Buzzati, Boşuna Çağrı

Mahpusluk eşkıyalar, ölüme yol alan hastalar, gökyüzünde beliren Tanrı eli temalı öykülerden sonra böylesi bir mektup ile karşılaşınca şaşırdım. Buzzati gitti, Stendhal geldi.

“Seninle…” ile başlayan paragraf da “Yürüme” ve “Kent” anlatılarına katık edilebilir.


Bir kış akşamı bana gelsen, birbirimize sarılıp camların ardından karanlık, buz tutmuş sokakların ıssızlığına bakarak, bilmeden birlikte yaşanan masal kışlarını ansırız. Gerçekten, senle ben, aynı büyülü patikalardan korkak adımlarla geçtik, birlikte kurt dolu ormanlara gittik, aynı periler, kulelerden sarkan yosun tutamlarından bizi gözledi, kargaların uçuşmaları arasında. Ve belki ikimiz de oradan, bizi bekleyen gizemli yaşama doğru baktık. İlk kez orada, içimizde çılgın, taze istekler titreşti. “Ansıyor musun?” diyeceğiz, sıcak odada yavaşça birbirimize sarılarak ve sen bana güvenerek gülümseyeceksin, dışarıda rüzgârın sarstığı saçlar hüzünlü bir ses çıkarırken. Ama sen -şimdi ansıyorum- eski adsız kralların, devlerin, büyülü bahçelerin masallarını bilmezsin. Kaçırılıp, insan sesiyle konuşan gizemli ağaçların altından geçirilmemişsindir hiç, ne ıssız bir şatonun kapısını çalmışsındır ne de kutsal teknenin beşiklik ettiği doğu yıldızlarının altında uyumuşsundur. Camların ardında, kış akşamı, büyük olasılıkla sessiz duracağız, ben ölü masallara dalacağım, sen benim bilmediğim başka tasalara. “Ansıyor musun?” diye soracağım sana, ama ansımayacaksın.

Bir bahar günü, kül rengi gökyüzü altında, rüzgâr sokaklarda geçen yıldan kalma üç-beş eski yaprağı sürüklerken, kenar mahallelerde dolaşsam seninle; günlerden de pazar olsa. Bu mahallelerde sıklıkla hüzünlü, kocaman tasalar ortaya çıkar, belirli saatlerde de şiir kol gezer, birbirlerini sevenlerin yüreklerini birleştirerek. Ayrıca, evlerin ardındaki sonsuz ufukların, geçip giden trenlerin, kuzey bulutlarının desteğiyle, söylenemeyen umutlar doğar. Yalnızca el ele tutuşacağız, ağır ağır yürüyeceğiz, anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söyleyerek. Kocaman lambalar yanıncaya, soluk yapılardan uğursuz kent öyküleri, serüvenler, sevda oynaşmaları çıkıncaya dek. Bunun üzerine hep el ele tutuşarak susacağız, çünkü ruhlar konuşacak sözcüksüz olarak. Ama sen -şimdi ansıyorum- bana hiç anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söylemedin. Demek ki, ne sözünü ettiğim pazarı sevebilirsin, ne ruhun sessizce benim ruhumla konuşmayı bilir, ne saati geldiğinde kentin büyüleyiciğini anlarsın ne de kuzeyden inen umudu. Sen ışıkları, kalabalığı, sana bakan erkekleri, şansın kol gezdiği sokakları yeğlersin. Benden başkasın sen, o gün dolaşmaya gelecek olsan yorulduğun için yakınacaksın, yalnızca yakınacaksın, başka bir şey demeden.

Seninle yazın ıssız bir vadiye gitsek, en olmadık şeylere sürekli gülerek, ormanların, beyaz yolların, terk edilmiş kimi evlerin gizemlerini keşfetsek. Tahta köprüde durup akan suya baksak, telgraf direklerinde dünyanın bir ucundan gelip kim bilir nereye giden, sonu gelmeyen öyküleri dinlesek. Çayırlardan çiçekler derlesek ve güneşin sessizliği altında otlara uzanıp gökyüzünün derinliklerine, geçen küçük ak bulutlara, dağların doruklarına hayran hayran baksak. Sen, “Ne güzel!” derdin. Başka hiçbir şey demezdin, çünkü mutlu olurduk, bedenlerimiz yılların ağırlığından arınmış, ruhlarımız yeni doğmuş gibi tazelenmiş olurdu.

Ama sen -şimdi düşünüyorum da- korkarım ki sen anlamadan etrafa bakardın, durup çorabını inceler, bir an önce dönme isteğinin sabırsızlığıyla, benden bir sigara daha isterdin. Ve, “Ne güzel!” demez, benim için hiçbir değeri olmayan sıradan başka bir şey derdin. Çünkü ne yazık ki yapın böyle senin. Bir anlığına bile mutlu olamayacağız biz.

Seninle -bırak da söyleyeyim- bir kasım günbatımında, gökyüzü tam billur gibiyken, kol kola kentin büyük caddelerinde yürüyebilsem. Yaşamın hayaletleri kubbelerin üstünden koşmaya, sokakların çukurunun dibindeki, tasa yüklü mutsuz insanları sıyırmaya başladıklarında. Mutlu dönemlerin anıları, yeni belirtiler, arkalarında bir tür müzik bırakarak, başların üstünden geçtiklerinde. Çocuksu, saf bir gururla, başkalarının, yanımızdan sel gibi geçen binlerce, binlerce kişinin yüzlerine bakarız. Bilmeksizin sevinç ışıkları göndeririz onlara, hepsi bize bakmak zorunda kalır ama kıskanarak, kötü niyetle değil; tersine biraz gülümseyerek, akşamın aracılığıyla insanın zayıflıklarını iyileştiren iyilik duygusuyla. Ama sen -çok iyi anlıyorum- billur gökyüzüne, son güneşin vurduğu dizi dizi uçaklara bakacak yerde vitrinlere, altınlara, zenginliklere, ipeklere, aşağılık şeylere bakacaksın. Bu nedenle hayaletleri de fark etmeyeceksin, ne geçip giden önsezileri hissedeceksin ne de benim gibi, övülesi bir yazgının seni çağırdığını. Ne o müzik türünü işiteceksin ne de insanların bize niye iyi gözle baktıklarını anlayacaksın. Anlamsız yarınını düşüneceksin ve çan kulelerinin altın yontuları boş yere kılıçlarını kaldıracak güneşin son ışınlarına, senin üstünden. Ve ben tek başıma olacağım. Çaresi yok. Belki aptallık bütün bunlar, yaşamdan bunda beklentin olmadığı için, benden daha iyisin. Belki sen haklısın, denemek aptallık olacak. Ama hiç olmazsa, evet hiç olmazsa seni görmek isterdim. Ne olursa olsun şu ya da bu biçimde birlikte olurduk, keyiflenirdik. Gece ya da gündüz, yazın ya da güzün, bilinmedik bir ülkede, dökülen bir evde, ruhsuz bir otelde, hiç önemi yok. Yanımda olman yetecek. Ben -söz veriyorum- burada durup çatıların gizemli çıtırtılarını dinlemeyeceğim, bulutlara da bakmayacağım, ne de müziğe ya da rüzgâra kulak vereceğim. Sevsem de, bu anlamsız şeylere boş vereceğim. Dediklerimi anlamayacak, bana yabancı olaylardan söz edecek, eski giysilerden, paradan yana yakınacak olursan, sabırlı davranacağım. Şiirler, ortak umutlar, sevdaya onca dost hüzünler olmayacak. Ama sen yanımda olacaksın. Ve göreceksin yeterince mutlu olacağız, çok yalın bir biçimde, yalnızca erkekle kadın olarak, dünyanın her yerinde olduğu gibi.

Ama sen -şimdi düşünüyorum da- çok uzaklardasın, aşılması zor yüzlerce, yüzlerce kilometre ötedesin. Bilmediğim bir yaşamın içindesin, yanında başka erkekler var, belki de gülümsüyorsun onlara, geçmişte bana gülümsediğin gibi. Beni unutman için, birazcık zaman yeterli oldu. Belki adımı bile ansımayı beceremiyorsundur şimdi. Artık ben senden çıktım, sayısız gölgelerin arasına karıştım. Oysa ben hep seni düşünüyorum ve bunları sana söylemek de hoşuma gidiyor.

Dino Buzzati, Tanrı’yı Gören Köpek, çev. Rekin Teksoy, Can Yayınları, 2015 [1968 – La boutique del mistero], 4. basım, s. 99-102.

Sebald, Sınırlar İçi Gezintiler

1980 Ekim’iydi, neredeyse yirmi beş senedir, göğü genellikle gri bulutlarla kaplı bir kontlukta yaşamayı sürdürdüğüm İngiltere’den, özellikle kötü giden bir dönemi geride bırakmak için tebdilimekânda ferahlık vardır umuduyla Viyana’ya gitmiştim. Fakat Viyana’ya gelişimin hemen ardından ortaya çıktı ki, yazı ve bahçe işlerinin artık dolduramadığı günler fazlasıyla uzuyordu ve ben gerçekten de ne yapacağımı bilemiyordum. Her sabah, erken saatlerde sokağa atıyordum kendimi; Leopoldstadt, iç şehir ve Josefstadt’ta sonsuz ve amaçsız gezintiler yapıyordum. Daha sonra şehir planına göz attığımda hayretler içinde tespit ettim ki, bu gezintilerden hiçbiri, bir ucu Praterstern’in arkasındaki Venediger Au’da, diğer ucu Alsergrund’daki hastaneler bölgesinde, hilal ile yarımay arasında bir formu olan, sınırları itinayla çizilmiş bir bölgenin dışına taşmamıştı. O günlerde arşınladığım yollar şehir planı üzerinde işaretlenmiş olsaydı, sanki birisi, önceden belirlenmiş bir alan üzerinde tekrar tekrar, bıkıp usanmadan akıl, tahayyül ve iradesinin limitlerine ulaşmak ve bunlardan geriye dönmeye zorlanmak üzere yeni yollar ve bağlantılar deniyor izlenimi uyanırdı. Pek çok kez saatler boyunca süren bu amaçsız yürüyüşlerin çok sarih sınırları vardı, her ne kadar ben o anki tavrımın asıl anlaşılamaz tarafını hiçbir zaman çözememiş olsam da; Hiç durmaksızın yürümek miydi anlaşılamaz olan, yoksa görünmez ve tamamen iradi -böyle olduğunu bugün de kabul ediyorum- sınır çizgilerini aşamamak mı? Toplu taşıma araçlarından birine binmenin, örneğin eskiden de sıkça yaptığım gibi bütün gün boyunca Pötzleinsdorfer Park’ta, Dorotheerwald’de veya Fasangarten’de gezinmek için 41 numaralı otobüsle Pötzleinsdorf veya 58 numarayla Schönbrunn’a gitmenin bile gözüme imkânsız göründüğünü hatırlıyorum. Buna karşın kafelere ve birahanelere girip çıkmak hiç sorun oluşturmuyordu. Evet, hatta bu ziyaretler, biraz bir şeyler yiyip dinlenince, geçici bir normalleşme hissetmeme yardımcı oluyorlardı. Tekrar güçlenip geleceğe dair umut esintileri taşımamı sağlayan bu vaziyette, günlerdir sürdürdüğüm suskunluğuma bir telefon görüşmesiyle kolayca son verebileceğime inanıyordum zaman zaman. Konuşmak isteyeceğim üç, bilemedin dört kişiden, hiçbirinin evde olmadığı ve uzun uzun çaldırmakla da telefonun bulunduğu mekâna gelmesinin sağlanamadığı günler vakiydi. Yabancı bir şehirde nafile telefon numaraları çevirmek çok özel bir boşluk hissi yaratır insanın içinde. Telefonu kimsenin açmaması çok geniş boyutlu bir hayal kırıklığına sebebiyet verir, sayılarla oynanan bu oyun sanki bir hayat memat meselesi halini alır. Bu şartlar altında, telefonun şıngırtılarla iade ettiği bozuk parayı tekrar cebime koyup gecenin içine doğru rasgele gezintime devam etmekten başka bir alternatif kalmıyordu bana. Böyle akşamlarda, muhtemelen aşırı yorgun olmam yüzünden, tanıdığım birinin önüm sıra yürüdüğünü zannettiğim oluyordu sıkça. Bu sanrılarda, evet sanrılar, bunları başka türlü adlandırmak mümkün değildi, sadece senelerdir aklıma bile getirmediğim insanları, deyim yerindeyse benim için ölmüşleri görüyordum. Ama Mathild Seelos veya tek kollu köy kâtibi Fürgut gibi artık gerçek anlamıyla hayatta olmayanları da gördüm. Bir defasında, Gonzaga Sokağı’nda, geriye döndüğü takdirde yakılacağı tehdidiyle şehrinden sürülmüş şair Dante’yi gördüğümü dahi düşündüm. Uzun bir süre kafasında bildik şapkası, biraz önümde yürüdü, gelip geçen diğer insanların hepsinden ciddi bir şekilde uzundu ama kimsenin dikkatini çekmemiş gibiydi. Onu yakalamak için adımlarımı hızlandırdığımda Heinrich Sokağı’na saptı, ben köşeye ulaştığımdaysa ortadan kaybolmuştu. Böyle ruhsal gelgitlerden sonra, kendisini bir mide bulantısı hissi ve baş dönmesiyle dışa vuran muğlak bir endişe kabarıyordu içimde. Zihnimde sabitlemeye çalıştığım resimlerin konturları dağılıyor, daha ben onları tam anlamıyla toparlayamadan fikirler parçalarına ayrışıyordu. Zaman zaman bir duvara tutunmak, hatta bazen bir evin antresine sığınmak zorunda kalıyor ve felç geçireceğimden ya da bir beyin hastalığının başlamasından korkuyordum; ama buna karşı tedbir olarak gecenin ilerleyen saatlerine kadar yürüyerek bitap düşmek dışında bir şey yapamıyordum. Viyana’da geçirdiğim aşağı yukarı on gün boyunca şehrin görülmeye değer yerlerinden hiçbirini ziyaret etmedim, kafeler ve birahaneler dışında hiçbir mekâna girmedim, kadın-erkek servis personeli dışında hiç kimseyle bir kelime olsun konuşmadım. Sadece, belediye başkanlığının önündeki yeşil alandaki alakargalarla ve üzümlerimi çalmak için onlarla rekabet eden ve kendimce sena kuşu (1) diye adlandırdığım karatavukla iki kelime sohbet ettim, canım çektiğinde. Parklardaki banklarda uzun uzun oturmak, şehrin bir ucundan diğerine amaçsız gezintiler, giderek güçlenen lokanta ve birahanelere de girmeme temayülü ve bunun neticesinde bir büfede, ayaküstü yemek ya da bir dükkândan alınan ufak tefekleri atıştırmak. Bütün bunlar beni, daha kendimle hesaplaşmama fırsat kalmadan, değiştirmeye başlamıştı bile. Toz toprak içinde bir hırpaniliğin emarelerini göstermeye başladığım halde hâlâ bir otelde kalıyor olmam giderek daha fazla belirginleşen bir çelişki oluşturuyordu. Bir sürü lüzumsuz eşyayı, İngiltere’den getirdiğim bir plastik torbanın içinde, yanımda taşımaya başlamıştım; bu malzeme, kendime bile itiraf edemesem de her geçen günle giderek daha vazgeçilmez oluyordu benim için. Gezintilerimden gecenin geç saatlerinde geriye döndüğümde, otelin lobisinde, çaprazladığım kollarımla torbamı göğsüme bastırıp asansör beklerken, gece kapıcısının sorgulayan bakışlarla arkamdan uzun uzun baktığını hissediyordum. Odamdaki televizyonu açmaya cesaret edemiyordum artık ve eğer bu gecelerden birinde yatağımın kenarında oturup yavaş yavaş kıyafetlerimi çıkartırken, içi çoktan paramparça olmuş ayakkabılarımın manzarası beni dehşete düşürmese, bu çöküşten yakamı kurtarabilir miydim, bilmiyorum. Boğazıma bir şeyler takıldı, gözlerim yaşardı. Aynı gün, beni Leopoldstadt’tan Ferdinand Caddesi ve Schweden Köprüsü üzerinden Birinci Bölge’ye getiren yolları arşınladıktan sonra Ruprecht Meydanı’na vardığımda bir kere daha olmuştu bu. Sinagog ve bir koşer restoranın da bulunduğu binanın birinci katındaki Yahudi cemaati yönetim ve toplantı merkezinin pencereleri ardına kadar açıktı -çünkü sıra dışı güzellikte, yazdan kalma bir sonbahar günüydü- ve içerideki görünmeyen çocuklar İngilizce şarkı söylüyorlardı, hem de tuhaf bir şekilde “Jingle Bells” ve “Silent Night Holy Night”ı. Şarkı söyleyen çocuklar ve şimdi paramparça olmuş, bana sahipsiz kalmış gibi görünen ayakkabılar. Yığınlarla kar ve ayakkabı, aklımda bu kelimelerle yattım o gün. Ertesi sabah, Ring’deki (2)  araba selinin yükselip odama taşan çağıldamasının bile rahatsız edemediği derin ve rüyasız bir uykudan uyandığımda, sanki gecenin varlığıma ara verdiğim saatlerinde koca bir denizi aşmış gibi hissettim kendimi. Daha gözlerimi açmamıştım kendimi büyük bir yolcu vapurunun iskele merdivenlerinden aşağı inerken gördüğümde ve sağlam toprağı ayaklarımın altında ancak hissedebilmiştim ki akşam treniyle Venedik’e gitmeye karar verdim, ama yola çıkıncaya kadar olan zamanımı Klosterneuburg’da, Ernst Herbeck’le geçirecektim.

(1) Bir Kärnten masalında geçer. (Ç.N.)
(2) Viyana’da şehir merkezinin etrafında birbirine paralel çemberler oluşturan yollar. (Ç.N.)

W. G. Sebald, Vertigo, çev. Hulki Demirel, Can Yayınları, 2015 [1990], s. 39-43.

Coetzee, Karakteri Tanıtmak (III) [Bıkkın Akademisyen]

Art arda okurken, Auster’in roman açılışlarında karşılaştığım müthiş karakter tanıtma pasajları böylesi bir depolama yapma fikri uyandırmıştı. Sunset Park’dan Miles Heller ve Bing Nathan’ın tanıtıldığı pasaj ile Cam Kent‘de Quinn’e giriş yapılan yürüme ve boşluk hissine vurgu yapılan pasajı blog’a taşımıştım. Bunu bir seri hâline getirme fikri Utanç‘daki hoca David Lurie girişiyle doğdu. Birkaç sayfada bir yaşamı -belli bir bakıştan doğru da olsa- kat etmek iyi romancılardan okuduğumda beni etkilemeye devam ediyor. Ben de öylece devam ediyorum bu aptalca seçki çabalarına.

Kendi mesleği hakkında Soraya’ya pek bir şey anlatmıyor, onu sıkmak istemiyor. David, Cape Teknik Üniversitesi’nde çalışarak geçimini sağlıyor, daha önce bu okulun adı Cape Town Yüksek Okulu idi. Eskiden modern diller profesörüydu ancak büyük çaplı kısıtlamalar yapılırken Klasik ve Modern Diller Bölümü kapatıldığından bu yana İletişim Bölümü’nde yardımcı profesör olarak çalışıyor. Kadrosu daraltılan bölümlerdeki bütün personel gibi, kaç kişi kaydolursa kaydolsun, yılda bir tane seçmeli ders verme hakkı var, bunun morallerine iyi geleceği söyleniyor. Bu yıl, romantik şairler konulu bir ders veriyor. Geri kalan zamanında İletişim Teknolojileri’ne Giriş ve İleri İletişim Teknolojileri dersine giriyor.

Yeni verdiği derse her gün saatler ayırmasına karşın, İletişim’e Giriş dersinin elkitabında yer alan ilk kuralı mantığa aykırı buluyor:

İnsan toplumu düşüncelerimizi, duygularımızı ve amaçlarımızı birbirimize iletebilmemiz için dili yaratmıştır.

Kendi görüşü ise ki, bunu açığa vurmuyor; dilin köklerinin şarkıda olduğu, şarkının köklerinin de, olağanüstü büyük ve oldukça boş olan insan ruhunu sesle doldurma ihtiyacında.

Yirmi beş yıllık bir geçmişi olan meslek yaşamında üç kitabı yayımlanmıştı ama hiçbiri en ufak bir ses getirmemişti: Birinci kitabı opera üzerineydi (Boito ve Faust Efsanesi: Mefistofele’nin Oluşumu), ikincisi Eros olarak hayal üzerine (St. Victorlu Richard‘ın Hayali), üçüncüsü de Wordsworth ve tarih üzerine (Wordsworth ve Geçmişin Yükü).

Son birkaç yıldır Byron üzerine bir çalışma yapmayı geçiriyordu aklından. İlk başta yine bir kitap, bir başka eleştiri yazacağını düşünmüştü. Ama bu kitabı yazma konusundaki bütün girişimleri başarısızlıkla, bıkkınlık içinde son bulmuştu. İşin aslı, eleştiriden bıkmıştı, metre metre ölçülen şiirden bıkmıştı. Müzik yapmak istiyordu. Byron İtalya’da: bir oda tiyatrosu biçiminde, karşı cinsler arasındaki aşk üzerine düşünceler.

İletişim dersi öğrencilerinin karşısında dururken aklından hızla cümleler geçiyor, notalar, henüz kaleme almamış olduğu çalışmasındaki şarkılardan parçalar geçiyor. Hiçbir zaman iyi bir öğretmen olmamıştı; bu biçim değiştirmiş ve -ona kalırsa- iğdiş edilmiş öğretim kurumunda, şimdi kendisini eskisinden de uyumsuz hissediyor. Ama eski çalışma arkadaşları da aynı durumda, yapmaları gereken görevlere hiç de uygun düşmeyen eğitimleri bir yük gibi sırtlarında; post-dinsel bir çağın memurları onlar.

Öğrettiği konuya hiç saygı duymadığından, öğrencileri üzerinde de etkisi olamıyor. O konuşurken çocuklar ona boş boş bakıyor, adını unutuyorlar. Onların bu kayıtsızlığı pek itiraf etmese de onu incitiyor. Yine de o çocuklara, anne babalarına ve devlete karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiriyor. Aylar boyu onlara ödev hazırlıyor, bu ödevleri topluyor, okuyor ve üzerlerine not düşüyor, noktalama işaretlerini, yazılışlarını ve kullanımları düzeltiyor, zayıf kanıtları sorguluyor, her sınav kâğıdına kısa, özlü bir eleştiri notu ekliyor.

Öğretmenliği sürdürüyor, çünkü geçimini bu yoldan sağlıyor; aynı zamanda ders vermek, ona alçakgönüllü olmayı öğretiyor, dünyadaki yerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu konudaki ironi gözünden kaçmıyor: Bir şey öğretmeye gelen kişi, en sert dersi alıyor, bir şey öğrenmeye gelenlerse hiçbir şey öğrenmiyorlar. Mesleğinin bu özelliğinden Soraya’ya hiç söz açmıyor. Soraya’nın mesleğinde kendisininkine denk düşen bir ironi bulunduğunu sanmıyor.

J. M. Coetzee, Utanç, çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2018 [1999], 13. basım, s. 12-4.

Agamben, Utanç Fikri

I.

Antik dünyanın insanı, ne sefalet duygusunu bilir ne de son kertede insanın talihsizliğinden tüm azameti söküp alan şansı. Elbette neşe, ϋβριζ gibi, her an tersine dönüp en acı yanılsama haline gelebilir; işte tam o anda trajik araya girer ve sefalet ihtimalini bertaraf etmek için kahramanca müdahale eder. Antik insanın kader karşısında yaşadığı başarısızlık trajik boyutlardadır; mutsuzluğu da mutluluğu gibi büyüktür. Trajik, komedide saçma yüzünü gösterir; gene de, tanrıların ve kahramanların terk ettiği bu dünya sefilliğin değil, zarafetin dünyasıdır: “İnsan nasıl bir zarafete sahip olur.” der Menander’in karakterlerinden biri, “gerçekten insan olduğunda”.

Antiklerin dünyasında, Stavrogin’in inancını felç eden utanca ya da Kafka’nın saraylarının ve şatolarının efsanevi hafifmeşrepliği ya da pisliğine zorlanmadan benzeteceğimiz bir duygunun ilk ve tek izi komedide değil, felsefede bulunur. (Antik dünyada pislik asla efsanevi olamaz: Cesur Herakles doğanın güçlerine boyun eğdirerek Augias’ın ahırlarını temizler. Ancak bizler pisliğimizin, mitolojik bir tortunun her daim yapışık kaldığı diplerine hiçbir zaman varamayız.) Bu durum şaşırtıcı bir biçimde, genç Sokrates’in Eleacı filozofa teorisini açıkladığı o Parmenides pasajında çıkar karşımıza. Parmenides’in “kıl, pislik, çamur ya da doğanın en değersiz şeylerinden meydana gelmiş” düşüncelerin var olup olmadığı yönündeki sorusuyla karşılaşan Sokrates, öylece kalakaldığını itiraf eder: “tüm evreni kapsayacak kadar genişletilebilecek bu düşünce canımı sıkmıştı. Ama onu kavrar kavramaz, aptallık kuyusuna düşüp kendimi kaybetme korkusuyla bu düşünceden kurtuldum.” Ama bu sadece bir an sürer. “Çünkü daha çok gençsin,” diye cevap verir Parmenides, “felsefe daha seni avucuna almadı, ama tahminim o ki bir gün alacak ve o gün geldiğinde bu türden şeyler karşısında titremeyeceksin.”

Düşüncenin nazarında, sefaletin yarattığı baş dönmesini bir anlığına da olsa açığa çıkarma uğraşının metafizik (ve son kertede teknolojik) bir sorun olarak ele alınması önemlidir. Tanrının kendisi -Demiurgos’un duyuların dünyasını yaratırken örnek aldığı model, ideaların hiper-uranian dünyası (hakikat alanı)- bugün bize son derece tanıdık gelen bu tiksindirici onayı verir; paganlarsa bunun karşısında bakışlarını ondan sakınır, antik dünya insanın dindarlığını gösteren o αίδώζ’yı hissederlerdi. Tanrının yaptıklarını meşrulaştırmaya ihtiyacı yoktur: Devlet‘te θεόζ άυαίποζ bakire Lakhesis’in hükmünü haykırır.

Diğer yandan modern insan teodiseye (*) ihtiyaç duyar, ki bu da en sefilinden bir başarısızlığa işaret eder. Tanrı kendi kendini suçlar ve kendi teolojik pisliği içinde yuvarlanır; huzursuzluğumuza gizlenemez niteliğini veren tam da budur. Aklımızın üzerinde salındığı dipsiz kuyu, zorunluluğun değil, arıziliğin ve kötülüğün sıradanlığının kuyusudur. İnsan bir tesadüften ötürü suçlu ya da masum olamaz; sokakta muz kabuğuna basıp kaydığınız zamanlardaki gibi, sadece utanç duyar. Bizim Tanrımız mahcup bir Tanrıdır. Ama nasıl her titreyiş tiksinmenin nesnesiyle girilen gizli dayanışmayı ifşa ediyorsa, utanç da duyulmamış-olanın işaretidir, insanın kendisine korkutucu bir biçimde yakın olduğunu gösterir. Sefalet duygusu, kendisiyle baş başa kalan insanın son utancıdır; tıpkı tesadüfün, insanlığın kaderini etkileyen biricik insani gayelerin artan ağırlığını gizleyen maske olması gibi.

II.

Kafka’nın eserlerinde, yalnızca suçlu bir insanın yabancı ve uzak bir Tanrı’nın gücü karşısında çektiği ıstırabın hülasasını gören bir okuma, son derece zayıf bir okumadır. Aksine, burada asıl kurtarılması gereken Tanrı’dır; Kafka’nın eserleri için hayal edebileceğimiz yegane mutlu son, tozlu koridorlarda bir araya toplanmış ya da insanın üzerine üzerine gelen alçak tavanların altında iki büklüm olmuş Klamm’ın, Kont’un ve isimsiz yargıçlardan, avukatlardan, gardiyanlardan oluşan teolojik topluluğun üyelerinin kurtulmasıdır.

Kafka’nın dehası, Tanrı’yı dolaba kapatmış, mutfağı ve tavan arasını mükemmelleşmiş teolojik mekânlar haline getirmiş olmasından gelir. Nadiren karakterlerinin hareketlerinde beliren büyüklüğüyse, sadece utanca yoğunlaşabilmek için, bir noktadan sonra teodiseden, suç ve masumiyet meselesinden vazgeçmiş olmasından gelir.

Kafka’nın karşısında duran şey, dünyanın dört bir yanındaki orta sınıftı; utanç -en mahrem anlamıyla benliğin saf ve boş biçimi- haricinde tüm deneyimlerine el konmuş orta sınıf. Böyle insanlar için mümkün olan yegâne masumiyet türü, tedirginlikten uzak bir utanç duygusudur. Αίδώζ antikler için utanç verici bir duygu değildi; aksine, bu insanlar utançla karşılaştıklarında, Hekabe’nin çıplak göğsü karşısında dikilen Hektor gibi, cesaretlerini ve inançlarını geri kazanırlardı. Kafka insanlara ellerinde kalan tek iyiliği kullanmayı öğretir: İnsanın kendini utançtan kurtarması değil, utancı kurtarması. Joseph K.’nın tüm duruşma boyunca yapmaya çalıştığı şey tam da budur; en sonda ısrarla celladın bıçağına uzanması da masumiyetini değil utancını kurtarmak içindir: “Ona göre,” diye yazar tam ölüm anında, “utancı onu yaşatacak.”

Sadece bu vazifeyle, insanlığın en azından utancını muhafaza ederek, Kafka antik mutluluğa benzer bir şeyi yeniden bulmuş oldu.

(*) Şeytanın ya da kötülüğün varlığını hesaba katarak Tanrının varlığını mantıklı ve anlamlı kılma uğraşı. –ç.n.

Giorgio Agamben, Nesir Fikri, çev. Fırat Genç, Metis Yayınları, 2009 [1985], s. 83-6.

Benjamin, Okuma Sandığı

Unutulmuşu bir daha asla tamamen geri getiremeyiz. Böylesi de belki iyidir. Yoksa, onu yeniden elde etmenin şoku o kadar yıkıcı olurdu ki, hasretimizi anlama işini anında bırakmamız gerekirdi. Oysa böyle, anlarız hasreti, hem, unutulan şey içimize ne kadar gömülmüşse, o kadar iyi anlarız. Daha demin dilimizin ucunda olan kayıp kelime bize dilimizi Demosthenesvari (48) bir çözülmeyle kanatlandırabilirmiş gibi geliyorsa, unutulan da gözümüze, bize vaadettiği onca yaşanmış hayatın ağırlığıyla yüklüymüş gibi görünür. Belki, unutulmuşu o kadar ağır ve vaatkâr kılan şey, artık erişemediğimiz, kaybolup gitmiş alışkanlıkların izinden başka bir şey değildir. Belki bizim köhne yapımızdan kalan toz zerreleriyle karışmasıdır, unutulmuşun öylece sürüp gidişinin sırrı. Ne olursa olsun – herkes için, başkalarında olduğundan daha sürekli alışkanlıklar oluşturan şeyler vardır. Varlığını belirlemekte katkısı olacak yetenekler bu alışkanlıklara dayanarak biçim alır. Bu yetenekler de, benim kendi varlığım açısından, okuma ve yazma olduğundan, çocukluk yıllarımda karşıma çıkan nesnelerden hiçbiri okuma sandığı kadar büyük bir hasret uyandırmıyor içimde. Sandık, üzerlerinde elyazısıyla yazılmış tek tek gotik harfler olan küçük levhacıklar içeriyordu, basılmış hallerinden daha çocuksu ve onların aksine, kızların yazısını andıran harfler. Eğik bir desteğin önüne dizili dururlardı, incecik, her biri mükemmel, sıralanışları içinde tarikatlarının, birer kardeş olarak üyesi oldukları kelimenin kuralıyla bağlı. Bunca tevazuun bunca ihtişamla birarada olabilmesine hayrandım. Bir lütuftu bu. Ve bu lütfu elde etmek için itaatle çabalayan sağ elim ulaşamıyordu ona. Dışarıda oturup duracaktı, seçilmişleri içeriye almakla görevli kapıcı gibi. Bu yüzden, elin o harf levhacıklarıyla ilişkisi feragatle dolu bir ilişkiydi. Bu ilişkinin bende uyandırdığı hasret, onun çocukluğumla ne ölçüde özdeş bir şey olduğunun delilidir. Sandıkta gerçekten aradığım şey çocukluğun kendisi: mekânı, dizilip kelime olması istenen harf levhacıklarını çıtalarına oturturken elin yaptığı hareketin içinde olan bütün bir çocukluk. El o hareketin rüyasını hâlâ görebilir, ama uyanıp da onu gerçekten yapmayı hiç beceremeyecektir. Bunun gibi, yürümeyi nasıl öğrendiğimi rüyamda görebilirim. Ama bunun bana bir faydası yoktur. Şimdi yürüyebiliyorum, yürümeyi artık öğrenemem.

(48) Demosthenes: Atinalı hatip ve devlet adamı (İÖ 384-322). Adını taşıyan altmış söylev vardır. Söylevlerinin güçlülüğü, getirdiği kanıtların kesinliği, sözü dallandırıp budaklandırmaması onu belagat sanatının en önemli isimlerinden biri haline getirmiştir. (Ed. n.)

Walter Benjamin, Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk, çev. Tevfik Turan, 2009 [1932-1938-1950; yazma, gözden geçirme, yayınlanma], 2. basım, s. 61-2.

Mark Orton’un The Return parçası eşliğinde okudum.