden Dev-Genç’li olmadınız?

Sıradan sebepleri var. O dönemde yakın arkadaşlarım Çağatay Anadol, Orhan Silier, Metin Çulhaoğlu TİP’teydi. Ben de TİP’e gidip gelmeye başladım. Onlar beni “kafaladı”lar yani. Bir de bizim bölümde, İdari’de (İdari İlimler Fakültesi) Dev-Gençliler hâkim değildi. Onlar mühendislik ve mimarlıkta hâkimdi. Ayrım şuydu: Sosyalist devrimciler ve Milli Demokratik Devrimciler. Şu da rol oynamış olabilir: Milli olan her şeye karşı temel bir şüphe duyuyordum. Milli demokratik devrim lafı, millisi de, demokratikliği de… Yani, sosyalizm olacaksa sosyalist devrim olacaktır. Esas olarak Dev-Genç’e ait olan işgal bana müthiş bir özgürlük duygusu yaşattı. Hatırlıyorum, rektörlüğün camını kırıp içeri girdiğimiz o an… Bir daha hayatımda o türden bir özgürlük duygusu yaşamadım. İçeriye girdik, bir anda okul otoritesinin merkezi bize ait olmuştu. Ama sonra vandalizm başladı, insanlar koltukları yırtmaya başladı. Ben de ufak ufak tüydüm.

O dönemde Troçkist olmak bayağı cesaret isteyen bir şey, “Müslüman mahallesinde salyangoz satma” durumu. Solda yaygın olan Stalinizmdi.

Zordu tabi, yalnız kalıyorsun, bir sürü arkadaşını da kaybediyorsun. Gerçi eski TİP’li arkadaşlarımla ilişkilerim 70’ler boyunca sürdü. Görüştüğümüzde konuşurduk. Türkiye’de Troçkizmi kuran insanların kim olduğu biliniyor, dolayısıyla kimse hain falan demedi. Kavga ettiğimiz falan oldu ama… (gülüyor)

Peki, hem bir 68’li hem de Minima Moralia‘yı Türkçeye kazandıran insan olarak, Adorno’nun 68’le ilişkisindeki façaya ne diyorsunuz?

Erken kalp krizi geçirmesinin sebebi o yıllarda yaşadığı sıkıntıya bağlı. Dışarı çıkıp eyleme katılmıyor, sınıfta kalıyor, ama çok da provoke ediyorlar. Sınıfta bir kız gelip memelerini açıyor, üstüne gidiyor, bu orada kalakalıyor. Ama şöyle bir durum var: Habermas o yıllarda öğrenci hareketinin kısmen içinden gelen sol, sosyaldemokrat bir asistan olmak üzereyken, Horkheimer onun asistan olmasına engel olmaya çalışıyor ve Adorno, Habermas’ın asistan olması için ısrar ediyor. Sonradan Habermas bugünkü Avrupa Birliği’nin bir tür resmi sol filozofu haline de geliyor.

Frankfurtlular içinde Marcuse’ü ayrı bir yere koymak lazım herhalde.

Evet. Ben çok severim. Ertuğrul (Kürkçü) da Marcuse’ü çok sever. Tek Boyutlu İnsan‘ı İdari’deki kuşbeyinli çocuklar değil, Mimari’deki Dev-Gençliler okuduydu zaten.

Madem laf buraya geldi, ODTÜ Mimari’nin efsane kantinini de konuşalım…

Forum gibi bir yerdi. Biraz itiş kakış da olurdu. (gülüyor)

Mimari’nin kızları güzellikleriyle ünlüydü.

Okulda esas olarak iki fakültede kızlar vardı: Mimarlık’ta ve Sosyoloji, Psikoloji’de… Onlar da Mimarlık kantinine gelirdi, bizim İdari ve Mühendislik de oraya giderdi.

Sizin döneminizde kantinde müzik var mıydı?

Vardı tabii ki, devrimci türkü ve rock vardı. Halay mavrayla karışık vardı. Anadolu kökenli arkadaşlar daha inanarak yaparlardı. Bizim Ertuğrul’lar falan da mavrayla yaparlardı. (gülüyor) O yıllarda da okulda folklor kulübü vardı. 1960’larda sol için folklor önemliydi; halkın dansları öğrenilirdi. 1980’lerin ortalarında, bir reklam ajansında metin yazarı olarak çalışıyordum. Karşımıza da kazık gibi dikilen bir işhanının inşaatı yapılıyordu. Teşvikiye’nin üzerinden açılan güzel bir manzara vardı. Bir yıl boyunca o inşaatın çıkışını izledim. Bitecek mi, bitmeyecek mi, unutuyorsun, sonunda bitti. Tepesinde çalışan işçiler olurdu, gidecek şimdi bu adam, düşecek diye düşünürdüm… İnşaat bittiğinde, aramızda 600 metre falan var, küçücük görünüyorlar, ustabaşları ve binanın sahibi, inşaatın en tepesinde halay çektiler. İşte bu, bir imgedir. Sınıfaşırı, ama yine sınıfsal. Bitiriyor işçiler, çalışanlar, halay çekiyorlar, benden uzakta, yakın olsa belki de zevk almayacağım. Orada bir şiir yazdılar.

TOKİ konutlarına taşınan insanların dertlerinden biri de sokakta düğün-dernek kuramamak…

“TOKİ Türkü” diye bir şey çıkmış, Emre Aköz yazmıştı geçen gün. O da çok fena, Engin Ardıç’tan bile daha fena.

Engin Ardıç, Attilâ İlhan’cılıktan buraya geldi…

Attilâ İlhancılıktan, Kemal Tahircilikten… Kemal Tahir bunu hak etmiyor.

Turgut Uyar öldüğünde Attilâ İlhan’ın yazdıkları Engin Ardıç’ın şimdilerde yazdığı yazıları aratmıyor.

Attilâ İlhan’a hiç yakışmıyor. Benzer bir şeyi İlhan Selçuk Oktay Rifat’ın ölümü üzerine yazmıştı Cumhuriyet‘teki köşesinde…

Ne yazmıştı?

Bunlar hep hâkim sınıf zevklerini yansıtan şairlerdi gibi bir yazı yazmıştı.

ODTÜ günlerinize ve Dev-Genç’e dönelim. 1970’te, Milliyet Gazetesi dönemin öğrenci liderleriyle söyleşiler yapıyor. Dev-Genç adına Ertuğrul Kürkçü konuşuyor ve şöyle diyor: “Biz Kemalist gençlik değiliz.”

Değillerdi tabii. Ama bunu Ertuğrul söylüyor, bir; ikincisi, o dönemde neyin Kemalist, neyin Kemalist olmadığı arasında çok büyük ayrımlar yok. Dev-Genç içinde biz Kemalizmin özeleştirel devamıyız diye hisseden insanlar da vardı. Ertuğrul onu söylerken çok daha dar bir şeyi kastediyordur. Çünkü bir Kemalist gençlik vardı, CHP gençliği, sosyal demokrasi dernekleri vardı, o yıllarda sosyal demokrasi lafını kullanıyorlardı.

TİP’ten ayrılma safhasında THKP-C’ye ilgi duymadınız mı hiç?

Hayır, Troçkist olduk. Biz çok küçük bir gruptuk; Türkiye’deki Troçkistlerin, bölünmüş ya da bir aradayken toplam sayısı 500’ü geçmemiştir. Ama sonradan yakın hisler beslediğim TİKKO’cular oldu. İbrahim Kaypakkaya’ya belli bir hayranlığım vardı. Sonra da, özellikle Fatsa’yla birlikte, Dev-Yol’a.

Bugün kendinizi hangi siyasi harekete yakın hissediyorsunuz?

Bugün hepimiz için açık bir soru. İnsan 60 yaşından sonra bir örgüte kartlı üye değilse sorun o. Bir yere kartlı üye değilim. Seçimlerde Blok’a (Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku) oy verdim.

Orhan Koçak & Yücel Göktürk, Turgut Uyar ve Başka Şeyler: A’dan Z’ye bir Konuşma, Metis Yayınları, (2016) [2011-2012, Bir+Bir], s. 74-8.

Barthes, Fotoğraf (Çağı) ve Ölüm Üzerine

Ölüm olgusu fotoğraf üzerine yazılmış metinlere bakarken sıklıkla karşıma çıkardı. Barthes’ın aşağıdaki pasajı ise ilk sarsılmaydı. Tabi fotoğraftan önce resimde konuşuyorlarmış(tır) bunu, ölü doğa diye terimleri bile var, fotoğrafta böyle bir terim var mı bilmiyorum. En popüler bilgilerden birisi: Viktoryen dönemde fotoğrafın sıkça ölüleri kayıt altına alma amacıyla (post-mortem) kullanılması -memento mori. Hep ilk bunu yazıyor konuyu ananlar. Tabiki birbirinden epeyce ayrı ikili bir perspektif var burada: (i) ölümün fotoğrafı ve (ii) fotoğraftaki ölüm fikri… Fotoğrafın ölümünü ilân edemedi henüz kimse, roman gibi o da tam can çekişirken yeniden doğuyor sürekli. Bugünkü fotoğraf-yoğun iletişim hattında Barthes’a bakarak, buradaki akıl yürütmeleri kullanmaya çalışmak nasıl olur?

Birkaç ilgili kaynak:

  • Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine (1977)
  • Audrey Linkman, Photography and Death (2011)
  • Jay Ruby, Secure the Shadow: Death and Photography in America (1995)
  • Sonya Vatomsky, Clearing Up Some Myths About Victorian ‘Post-Mortem’ Photographs (link)
  • Anthony Luvera, Notes on Photography and Death: Mourning, Spectacle, Evidence (link)
  • Taken from life: The unsettling art of death photography (link)
  • Burhan Yılmaz, Deklanşör ve Tetik: Fotoğraf Sanatı ve Ölüm (link)
  • Eren Görgülü, Fotoğraftaki Gerçeklik Olgusu Ve Ölüm-Ölümsüzlük Karşıtlığı (link)

Dünyanın dört bin yanında kendini gerçekliği yakalamaya adamış, didinip duran şu genç fotoğrafçılar aslında ölümün ajanları olduklarını bilmiyorlar. Zamanımız Ölüm’ü böyle alır: Fotoğrafçının bir bakıma profesyoneli olduğu, bilinçsizce “canlı” olanı yadsıyan mazereti ile. Çünkü Fotoğraf’ın 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan “ölüm bunalımı”yla tarihsel bir ilişkisi olmalıdır; (11) bana kalırsa, Fotoğraf’ın ortaya çıkışının toplumsal ve ekonomik bağlamdaki yerini durmadan değiştirmektense, bir yandan da Ölüm ve yeni görüntünün insanbilimsel yerini soruşturmamız gerekir. Çünkü ölüm, toplum içinde bir yerlerde olmalıdır; artık (ya da eski şiddetiyle) dinde değilse başka bir yerde, belki de yaşamı korumaya çalışırken Ölüm’ü yaratan bu görüntüde olmalıdır. Geleneğin gerilemesi ile çağdaş olan Fotoğraf, modern toplumumuzda simgesel olmayan bir Ölüm’ün zorla girişine, din ve gelenek dışında gerçek anlamıyla Ölüm’ ani bir dalışa karşılık gelebilir. Yaşam/Ölüm: bu örnek, en baştaki pozu en sondaki baskıdan ayıran yalın bir klik sesine indirgeniverir.

Fotoğraf ile düz Ölüm‘e gireriz. Bir gün bir dersimden çıkarken birisi bana hor görerek: “Ölümden çok düz söz ediyorsunuz.” demişti – sanki Ölüm’ün dehşeti onun yavanlığı değilmiş gibi! Aslında dehşet şudur: en çok sevdiğim insanın ölümü ve O’nun derinlerine inip dönüştüremeden bakıp durduğum fotoğrafı hakkında söyleyecek bir sözümün olmaması. Sahip olduğum tek “düşünce”, bu ilk ölümün sonunda kendi ölümümün de yazılı olduğudur; iki ölüm arasında beklemekten başka yapacak bir şey yoktur; şu ironiden başka bir kaynağım yoktur: “söylenecek şey yok”tan söz etmek.

Fotoğrafı dönüştürebilmenin tek yolu onu değersiz bir şeye dönüştürmektir: ya çekmece, ya da çöp kutusu. Fotoğraf yalnızca kağıdın genel (yok olabilir) kaderine sahip değildir; daha kalıcı yüzeylere yapıştırılsa da hâlâ ölümlüdür: tıpkı yaşayan bir organizma gibi, filiz sürmüş gümüş tanecikleri düzeyinde doğar, bir an serpilir, sonra yaşlanır… Işık ve nemin etkisiyle solar, zayıflar, yok olur; onu kaldırıp atmaktan başka yapacak şey yoktur artık. Eski toplumlar yaşamın yerine konan anının ilksiz ve sonsuz olduğunu, en azından Ölüm’ü anlatan şeyin ölümsüz olması gerektiğini düşünmüşlerdi: bu Anıt’tı. Oysa (ölümcül) Fotoğraf’ı “olmuş olan”ın genel ve biraz da doğal tanığı yapan modern toplum Anıt’ı terk etmiştir. Bir paradoks: aynı yüzyıl hem Tarih’i, hem de Fotoğraf’ı icat etmiştir. Ancak Tarih pozitif formüllerle üretilen bir bellek ve mitsel zamanı bozan salt düşünsel bir söylemdir; Fotoğraf ise kesin, ama geçici bir tanıklıktır; öyle ki, bugün her şey ırkımızı şu güçsüzlüğe hazırlıyor: artık süreyi duygusal ve simgesel olarak kavrayamamak: Fotoğraf çağı, aynı zamanda devrimlerin, savaşımların suikastlerin, patlamaların, kısacası sabırsızlıkların ve olgunlaşmayı yadsıyan her şeyin çağıdır – ve kuşkusuz “bu vardı”nın şaşırtması da gözden kaybolup gidecektir. Hatta kayboldu bile: Bilmiyorum niçin, ben onun en son tanıklarından biriyim (Gerçek Olmayan’ın bir tanığı); ve bu kitap da onun çok eski bir izidir.

Sararan, solan, ve bir gün ben olmasam bile -bunu yapamayacak kadar batıl inançlıyım- ben öldükten sonra bir başkası tarafından çöpe atılacak olan şu fotoğrafla birlikte yitip gidecek olan şey aslında nedir? Yalnızca “yaşam” değil (bu canlıydı, bu canlı olarak merceğin önünde poz vermişti), aynı zamanda bazen -nasıl desem- aşktır. Annemle babamı, birbirlerine âşık olduğunu bildiğim bu çifti gösteren tek fotoğrafın karşısında şunu fark ediyorum: sonsuza dek yitirilecek olan şey aşk hazinesidir; ben göçüp gittikten sonra hiç kimse buna tanıklık edemeyecek: ilgisiz bir Doğa’dan başka bir şey kalmayacak ortada. Bu öylesine şiddetli, öylesine acımasız bir parçalanmadır ki, yüzyılına tek başına karşı çıkan Michelet, Tarih’i, Aşkın Başkaldırısı olarak düşünmüştür: yalnızca yaşamı değil, aynı zamanda O’nun bugün böylesine modası geçmiş olan sözcük dağarında İyi, Adalet, Birlik, vb. dediği şeyleri sürekli kılmak için.

Roland Barthes, Camera Lucida: Fotoğraf Üzerine Düşünceler, çev. Reha Akçakaya, 6ltı Kı4kbe5 Yayın, 2011 [1980], s. 110-2

Lyotard, Bilgisayarlaştırılmış Toplumlarda Bilgi

Lyotard’ın meşhur Postmodern Durum raporunun ilk, giriş parçası. Baudrillard ve Lyotard’ın 1970’lerde, 1980’lerde bilgi, iletişim ve minitel (pre-internet) üzerine konuşurken söyledikleri bana sıklıkla isabetli kehanetler gibi geliyor. Bu bölümdeki IBM bahsi, “veri” sahipliğini sorunlaştırma fikri, küreselleşmenin diline pelesenk olan ulus devlet güçsüzleşmesi iddiaları (hâlâ kimi zaman haksız, kimi zaman haksız çıkıyor, son yıllarda haksız tarafta) ve son olarak “ödeme bilgisi” ile “yatırım bilgisi” arasında yaptığı ayrım bugünün önceden tetkiki olarak heyecan verici.


Bizim çalışma hipotezimiz, toplumlar postendüstriyel, kültürler de postmodern olarak bilinen çağa girdikçe bilginin konumunun değiştiğidir. (1) Bu geçiş, Avrupa için yeniden-inşanın tamamlanımını işaret eden 1950’lerin sonundan beri yürürlüktedir. Hızı, daha çabuk ya da yavaş ülkelere bağlı olup, bu ülkeler içerisinde etkinlik sektörüne göre değişmektedir. Genel durum, özetleyici bir bakış açısını güçleştiren geçici bir kopuş durumudur. (2) Betimlemenin bir parçası zorunlu olarak tahmini olacaktır. Ne olursa olsun, fütürolojiye çok büyük bir inanç beslemenin akıllıca olmadığını biliyoruz. (3)

Kaçınılmaz olarak eksik kalacak bir resmi boyamaktan çok, çalışmamızın nesnesini dolaysız olarak tanımlayan basit bir özelliği ayrılık noktam olarak alacağım. Bilimsel bilgi bir söylem türüdür. Ayrıca son kırk yıl içinde “önde gelen” bilimler ve teknolojiler dille ilgilenmek durumunda kalmışlardır: fonoloji ve lingüistik teorileri, (4) iletişim ve sibernetik problemleri, (5) modern cebir ve bildirişim (informatics) teorileri, (6) bilgisayarlar ve onların dilleri, (7) tercüme sorunları ve bilgisayar dilleri arasındaki yarışma alanlarının araştırılması, (8) enformasyon, birikim ver veri bankalarına ilişkin sorunlar, (9) telematik ve zeka terminallerinin kusursuzlaştırılması, (10) ve paradoksoloji. (11) Olgular kendileri için konuşmaktadır ve bu liste de tüketici değildir.

Bu teknolojik dönüşümlerin bilgi üzerinde hatırı sayılır bir etkiye sahip olması beklenebilir: Bunun iki esas işlevi-araştırma ve kazanılmış öğrenmenin aktarımı-zaten etkiyi hissediyor ya da gelecekte hissedecektir. İlk işleve bağlı olarak, genetik sokaktaki adam için algılanabilir bir örnek sunmaktadır. Genetik, teorik paradigmasını sibernetiğe borçludur. Bir çok diğer örnek zikredilebilir. İkinci işlev içinse, makinelerin küçültülmesi ve ticarileştirilmesinin, zaten öğrenmenin kazanıldığı, sınıflandırıldığı, tüketime sunulduğu ve sömürüldüğü yolları değiştirecek ortak bir bilgi haline gelmesi örneği verilebilir. (12) Enformasyon-sağlayıcı makinelerin verimli kılınmasının insan dolaşımı (taşıma sistemleri) ve sonra da ses ve görsel imgelerin (medya) dolaşımında olduğu kadar öğrenim dolaşımı konusunda da bir etkiye sahip olduğunu ve olmayı sürdüreceğini varsaymak akla uygundur. (13)

Bilginin tabiatı bu genel dönüşümler bağlamında değişmeksizin kalamaz. Eğer öğrenme sadece enformasyon niceliklerine dönüştürüldüyse, yeni kanallara uyup, işlersel olabilir. (14) Bu kurulmuş bilgi bütününde bu yolda tercüme edilemeyecek herhangi bir şeyin ortadan kaldırılacağını ve yeni araştırma yönünün, bilgisayar diline tercüme edilebilir olgusal sonuçlarının mümkünlüğü tarafından belirleneceğini öndeyileyebiliriz. Şimdi bilginin “üreticileri” ve kullanıcıları, öğrenmeyi ya da bulmayı istedikleri ne olursa olsun, bu dillere tercüme araçlarına sahip olmalıdırlar ve olmak zorunda kalacaklardır da. Tercüme makineleri üzerindeki araştırma zaten ilerlemiş durumdadır. (15) Bilgisayarların hegemonyasının yanısıra belirli bir mantık ve dolayısıyla hangi önermelerin “bilgi” önermeleri olarak kabul edileceğini belirleyen bir öngörücü hükümler kümesi gelmektedir.

Böylece “bilgi kullanıcı” (knower) ya ilişkin olarak-bilgi sürecinin hangi noktasını işgal ediyorsa etsin, bilginin bütünüyle bir dışsallaştırılması olayıyla karşılaşabiliriz. Bilginin kazanımının zihinlerin ve hatta bireylerin yetiştirilmesi (Bildung) sürecinden ayrılamıyacağı [sic] hakkında eski ilkenin modası geçmektedir ve bundan sonra daha da geçecektir. Bilgi kullanıcıları ve arzedicilerinin arzettikleri ve kullandıkları bilgiyle olan ilişkileri, mal üretici ve tüketicilerinin, ürettikleri ve tükettikleri mallara olan ilişkisinin gerçekleştiği bir (ekonomik) değer formunda gerçekleşmektedir. Bilgi satılmak üzere üretiliyor ve satılmak üzere üretilecek, yeni bir üretimde kıymetlendirilmek üzere tüketiliyor, tüketilecek. Her iki durumda da amaç mübadeledir. Bilgi kendinde bir amaç olmaktan uzaklaşmakta, “kullanım-değerini” kaybetmektedir. (16)

Bilginin son bir kaç on yıl içerisinde üretimin esas gücü olduğu geniş bir şekilde kabul edilmektedir. (17) Bu durum zaten yüksek derecede gelişmiş ülkelerdeki işgücü kompozisyonu üzerinde kaydedilebilir bir etkiye sahiptir (18) ve gelişen ülkeler için temel bir inkıtayı oluşturmaktadır. Postendüstriyel ve postmodern çağda bilim, millî-devletlerin üretici kapasite alanındaki önceliğini koruyacak ve şüphesiz güçlendirecektir. Gerçekte bu durum gelişmiş ve gelişen ülkeler arasında boşluğun gelecekte eskisinden daha geniş olarak büyüyeceği sonucuna götüren sebeplerden birisidir. (19)

Ancak sorunun bu boyutu kendisi için tamamlayıcı olan diğer boyutunu gölgelememelidir. Enformasyon malı formundaki bilgi, üretici güçlerden ayrılamaz bir biçimde güç için dünyanın her tarafındaki rekabetin zaten esas bir parçasıdır ve belki de esas parçası olmaya devam edecektir. Millî-devletlerin bir gün geçmişte toprak denetimi yüzünden verdikleri kavga gibi enformasyon denetimi ve daha sonra ham maddeler ve ucuz emeğin ele geçirilmesi ve sömürülmesi için savaşacakları inandırıcı gözükmektedir. Yeni bir alan bir taraftan endüstriyel ve ticari stratejiler diğer taraftan ise askeri stratejiler için açılmış bulunmaktadır. (20)

Ancak yukarıda özetlediğim perspektif benim gösterdiğim kadar basit değildir. Çünkü bilginin merkantilizasyonu, öğrenimin üretim ve dağıtımına ilişkin olarak hoşlanılan ve hoşlanılacak önceliği etkilemek durumundadır. Öğrenimin toplumun zihni ya da beyni olarak Devlet’in denetimine bırakıldığı düşüncesi karşıt bir ilkenin çoğalan gücüyle birlikte çok ama çok modası geçmiş olacaktır. Bu karşıt ilkeye göre toplum yalnızca içerisindeki dolaşan mesajların enformasyon olarak zengin ve kodlaması kolay olduğunda varolacak ve ilerleyecektir. Bilginin ticarileştirilmesiyle el ele giden iletişimsel “geçicilik” ideolojisi Devleti bir “gürültü” ve bir donukluk faktörü olarak algılamaya başlıyacaktır [sic]. Bu bakış açısından ekonomi ve Devlet arasındaki ilişki sorunu yeni bir aciliyetin ortaya çıkmasını tehdit etmektedir.

Zaten son bir kaç on yıl içerisinde ekonomik güçler, çokuluslu şirketler tarafından işleyen sermaye dolaşımının yeni biçimleri aracılığıyla Devletin konumunu tehlikeye sokma noktasına ulaşmışlardır. Bu yeni dolaşım biçimleri yatırım kararlarının hiç olmazsa kısmen millî-devletlerin denetiminin dışına çıktığını imâ etmektedir. (21) Bu tehdit edici sorun telematik ve bilgisayar teknolojisinin gelişimiyle birlikte eskisinden daha çok ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi IBM gibi bir firmanın yeryüzünün makrek alanında bir kuşak işgal etmek ve iletişim uyduları ya da veri bankası uyduları fırlatmak üzere yetkili kılındığını farzedin. Kim bunların gücüne sahip olabilecektir? Hangi kanal ya da verinin yasak olup olmadığını kim belirleyecek? Devlet mi? Veya devlet sadece diğerlerinin arasında bir kullanıcı mı olacak? Yeni yasal sorunlar ve bunlarla birlikte “kim bilecek” meselesi ortaya çıkacak.

Bilginin tabiatındaki dönüşüm o zaman, varolan kamusal güçler üzerinde fiilen ve hukuken geniş şirketler ve çok genel olarak sivil toplumla olan ilişkilerini gözden geçirmeye zorlayarak tepkilere yol açabilir. Dünya pazarının yeniden açılması, daha tutarlı bir ekonomik rekabete geri dönüş, Amerikan kapitalizminin hegemonyasının kırılışı, sosyalist alternatifin çöküşü, muhtemel bir Çin pazarının açılışı -bunlar ve bir çok diğer etmen 1970’lerin sonlarında Devletleri 1930’lardan bu yana oynamaya alıştıkları yatırımlara kılavuzluk etme ve yönlendirme rolü konusunda ciddi bir değerlendirmeye hazırlamaktadır. (22) Bu bakımdan, yeni teknolojiler sadece böyle bir yeniden gözden geçirmenin acilliğini çoğaltabilirler, çünkü bunlar karar vermede (dolayısıyla denetim araçlarında) kullanılan enformasyonu eskisinden daha hareketli ve çalınmamaya elverişli yapmaktadır.

“Eğitimsel” değeri veya siyasal (idari, diplomatik, askeri) öneminin yerine parayla benzer dolaşım çizgilerine sahip öğrenimi görselleştirmek zor değildir. Kalıcı ayırım bilgi ve cehalet arasında olmayacaktır artık, ancak tıpkı para konusunda olduğu gibi, “ödeme bilgisi” ve “yatırım bilgisi” arasında, bir başka deyişle, bir projenin işlerliğini sağlamaya adanan bilgi fonlarına karşı gündelik hayatın sürdürülmesi çerçevesinde mübadele edilen bilgi birimleri (işgücünün yeniden inşası, “varkalmak”) arasında olacaktır.

Eğer olay buysa, iletişimsel geçicilik liberalizme benzer olacaktır. Liberalizm içerisinde bazı kanalların, diğerleri sadece borçları ödeme eşyası olarak kalırken kullandığı para akışı örgütlenmesine mani olmaz. Benzeri şekilde, diğerleri her şahsın toplumsal bağa sürekli borcunu yeniden ödemek üzere kullanılırken, bazılarının “karar vericiler” için ayrıldığı, özdeş tabiatın özdeş kanalları boyunca hareket eden bilgi akışları da tahayyül edilebilir.

Jean-François Lyotard, Postmodern Durum, çev. Ahmet Çiğdem, Ara Yayınları, 1990 [1979], s. 10-3.

Davis, Yabancılar

Büyükannemle ben yabancılar arasında yaşıyoruz. Ev farklı zamanlarda belirip duran bütün insanları kaldıracak kadar büyük değil. Sanki bekleniyorlarmış gibi gelip yemeğe oturuyorlar -nasılsa, her zaman onlar için de bir tabak konmuş oluyor- ya da dışarıdaki soğuktan ellerini ovuşturarak, hava durumu hakkında yorum yaparak salona giriyorlar, ateşin başına yerleşip daha önce fark etmediğim bir kitabı ellerine alıyorlar., eski bir kâğıt ayraçla işaretledikleri yerden okumaya devam ediyorlar. Doğal olarak, tahmin edileceği gibi, bazıları hoş ve nazik, bazılarıysa kaba – huysuz ve kurnaz. Bazılarıyla hemen arkadaş oluyorum -tanıştığımız andan itibaren çok iyi anlaşıyoruz- kahvaltıda onları tekrar görmek için sabırsızlanıyorum. Ama sabah kahvaltıya indiğimde onları göremiyorum; çoğu zaman bir daha hiç görmüyorum. Bunların hepsi çok rahatsız edici. Büyükannemle ben eve gelip giden bu yabancılardan hiç söz etmeyiz. Ama ben bastonuna yaslanıp yemek odasına girerken şaşkınlıkla kapıda durduğunda onun masum yüzünü izliyorum – o kadar yavaş hareket ediyor ki zar zor anlaşılıyor. Genç bir adam mendilini kemerine sıkıştırıp oturduğu yerden kalkıyor ve büyükannemin oturmasına yardım ediyor. Büyükannem gergin bir gülümsemeyle, kibarca başıyla selam vererek adamın varlığına uyum sağlıyor ama ben biliyorum; adam bu sabah burada olmadığı ve yarın sabah da burada olmayacağı, bunlara rağmen sanki her şey çok doğalmış gibi davrandığı için, o da en az benim kadar korkuyor. Ancak tabii ki, sıklıkla masadaki kibar bir genç adam değil, sessizce ve hızlıca yemeğini yiyip biz bitirmeden kalkıp giden zayıf bir kızkurusu ya da hepimize suratını buruşturan, fırınlanmış elmasının kabuğunu tabağının kenarına tüküren yaşlı bir kadın oluyor. Bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Davet etmediğimiz, zaten kendi istekleriyle er ya da geç giden insanlardan nasıl kurtulabiliriz? Farklı nesillerden de olsak, ikimiz de asla soru sormamak ve anlamadığımız şeyler karşısında gülümsemekle yetinmek üzere yetiştirilmiştik.

Lydia Davis, Rahatsızlık Çeşitleri, çev. Betül Kadıoğlu, Everest Yayınları, 2015 [2014], s. 221-2.