Freud, Küçük Hans: Hayvan, Çocuk ve Totem (I)

Küçük Hans, okuduğum metinlerde ara ara karşıma çıkan metin aşırı bir roman kahramanı gibi. Birçok kişi onun üzerine farklı yönlerden konuşuyor. Aynı zamanda psikolojik veya felsefi farklı perspektifler kendilerini Hans vakası üzerinden ifade ediyorlar. Freud’un analizi ve onun sonrasında Hans’a dair anlatılanları toparlamak istedim, umarım kitaplardaki yerlerini arayarak bulabilirim.

Bu ilk pasajda Freud, Totem’de tespit ettiği “kaydırma” işlemini, Hans’ın baba korkusunu atlara kaydırmasına ve bu kaydırmada yaşanan dönüşüme dair psikanalitik örnekle analoji kurarak destekliyor.


Bir çocuğun hayvanla ilişkisiyle bir ilkelin ilişkisi arasında büyük bir benzerlik vardır. Uygar insanda bulunup, onun kendi doğasını diğer bütün hayvanlar doğasından kesin sınırlarla ayırmasına yol açan büyüklenmeden çocukta bir ize rastlanmaz. Hayvanlara kendisine düpedüz eşit varlıklar gözüyle bakar çocuk, gereksinimlerini hiç saklayıp gizlemeksizin açığa vurması bakımından hayvanı, belki bilmecemsi biri gözüyle baktığı büyük insandan daha yakın bulur kendisine.

Çocukla hayvan arasındaki bu kusursuz anlaşmanın, seyrek olmayarak tuhaf bir şekilde bozulduğu görülür. Ansızın çocuk belli bir hayvan türünden korkmaya, aynı türden bütün hayvanlara dokunmaktan ve onları görmekten çekinmeye başlar. Karşımızda bir hayvan fobisinin klinik tablosu, çocuk yaşlarında en sık görülen psikonevrotik hastalıklardan biri, belki de böyle bir hastalığın en erken formu vardır ve çocuğun o vakte kadar pek sıcak bir ilgi gösterdiği hayvanları konu almaktadır. Fobinin tek hayvanla ilgisi yoktur. Fobi objesi olabilecek hayvanlar arasından yapılacak seçki kent yaşamının koşullarında büyük sayılmaz. Atlar oluşturur ilgili objeleri, köpekler, kediler, seyrek durumlarda kuşlar, dikkati çekecek kadar sıklıkla da böcekler ve kelebekler gibi alabildiğine küçük hayvanlardır. Kimi zaman da çocuğun yalnızca resimli kitaplardan ya da masallardan bildiği hayvanlar bu tür fobilerde görülen saçma ve aşırı korkunun objesini oluşturur; hangi yollar izlenerek bir hayvanın umulmadık bir şekilde korku objesi seçildiğini öğrenmenin ancak seyrek durumlarda üstesinden gelinebilir. Bununla ilgili olarak beni bir vaka konusunda bilgilendiren K. Abraham‘a şükran borçluyum. Vakada bir çocuk, yabanarılarından korkusunun nedenini kendisi açıklamış, yaban arısının rengiyle üzerindeki çizgilerin o zamana kadar kendisine ilişkin işittiği onca şeyden sonra korkmadan duramayacağı kaplanı anımsattığını söylemiştir.

Çocuklardaki hayvan fobileri, aslında bunu fazlasıyla hak etmelerine karşın, şimdiye kadar titiz analitik incelemelere konu yapılmamıştır. Henüz pek körpe yaşta çocukların analizden geçirilmelerinin güçlükleri, konuya el atılmayışının nedenini oluştursa gerektir. Dolayısıyla, bu hastalığın genelde ne anlama geldiğinin bilindiği ileri sürülemez ve ben de bu anlamın bir tutarlılığı içerdiği görüşünde değilim. Ama objesi büyük hayvanlar olan fobilerin analize kapalı olmadığı ve araştırmacılara sırları buyur ettiği görülmüş ve hepsinde de aynı durumla karşılaşılmıştır: Analizden geçirilen çocukların oğlan olması durumunda, fobi korkusunun kaynağı aslında babadan başkası değildir; ne var ki, babadan duyulan korku hayvan üzerine kaydırılmıştır.

Psikanalizde deneyim sahibi herkes kuşkusuz böyle vakalar görmüş ve hepsinde de aynı izlenim uyanmıştır. Ama ben burada bir iki ayrıntılı yayından alıntılar yapmakla yetineceğim. Literatürde kötü bir şans eseri ilgili konuya ilişkin yeterli malzemenin bulunmayışı, bizleri savlarımızı az sayıdaki gözleme dayandırmak zorunda bırakıyor. Örneğin, çocuk yaşta görülen nevrozlar üzerinde büyük bir kavrayış gücüyle çalışmış bir araştırmacıdan, Odessalı M. Wulff‘tan söz edeceğim. Wulff, dokuz yaşındaki bir oğlanın hastalık öyküsüyle ilgili olarak, dört yaşındayken çocuğun bir köpek fobisine yakalandığını açıklayarak şöyle der: “Yolda önünden bir köpeği geçerken gördüğünde ağlıyor ve köpeğe şöyle sesleniyordu: Sevgili köpek, ısırma beni n’olur, söz veriyorum, bir daha yaramazlık yapmayacağım. Yaramazlık yapmamakla kastettiği şey, bundan böyle keman çalmamak, yani (mastürbasyon yapmamaktı). (57)

Daha sonra M. Wulff, şöyle bir özetlemede bulunur: “Oğlandaki köpek fobisi, aslında babadan köpeklere kaydırılmış bir korkuydu, çünkü oğlanın o tuhaf: Yaramazlık yapmayacağım -bir daha- yani masturbasyona başvurmayacağım- sözü, gerçekte masturbasyonu yasaklamış babayla ilgiliydi.” Sonra araştırmacı, bir dipnotta benim deneyimimle tastamam çakışan, ayrıca bu gibi deneyimlerdeki zenginliği kanıtlayan şunları dile getirir: “Atları, köpekleri, kedileri, tavukları ve diğer evcil hayvanları obje edinen fobiler, öyle sanıyorum ki çocuk yaşlarda en azından pavor nocturnus (karanlık korkusu) kadar yaygındır ve analizde bunlarından anne-babadan birine karşı duyulup, oradan hayvanlara kaydırılmış bir korku olduğu açığa çıkar. Ne var ki, yaygın fare ve sıçan fobisinde de aynı mekanizmanın söz konusu olduğunu ileri sürmek istemem.”

Psikanalitik ve psikopatolojik yıllığının ilk cildinde küçük hastamın babasının bana lütfedip verdiği beş yaşındaki bir oğlanda görülen bir fobinin analizine ilişkin belgeleri okuyuculara sunmuştum. Oğlan atlardan korkuyor, dolayısıyla sokağa çıkmaktan kaçınıyordu. Atın odadan içeri girip kendisini ısırmasından çekinmekteydi. Analiz sonunda bu korkunun atın yere yığılıp kalmasını (ölmesini) istemesine karşılık bir ceza olduğu anlaşılmıştı. Birtakım ikna edici sözlerle babadan duyduğu korkunun giderilmesinden sonra oğlan, babasının evden gitmesine (seyahate çıkmasına, ölmesine) yönelik olarak beslediği isteklere karşı savaşmaya başlamıştı. Sözlerinden açık seçik anlaşıldığına göre, içinde henüz karanlık sezgiler halinde filizlenen cinsel isteklerinin yöneldiği annesinin sevgisini kazanma konusunda babasını kendisine rakip görmekteydi. Bir başka deyişle, oğlan çocuklarının anne ve babalarına karşı takındığı, bizim “Oedipus Kompleksi” saydığımız tipik bir tutum sergilemekteydi. “Küçük Hans”ın analizinden öğrendiğimiz yeni bir şey varsa, çocuğun söz konusu durumda babasına beslediği duyguların bir bölümünü babasından hayvanlara kaydırması olmuştu, bu da totemizmi anlamakta bizim için hayli önemli bir gerçekti.

Analiz, böyle bir kaydırmanın gerçekleşmesinde izlenmiş, içerik bakımından tesadüfi olduğu kadar önemli çağrışımsal yolları, ayrıca kaydırmanın dayandığı nedenleri açığa çıkarmıştır. Annenin sevgisi uğruna kendisine rakip gördüğü babasına duyduğu hıncın ruh dünyasında sere serpe yayılma olanağı bulamadığı oğlan, öteden beri sevgi ve hayranlık duyduğu birine karşı kendini savunmak zorunda hissetmiş, dolayısıyla babasına karşı ikircikli -ambivalent- bir duygusal tutum takınmış, içindeki düşmanlık ve korku duygularını babasının yerine geçireceği bir nesneye kaydırarak, bu ambivalans çatışmasından kendini kurtarıp rahatlamak istemişti. Ne var ki, kaydırma düşmanlık duygularıyla sevenlik duygularını birbirinden tam olarak ayıramamıştı. Tersine çatışma kaydırma objesine aktarılmış, ikircikli duygu (ambivalans) bu objede etkinliğini sürdürmüştü.

Küçük Hans’ın atlardan yalnızca korkmayıp, aynı zamanda onlara saygı ve ilgi gösterdiği gözden kaçacak gibi değildi. Korkusu biraz yatışır gibi oldu mu, korku objesi hayvanla özdeşleşmekte, at gibi sağa sola hoplayıp sıçramakta, babasını ısırmaya kalkmaktaydı. (58) Tedavi sürecinin bir ileriki evresinde anne ve babasını diğer iri hayvanlarla da özdeşleştirmekte hiç sakınca görmemeye başlamıştı. (59)

(57) b. [Ges. Werke (Toplu Eserler)] c. VII.
(58) Zürafa fantezisi.
(59) s. Ferenczi, Ein kleiner Hahnemann (Küçük Horoz Adam), Intern. Zeetschrift für ärztliche Psychoanalyse (Uluslararası Tıbbi Psikanaliz Dergisi), 1913, I., sayı 2.

Sigmund Freud, Totem ve Tabu, çev. Kâmuran Şipal, Say Yayınları, 2017 [1913], 2. basım, s. 197-201.

Şehinşah, Yak Yak Yak (Gezip Görmüş Rapçi)

A- noluyo hacı ya da nolacak
A- bunların üstüne yak yak yak diyo
A- bunlar gaz mı alacak
A- gaz mı verecek millete
A- aşk, yak, alev diyor
A- 5 sene sonra piton gibi çıkıp, yeaa ben bunun şarkısını yapmıştım der mi?
B- ahahah diyebilir bir yakmaca eylem dizisi olursa. gazını alma, verme kısmını bilemiyorum. daha çok gazı alıyordur herhalde. ben hep tam tersi yerden düşünüyorum. yani bu rapçilerin millete, dinleyicilere bir şeyler anlattıklarından çok mevcut hayatın semptomları olduklarını, o ruh hallerini dile getirdiklerini düşünüyorum.

(şarkı)

Yiyin efendiler yiyin
Etinden sütünden faydalanın memleketin
Zehirle yemeği dağıt
Aç karnı demez hiç aç halk
Devlet obezin teki kesilmez iştahı kusura
Bakma hiç razısın hayvanlar gibi yaşamaya
Elinde değil
İtaatkar
Şehir şehir gezip inceledim
İyice balatayı sıyırmış insanlar
Yaradana sığınmış insanlar
Yapayalnız ışıksız insanlar
Yaşamaktan sıkılmış
Amaları yığılmış
İnançları kırılmış insanlar
Ay ay ay
Yandı canın
Al al al intikam ayağa kalk
Yok taktik filan
Bam Bam Bam
Parola kaos
Yağmala kâr
Ne koparsan
Sen onlardan
Senden alınana oranla az
As bayrağı anarşi logolu flama dalgalansın
Yak yak yık yepyeni yap

Uygarlığa baş kaldıran aşklar gibi
Manzaram alev alev
Yan-sın
Manzaram alev alev
Yan-sın
Alev alev Alev alev

Söz: Şehinşah
Beste: Bugy
Mix: Bugy
Mastering: Evren Göknar
Kayıt: Sofistikal
2018

Buzzati, Boşuna Çağrı

Mahpusluk eşkıyalar, ölüme yol alan hastalar, gökyüzünde beliren Tanrı eli temalı öykülerden sonra böylesi bir mektup ile karşılaşınca şaşırdım. Buzzati gitti, Stendhal geldi.

“Seninle…” ile başlayan paragraf da “Yürüme” ve “Kent” anlatılarına katık edilebilir.


Bir kış akşamı bana gelsen, birbirimize sarılıp camların ardından karanlık, buz tutmuş sokakların ıssızlığına bakarak, bilmeden birlikte yaşanan masal kışlarını ansırız. Gerçekten, senle ben, aynı büyülü patikalardan korkak adımlarla geçtik, birlikte kurt dolu ormanlara gittik, aynı periler, kulelerden sarkan yosun tutamlarından bizi gözledi, kargaların uçuşmaları arasında. Ve belki ikimiz de oradan, bizi bekleyen gizemli yaşama doğru baktık. İlk kez orada, içimizde çılgın, taze istekler titreşti. “Ansıyor musun?” diyeceğiz, sıcak odada yavaşça birbirimize sarılarak ve sen bana güvenerek gülümseyeceksin, dışarıda rüzgârın sarstığı saçlar hüzünlü bir ses çıkarırken. Ama sen -şimdi ansıyorum- eski adsız kralların, devlerin, büyülü bahçelerin masallarını bilmezsin. Kaçırılıp, insan sesiyle konuşan gizemli ağaçların altından geçirilmemişsindir hiç, ne ıssız bir şatonun kapısını çalmışsındır ne de kutsal teknenin beşiklik ettiği doğu yıldızlarının altında uyumuşsundur. Camların ardında, kış akşamı, büyük olasılıkla sessiz duracağız, ben ölü masallara dalacağım, sen benim bilmediğim başka tasalara. “Ansıyor musun?” diye soracağım sana, ama ansımayacaksın.

Bir bahar günü, kül rengi gökyüzü altında, rüzgâr sokaklarda geçen yıldan kalma üç-beş eski yaprağı sürüklerken, kenar mahallelerde dolaşsam seninle; günlerden de pazar olsa. Bu mahallelerde sıklıkla hüzünlü, kocaman tasalar ortaya çıkar, belirli saatlerde de şiir kol gezer, birbirlerini sevenlerin yüreklerini birleştirerek. Ayrıca, evlerin ardındaki sonsuz ufukların, geçip giden trenlerin, kuzey bulutlarının desteğiyle, söylenemeyen umutlar doğar. Yalnızca el ele tutuşacağız, ağır ağır yürüyeceğiz, anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söyleyerek. Kocaman lambalar yanıncaya, soluk yapılardan uğursuz kent öyküleri, serüvenler, sevda oynaşmaları çıkıncaya dek. Bunun üzerine hep el ele tutuşarak susacağız, çünkü ruhlar konuşacak sözcüksüz olarak. Ama sen -şimdi ansıyorum- bana hiç anlamsız, aptalca ama önemli şeyler söylemedin. Demek ki, ne sözünü ettiğim pazarı sevebilirsin, ne ruhun sessizce benim ruhumla konuşmayı bilir, ne saati geldiğinde kentin büyüleyiciğini anlarsın ne de kuzeyden inen umudu. Sen ışıkları, kalabalığı, sana bakan erkekleri, şansın kol gezdiği sokakları yeğlersin. Benden başkasın sen, o gün dolaşmaya gelecek olsan yorulduğun için yakınacaksın, yalnızca yakınacaksın, başka bir şey demeden.

Seninle yazın ıssız bir vadiye gitsek, en olmadık şeylere sürekli gülerek, ormanların, beyaz yolların, terk edilmiş kimi evlerin gizemlerini keşfetsek. Tahta köprüde durup akan suya baksak, telgraf direklerinde dünyanın bir ucundan gelip kim bilir nereye giden, sonu gelmeyen öyküleri dinlesek. Çayırlardan çiçekler derlesek ve güneşin sessizliği altında otlara uzanıp gökyüzünün derinliklerine, geçen küçük ak bulutlara, dağların doruklarına hayran hayran baksak. Sen, “Ne güzel!” derdin. Başka hiçbir şey demezdin, çünkü mutlu olurduk, bedenlerimiz yılların ağırlığından arınmış, ruhlarımız yeni doğmuş gibi tazelenmiş olurdu.

Ama sen -şimdi düşünüyorum da- korkarım ki sen anlamadan etrafa bakardın, durup çorabını inceler, bir an önce dönme isteğinin sabırsızlığıyla, benden bir sigara daha isterdin. Ve, “Ne güzel!” demez, benim için hiçbir değeri olmayan sıradan başka bir şey derdin. Çünkü ne yazık ki yapın böyle senin. Bir anlığına bile mutlu olamayacağız biz.

Seninle -bırak da söyleyeyim- bir kasım günbatımında, gökyüzü tam billur gibiyken, kol kola kentin büyük caddelerinde yürüyebilsem. Yaşamın hayaletleri kubbelerin üstünden koşmaya, sokakların çukurunun dibindeki, tasa yüklü mutsuz insanları sıyırmaya başladıklarında. Mutlu dönemlerin anıları, yeni belirtiler, arkalarında bir tür müzik bırakarak, başların üstünden geçtiklerinde. Çocuksu, saf bir gururla, başkalarının, yanımızdan sel gibi geçen binlerce, binlerce kişinin yüzlerine bakarız. Bilmeksizin sevinç ışıkları göndeririz onlara, hepsi bize bakmak zorunda kalır ama kıskanarak, kötü niyetle değil; tersine biraz gülümseyerek, akşamın aracılığıyla insanın zayıflıklarını iyileştiren iyilik duygusuyla. Ama sen -çok iyi anlıyorum- billur gökyüzüne, son güneşin vurduğu dizi dizi uçaklara bakacak yerde vitrinlere, altınlara, zenginliklere, ipeklere, aşağılık şeylere bakacaksın. Bu nedenle hayaletleri de fark etmeyeceksin, ne geçip giden önsezileri hissedeceksin ne de benim gibi, övülesi bir yazgının seni çağırdığını. Ne o müzik türünü işiteceksin ne de insanların bize niye iyi gözle baktıklarını anlayacaksın. Anlamsız yarınını düşüneceksin ve çan kulelerinin altın yontuları boş yere kılıçlarını kaldıracak güneşin son ışınlarına, senin üstünden. Ve ben tek başıma olacağım. Çaresi yok. Belki aptallık bütün bunlar, yaşamdan bunda beklentin olmadığı için, benden daha iyisin. Belki sen haklısın, denemek aptallık olacak. Ama hiç olmazsa, evet hiç olmazsa seni görmek isterdim. Ne olursa olsun şu ya da bu biçimde birlikte olurduk, keyiflenirdik. Gece ya da gündüz, yazın ya da güzün, bilinmedik bir ülkede, dökülen bir evde, ruhsuz bir otelde, hiç önemi yok. Yanımda olman yetecek. Ben -söz veriyorum- burada durup çatıların gizemli çıtırtılarını dinlemeyeceğim, bulutlara da bakmayacağım, ne de müziğe ya da rüzgâra kulak vereceğim. Sevsem de, bu anlamsız şeylere boş vereceğim. Dediklerimi anlamayacak, bana yabancı olaylardan söz edecek, eski giysilerden, paradan yana yakınacak olursan, sabırlı davranacağım. Şiirler, ortak umutlar, sevdaya onca dost hüzünler olmayacak. Ama sen yanımda olacaksın. Ve göreceksin yeterince mutlu olacağız, çok yalın bir biçimde, yalnızca erkekle kadın olarak, dünyanın her yerinde olduğu gibi.

Ama sen -şimdi düşünüyorum da- çok uzaklardasın, aşılması zor yüzlerce, yüzlerce kilometre ötedesin. Bilmediğim bir yaşamın içindesin, yanında başka erkekler var, belki de gülümsüyorsun onlara, geçmişte bana gülümsediğin gibi. Beni unutman için, birazcık zaman yeterli oldu. Belki adımı bile ansımayı beceremiyorsundur şimdi. Artık ben senden çıktım, sayısız gölgelerin arasına karıştım. Oysa ben hep seni düşünüyorum ve bunları sana söylemek de hoşuma gidiyor.

Dino Buzzati, Tanrı’yı Gören Köpek, çev. Rekin Teksoy, Can Yayınları, 2015 [1968 – La boutique del mistero], 4. basım, s. 99-102.

Sebald, Sınırlar İçi Gezintiler

1980 Ekim’iydi, neredeyse yirmi beş senedir, göğü genellikle gri bulutlarla kaplı bir kontlukta yaşamayı sürdürdüğüm İngiltere’den, özellikle kötü giden bir dönemi geride bırakmak için tebdilimekânda ferahlık vardır umuduyla Viyana’ya gitmiştim. Fakat Viyana’ya gelişimin hemen ardından ortaya çıktı ki, yazı ve bahçe işlerinin artık dolduramadığı günler fazlasıyla uzuyordu ve ben gerçekten de ne yapacağımı bilemiyordum. Her sabah, erken saatlerde sokağa atıyordum kendimi; Leopoldstadt, iç şehir ve Josefstadt’ta sonsuz ve amaçsız gezintiler yapıyordum. Daha sonra şehir planına göz attığımda hayretler içinde tespit ettim ki, bu gezintilerden hiçbiri, bir ucu Praterstern’in arkasındaki Venediger Au’da, diğer ucu Alsergrund’daki hastaneler bölgesinde, hilal ile yarımay arasında bir formu olan, sınırları itinayla çizilmiş bir bölgenin dışına taşmamıştı. O günlerde arşınladığım yollar şehir planı üzerinde işaretlenmiş olsaydı, sanki birisi, önceden belirlenmiş bir alan üzerinde tekrar tekrar, bıkıp usanmadan akıl, tahayyül ve iradesinin limitlerine ulaşmak ve bunlardan geriye dönmeye zorlanmak üzere yeni yollar ve bağlantılar deniyor izlenimi uyanırdı. Pek çok kez saatler boyunca süren bu amaçsız yürüyüşlerin çok sarih sınırları vardı, her ne kadar ben o anki tavrımın asıl anlaşılamaz tarafını hiçbir zaman çözememiş olsam da; Hiç durmaksızın yürümek miydi anlaşılamaz olan, yoksa görünmez ve tamamen iradi -böyle olduğunu bugün de kabul ediyorum- sınır çizgilerini aşamamak mı? Toplu taşıma araçlarından birine binmenin, örneğin eskiden de sıkça yaptığım gibi bütün gün boyunca Pötzleinsdorfer Park’ta, Dorotheerwald’de veya Fasangarten’de gezinmek için 41 numaralı otobüsle Pötzleinsdorf veya 58 numarayla Schönbrunn’a gitmenin bile gözüme imkânsız göründüğünü hatırlıyorum. Buna karşın kafelere ve birahanelere girip çıkmak hiç sorun oluşturmuyordu. Evet, hatta bu ziyaretler, biraz bir şeyler yiyip dinlenince, geçici bir normalleşme hissetmeme yardımcı oluyorlardı. Tekrar güçlenip geleceğe dair umut esintileri taşımamı sağlayan bu vaziyette, günlerdir sürdürdüğüm suskunluğuma bir telefon görüşmesiyle kolayca son verebileceğime inanıyordum zaman zaman. Konuşmak isteyeceğim üç, bilemedin dört kişiden, hiçbirinin evde olmadığı ve uzun uzun çaldırmakla da telefonun bulunduğu mekâna gelmesinin sağlanamadığı günler vakiydi. Yabancı bir şehirde nafile telefon numaraları çevirmek çok özel bir boşluk hissi yaratır insanın içinde. Telefonu kimsenin açmaması çok geniş boyutlu bir hayal kırıklığına sebebiyet verir, sayılarla oynanan bu oyun sanki bir hayat memat meselesi halini alır. Bu şartlar altında, telefonun şıngırtılarla iade ettiği bozuk parayı tekrar cebime koyup gecenin içine doğru rasgele gezintime devam etmekten başka bir alternatif kalmıyordu bana. Böyle akşamlarda, muhtemelen aşırı yorgun olmam yüzünden, tanıdığım birinin önüm sıra yürüdüğünü zannettiğim oluyordu sıkça. Bu sanrılarda, evet sanrılar, bunları başka türlü adlandırmak mümkün değildi, sadece senelerdir aklıma bile getirmediğim insanları, deyim yerindeyse benim için ölmüşleri görüyordum. Ama Mathild Seelos veya tek kollu köy kâtibi Fürgut gibi artık gerçek anlamıyla hayatta olmayanları da gördüm. Bir defasında, Gonzaga Sokağı’nda, geriye döndüğü takdirde yakılacağı tehdidiyle şehrinden sürülmüş şair Dante’yi gördüğümü dahi düşündüm. Uzun bir süre kafasında bildik şapkası, biraz önümde yürüdü, gelip geçen diğer insanların hepsinden ciddi bir şekilde uzundu ama kimsenin dikkatini çekmemiş gibiydi. Onu yakalamak için adımlarımı hızlandırdığımda Heinrich Sokağı’na saptı, ben köşeye ulaştığımdaysa ortadan kaybolmuştu. Böyle ruhsal gelgitlerden sonra, kendisini bir mide bulantısı hissi ve baş dönmesiyle dışa vuran muğlak bir endişe kabarıyordu içimde. Zihnimde sabitlemeye çalıştığım resimlerin konturları dağılıyor, daha ben onları tam anlamıyla toparlayamadan fikirler parçalarına ayrışıyordu. Zaman zaman bir duvara tutunmak, hatta bazen bir evin antresine sığınmak zorunda kalıyor ve felç geçireceğimden ya da bir beyin hastalığının başlamasından korkuyordum; ama buna karşı tedbir olarak gecenin ilerleyen saatlerine kadar yürüyerek bitap düşmek dışında bir şey yapamıyordum. Viyana’da geçirdiğim aşağı yukarı on gün boyunca şehrin görülmeye değer yerlerinden hiçbirini ziyaret etmedim, kafeler ve birahaneler dışında hiçbir mekâna girmedim, kadın-erkek servis personeli dışında hiç kimseyle bir kelime olsun konuşmadım. Sadece, belediye başkanlığının önündeki yeşil alandaki alakargalarla ve üzümlerimi çalmak için onlarla rekabet eden ve kendimce sena kuşu (1) diye adlandırdığım karatavukla iki kelime sohbet ettim, canım çektiğinde. Parklardaki banklarda uzun uzun oturmak, şehrin bir ucundan diğerine amaçsız gezintiler, giderek güçlenen lokanta ve birahanelere de girmeme temayülü ve bunun neticesinde bir büfede, ayaküstü yemek ya da bir dükkândan alınan ufak tefekleri atıştırmak. Bütün bunlar beni, daha kendimle hesaplaşmama fırsat kalmadan, değiştirmeye başlamıştı bile. Toz toprak içinde bir hırpaniliğin emarelerini göstermeye başladığım halde hâlâ bir otelde kalıyor olmam giderek daha fazla belirginleşen bir çelişki oluşturuyordu. Bir sürü lüzumsuz eşyayı, İngiltere’den getirdiğim bir plastik torbanın içinde, yanımda taşımaya başlamıştım; bu malzeme, kendime bile itiraf edemesem de her geçen günle giderek daha vazgeçilmez oluyordu benim için. Gezintilerimden gecenin geç saatlerinde geriye döndüğümde, otelin lobisinde, çaprazladığım kollarımla torbamı göğsüme bastırıp asansör beklerken, gece kapıcısının sorgulayan bakışlarla arkamdan uzun uzun baktığını hissediyordum. Odamdaki televizyonu açmaya cesaret edemiyordum artık ve eğer bu gecelerden birinde yatağımın kenarında oturup yavaş yavaş kıyafetlerimi çıkartırken, içi çoktan paramparça olmuş ayakkabılarımın manzarası beni dehşete düşürmese, bu çöküşten yakamı kurtarabilir miydim, bilmiyorum. Boğazıma bir şeyler takıldı, gözlerim yaşardı. Aynı gün, beni Leopoldstadt’tan Ferdinand Caddesi ve Schweden Köprüsü üzerinden Birinci Bölge’ye getiren yolları arşınladıktan sonra Ruprecht Meydanı’na vardığımda bir kere daha olmuştu bu. Sinagog ve bir koşer restoranın da bulunduğu binanın birinci katındaki Yahudi cemaati yönetim ve toplantı merkezinin pencereleri ardına kadar açıktı -çünkü sıra dışı güzellikte, yazdan kalma bir sonbahar günüydü- ve içerideki görünmeyen çocuklar İngilizce şarkı söylüyorlardı, hem de tuhaf bir şekilde “Jingle Bells” ve “Silent Night Holy Night”ı. Şarkı söyleyen çocuklar ve şimdi paramparça olmuş, bana sahipsiz kalmış gibi görünen ayakkabılar. Yığınlarla kar ve ayakkabı, aklımda bu kelimelerle yattım o gün. Ertesi sabah, Ring’deki (2)  araba selinin yükselip odama taşan çağıldamasının bile rahatsız edemediği derin ve rüyasız bir uykudan uyandığımda, sanki gecenin varlığıma ara verdiğim saatlerinde koca bir denizi aşmış gibi hissettim kendimi. Daha gözlerimi açmamıştım kendimi büyük bir yolcu vapurunun iskele merdivenlerinden aşağı inerken gördüğümde ve sağlam toprağı ayaklarımın altında ancak hissedebilmiştim ki akşam treniyle Venedik’e gitmeye karar verdim, ama yola çıkıncaya kadar olan zamanımı Klosterneuburg’da, Ernst Herbeck’le geçirecektim.

(1) Bir Kärnten masalında geçer. (Ç.N.)
(2) Viyana’da şehir merkezinin etrafında birbirine paralel çemberler oluşturan yollar. (Ç.N.)

W. G. Sebald, Vertigo, çev. Hulki Demirel, Can Yayınları, 2015 [1990], s. 39-43.

Coetzee, Karakteri Tanıtmak (III) [Bıkkın Akademisyen]

Art arda okurken, Auster’in roman açılışlarında karşılaştığım müthiş karakter tanıtma pasajları böylesi bir depolama yapma fikri uyandırmıştı. Sunset Park’dan Miles Heller ve Bing Nathan’ın tanıtıldığı pasaj ile Cam Kent‘de Quinn’e giriş yapılan yürüme ve boşluk hissine vurgu yapılan pasajı blog’a taşımıştım. Bunu bir seri hâline getirme fikri Utanç‘daki hoca David Lurie girişiyle doğdu. Birkaç sayfada bir yaşamı -belli bir bakıştan doğru da olsa- kat etmek iyi romancılardan okuduğumda beni etkilemeye devam ediyor. Ben de öylece devam ediyorum bu aptalca seçki çabalarına.

Kendi mesleği hakkında Soraya’ya pek bir şey anlatmıyor, onu sıkmak istemiyor. David, Cape Teknik Üniversitesi’nde çalışarak geçimini sağlıyor, daha önce bu okulun adı Cape Town Yüksek Okulu idi. Eskiden modern diller profesörüydu ancak büyük çaplı kısıtlamalar yapılırken Klasik ve Modern Diller Bölümü kapatıldığından bu yana İletişim Bölümü’nde yardımcı profesör olarak çalışıyor. Kadrosu daraltılan bölümlerdeki bütün personel gibi, kaç kişi kaydolursa kaydolsun, yılda bir tane seçmeli ders verme hakkı var, bunun morallerine iyi geleceği söyleniyor. Bu yıl, romantik şairler konulu bir ders veriyor. Geri kalan zamanında İletişim Teknolojileri’ne Giriş ve İleri İletişim Teknolojileri dersine giriyor.

Yeni verdiği derse her gün saatler ayırmasına karşın, İletişim’e Giriş dersinin elkitabında yer alan ilk kuralı mantığa aykırı buluyor:

İnsan toplumu düşüncelerimizi, duygularımızı ve amaçlarımızı birbirimize iletebilmemiz için dili yaratmıştır.

Kendi görüşü ise ki, bunu açığa vurmuyor; dilin köklerinin şarkıda olduğu, şarkının köklerinin de, olağanüstü büyük ve oldukça boş olan insan ruhunu sesle doldurma ihtiyacında.

Yirmi beş yıllık bir geçmişi olan meslek yaşamında üç kitabı yayımlanmıştı ama hiçbiri en ufak bir ses getirmemişti: Birinci kitabı opera üzerineydi (Boito ve Faust Efsanesi: Mefistofeles’nin Oluşumu), ikincisi Eros olarak hayal üzerine (St. Victorlu Richard‘ın Hayali), üçüncüsü de Wordsworth ve tarih üzerine (Wordsworth ve Geçmişin Yükü).

Son birkaç yıldır Byron üzerine bir çalışma yapmayı geçiriyordu aklından. İlk başta yine bir kitap, bir başka eleştiri yazacağını düşünmüştü. Ama bu kitabı yazma konusundaki bütün girişimleri başarısızlıkla, bıkkınlık içinde son bulmuştu. İşin aslı, eleştiriden bıkmıştı, metre metre ölçülen şiirden bıkmıştı. Müzik yapmak istiyordu. Byron İtalya’da: bir oda tiyatrosu biçiminde, karşı cinsler arasındaki aşk üzerine düşünceler.

İletişim dersi öğrencilerinin karşısında dururken aklından hızla cümleler geçiyor, notalar, henüz kaleme almamış olduğu çalışmasındaki şarkılardan parçalar geçiyor. Hiçbir zaman iyi bir öğretmen olmamıştı; bu biçim değiştirmiş ve -ona kalırsa- iğdiş edilmiş öğretim kurumunda, şimdi kendisini eskisinden de uyumsuz hissediyor. Ama eski çalışma arkadaşları da aynı durumda, yapmaları gereken görevlere hiç de uygun düşmeyen eğitimleri bir yük gibi sırtlarında; post-dinsel bir çağın memurları onlar.

Öğrettiği konuya hiç saygı duymadığından, öğrencileri üzerinde de etkisi olamıyor. O konuşurken çocuklar ona boş boş bakıyor, adını unutuyorlar. Onların bu kayıtsızlığı pek itiraf etmese de onu incitiyor. Yine de o çocuklara, anne babalarına ve devlete karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiriyor. Aylar boyu onlara ödev hazırlıyor, bu ödevleri topluyor, okuyor ve üzerlerine not düşüyor, noktalama işaretlerini, yazılışlarını ve kullanımları düzeltiyor, zayıf kanıtları sorguluyor, her sınav kâğıdına kısa, özlü bir eleştiri notu ekliyor.

Öğretmenliği sürdürüyor, çünkü geçimini bu yoldan sağlıyor; aynı zamanda ders vermek, ona alçakgönüllü olmayı öğretiyor, dünyadaki yerinin ne olduğunu anlatıyor. Bu konudaki ironi gözünden kaçmıyor: Bir şey öğretmeye gelen kişi, en sert dersi alıyor, bir şey öğrenmeye gelenlerse hiçbir şey öğrenmiyorlar. Mesleğinin bu özelliğinden Soraya’ya hiç söz açmıyor. Soraya’nın mesleğinde kendisininkine denk düşen bir ironi bulunduğunu sanmıyor.

J. M. Coetzee, Utanç, çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2018 [1999], 13. basım, s. 12-4.